14 Eylül 2023 Perşembe

SilahsızLAN!

Bireysel silahlanma üzerine çalışmalar yapıp raporlar yayınlayan Umut Vakfı'nın bireysel silahlanmaya ilişkin 2023 verilerine göre, Türkiye'de 4 milyon ruhsatlı, bunun 9 katı kadar (36 milyon) ruhsatsız silah var ve silah edinim sayısı her yıl yüzde 3.5 artıyor. Silahı olanların öldürülme olasılıkları ise 5 kat daha fazla.
Umut Vakfı'nın Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Ayhan Akcan yaptığı açıklamada, “2023 yılı vakalarına göre 211 günde toplam bin 938 vaka var. Bunların içinde maalesef bin 200 kişi silahla cinayet işlemiş. Bunun yaklaşık yüzde 20'si otomatik dediğimiz, pompalı veya keleş dediğimiz silahlarla, geri kalanı da tabancayla. Hatta yüzde 4'ü beylik tabancası; yani ben silah alırım ama kendimi kontrol ederim deyip, o şekilde kullanılma tarzında. Bunların yaklaşık yüzde 20'si aile içi şiddette maalesef kullanılmakta. Ayrıca Türkiye'deki cinayetlerin yüzde 85'inde de aynı zamanda silah kullanılmakta. 2023 verileri bu şekilde" diyor.

Yazının girişinde zikredilen 36 milyon rakamı sizi de ürpertmiştir. Yaklaşık 85 milyon olan nüfusumuzun üçte birinden fazlası, hatta neredeyse yarısı bireysel silahlı. Yani en ufak bir olayda şak diye vurulabiliriz. Olmadı serseri bir kurşunun ya da yorgun bir merminin kurbanı olabiliriz. Üzerimizden vızır vızır mermiler geçiyor demektir bu. Savaşta mıyız? Çanakkale Savaşı'nın en bilinen görüntüsü olan mermilerin birbirine havada çarpışarak kaynadığı o görüntüyü hatırlarsınız. Ramak kaldı desek yalan olmaz. 

Hızla artan bireysel silahlanma sonucu öldürmek daha kolaylaştı. Herkes birbirine "sıkıyor". Beline silahı takan kendisini dünyanın hakimi sanıyor. Anlaşılan o ki kimse kendini dövüşerek yormak istemiyor. Ya da dövüşmeyi gö(z)ü yemiyor.
Tüfek icat olunca mertlik işte böyle bozuluyor. Karşısındakine şamarı bastı mı ağzını yüzünü dağıtacak dağ gibi bir adam, tıfıl bir şahsiyetin silahından çıkan minicik bir mermi ile yere yıkılıyor. Dağ gibilik ve tıfıllık arasındaki orantısız güç böylece eşitleniyor... 

Birey olamayanlar silahlanırsa
Son dönemlerde silah ile öldürmeler o kadar arttı ki, hangi birini anlatsam bilemedim. 6 Eylül günü gördüğüm bir haberde, "Diyarbakır’da bir şahıs, evlenme isteğini kabul etmeyen ve başkasıyla evlenen kadının düğününü bastı ve damada sekiz el ateş etti." Videodan canlı canlı izlediğim olayda silahlı kişi düğün salonuna geliyor, o anda salona giriş yapan çiftin arkasına yaklaşarak kurşunları damadın üzerine boşaltıyor. Birey olamamış bir kişi, konuşmayı beceremediği gibi kavgayı da mertçe edemiyor.
Yedi-sekiz kişi bir kişinin tepesine çullanabiliyor mesela. Kavgayla alakası olmayan bir kişi elinde bıçağı yerde savunmasız debelenen kişiye defalarca saplayabiliyor. Atılan tekmeler yere devirdikleri şahsın ağzını burnunu kırıyor, ciğerini böbreğini patlatıyor, kafatasını dağıtıyor. Ne gam! Dövenler "Ne güzel dövdük ama!" diye arsızca övünüyorlar yaptıklarıyla. 
Ah ne güzel? 
Ya da güzel olan ne? "Siz hepiniz, öteki tek" olması mı? Bununla mı övünüyorsunuz?

Sığınmacı Şiddeti
Kadına şiddet ve kadın cinayetlerine eklenen başka bir şiddet modeli var bu aralar. Düzensiz göçmenlerin, sığınmacıların ve mültecilerin yerli halk ile yaşadığı şiddet. Daha birkaç gün önce Karacabey'de 22 yaşlında zihinsel engelli bir genç, biri 16, diğeri 17 yaşında olan Suriye uyruklu iki genç tarafından başına silah dayanarak öldüresiye dövüldü. Üstelik bu görüntüler dövenler tarafından videoya kaydedilerek sosyal medyada paylaşıldı. Şiddet uygulayanlar tutuklandı, görüntüleri sosyal medyada paylaşan ise adliyeye sevk edildi.
Maalesef ki yurdun dört bir yanından sığınmacılar ile yerli halk arasında yaşanan şiddet, tecavüz ve cinayet haberleri yağıyor... Bu da "aşırı milliyetçiliği" her geçen gün daha görünür hale getirip, hepimizi gidişat üzerine sorgulatıyor...

Örnek Değil, İbret Alınası
Kısa bir belgesel film olan "Ordinary Men / Sıradan Adamlar"da, İkinci Dünya Savaşı esnasında sıradan insanlar olan Alman halkından bir kesimin nasıl olup da birer katile dönüştüğü anlatılır. Marangoz, kasap, manav, bakkal, terzi gibi sıradan insanların uygun şartlar oluştuğunda nasıl katil olabildiklerini görürüz. Tarihçiler ve sosyloglar eşliğinde anlatılan film, bu korkunç yolculukta bazılarının yaptıklarından pişman olurken ya da öldürmeyi reddederken, bazılarının öldürmekten zevk alır hale gelmesini irdeliyor. 
Almanların işgal ettikleri bölgelerde asayişi korumak amacıyla oluşturdukları taburlara başvuru inanılmaz boyuttaydı. İnsanlar savaşa gidip çarpışmak yerine asayişi sağlamayı tercih ediyordu. Ancak başlarına ne geleceğini, neyle karşılaşacaklarını bilmiyorlardı. Toplanan Yahudilere hiçbir ayrım gözetmeksizin, yüzleri kendilerine dönük halde, bazen de enseden, ama hep yakın mesafeden ateş edecek, açtıkları hendeklerin başında tuttukları kurbanların birbiri üzerine hendeğe devrilişlerini izleyeceklerdi. Bu "temizlik hareketi" için 130 tabur oluşturuldu. 
Bazıları bu vahşeti reddedip taburdan ayrılsa da bazıları taburda kaldı. Kalanlar daha az mermi harcamak adına türlü taktikler geliştirdi. Çocuğu annesinin kucağına vererek bir mermi ile ikisini de öldürmek gibi mesela. Tabii onlar da kendilerince haklıydı(!). Anne çocuğun öldüğünü görüp delirmiyordu, çocuk da annesiz kalmıyordu. Yaptıkları, yaptıklarına bahane üretmek ve ruhlarını bir nebze olsun rahatlatmaktı. Hem onlar sadece emirleri uyguluyordu (!). Suçlu sayılmazlardı(!)...
(İkinci Dünya Savaşı sonrası Uluslararası Uzak Doğu Askeri Mahkemesi'nde yargılanan Japon generaller de savunmalarını, "sadece Kral'dan aldıkları emri uygulamak" üzerine kurmuşlardı. Onlar emri rededemezdi. İmparator Hirohito ve Prens Asaka da yargılanamazdı. İki yıl süren ve 11 yargıçın katıldığı 28 sanıklı dava yedi generalin idamı ile nihayetlendi. İki sanık mahkemeler sırasında ölmüştü. Bu süreç dört bölümlük mini belgesel dizi Tokyo Trial'de gerçek görüntüler eşliğinde anlatılır.)

Kötülüğün Sıradanlaşması
Esas mesele şuydu ki, nasıl olmuştu da hiçbir hazırlık, seçim, telkin ve Nazileştirme olmadan, bir yıl önce başını elbisenin üzerine eğimiş dikiş diken, iki eliyle kavradığı rendeyi tahtaya kuvvetlice sürten, kilo kilo elma-patates satan adamlardan oluşan bu taburlar Alman asayiş polisindeki en verimli polis mangasına  dönüşmüş, Nasyonal Sosyalistler iktidarda olduğu süre içinde de varlığını sürdürmüştü. Taburların büyük çoğunluğu sıradanlaşan kötülüğün sıradan köleleri haline gelmişti. 

Filmde konuşan Sosyal Psikolog Haral Welzer, "Şahsi veya psikolojik gerekçe olmadan başkalarını öldürmeye iten mekanizmalar mevcut. İnsanlar 'Ben çarkın dişlisiyim, sorumlu değilim' diye düşündüğünde, bu mantıkla neredeyse her şey mümkündür. Birini teoride farklı olarak tanımlarsam ve uygulamada onlara farklı davranırsam, o kişiye karşı şiddet kullanma isteği doğal olarak artacaktır." der. Toplumu onlar ve biz olarak ayırmanın bedeli, milyonlarca insanın öldürülmesi ya da yer değiştirmesidir. 
****
Benim yıllardır korktuğum ve artık içinde yaşadığım durum budur. Kötülük sıradanlaşmış ve şiddet her boyutu ile, hiçbir bahane olmaksızın, incir çekirdeğini dolurmayacak sudan sebeplerle uluorta her yerde işlenir olmuştur. Yeraltı dünyasının hesaplaşmaları AVM'lerde karşılıklı silah çekerek yaşanırken, o anda orada bulunan herkesin can güvenliği tehlikeye atılmıştır. Katiller ve dolandırıcılar ülkede cirit atarken sivil halk savunmasız kalmıştır. Devletin koruyup kollaması gereken halk, kolluk kuvvetleri arasına karışan mafyatik tipler vesilesi ile daha da mağdur edilmiştir. Bu vatana kanını canını vermiş insanlar, yeni gelenler sebebiyle yerinden edilmiştir. Giderlerse gitsinler denilerek en değerli hazinemiz olan "beyin takımlarımız" ülkeden göç etmiştir. Kucak açtığımız müslüman din kardeşlerimiz kucağımıza oturup boğazımıza çökmüştür. "Biz ve onlar" ayrıştırmacası yeni bir boyuta taşınmış, gerilim had safhaya çıkmıştır. 
Sıradan bir vatandaş olarak bu felaket daha nasıl görmezden gelinir ve düzen nasıl sağlanmaz anlamış değilim...
Yoksa "yeni düzen bu düzen" mi, onu da sorgulamıyor değilim...
14 Eylül 2023 / C.E.Y.

İlgili birkaç yazım:
At - Avrat - Silah / 27 Mayıs 2011 
Kurallara Uymak Yetmez / 9 Temmuz 2019

4 Eylül 2023 Pazartesi

Bak Bak Bak Bak, Doyamadık!

Avrupa Voleybol Konfederasyonu tarafından düzenlenen ve en üst düzey Avrupa voleybol kulüpleri turnuvası olan CEV Kadınlar Şampiyonlar Ligi'nin 63.'sünde ipi Türkiye Kadın Milli Voleybol Takımı göğüsledi. İtalya'yı yenerek Sırplar ile final oynayan Türkiye, haklı bir galibiyet aldı. Tarih 3 Eylül 2023...

Bütün ülke yekvücut olmuş iken dahili ve harici düşmanlar da boş durmuyordu. Kurtuluş Savaşı esnasında uçaklardan halkın üzerine "Yunan'ı destekleyin" yazılı kâğıtlar fırlatan akıl, bu kez de Sırpları desteklemeye kalkıştı.
- Sebep?
- Sebep Ebrar...
- Neden sebep Ebrar?
- Çünkü o kadın gibi değil erkek gibi yaşıyor. 
- Hani siz "errrkek gibi" kadınları pek severdiniz ama...
- O başka, onu karıştırma. O "gibi"... O bizim yerimizi almıyor. O saltanatımızı sarsmıyor. O bir kadını bizden daha çok mutlu etmiyor. O sadece "kanka". Ebrar ise erkekliğe soyunmuş. O kim oluyor da kadınları bizim elimizden alıyor?
- Peki gay erkeklerden pasif olanlar ya da cinsiyet değiştirip kadın olanlar için ne düşünüyorsunuz?
- Onlar da "karı gibi"...
- E ama erkeklerin pek çoğu o "karıların" kapısında kuyruk oluyor. Hem de öyle böyle değil, babayiğit erkekler, dayılar amcalar. Onlara sözünüz yok mu?
- Erkek adam, yapar tabii.
- Hımm demek ki hep biz yapalım diyorsunuz. Öyle mi?
- He, öyle...
- Peki Ebrar'ın kız arkadaşı Ebrar ile birlikte olmasa seninle mi olacak? Yani Ebrar onu senin elinden mi aldı? Ya da küçücük kızı eve mi kapattı? Zorla mı alıkoydu? Tecavüz mü etti? Asansöre birlikte binen dayılar gibi asansörde gizli gizli halvet mi oldu (İnanmıyorsanız "Asansörde yiyişen dayılar" videosunu YouTube üzerinden izleyebilirsiniz.) 
- Topluma kötü örnek oluyor!
- Canını dişine takıp Türk Kadın Milli Voleybol Takımı'nda oynayıp, oynadığının hakkını verip, ülkeye kupa getiren ekipte olduğu ve İstiklâl Marşı'mızı boğazını yırtarcasına söylediği için mi kötü örnek oluyor? Ha doğru, eğer ki takımımız yenilse ve salonda Sırp Milli Marşı çalınsaydı ve siz de o marşa eşlik etseydiniz daha doğru bir örnek olacaktı. 
Hani Bosna savaşında binlerce Müslüman'ı katleden Sırpların Milli Marşı... Hani "Bosna Kasabı" Sırp komutan Ratko Mladiç. Hani Slobodan Miloseviç. Hani Srebranitsa. Hani 90'lar. Yok yok, milliyetçilik yapmıyorum. Sadece kimi kimin yerine koymaya çalıştığınızı göstermeye çalışıyorum.
İtiraf edin, haksızsınız ve gerçekten çok boş yaptınız. Lakin takımımız "boş yapan boş tenekelere" rağmen maçı söke söke aldı. Vargas bir yandan Ebrar bir yandan smaçları boş tenekelerin kafasına kafasına çaktı. Helâl olsun Türkiye Voleybol Federasyonu'na, helâl olsun savunmasından hücumuna, sağlıkçısından taşımacısına kadar tüm ekibe, ...

Onlar böyle boş boş konuşurken Cumhurbaşkanı Erdoğan yayımladığı şu yazıyla takımı kutladı. "2023 CEV Avrupa Şampiyonu olarak hepimize büyük bir gurur yaşatan A Millî Kadın Voleybol Takımımızı, Filenin Sultanları’nı canıgönülden tebrik ediyorum. 🏐🇹🇷" 
Ne de olsa Ramazan aylarında Cumhurbaşkanlığında kurulan iftar sofralalarında Bülent Ersoy ağırlanmış. Emine Hanım ve Tayyip Bey kameralar önünde Bülent Hanım'la gayet güzel hasbihal etmişti. (LGBTİ bireylerini sokaklarda coplamasını da masalarda ağırlamasını da en iyi biz biliriz evelallah!)
Ancak şampiyonluk sonrası salonda tek tek duyguları sorulan oyunculardan Ebrar'a ve Vargas'a mikrofon uzatılmadı. Tarkan ekibi kutlamak için sahaya inince niyeyse yayına eski görüntüler verilmeye başlandı. (Trendyol, Filenin Sultanları'na destek için Tarkan ile reklam filmi çekmişti. Türkiye Voleybol Federasyonu sponsoru Trendyol, ayrıca 2023 FIVB Voleybol Kadınlar Milletler Ligi'nde Dünya şampiyonu olan milli takım oyuncularının da yer aldığı bir reklam filmi yayınladı.)
Twitter'da bir akıldane "Reklam yüzümüz lezbiyen Ebrar değil, Küba asıllı milli sporcumuz Vargas olmalıdır." diye paylaşım yaptı. Paylaşımın altına "gereken açıklama" yapıldı ve paylaşım yapan vatandaş sosyal medyanın diline düşmekten kurtulamadı.
Jeliboncu başkandan, "Yeniden" diye başlayan bir partinin gençlik kolları başkanına kadar Ebrar'a sataşmayan kalmadı. Neymiş, Ebrar Abdülhamid'e "Boş yapma!" demiş.
Abdülhamid kim? Twitter'da adı Abdülhamid Denge olan bir zat. Ne demiş? "Müslüman Türk milleti olarak sana tahammül etmeye devam ediyoruz..." demiş. Ebrar da ona kibarca cevap vermiş. 
Şimdi sen al bunu köpürt köpürt köpürt, ortalığı birbirine kat, yaygara yap. Abdülhamid'in  yaptığı 'boş'un içini doldurmaya çalış. Maç bitip de kupa Türkiye'ye gelince PUF! Dedim ya köpük işte... Ne kadar kabarırsa kabarsın sonunda puf diye söner...
****
Tarih boyunca eşcinsellik hep lanetlenmiş, eşcinseller hep cezalandırılmış ama eşcinsellik hiçbir zaman ortadan kaldırılamamış. Bu reddetmenin altında yatan esas neden ise "çocuk". Yani üreme. Yani ürememe... 
Üremese daha iyi olacak insanlar çılgınca üreyip bir yandan da birbirlerini yerken ve dünya nüfusu 8 milyara yaklaşmışken, bırakın da bazıları üremesin. Korkmayın, onlar üremedi diye insan cinsi yok olmaz. 

Birini sorgulayıp yargılarken önce kendine bakmalı insan. 
Eşcinsel yazar Yiğit Karaahmet, 'LGBTİ Onur Yürüyüşü'nü yaptırmayacaklarını söyleyen Alperen Ocakları'na Twitter hesabından yanıt vererek "Valla Alperenler bizim sabrımızı sınamasın. Bu zaman kadar yattığımız ülkücülerin listesini açıklarsak insan içine çıkamazlar" diye yazmış ve Alperenler geri adım atmak zorunda kalmışlardı. 
(Bu ve benzeri hikâyeleri hepimiz duyuyoruz, görüyoruz, biliyoruz. Lakin hikâyelerin tanınmış kahramanları hiç üzerlerine alınmayıp, arsızca ve yüzsüzce başkalarına saldırmaya devam ediyor.)
Kötü örnek olarak "kötülüğü sıradanlaştıran" televizyon programlarına bakmalı. Programlarda "kötülük" özendirici örnek olarak değil, ibret verici örnek olarak anlatılmalı.
Cinsel tercihini yapan insanların kendi istedikleri alanda yaşamalarına mani olmamalı. Başkalarına göre farklı bir tercih yaptıkları için onları "seks işçiliği" alanına sıkıştırmamalı. (Ne acı ki ancak o yol ile hayatlarını kazanabiliyorlar.) 
Cinsellik ve üreme okullarda bilimsel olarak anlatılmalı, konu "ayıp ve günah" ile birlikte anılmamalı.
Kendini din adamı görenlerin sürekli dillendirdikleri gibi, cennet hayatı sapıklık boyutuna taşınmamalı. Din, bedene değil, ruha dokunmalı...
En çok ama en çok da ikiyüzlü olunmamalı...

4 Eylül 2023 / C.E.Y.

1 Eylül 2023 Cuma

İçmeyiverin gari!

Son günlerde yeniden gündeme gelen alkol yasağının iki sebebi var desem yalan olmaz. Biri yaşam şekline müdahale etmek isteyenler. Diğeri de ağzına içmeyenler! Yani içkinin şişede durduğu gibi durmadığını bilmeyenler.
İkincisinin abukluklarını örnek gösteren ilki, çareyi "YASAK"ta buluyor ve dükkânı tümden kapatmak istiyor. Neyse ki "henüz" kapatamıyor...
İstanbul Valiliği'nden yapılan açıklamada "tümden kapatma" gibi bir yaptırımın olmadığı, konunun "içince huzur bozanlar" için gündeme geldiği yazıyor.
İçki içilen mekânlara arada sırada uğrayıp, kendi halinde takılan insanlara içkinin zararlarını anlatan tebliğcileri saymayalım, Anadolu'nun bazı şehirlerinde içkili lokanta olmadığını da saymayalım, içmek isteyenlerin sahte alkol sebebiyle öldüğünü de saymazsak, ülkede içkiyle kimsenin sorunu yok aslında...

Yasak yok, bilinç var!
Yasak işini IV. Murat başaramadıysa kimse başaramaz. Biliyorsunuz IV. Murat içkiyi halka yasaklamıştı ancak kendisi içki içmeyi sürdürmüş ve bu içki bağımlılığı onun ölüm nedenlerinden biri olmuştu. Malum, saray hayatı içkinin zehrinden daha zehirliydi. Acaba ben ne zaman boğdurulacağım diye düşünmekten insanın da gözüne uyku girmez ki! Herhalde o da ancak içince uyuyabiliyordu. "Mesele alkol değil, siz beni anlamadınız!" dese yeri…
Ya diğer padişahlar? Bu düzene dayanabilmek için onlar da içer miydi? Ya da bir zafer kazanmışsın dönmüşsün mesela...

Sıvı Ekmek
İçkinin tarihine bakacak olursak çok ama çok eski dönemlere çıkıyor yolumuz. Bilinen en eski alkollü içecek biraymış mesela. İlk çağlarda atalarımız biranın da hammaddeleri olan arpa ve buğdayı tüketebilmek için suda bekletip yumuşatıyorlarmış. Tahıl, içindeki nişastayı suya geçiriyor ve böylelikle biranın oluşumu başlıyormuş. Havadaki mayaların bu nişastayı ve şekeri yiyerek ortaya çıkardıkları alkol, içkilerin atası imiş. Antik Mısır’da işçilere verilen günlük yemek hakkının içinde mutlaka bira bulunurmuş. Hem besleyiciliği, hem de rahatlatması açısından bira ‘sıvı ekmek’ olarak adlandırılırmış. Nazi Partisi halklara ulaşmak için neredeyse bütün toplantılarını birahanelerde yaparmış ama Hitler hiç içmezmiş. (Kaynak: Agos
İçkinin tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı'nın İslam Ansiklopedisi sayfasında da uzun uzun anlatılmış.

Mühim olan doz!
Her şey zehirdir, mühim olan dozdur der Paracelsus. Binlerce yıldır üretilen ve tüketilen bu keyif verici maddenin dozunu kaçırınca keyfin sana zehir oluyor. Başlıyorsun önce kendini sonra da çevreni zehirlemeye. Doz arttıkça içinde biriktirdiğin ne varsa şahlandıkça şahlanıyor. Kâh içindeki neşe akıyor dışarıya, kâh dert tasa, kâh kin nefret. Bir cesaret, bir kahramanlık, bir özgüven patlaması yaşıyorsun ki sorma. Frenler boşalıyor, beyin beyin olmaktan çıkıyor, kontrol kayboluyor. Sonrası BOŞLUK... 
Ne ne dediğini biliyorsun, ne ne yediğini, ne de ne yaptığını... 

Girdap!
Aman evladım karaciğerin bozulur, hastalanırsın gibi haminne lafları etmeyeceğim sana. Çünkü biliyorum ki karaciğerin bozulana kadar türlü çeşit tehlike yaratıp, felaket üstüne felaket doğuracaksın. Ya aracınla kaza yapıp can alacaksın, ya hiddetlenip silaha sarılacaksın, ya yanlış tercihler yapıp evi barkı dağıtacaksın. Olur da bu vartaları kendine hasar vermeden atlatırsan sonunda karaciğerin bozulacak. Karaciğer nakli gerekecek. Uyacak uymayacak, tutacak tutmayacak derken dört kolluya binene kadar epey bir sürüneceksin. O arada süründüğüne üzülüp yine içeceksin. Bu sarmaldan çıkamayıp yarattığın girdapta boğulacaksın. Boğulurken de kendin dışında herkesi suçlayacaksın...

Hiç mi içmeyelim?
Canan Karatay'ın onu da yemeyeceksin, bunu da yeneyeceksin, şunu da yemeyeceksin çıkışmalarına, ne yapayım yani aç mı kalayım diyen çocuk misali, ne yapalım yani hiç mi içmeyelim diyorsunuz değil mi? Tabii ki için...
Şöyle hoş bir masada, keyifli bir ortamda iki tek yuvarlayıp çakır keyif oluverin.
İçinizi derin bir efkâr bastıysa, özlem dayanılmaz olduysa, hüzün bedeninizi sardıysa kendinizi bir kadeh şarabın kollarına bırakıverin.
Duygular şelâle olsun, söylenemeyenler söylensin, günlük sıkıntılar ile daralan ruhunuz gevşesin, rahatlasın.
Lakin içmeyince dut yemiş bülbül iken içince deli deli şakımayın. Hele de kendinizce sevdiğinizi düşündüğünüz kişiyi "içince akla gelen kokoreç" yerine hiç koymayın.
Siz de hemen Cem Yılmaz'ın "gecenin bir vakti atılan 'Uyudun mu?' mesajı" temalı parodisini hatırladınız değil mi?

Ayarı kaçırma!
Beni şarap değil de müzik rahatlatıyor derseniz müzik dinleyin, dua iyi geliyor derseniz dua edin. Kitap film müzik sohbet, hangisi ile huzur buluyorsanız ona sarılın.
Ancak müziğin sesini son raddeye getirirseniz olmaz! Dua edeceğim diye dünyayı durdurursanız olmaz! Kitap okuyacağım, film izleyeceğim diye herkesi kendi keyfinize mahkûm ederseniz olmaz! Kısacası, çevrenizi yok sayıp kendinize odaklanırsanız olmaz! 

İçine dön, içine bak!
Sarhoşun söylediği ayığın düşündüğüdür. İçince şiddete yöneliyorsanız, işin cılkını çıkartıyorsanız ve duracağınız yeri bilmiyorsanız sizin alkolle sorununuz yok, sizin kendinizle sorununuz var. Önce onu çözün... 
İçinizden çıkıp dışınıza bakınca gördükleriniz de hoş değil biliyorum. Ekonomik kaygılar, hayat gailesi, iletişimsizlik, anlaşılamamak, yanlış anlamalar ve yanlış anlatmalar, mutsuz evlilikler, karşılıksız aşklar, falan falan...
İçmeyip de ne yapacaksınız değil mi?
Değil işte...
Sizin içmek için bahane yarattığınızın çok ötesinde "zor" hayatlar var bu dünyada ve onlar çözümü alkolde bulmuyor. Bilakis, onlar çözüm ürettikten sonra kadehine içkisini dolduruyor, zorluğu aşan kendini kutlamak için içiyor.
Siz de öyle yapın...
Haydi şerefe...

1 Eylül 2023 / C.E.Y.