Ne anlamı vardı ki artık günün-gecenin.
O gün bu gün ne güneş doğdu sana ne de ay…
Canından kopan can acımasızca, onursuzca, alçakça bir işkenceye bir daha, bir daha uğramamak için bırakmıştı kendini boşluğa.
İşkencecilerin kendisine yaptığı gibi, çırılçıplak üstelik…
Senin doğurduğun, senin dokuduğun can’a daha fazla eziyet etmesinler, onun acısıyla daha fazla eğlenmesinler diye…
Ona bunu yapanlar zevkten çıldırıyorlardı ihtimal. Onlara bu hazzı yaşatmak istemedi o da.
Bütün özlük haklarına tecavüz edilmiş halde yaşamaktansa, kendi arzusunca ölmeyi seçti.
Ardında hesabı sorulacak onca soru, cezası kesilecek onca suç bıraktı.
Lakin ne sorular soruldu, ne de suçlular cezasını buldu…
Ölmesi değildi seni esas kahreden. Doğurduğun anda biliyordun her fani gibi öleceğini. Sıralısı olsun yeterdi…
Allah insana evlat acısı göstermesindi.
Ölümün rızalısı olmazdı ama yine de kaderine razı gelirdin. Allah'tan gelen bir yazgıya isyan etmezdin.
Heyhat, dayanılmazdı bu adaletsizlik…
Kaç yıl geçmişti ve hak yerini bulmamıştı. Anlamıştın ki, bulmayacaktı…
Acıyla geçen günler, geceler son bulsun istedin.
Mutlak kavuşacağın günü beklemek istemedin.
Sen de onun gibi aldın başını gittin…
Oğlunun suçu, üzerinde çıkan uyuşturucuydu.
Polisin yapması gereken, kişiyi suçtan uzaklaştırıp sağlığına kavuşmasını sağlamak değil miydi?
Toplumu sağlıklılaştırmak değil miydi?
Ya yaptığı neydi? Suçu dahi ispat edilmemiş kişileri hem ruhen hem de bedenen sağlıksızlaştırmak…
Bir çeşit, ölüme giden yolu açmak…
Her suçlu o yolu seçmese de, nefes aldığı her anı bin kere ölürcesine yaşatmak…
2010 yılında üzerinde çıkan uyuşturucu sebebiyle gözaltındayken maruz kaldığı hakaretler ODTÜ Mimarlık Fakültesi mezunu Onur Yaser Can’ın intiharına sebep olmuştu.
Üzerinden geçen üç yılda ne ızdıraplar yaşadığını hayal bile edemediğimiz annesi Hatice Can, bu acıya ve bu adaletsizliğe daha fazla dayanamayarak intihar etti.
Ardında kalan yürekleri “Bir gün de benim evladımın başına gelir mi?” endişeleriyle sarstı, titretti.
Gezi olayları sırasında nahak yere canından olan evlatlarına yanan anneler gibiydi o da.
Oğlu Mehmet’in ölümüne daha fazla dayanamayarak hayatını kaybeden annesi Fadime Ayvalıtaş gibiydi…
Herkes gibiydi.
Ne dağda, ne tenhada, öyle sakince evinde, barkında…
Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Mehmet Ayvalıtaş, Abdullah Cömert, Ahmet Atakan, komiser Mustafa Sarı ve o olaylarda kötü derecede yaralanan yüzlerce genç insan.
Şehitlik mertebesine ulaşmanın kutsallığı ile Güneydoğu’da yitip giden binlerce can…
Anaları, babaları, teyzeleri, amcaları...
Hepsi bu memleketin evlatları.
Ve siz;
Onlara bu muameleyi reva görenler;
Önce onlara, sonra ailelerine, sonra da bu vatana büyük bir ÖZÜR borçlusunuz….
Biliyorsunuz değil mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder