28 Temmuz 2020 Salı

Yazar, suya da yazar

Corona günlerinin ataleti ve tedirginliği içinde geçirdiğim yaklaşık üç buçuk aydan sonra, yani haziranın sonunda, Corona Günlerinde Ben diyerek karantina günlerimi nasıl geçirdiğimi anlattığım bir video kaydı yaptım. 
Sonrasında da kendimi videolar deryasında buldum. Merak etmeyin, YouTuber olmadım. 
Daha önce kâh röportaj, kâh sohbet, kâh konser, kâh tiyatro, arada da kendi kendimle yaptığım konuşmaların videolarını paylaştığım YouTube kanalım bu kez sadece bana hizmet etmeye başladı. 
Gündem birbiri ardına hızla değişirken, kadın tecavüzleri ve cinayetleri, hayvan tecavüzleri ve cinayetleri, Ayasofya Müzesi’nin Ayasofya Camii olarak hizmete girişi, Sosyal Medya düzenlemeleri, İstanbul Sözleşmesinden çıkma istekleri derken, maalesef ki, bana da anlatacak pek çok konu çıktı.
Yıllardır kadına, çocuğa, hayvana, teknolojik dönüşüme, çevreye, doğaya, sosyal medyaya, siyasilerin tutarsız söylemleri ve pek çok konu üzerine o kadar çok yazı yazmıştım ki, biraz da konuşmak istedim.

Sosyal Medya Görgü Kuralları üzerine konuşmaya başladım önce.
Adab-ı Muaşeret-ül Sosyal Medya sunumum çok sevilir ve çok izlenirdi. Ben de bu konuyu kısa kısa videolar ile sosyal medya kullanıcıları ile buluşturmak istedim. Arada araya farklı konular girse de "Sosyal medya nasıl kullanılır, nasıl kullanılmaz?" videolarım devam edecek. 

Yazmak 
Konuşmak mı yazmak mı derseniz, elbette ki yazmak derim. Daha doğrusu yazarak konuşmak derim. Yazılarınız sohbetinizdir nihayetinde. 
Yazarken hatalarınızı görüp düzeltmek için zamanlarınız geniştir. Aklınızda başka bir atlama oluştuğunda onu tam da doğru yerine yerleştirebilirsiniz. Daktiloda yazmadığınız için size sonsuz bir kolaylık sağlayan klavyeniz vardır. Bilgisayarınız sizi imlâ hatalarında uyarır. Bilgilerinizi teyit edeceğiniz mecralara bir tıkla ulaşabilirsiniz. 
Ve en önemlisi;
Kimse sözünüzü kesmez. 
Jules Renardın dediği gibi: "Yazmak, kesintiye uğramadan konuşmanın bir yoludur."

Siz karşınızda sessiz bir dinleyici, ki bu aslında yine kendinizsinizdir, bulmuşcasına anlatırsınız da anlatırsınız.
Bir kitabı okurken size konuşan yazarı sessizce dinlediğiniz gibi dinlersiniz kendinizi de.
Kimse araya girip söyleyeceklerinizi başka bir tarafa taşımaz. Kimse söyleyeceklerinizi ağzınıza tıkmaz. Kimse aklınızdakileri unutturmaz.

Hem yazarken, hem de hem yazar hem dinleyici olurken dinleyici olan sizin, kendinizin duygularını da alır katarsınız yazınıza. Zihninizin içinde size soru soran ve o soruları cevaplayan kaç kişi vardır sayamazsınız. Birileri hep bir şeyler fısıldar. Her soruyu cevaplayabildiğiniz kadar yazınız sağlam olur.
Cevapları ulu orta yazmanıza da gerek yoktur çok zaman. Okuyucu tam da orada, o sorunun cevabını kendisi verecektir fark etmeden. 

Yazı yazana kadar yazanındır, yazdıktan sonra ise okuyanın.
Her birey başka bir gözle okur, kendi geçmişi ile değerlendirir yazınızı. Birinin yarası kanar, başka birinde bir anı canlanır. Bir yazı bin yazı olup çıkar...

Notlarınız, kayıtlarınız, gözlemleriniz, tespitleriniz, yılların birikimi anılarınız, iç sesiniz; hepsi bir araya gelip bir yazı haline dönüşürken siz hazların en büyüğünü yaşıyorsunuzdur da kimsenin haberi yoktur.
Yazı öncesi başınızın üzerindeki konuşma baloncuğunun içi doldukça dolar, cümleleriniz balona sığmaz hale gelince de başlar parmaklarınızdan klavyenin tuşlarına akmaya. Harfler sözcüklere, sözcükler cümlelere, cümleler paragraflara dönüştükçe yazı şekillenir. 
Doğurgandır yazı, yazmaya başladığınızda yazmadan önce aklınızda olmayan düşünceler akmaya başlar bir yerlerden. Bir anı, bir fıkra, bir şarkı, bir anektod, bir film, bir sahne, bir cümle, bir şiir, bir dize...
Sanki baraj kapakları açılmış da sular çağlamaya başlamıştır.
Yazdıkça yazasınız gelir haliyle.
Bir melodi gibi, bir senfoni gibi nota nota iner her harf yer yüzüne...

Tabii ki bir yerde de yazıyı nihayetlendirmek gerekir. De, ne zaman?
Cevabı basit: "Yazı size bittiğini söyler."
O bitti demeden hep bir eksiktir, tamamlanmalıdır ya da bir şeyler fazladır, atılmalıdır.
Nakış işler gibi, kilim dokur gibi, klavye tıkırtıları ile yapılır son düzenlemeler.
"Şuraya bir virgül, şuraya bir bağlaç, Anın üzerindeki şapkayı ^ unutma, o cümle orada sakil kalmış sanki, melodi demiştim ya, şurada da lâzım sözcüğünün eş anlamlısını kullan." 

Konuşmak
Konuşmak ise zaman ile kısıtlanmıştır.
Hedeflediğin dakika içerisinde hedeflediğin her şeyi söylemen gerekir. 
Konuşmaya başlarsın, bir anda zihnin bir yerlere uçar gider, yakalayamazsın.
Demeyeceklerini deyip, diyeceklerini demeden biter zaman. Kısacası, Kâbe’ye gidip yüz sürmeden dönmüş olursun.
Söyleyeceklerini önceden kaleme alıp okumaya kalkışsan, olmaz. Yazılanı okuyucu okur zaten. Sana gerek yoktur.
Beden dilin, ses rengin, mimiklerin, duraklamaların, heyecanın, neşen, üzüntün, hepsi ekrandan taşıp izleyene ulaşır.
Sen bunları hissedip yaşamazsan, sanma ki sözcükler kendi kendine yerine ulaşır. Onları kanatlandıran ve uçuran sensin. Çünkü o ânı yaşayan sensin...

Hem, ses okuması ile göz okuması farklıdır.
Ses okuması yapacağınız bir metni başka bir formda yazarsınız, göz okuması yapılacak olanı başka bir formda. Göz okuması için yazılmış bir metni seslendirmeye çalışırsanız nefesiniz yetmez. 
Uzun cümleler ile konuşma yapacaksanız virgülünüz çok olmalıdır. Daha doğrusu cümleleriniz kısa olmalıdır. Cümleleriniz uzun olursa dinleyen kişi lafın başında söylediklerinizi unutacağından dağılır gider.
Yok, yazınız okunmak için yazılmışsa, tavuklara yem atar gibi virgülleri her yere serpiştiremezsiniz. O da okuyan kişinin okuma seyrini keser.

Hem Okudum Hem de Yazdım
O yüzden konuşma yapmadan önce bir kaç ara başlık belirleyip onları gözünüzün göreceği bir yerde konumlandırmak ve sonra da o başlıklar üzerine yoğunlaşmak en hayırlısı.
Yola, sizi yönlendirecek kadar öz, sizi özgür bırakacak kadar az metin ile çıkarsanız sohbetiniz tadından yenmez.
Kameranın arkasında yine sadece siz olacağınız ve sözünüzü de kimse kesmeyeceği için yine rahatsınız. 

Arkadaş sohbetlerinde hep siz hep siz konuşamayacağınız ve üstelik dinlemenin insanı ne kadar zenginleştirdiğini bildiğiniz için kendinizi yazınıza ve kameranıza saklarsın.
Konuşacaklarınızı yazarsanız bir şey olmaz ama yazacaklarınızı bir yerlerde konuşursanız yazınızın masumiyeti bozulur, sihri kaçar.
Biriktirdiklerinizi ilk yazınıza dökmelisiniz, ilk ona söylemelisiniz, ilk onunla dertleşmelisiniz.
Yoksa yazı size küser...

Suya yazı yazmak gibidir konuşmak.
Yazmaktır yine de kaybolacağını bile bile.
Söz uçar yazı kalır demiş büyüklerimiz.
Ki insanlığın tarihini bile yazının bulunuşu ile başlatırız.
O gün bugün biz insanlar hep yazıp dururuz.
Konuştuklarımız kainat boşluğunda sonsuz bir yolculukta, yazdıklarımız ise yanınızda, yanı başınızda...

28 Temmuz 2020 / C.E.Y.
 

23 Temmuz 2020 Perşembe

Hayvan Hakları Yasası Nerede?

SOSYAL MEDYA YASASI PIT DİYE ÇIKIYOR, HAYVAN HAKLARI YASASI BİR TÜRLÜ ÇIKAMIYOR. KADINA ŞİDDET YASASI İSE BİR TÜRLÜ LAYIKIYLA UYGULANMIYOR.
Suçlular aramızda ellerini kollarını sallaya sallaya geziyor.

BİR HABER
Arkadaşı cenazeye gideceği için köpeğini ona emanet ediyor. O ise köpeğe saatlerce tecavüz ediyor.
Hayvanın mahalleyi inleten acı çığlıkları üzerine yakalanıyor ama köpek iç organları parçalandığı için ölü bulunuyor. Bunu yapan Volkan Uzun tabii ki serbest bırakılıyor.

BİR BAŞKA HABER
Hatay'da gece yarısı bir evin bahçesindeki köpeği bıçaklayan S.A. gözaltına alınıyor. İfadesi alındıktan sonra serbest bırakılan zanlı, sabaha karşı köpeğin bulunduğu bahçeye gelerek zavallı hayvanı katlediyor.
Özgürlük En Çok Hayvanların Hakkı
2010 yılında Fethiye-Hisarönü'ndeki beton havuzdan kurtarıldıktan sonra Born Free tarafından rehabilite edilerek 9 Mayıs 2012'de yeniden özgürlüklerine kavuşan iki yunusun özgürlük anını izledim.
Kahramanları projeye "Maviye Dönüş" adını vermişler.
Tom ve Misha 2006 yılında Türkiye sularında avlanmışlar. Önce Kaş'taki bir deniz kafesine, oradan da Fethiye'de küçük bir beton havuza hapsolmuşlar. Gelen tepkiler üzerine park 2010 yılında kapatılmış. Parkın kapatılmasının ardından Tom ve Misha hasta ve zayıf bir halde bulunmuşlar.
Ve sonrası da bahsettiğim süreç başlamış.

Düşünüyorum da; koskoca bir bedenin var, engin denizlerde yüzmek için yaratılmışsın, güçlü yüzgeçlerin seni iki darbede kapatıldığın havuzun karşı duvarına ulaştırıyor, deliler gibi yüzmek istiyorsun, yüzemiyorsun...
Ağzına atılacak birkaç balık için insanların isteklerine çaresizce boyun eğiyorsun. Onlar senden 'insan' gibi davranmanı bekliyorlar. Senin başka bir cins olduğunu ve ancak kendin gibi olduğun zaman mükemmel olduğunu anlamıyorlar.
İlla ki insan davranışları sergileyeceksin. Onu da doğru düzgün beceremeyeceksin. O hallerinle de seni izleyenleri güldürüp eğlendireceksin.
Oysa ortada bir eğlence varsa her iki tarafın da eğlenmesi gerekmez mi?
Bir taraf ızdırap çekerken diğer taraf kahkahayı basıyorsa bu neyin eğlencesi?
Bunun bir adım ötesi arenadaki boğa güreşleri ya da kölelerin aslanlara yem edilişinin zevkle izlenmesi...
Hayvanat bahçelerinde doğal olmayan ortamlarda yaşamaya çalışan hayvanlar bir yanda, sirklerde malzeme edilen hayvanların çaresiz halleri öte yanda.
Zaman zaman 'bakıcısını parçalayan hayvan' haberlerini duyarız hani.
İnsanların patlamış mısır eşliğinde tepine tepine izlediği o numaralar için o hayvanların ne eziyetler gördüklerini varın siz tasavvur edin.

Elin oğlu ineğine danasına koyununa kuzusuna klasik müzik dinletip, hepsini açık havada dolaştırıp, yemyeşil çayırlarda otlatırken, sen gel milletin boğazına burnuna kadar boka batmış hayvanların etini daya.
İneğinin bağırsağındaki metan gazını çekip alan ve incelen ozon tabakasının kendini onarmasını sağlayan bir akıldan, geçtiği her yere hastalık bulaştıran inek gemilerini denizler aşırıp Boğazımıza dayayan bir akla kadar akıllardan akıl beğen.

Delirmemek işten değil
Ülkede hayvancılığın bitirilip ta cehennemin dibinden, Brezilya'dan hayvan ithal ediliyor olması ayrı konu,
İthal edilen hayvanların hiçbir ahlâk ve hiçbir sağlık sınırına sığmayan taşınma şartları ayrı konu,
O şartlarda yüklenen gemilerin "yüzen bir mikrop yuvası" olarak denizlerde yarattığı kirlilik ayrı konu,
O rezillikte taşınan hayvanların kesilip etlerinin halka yedirilmesi ayrı konu,
Kesilen hayvanların yenilmeyecek kısımlarının nasıl imha edildiği ayrı konu.

Doğa ile Oyun Olmaz
Avustralya'nın güneyinde kuraklık nedeniyle 5.000 yabani deve, helikopterlerden tüfeklerle açılan ateşle öldürüldü. Develer, Avustralya'nın endemik canlı türlerinden değil. 19. yüzyılda İngilizler tarafından Avustralya çöllerini geçmek için kıtaya getirilmişler. (Doğanın tekerine çomak sokmayın demiş miydik?)

İngiltere'den Avustralya'ya Getirilen 24 Yaban Tavşanının Milyarları Bulma Hikayesi
1859 yılında Thomas Austin isimli bir göçmen boş zamanlarında avlamak için İngiltere'den getirdiği, 24 adet yaban tavşanını Avustralya kırsalına salar. Birkaç yıl içerisinde kıtadaki tavşan nüfusu milyonları bulmuş ve takvimler 1920'yi gösterdiğinde (tavşanların salınmasından 70 yıl sonra) kıtadaki tavşan nüfusu 1 milyarı geçmiş. Tavşanlar, Avusturalya kırsalında 2 milyon dönümden daha büyük bir alana zarar vermişler.
Avustralya hükümeti tavşanlarla başa çıkmak adına en azından kıtanın verimli topraklarından onları uzak tutmak adına 1902 yılında dünyanın en uzun çitini Avustralya topraklarına dikmişler (1138 mil). Buna benzer ve bundan daha kısa çitlerde ülkenin belirli yerlerine çekilmiş ama tavşanları engelleyememişler.
Son olarak 1950'lerde Güney Afrika'dan sadece tavşanlar üzerinde etkisi olan Myxoma virüsünü getirip tavşanların besin zincirinde olan böceklere enjekte ederek doğaya salmışlar. Bu yöntem %90 oranında etkili olmuş ancak kalan %9'luk kısım bu virüse bağışıklık geliştirerek hayatta kalmayı başarmış ve 1990'lara kadar olan sürede yeniden genişleyerek kaybettikleri popülasyonun %40'ını geri kazanmışlar. 1995'te yeni bir virüs geliştirerek kıtadaki tavşan nüfusunu yeniden kontrol altına almayı başarmışlar ama tavşanlarla olan mücadele kazanılmış denilemez!
Kaynak: Ekşi Sözlük  
****
Yıllardır eğitimden, bilimden, efendilikten, kültürden, ahlâktan bahseden kişileri "elitist" olmakla itham ettiler.
Bir hain akıl insan gibi insan olmayı çok kötü bir olguymuş gibi tanıttı topluma ve doğallıkla dangalaklığı, açık sözlülükle patavatsızlığı ayırt edemeyen "anti-elit"bir güruh yarattı sonunda.
Efendi gibi insanları toplumun en diplerine iterken, ağzından çıkanı kulağı duymayan, terbiyesizlikte sınır tanımayan insanları aldı başına taç etti.
"Madem buraya geldim, ben de bir şeyler öğrenip kendimi eğiteyim" demedi gelen bu yeni tayfa. "Para bende!" düsturunu benimsedi ve yoluna çıkanlara omuz ata ata ilerledi yolunda.
"Para kazan ama ahlâklı yoldan kazan." diyenleri ahlâksızca tekmelemekten çekinmedi.
"Kültür-sanat-bilim" diyenleri, bir dudak bükmesiyle küçümsedi.
Yeni zenginler, en pahalı araçlarıyla trafiğin en yoğun olduğu saatlerde slalomlar atarak bastılar gaza. Emniyet kemeriymiş, emniyet şeridiymiş, sinyalmiş, yayaymış, yolcuymuş, insanmış, hayvanmış umursamadılar, ezip geçtiler. Kendilerini durduran trafik polisine dahi "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" diyerek posta koydular. Hızlarını alamayıp, onu buralardan sürdürmekle tehdit ettiler.
Yaptıklarından utanmayı rafa kaldırdılar. Çünkü yaptıklarında utanılacak bir yan görmediler.
Arsızlıkla donatılmış aşağılık bir yaratığa dönüşürken çevrelerindeki her güzel şeye zarar verdiler.
Hâlâ daha bütün bu dönüşümde kimsenin kendinde sorumluluk aramaması, suçu hep ona buna atması da psikolojinin, hattâ belki de psikiyatrinin alanına girer.

Siz de hayvan sevenlerden misiniz? / 14 Ekim 2010
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Hayvana zulmeden zalimdir / 25 Şubat 2016
Harambe'ı neden vurdunuz? / 8 Haziran 2016
Kuyudan ders çıktı / 15 Şubat 2017
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018 
Tavşan Kaç! / 13 Ağustos 2019
Aman avcı, vurma beni! / 5 Şubat 2019
Siz Niye Oturuyorsunuz? / 27 Ekim 2019
Had Safhada Vahşet Dönemi / 25 Kasım 2022

21 Temmuz 2020 Salı

Kadının Adı Mezar Taşında!

Hürriyet.com.tr’da yer alan haberde:
“Muğla’nın Ula ilçesinde, 5 gündür kayıp olan üniversite öğrencisi Pınar Gültekin’in (27) cinayete kurban gittiği ortaya çıktı. Katil zanlısı olarak gözaltına alınan bar işletmecisi eski erkek arkadaşı Cemal Metin Avcı (32), genç kızı kıskançlık nedeniyle aralarında çıkan kavgada elleriyle boğup, öldürdüğünü, ormanlık alanda cesedini çöp varilinde yakıp, üzerine beton döktüğünü itiraf etti. Bölgede yapılan aramada, Gültekin’in, varil içerisinde üzerine beton dökülmüş yanmış cesedine ulaşıldı. Cemal Metin Avcı ilk beyanlarında Pınar Gültekin’i suçladı. 
Cemal Metin Avcı, jandarmadaki sorgusunda suçunu itiraf edip, genç kızı aralarında kıskançlık nedeniyle çıkan kavgada boğazını sıkarak öldürdüğünü itiraf etti. Cemal Metin Avcı, Gültekin ile konuşmak için otomobiliyle bağa evine gittiklerini, burada çıkan tartışmada, genç kızı dövdüğünü, bayılınca da boğazını sıkarak boğduğunu söyledi. Avcı, daha sonra Gültekin’in cesedini ormanlık alana götürüp, çöp varilinde yakarak üzerine beton döktüğünü ifade etti.” yazıyor.

Konuyla ilgili yorumlarımı YouTube videomda dinleyebilirsiniz.

Kadının Adı Mezar Taşında!

Gördüğünüz üzre; medenice yaşayamayanlar medenice ayrılamıyorlar işte.

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nda yer alan şu cümleyi unutmayın lütfen:
“Kadının adı bu ülkede en çok mezar taşında var.”

21 Temmuz 2020 / C.E.Y.

30 Aralık 2020

Kadına Şiddet ve Kadın Cinayetleri Yazılarım

Nerde kalmıştık? / 4 Ocak 2011
Öyle bir ceza ki! / 1 Şubat 2011
Diğerleri’nin meraklıları / 8 Şubat 2011
Aşkım için yaptım Hakim Bey! / 18 Şubat 2011
Bugün kutlayacaksınız, ya yarın? / 8 Mart 2011
Meclis’te Kadın Olmak / 19 Nisan 2011
At — Avrat — Silah / 27 Mayıs 2011
Katil Kadınlar / 28 Haziran 2011
Şafak’ın Eteği / 5 Temmuz 2011
8 bin 372 / 12 Temmuz 2011
Taammüden / 26 Temmuz 2011
Gitmek mi zor, kalmak mı? / 6 Eylül 2011
İsyan bu, haykırış… / 16 Eylül 2011
O kadın bir kez de o manşette öldürüldü / 11 Ekim 2011
Suçlu, ayağa kalk! / 3 Kasım 2011
Tecavüzcüden koca olur mu? / 4 Kasım 2011
Son karar: Kendi rızası ile! / 18 Kasım 2011
Aklından bile geçirme! / 29 Aralık 2011
Hırsızın hiç mi suçu yok! / 2 Şubat 2012
Şiddete şiddetle karşıyım! / 18 Şubat 2012
Benden artık bu kadar… / 3 Mart 2012
Siz hiç dayak yediniz mi? / 24 Mayıs 2012
Şeytan da bir Melek ise… / 15 Haziran 2012
Tabancamın sapinu gülle donatacağum / 3 Aralık 2012
Toplumsal Cinsiyet Bilinci / 8 Aralık 2012
Onlar, toplu tecavüzcüler / 15 Aralık 2012
Anlayan anladı Bakan Bey, anlayan anladı! / 15 Nisan 2013
Kan Kırmızı, Ruj Beyaz / 30 Nisan 2013
Eline, beline, en çok da diline… / 13 Temmuz 2013
Göbek değil, bebek bebek! / 25 Temmuz 2013
4 parmakla değil, 5 parmakla STOP! / 22 Ağustos 2013
Kanla yıkanınca temizlenen namusumuz var bizim / 15 Eylül 2013
Ajda’yı sahneden kovan paralı adam… / 16 Eylül 2013
Anne 9 günlük tatilde, 2 aylık bebek evde! / 21 Ekim 2013
Şeytan bu işin neresinde? / 5 Kasım 2013
Allah da sizi güldürsün e mi! / 23 Ocak 2014
Bu kadar günahın vebali öte tarafta mı ödenecek? / 7 Mart 2014
Bu kez neyi kutluyoruz? / 8 Mart 2014
Kıyım kıyım kıyıyorlar hiç acımadan / 18 Nisan 2014
Anlaman için her gün sana ‘çüş’ mü dememiz gerek? / 23 Nisan 2014
Dişe diş, kana kan, hattâ idamsa idam! / 2 Mayıs 2014
Bırakınız gülelim, bırakınız sevelim / 1 Ağustos 2014
Susturamadığından korkar insan / 23 Ağustos 2014
Sen kimsin be adam! / 22 Eylül 2014
Duvağın altındasın, SOBE! / 14 Ekim 2014
Gelenekler binlerce olsa da gerçek tektir! / 15 Ekim 2014
Dünya’nın derdi ‘KADIN’ olmuş / 26 Kasım 2014
Her şeyin müsebbibi kadın! / 10 Aralık 2014
O kadınlar hep Anan, Bacın, Avradın! / 7 Ocak 2015
Bir 14 Şubat’a daha ulaştık sürünerek / 14 Şubat 2015
Soysuzun soyu kurusun, çoğalmasın / 15 Şubat 2015,
Artık utanan taraf kadın olmayacak! / 16 Şubat 2015
Kadın Doğdum Ben / 10 Mart 2015
Savaşın öteki yüzü… / 11 Mart 2015
Biz mi gidelim, siz mi gidersiniz? / 7 Mayıs 2015
‘Topuklularımı hiç çıkartmadım’ / 15 Mayıs 2015
Hoşgörüsüzleri hoş görmüyorum / 29 Mayıs 2015
"Oraya geri dönemem!" / 3 Haziran 2015
Bir insan olarak sus! / 1 Ağustos 2015
Sizin olsun bu dünya / 7 Kasım 2015
Bitmeyen savaş yapmışlar / 13 Aralık 2015
Çocuklar İYİYMİŞ! / 26 Aralık 2015
Hodri Meydan / 4 Ocak 2016
Namussuz! / 26 Ocak 2016
Beleşçisin arkadaş! / 29 Ocak 2016
Bu kadar günahın vebali kimin boynunadır? / 30 Ocak 2016
Benimle Dans Eder Misin? / 1 Şubat 2016
Kadın yiyen canavar / 24 Şubat 2016
Katil oldum ben… / 10 Mart 2016
“İffetli kadın olmak istemiyoruz!” / 16 Mart 2016
Zevk alıyor muyuz? / 31 Mart 2016
Çocuk sayını söyle bana porsiyonunu söyleyeyim sana / 6 Haziran 2016
Neye güldün arkadaş? / 28 Ekim 2016
Hesapta biz de varız! / 5 Aralık 2016
Ben erkek olsaydım / 9 Aralık 2016
Buz yanığı yürekler / 30 Aralık 2016
Eşitlik Berekettir / 7 Mart 2017
Seçmece bunlar! / 22 Eylül 2017
Bir kızım olsaydı eğer / 11 Ekim 2017
Ne nikâh bağlar bizi, ne mahkeme ayırır / 18 Ekim 2017
Yazık, çok yazık… / 15 Aralık 2017
Şeytan üflemekle kalmamış / 26 Aralık 2017
İzin verme, BEKLET! / 4 Ocak 2018
Fırsatçı yağmacılar / 9 Ocak 2018
Cennet-i âlâ / 18 Ocak 2018
Son Perde inmeden / 29 Ocak 2018
Tüyden Elbiseli Kadınlar / 25 Şubat 2018
Koş koş, asansörcü ağabeyi getir! / 28 Şubat 2018
Umutsuz değil, Umut Dolu Kadınlar / 6 Mart 2018
10 güncelleme onay gerektiriyor / 11 Mart 2018
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Büyük Gözler Bizi İzler / 22 Ağustos 2018 
Kaç Çocuk Yedin? 2 Temmuz 2018
Kadın, Şiddet, Medya ve dahası / 30 Ekim 2018
Çocukları kanatmayın / 20 Kasım 2018
Perperişan! / 4 Ocak 2019
Kadınlar Burada, Erkekler Nerede? / 3 Mart 2019
Türk Kadınının Savaşı Başka / 19 Mart 2019
Yasalarımız Var, Evet! / 25 Mart 2019
Kırmızı Başlıklı Kız da Değişti / 25 Haziran 2019
Sistem Hata Veriyor / 2 Temmuz 2019
Tekdîri geçelim, tokmağa gelelim! / 23 Ağustos 2019
Ben Kendimi Anlayamıyorum! / 5 Aralık 2019
Yapabilirim, Yapabilirsin, Yapabiliriz / 12 Aralık 2019
Kapı / 20 Aralık 2019
Şiirin Peşinde Kadın / 9 Mart 2020
Cinsiyetçi Dilden Yılanlar! / 15 Haziran 2020
Trafikte Kadın Olmak / 14 Ağustos 2020
Madalyonun Üç Yüzü / 23 Kasım 2020
Kadının Adı Mezar Taşında / 30 Aralık 2020
Katil Kadınlar / 9 Ocak 2021
Baldan Tatlı Zehirli Öfke! / 7 Mart 2021
Kraliçe olmak mı, ASLA! / 11 Mart 2021

2 Temmuz 2020 Perşembe

Eyyy Sosyal Medya!

Twitter’da, Youtube’da, Netflix’te hep kötü şeyler mi var zannediyorsunuz?
Gazetesinden dergisine, sinema filminden dizisine her alanda her yayının her çeşidi var.
Senin neyi seçip aldığın önemli olan.
Twitter’ı, Youtube’u, Netflix’i bırakıp ulusal kanallara baksalar, önce onları yasaklarlar aslında.
En büyük zararı onlar veriyor.
Gündüz programları ayrı, diziler ayrı.
Ahlâksızlık, terbiyesizlik, duyarsızlık ne ararsan orada.
Zaten sosyal medyada “sallayanların” profili de bu dizilerden doğma…

6 Mart 2020 / C.E.Y.
2 Temmuz 2020
8 Temmuz 2020
15 Temmuz 2020
18 Temmuz 2020
26 Temmuz 2020
28 Temmuz 2020

Sosyal Medya ve Dijital Dünya Yazılarım
Teknoloji / 16 Ekim 2010
İnternet Çocukları / 10 Mayıs 2011
Kaset sardı! / 3 Ağustos 2011
Doğuştan Dijitalgillerden misiniz?
 / 7 Nisan 2012
Her çıkışın var inişi / 16 Ekim 2012
Dijital Teşhir Çağı / 19 Ekim 2012
İnternet Çocukları ‘TIK’ladı / 2 Haziran 2013
Star Wars ‘OUT’, Siber Wars ‘IN’ / 28 Eylül 2013
İnterneti değil elektriği yasaklayın, rahatlayın!
 / 17 Ocak 2014
Ey ahali, bir bakın buraya!
 / 30 Ocak 2014
Yasaklara uyalım, uymayanları sallandıralım! / 8 Şubat 2014
Sosyal Medya Çöplüğü / 29 Mart 2015
Örgüden ayakkabı, kumaştan kaporta, ağdan bahçe / 12 Nisan 2015
X, Y ve Z’nin değerlerini bulunuz
 / 24 Mayıs 2015
Facebook Mezarlığı / 22 Temmuz 2015
Duyarsız Duyarlı / 12 Eylül 2015
Takdir alsan ne yazar / 27 Ocak 2016
Like and Share
 / 2 Şubat 2016
Zaytung dükkânı kapatsın! / 3 Mart 2016
Bilişim kaçıyor, hukuk kovalıyor
 / 23 Mart 2016
1. Robot Kaynakları Zirvesi ne zaman abi? / 1 Haziran 2016
Ne çektin be dostum!
 / 3 Haziran 2016
Dış çekim şeysi / 2 Ekim 2016
Çuvaldız Lazım Çuvaldız!
 / 24 Aralık 2016
Ey inananlar, korkmayın!
 / 9 Ocak 2017
İnternetime dokunanı buldum! / 25 Ağustos 2017
Roadster’ı alan Üsküdar’ı geçti / 7 Şubat 2018
Dijitalleşmeye Mecburuz! / 14 Kasım 2018
Bugünün Ötesi Neresi? / 31 Ekim 2018
Öğretmenler, dünya koptu gidiyor! / 22 Kasım 2018
‘Misinformation’larınızı kendinize saklayınız / 2 Aralık 2018
Kozan Demircan ile Geçmişten Geleceğe / 13 Aralık 2018
ZOOM’dan ZONK’a / 13 Mayıs 2020
Eyyy Sosyal Medya! / 2 Temmuz 2020