28 Mayıs 2012 Pazartesi

Anormal üreme, normal üre!


Biliyoruz ki dünyanın süregelen canlılığı sadece üremeyle mümkün.
Çiçeğinden böceğine, kuşundan balığına, filinden karıncasına gördüğümüz görmediğimiz her ne kadar canlı varsa sadece üremek ve dünyayı canlı tutmak için yaşıyorlar sanki.
Somon balıkları tatlı suda doğup, tuzlu suda büyüyorlar. Okyanuslarda yüzlerce hatta binlerce mil yol katettikten sonra doğdukları suyun kokusunu takip ederek kendi doğdukları kaynağa geri dönüyor, büyüdükleri nehir kolunu hassas bir şekilde buluyor ve yumurtalarını oraya bırakıyorlar. Döllenen o yumurtalar ile de döngü tekrar başlıyor.
Bitkilerin üreyebilmek için kendilerini cazip gösterme hileleri ise genelde çiçekleri oluyor.
Üreme organları genelde çiçeğin taç yapraklarıyla çevreleniyor. Hücrelerindeki golgi aygıtı adlı organel sayesinde güzel koku salgılıyorlar. İçlerindeki kromoplast organeli ise yeşil hariç diğer renkleri salgılıyor.
Ve böylece çiçeklerin taç yaprakları gösterişli yapıları ve renkleriyle bir çok canlıyı cezbederek tozlaşmada önemli bir rol oynuyorlar.
Besin piramidindeki konumuna göre bir batında binlerce üreyen de var, tek tek üreyen de.
Nihayetinde ekolojik sistemde doğa kendi kendini beslemekte...
Çıplak gözle göremediğimiz dünyada da durum bundan farklı değil. Onlar da kendi dünyalarında kâh bölünerek, kâh yumurtlayarak çoğalmaktalar.
****
İnsanoğlunun üreme kandırmacası da gençlik ve güzellik olsa gerek.
Daha uzun bir boy, daha atletik bir vücut, daha anlamlı bakışlar, daha geniş kalçalar, daha büyük göğüsler ve bunun gibi pek çok ölçü ile uyarılan üreme güdüsü insan neslinin devamını sağlıyor.
Hayvanlarda hiçbir müdahale gerekmeden gerçekleşen doğum olayı ise insanlarda yardım olmaksızın gerçekleşemiyor.
Şehir hayatının durağan şartları da normal doğumu gittikçe zorlaştırıyor.
Doğum zamanı gelene kadar tarlada çalışan ve çok zaman oracıkta doğuruveren kadınların çalışırken yaptıkları hareketlerin yerini, spor salonlarında uygulanan hamilelik egzersizleri aldı..
Hamileliği bir hastalık gibi gören ve hamile iken iş görmeyi zul sayan kadınlar ise normal doğumdan  ölümüne korkmaktalar. Ya sezaryen ya da epidural yöntemiyle doğum yapmak istemekteler.
Normal doğumun zorluğunun bebek üzerinde ne derece etkisi var bilemem ama zor geçen birkaç saatten sonra her şeyin daha çabuk normale döndüğünü söyleyebilirim.
Sezaryen ise anneyi de bebeği de doğum esnasında zorlamayan bir yöntem.
Lâkin izleri yıllara yayılan bir bıçak yarası...
Normal yolla olabilecek doğumlarda sezaryene başvurmak ne kadar gereksiz ise, normal yolla olamayacak durumlarda illa ki normal doğum olsun inatlaşmasında bulunmak da bir o kadar riskli.
Ki genelde bu inatlaşma annenin ya da bebeğin kaybıyla neticeleniyor.
****
Doğumevlerinde ya da hastanelerde gerçekleşen doğumlarda anne adaylarının normal doğumdan korkmaları pek de haksız sayılmaz aslında.
Tıbbi teçhizat bakımından donanımlı olan hastanelerde anne adayına gösterilmesi gereken özenin ve ilginin eksik olması, bilinmezliğin korkusu pençesindeki anne adayını daha da çok korkutmakta.
Yüzlerce, hâttâ binlerce doğuma girmiş bir görevli için oradaki tek bir kadının ya da tek bir bebeğin bir anlamı olmuyor haliyle. Anne adayının attığı çığlıklara küçümser ve alaycı azarlarla karşılık veren o kişiler, sancılar içindeki anne adayının yüreğini ne kadar acıttıklarını hiç düşünmüyorlar.
Doğum odasının soğuk metal sesleri bir yanda, bacakların havaya asılmasından dolayı yeterince güç alıp yeterince ıkınamamak bir yanda, vücudun bebeği dışarıya itmek için kasılmaları bir yanda.
“Ben vazgeçtim, oynamıyorum” denmeyecek tek yer işte orası.
O bebek ya doğacak ya doğacak, başka yolu yok...
Planlanmadan oluşan hamileliklerde uygulanan kürtaj yönteminin bir kadını hem ruhsal hem de bedensel olarak ne kadar hırpaladığını da unutmayalım. Kimse göz göre göre ne kendi canına ne de içinde taşıdığı cana kıymak ister.
İstenmeyen hamileliğin hiç oluşmamasıdır temel olan...
****
Devlet politikası olarak genç bir ülke olmanın planlanması ve bu yüzden kürtajların yasaklanması söz konusu biliyorsunuz.
Ve bir de doğumların sezaryenle değil de normal olarak gerçekleştirilmesi.
Tamam da, bunun bu kadar dillendirilmesinin ne lüzumu vardı biz bunu pek anlamadık doğrusu.
Gereken uygulamalar ilgili yerlere bildirilir. Acil olmadığı sürece sezaryene ya da kürtaja başvurulmaması şart koşulur. Durumun aciliyetinin sorumluluğu da doktora ve sağlık kurumuna devredilir. Sorulacak hesap, acil olmadığı halde kürtaj ve sezaryen yapan doktorlardan sorulur.
Uluorta meydanlarda bir kadının neyi nasıl yapacağı ifşa edilmez.
****
O meydanlarda, kadınların da en az erkekler kadar yaşama hakları olduğu anlatılmalıdır.
O meydanlarda, erkeklerin çevrelerindeki kadınları da ‘insan’ olarak görmeleri gerektiği haykırılmalıdır.
O meydanlarda, kadınların erkekleri ve dolayısıyla hayatı tamamlayıcı unsur oldukları konuşulmalıdır.
O meydanlarda, kadının ve erkeğin cinsellikleriyle ilgili bilinçlendirilecekleri eğitimlerin müfredata alındığının müjdeleri verilmelidir.
Her şeyin ayıp her şeyin günah olduğu, açılmanın da kapanmanın da sınır tanımadığı, cinsel açlığın zirve yaptığı, önüne gelenin çoluğa çocuğa dahi tasallut ettiği, çığırından çıkmış bir ülke halindeyiz artık.
Temelinin akıl ve mantığa dayandığı, bir yandan da pozitif bilimlerle desteklenen bir eğitim içinde olmalıyız oysa.
Yaradılışın doğasını ve evrelerini bilerek doğaya ters düşmemeyi öğrenmeliyiz.
Doğumu da ölümü de kabullenmeliyiz.
Doğurmak ya da doğurmamak için olduğu kadar, ölmek ya da ölmemek için de bu kadar yoğun mesai sarf etmemeliyiz.
Bedenimizin ve hayatımızın kontrolünü başkalarının düşünceleriyle değil de, kendi düşüncelerimizle sağlamalıyız.
Ben'ce esas marifet her şeyi yasaklamakta değil, bu kontrolü sağlayabilecek nesiller yetiştirmekte...
Buyrun, top sizde...

27 Mayıs 2012 Pazar

Van Gogh'dan Rembrandt'a Zamanda Yolculuk

Dünyanın gerçekliğinden uzaklaşabilmenin tek yolu sanat olsa gerek.
Bizim gördüğümüz dünyayı bize unutturup kendi dünyalarını bize sunan, ayaklarımızı yerden kesip bizi bambaşka alemlere uçuran, bildiklerimizi ters yüz edip bilmediklerimizi bildiren, kendi iç coşkularını ya da iç huzursuzluklarını eserlerinde dillendirip diğer insanları da kendi iç dünyalarında bir yolculuğa çıkartan seçilmiş insanlardır sanatçılar...
Dünyaya geliş amaçları budur.
Görevleri budur.
İçlerine konulan yetenekle ve o yeteneğe olan büyük aşklarıyla donatılıp yollanmışlardır.
Elleri, gözleri, kulakları ve diğer bütün azaları bedenlerinin sadece ev sahipliği yaptığı o büyük aşka hizmet ediyordur sanki.
Bazen bir heykel yontuyor o eller. Bazen bir tuvalin üzerinde renkten renge koşuyor.
Bazen bir piyanonun tuşlarında geziniyor, bazen bir çellonun ağır aksak sesleriyle buluşuyor.
İçinde duyduğu müziği döküyor portenin üzerine. Nota oluyor, ses oluyor, müzik oluyor.
Kulağı ve sesi ahenk içinde olan bir başka “yollanmış” kişi tarafından dile geliyor. Şarkı oluyor...
Yazıyor şiir oluyor, yazıyor roman oluyor...
Sonra hepsi bir mekanda birleşiyor,
Van Gogh sergisi oluyor...
****
Kimdir Van Gogh?
Kendi kulağını kesen ressam olarak tanınır genelde ya, biz biraz daha tanıyalım.
Ömrünün son on yılı boyunca yaklaşık 900 suluboya-yağlıboya resim ve 1100 karakalem çalışması üreten, en meşhur eserlerini ise ömrünün son iki yılında yapan, 1888'de ressam Paul Gauguin ile arkadaşlığının bozulması üzerine sol kulağının bir kısmını kesen, giderek kötüleşen ruhsal hastalığı sonucunda kendini göğsünden vurarak intihar eden Van Gogh, resim kariyeri boyunca kardeşi Theo'dan aldığı maddi destek sayesinde ayakta durabilmiştir.
İki kardeşin arkadaşlığı, 1872'den itibaren birbirlerine yazdıkları mektuplarla belgelenmiştir.
Van Gogh'u özellikle hayatının son iki yılında ciddi şekilde etkilemiş olan akıl hastalığı için bugüne kadar 30'dan fazla teşhis veya olası sebep ileri sürülmüştür. Bunlardan bazıları, şizofreni, bipolar bozukluk (eski adıyla manik depresyon), frengi, boya zehirlenmesi (soluma veya yutma yoluyla), Ménière hastalığı ve güneş çarpmasıdır. Kötü beslenme, aşırı çalışma, uykusuzluk ve alkol düşkünlüğü, muhtemelen hastalığın etkilerini artırmıştır.
Van Gogh'un özellikle son dönem eserlerinde açıkça görülen sarı renk düşkünlüğünün de tıbbi bir bozukluktan kaynaklandığını ileri sürenler olmuştur. Bu konudaki teorilerden birine göre, Van Gogh'un bolca içtiği absintte bulunan tuyon adlı madde, zaman içinde Van Gogh'un görüşünü bozarak nesneleri sarımtrak renkte görmesine sebep olmuş, bu da ressamın eserlerine yansımıştır. Bir başka teoriye göre, Van Gogh'a hastalığının tedavisi için yüksek dozlarda yüksük otu verilmiştir ve yüksük otunun sarımtrak görüşe veya sarı lekeler görmeye sebep olduğu bilinmektedir.
Anlaşılıyor ki içinde barındırdığı o muazzam güç kendi bedenine ağır gelmiş, bu gücü taşımaktan yorulan bedeni iflas etmiş ve kendi kendini yok etmiş...
****
Sergiye dönersek,
İstanbul Modern’de 15 Mayıs’a dek sürecek olan bu sunumu daha önce görmediğimize hayıflanarak çıktık sergiden.
Sergiye girmeden önce bunun bir slayt gösterisi olduğunu biliyorduk sadece.
İçeriye adım attığımız anda büyülü bir dünya bizi kollarına aldı, sarhoş etti, kendimizden geçirdi.
Oldukça büyük olan mekan zifiri karanlıktı. Her duvara, her sütuna ya da yerlerdeki halı görünümlü her perdeye başka bir resim yansıyordu projeksiyonlardan.
Her köşede kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan cümleler geçiyordu.
Fonda ağır ve depresif bir müzik, duvarlarda müzikle müsemma resimler ve resimlerle müsemma cümleler.
Zifiri karanlık içinde yerlere ya da tahta banklara oturmuş, bu muhteşem sunumun içinde kaybolmuş, dünyevi düşüncelerden arınmış sessiz sakin insanlar.
Klasik tarzda sunulan bir resim sergisinde hissedilemeyecek olan bütün hisler Van Gogh Alive Dijital Sanat Sergisi’nde insanın iliklerine kadar işliyor.
Böylece sunumun da bir sanat olduğunu gösteriyor.
Ve biz istemeye istemeye ayrıldığımız bu sergiden sonra başka bir sergiye doğru yol alıyoruz.

Bu seferki durağımız Emirgan’daki Sakıp Sabancı Müzesi.
Buradaki sergi “Karanlıkla Işığın Buluştuğu Yerde… Rembrandt ve Çağdaşları - Hollanda Sanatının Altın Çağı” adını taşıyor.
(10 haziran 2012'ye dek sürecek)

Sahildeki Boğaz’a nazır Atlı Köşk’ün alt bahçesinde bizi karşılayan, sergiyi temsil eden bir eserin büyük ebattaki maketinin arkasına geçiyor, başımızı oyuk yerden çıkartarak eserdeki kişinin bakışlarını yakalamaya çalışıyoruz.
Köşkün merdivenlerinden yukarıya tırmanırken bu kez neyle karşılaşacağımızı merak ediyoruz.
Bahçenin ve manzaranın muhteşemliğini izlemeyi sergi sonuna bırakarak galeriye giriş yapıyoruz.
Galerinin ışıklandırılması ve yerleşimi Van Gogh’dan farklı bir klasiklik içinde. Duvarlardaki tabloların karşısına geçtiğimizde bu tabloların ancak bu şekilde daha iyi kavranabileceğini anlıyoruz.
Yüzyıllar ile aramızda sadece bir burun mesafesi olması hepimizi zamanın derinliklerine çekiyor.
1800’lü yıllardan günümüze dek gelebilen, genellikle yağlıboya eserlerden oluşan tablolardaki ince çalışmalar ve kompozisyonlar bizi kendimizden geçiriyor. Tabloların en ucra köşesinde dahi tablonun ana konusuyla aynı özende çalışılmış minicik bir ayrıntı sanatçının içindeki sanat aşkını ortaya çıkartıyor.
Kendi dönemlerindeki ressamlarla bir çeşit boy ölçüşmeye varan bu dokunuşlar tabloların zenginliğine zenginlik katıyor.
Ayrıca tablolardaki her ayrıntı bir belge olarak kayda geçiyor. Bize o zamanın yaşantısı hakkında bilgi sunuyor.
Her bakışın canlılığı, her ifadenin anlamlılığı, her ışığın yansıyışı, her dantelin kıvrımı, suyun şeffaflığı, üzümün berraklığı, kirazın ağız sulandırıcılığı, gümüş ve altın objelerin zenginliği vurgulayışı ve tabloda herhangi bir yere kondurulan bir yüzükle atılan imzalar...
Bütün bu görüntüler bize kendi yaptığımız resimleri acımasızca sorgulatıyor.
Zamana direnmiş, sanatçıya ölümsüzlüğü bahşetmiş bu tabloları izlerken o dönemlerde zamanın oldukça yavaş aktığı kararına varıyoruz.
Aheste geçen zamanlar tamamen sanata vakfedilmiş olmalı ki, bu sayede ortaya çıkan eserler geçmişten günümüze ulaşabilmiş.
Müzeden ayrılırken sanatın kendi üzerimizdeki büyüleyici etkisini bir kez daha gözlemliyoruz.
****
İlaç sektöründeki isimlerden Abdi İbrahim’in 100'üncü kuruluş yıldönümünü adına gösterime sunduğu Van Gogh sergisi ve kuruluşunun 10. yılını kutlayan Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi'nin düzenlediği“ Karanlıkla Işığın Buluştuğu Yerde… Rembrandt ve Çağdaşları - Hollanda Sanatının Altın Çağı”sergisi...
Ancak kurumların ve kuruluşların gücüyle halka ulaşabilecek etkinlikler bunlar.
Ben'ce; sanatçının dünyaya geliş amacını anlayabilen kişiler olmalı kurumların içinde. İlla ki sanatın bir dalına destek vermeli, sahip çıkmalı.
Ki bu da bir çeşit hizmettir.
Bu hizmetlerle hayat daha yaşanır hale gelir, hazzın doruklarında gezinilir.
Ve en önemlisi de;
İnsan; bakarken görmeyi, duyarken dinlemeyi, dokunurken hissetmeyi öğrenir...

24 Mayıs 2012 Perşembe

Siz hiç dayak yediniz mi?

Kavga demedim.
Dövüş demedim.
'Dayak' dedim...
Kendinizi savunmayacağınız, kaçmakla kurtulamayacağınız ve kimseye anlatamayacağınız  bir çaresizlik içinde, sizi yerden yere savuran kişinin insafına kalmak.
Yaşadığınız her anı, nereden geldiğini kestiremeyeceğiniz bir yumruk ya da nerenize isabet edeceğini bilemediğiniz bir tekmenin korkusunda yaşamak.
Fırlatılan bir tabak, devrilen bir masa, çekmeceye saldırılarak alınan bir bıçak.
Çekmece açılırken oluşan çatal-bıçak sesleri sizin diz bağlarınızı çözer hale geldi mi hiç?
Siz hiç uykunuzdan yüzünüze patlayan bir el görüntüsü ile sıçrayarak uyandınız mı?
Sokaktaki yüksek sesli bir bağrışma yüreğinizi ağzınıza getirdi mi?
Hem ruhunuz, hem bedeniniz işkence görürken bu işkenceden kurtulmanın tek yolunun ölüm olduğunu düşündünüz mü?
Ölmek ile öldürmek arasında gidip gidip geldiniz mi?
Devletin hapishanesinde katil yaftasıyla yaşamak mı, yoksa kendi elinizle bu işkenceye bir son vermek mi?
İşte siz hiç böyle bir 'Seç birini' mecburiyetinde bırakıldınız mı?
****
Gülfidan böyle bir mecburiyet neticesinde katil oldu.
Hakim Gülfidan'ı dinledikten sonra olayı nefsi müdafaa ile nitelendirerek Gülfidan'a beraat verdi.
Gülfidan beraatinin ardından yaşadıklarını anlatırken dahi an be an ‘ölerek'  yaşıyor.
‘Pişmanım' diyor ama tekrar eski hayatının içinde olmak istemiyor. O hayattan nasıl kurtulabilirdi, onu da bilmiyor.
Sakın ola yanılmayasınız, nefes alıp veriyor olması onun gerçek anlamda yaşadığını göstermez. Taşıdığı bu izler ondan ömür boyu silinmeyecek.
Bazen bir ses, bazen bir kelime, bazen bir bakış onu alıp taa gerilere sürükleyecek.
Sırtında bir demirin acısını hissedecek bazen, bazen korkulu bekleyişlerinde yüreğinin bütün vücudunu sarsan hızlı atışlarını duyacak.
Bir insan öldürmenin vicdan azabı ve öldürdüğü kocasının ölüm anı sahneleri gözünün önünden gitmeyecek.
Ve şimdi artık işkence, Gülfidan için kaldığı yerden boyut değiştirerek devam edecek.
İnsan bazen kaderine koşar ya hani, kaçarak evlendiği sevdiği adamla yaşadığı 10 ayın sonucunun böyle olmasını o da istemezdi elbette. O da neşe dolu mutlu bir hayatı olsun isterdi.
Hiç kimseyi, hele hele de sevdiği adamı öldürmeyi hiç istemezdi.
Bu bir kâbustu, bu bir kaostu.
Neticesinde de olanlar oldu....
****
Ben'ce; hiç kimse öldürülmemeli  ve hiç kimseye zulmedilmemeli.
Herkes ayrı ayrı yaradanın bir kuluysa eğer zulmetme ve can alma hakkı hiç kimseye verilmemiştir.
Cani diye nitelendirdiğimiz, can almaktan ve can yakmaktan zevk alan hasta ruhlu insanlar için ise yapılabilecek olan tek davranış, tespit edilebildiklerinde toplumdan uzak tutulmaları olabilir.
Fakat genellikle onlar o kadar kurnazlardırlar ve kendilerini o kadar iyi gizlerler ki çok zaman anlamak kâbil değildir.
Bunu ancak içinde yaşayan bilir.
Anlatsa da kimse inanmaz...
****
Şimdi; nefsi müdafaa sebebiyle Gülfidan'a verilen beraat kararı çevresindekileri ortadan kaldırmayı düşünen hiç kimseyi heveslendirmesin.
Ve aynı karar yanındaki biçareye zulmetmeyi alışkanlık haline getirmiş insanlara ibret olsun.
Kimse unutmasın ki herkes bir kaçış yolu bulabilir.
Kaçılan yol cehenneme çıksa dahi...

19 Mayıs 2012 Cumartesi

İnsan dediğin fani, vatan dediğin baki

Kusura bakma Atam, artık durup durup sana gelemeyeceğiz.
O kadar merdiveni cümbür cemaat çıkamayacağız.
Elimizde çelenkler taşıyıp kabrine koyamayacağız. Yıllardır gönülsüz olarak yaptığımız her ne varsa hiçbirisini yapamayacağız.
Hem zaten, icraat kalpten gelmeyince beden icra etse ne yazar....
Sen biliyorsun nasılsa hepsini, anlatmayayım uzun uzun.
Sana gelmiş göründüğümüzde de kalbimizden geçeni biliyordun. Biz de biliyorduk ki, sessizliğin bilmezliğinden değildi.
Ruhumuz başka alemde idi, bedenimiz başka n'apalım.
Uyumsuzduk tabii ki senin karşında. Bu uyumsuzluğumuz gözlerimizden başlayarak bütün hareketlerimizden hare hare yayılıyordu.
En iyisi artık bu bedeni ruha uydurmak ve onu da bu esaretten kurtarmaktı.
Biz de öyle yaptık....
Dedim ya, artık sen bizi bekleme....
****
Dediğinizde haklısınız evladım...
Ruhunuz başka alemlerde dolanırken bedeniniz burada olsa ne fark ederdi.
Bana her gün de gelseniz, hiçbir gün de gelmeseniz benim için bir anlamı yok artık.
Naçiz bedenim toprağa karışalı çok oldu...
Ha, beni cezalandırmak istiyorsanız; ben o zaman diliminde doğru bildiklerimi ve olması gerekenleri yaptım.
Siz de takdir edersiniz ki yıkılmış ve parçalanmış bir imparatorluktan arta kalan naçar insanların oradan oraya savrulmasına müsaade edemezdim.
Dünya milletleri refah ve barış içerisinde yaşarken, ait olduğum ülkenin insanlarının kendi vatanlarında köle olmasına dayanamazdım.
Bu ülkede yetişip bu ülkede var olmuş olmamın vefasını başka ülkelere değil de, seve seve kendi ülkeme ödedim.
Onlar da bu memlekette söz sahibi olabilsinler dedim. Kendi topraklarını ekebilsinler, kendi okullarında okuyabilsinler, kendi camilerinde ibadet edebilsinler istedim.
Kadınıyla erkeğiyle el ele verip harabeye dönmüş bir imparatorluktan genç bir devlet doğurabilsinler istedim.
Bu aşamalarda yaşananları unutmayıp gelecek nesillere aktarsınlar diye de, o aşamaların köşe başı tarihlerini bayram ilan ettim.
Kusura bakma ama evladım, siz beni yanlış anlamışsınız.
O bayramlar beni şahsen anmanız için değil, nereden geldiğinizi bilerek gideceğiniz yolun rotasını daha iyi belirleyebilmeniz içindi.
Siz de bilirsiniz ki geçmişini bilmeyen geleceğini kuramaz....
Sevseniz de sevmeseniz de söküp atmaya kalkıştığınız her taşın altında biz varız.
Biz yeni bir devlet için size yolu açtık, devleti kurduk ve sizlere teslim ettik. Alıp yanımızda götürmedik.
Bin bir meşakkatle kurulan bu devleti yaşatacak olan sizlersiniz.
Bu devletin temelinde hepinizin atalarının kanları var. Acı var, gözyaşı var, yokluk var...
Bana vefa göstermek istemiyorsanız da en azından onlara gösterin.
Bakın hepsinin kemikleri sızlıyor yattıkları yerde.
Senede birkaç gün dahi olsa anmaktan kaçındığınız o insanlar, siz bu vatanın kuruluş destanını görmezden gelin ve yeni gelen nesillere de belletmeyin diye mi şehit oldular?
Sakın unutmayasınız, onlar orada yatıyor olmasalar siz burada yaşıyor olamazdınız.
Dediğim gibi, bana değil, onlara vefa gösterin.
Çoluk çocuk, yaşlı genç herkesin de göstermesini sağlayın.
Sizin vazifeniz budur.
Sözlerime son verirken bir kez daha hatırlatayım dedim evladım;
Kökleri sağlam olmayan bir ağacın dalları yeterince yükseğe ulaşamaz.
Elinize geçen her fırsatta köklerinize indirdiğiniz her darbe, geçmişinize ve geleceğinize ettiğiniz ihanettir.
Hem;
Birinci vazifeniz Türk bağımsızlığını ve Türk cumhuriyetini ilelebet korumak ve müdafaa etmektir dememiş miydik biz size.
Varlığınızın ve geleceğinizin yegane temeli budur dememiş miydik?
Ben size diyeceğim her şeyi Nutuk'ta olsun, Gençliğe Hitabe'de olsun dedim.
Okudunuz, okumadınız, bilemem. Anladınız anlamadınız, bilemem...
Diyeceğim şudur ki; bizleri anlayan da sağ olsun, anlamayan da. Seven de sağ olsun, sevmeyen de. Kabrimize gelen de sağ olsun, gelmeyen de...
Her şey bir yana,
"Esas VATAN SAĞOLSUN evladım VATAN!"
Eninde sonunda insan dediğin fani, vatan dediğin baki...

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Kurnazlar olmasaydı dolandırıcılar aç kalırdı

İyi niyetleri ve safdillikleri sebebiyle dolandırılanlara üzülüyor insan da, kurnazlıklarının sonucu olarak dolandırılanlara pek de üzülmüyor doğrusu.
1950-60 seneleri arasında köyden İstanbul'a gelen saf insanlara, kentin birçok  eserini ve en çok da "Galata Köprüsü"nü satan meşhur "Sülün Osman"ı çoğumuz biliriz.
Paracıklarını Sülün Bey'e kaptıranlar daha sonra ne yapmışlardır bilmem ama Sülün Bey'in o paraları afiyetle yediği ve icraatlarına aralıksız devam ettiği malumunuz...
Ki Sülün Osman der ki: "Ben, beni dolandırmak istemeyen kimseyi dolandırmadım."

Saf insanları dolandırmak dolandıran insanı pek tatmin etmemeli aslında. Esas tatmin kurnazı dolandırmakta.
Kurnaz kişi malı ucuza kapatmak ister ya hani, işte onun da tongaya bastığı yer orasıdır.
AVM otoparklarında araçlarıyla yanlarına yaklaşarak "free shop"tan aldığı parfümleri yarı fiyatına satmak istediğini söyleyenlere atlar hemen mesela.
Yarı fiyatına ayıla bayıla aldığı o parfümlerin ederi aslında gerçeğinin çeyrek fiyatının bile çok altındadır.
Çünkü o parfümler asla gerçek değil, çakmadır...
Ee, "Ucuz etin yahnisi lezzetsiz olur", benden söylemesi...
****
Bankerlere para kaptıranlar vardı hani 80'li yıllarda. Niçin kaptırmışlardı o paraları, hatırlayın bir...
Çünkü bankerler çok daha fazla faiz sunuyorlardı kendilerine. Yattıkları yerden çuvalla para kazanıyorlardı.  Oh ne âlâ memleket idi o öyle.
Sonra birdenbire bir de baktılar ki ne çuval kalmış, ne de tek kuruş para...
****
Çok değil, daha bu senenin martında cennetten tapu vaadiyle vurgun yapanlar oldu bu memlekette.
5 ilde vatandaşları cennetten yer vereceklerini söyleyerek yaklaşık 6 milyon lira dolandıran bu kişilere diyecek bir şey yok. Onlar mesleklerini gayet iyi icra etmişler. Neyse ki tökezleyip yakalanmışlar da daha fazla can yakamamışlar.
Ya cennetten arazi alabileceğine inanabilen kurnaz kişilere ne demeli?
Ne kadar da kolaymış cennette yer sahibi olmak diye ne kadar sevinmişlerdi kimbilir... Sevap işlemeye, iyi insan olmaya, ibadete ne hacet var. Bas parayı, al tapuyu...
Cennette kendilerine verilecek hurilerin hayali gözlerini nasıl kör etmiş olmalı ki, en kolay yoldan cenneti garantilemek istemişler.
Hazır cennet garantiyken bir an önce öteki tarafa gitmeye kalkışan olmamış neyse ki...
Kurnazsınız, evet çok kurnaz...
****
Çağın dolandırıcılığı da Deniz Feneri dolandırıcılığı olsa gerek.
Pardon, Çağın İyilik Hareketi idi adı sahi.
Evet hakikaten de iyilik hareketiymiş.
Ama kime?
Her türlü ispatı ile ortada olan bu dolandırıcılığın cezası da nedense verilemedi gitti.
40 milyon Euro'nun üzerinde bağış parasının izini süren Alman mahkemesi, Deniz Feneri derneğinin, bu paraları toplanma amacı dışında kullandığına hükmetti. Hakim, bu davanın Almanya'nın en büyük bağış skandalı davası olduğunu açıkladı.
Fakat biz ne yaptık? Dolandırıcılarımıza sahip çıkarak dolandırılan vatandaşlarımızı elimizin tersi ile ittik.
Ki o vatandaşlar Türkiye'nin başı her sıkıştığında ilk yardıma koşanlardır.
Dolandırılan bu vatandaşlarımız neye istinaden sorgusuz sualsiz verdiler o paraları peki?
Dini inançlarının sömürülmesine nasıl bu kadar müsaade ettiler?
Bu yardımın onlara "ne" olarak dönmesini bekliyorlardı? Var mıydı böyle bir beklentileri, yoksa gerçekten "hayrına" mı vermişlerdi yıllardır gıdım gıdım biriktirdikleri o paraları ceplerinden...
****
Türkiye'de, kurdukları çağrı merkeziyle  600 Alman'ı dolandıran bir Türk şebeke çıkartıldı ortaya daha dün.
Bu şebekenin, çalışanlarını primle ödüllendiren, kurban olarak da yaşı biraz ilerlemiş kişileri seçen oldukça organize bir şebeke olduğunu okuyoruz gazetelerden.
"Araba kazandınız" lâfının insan üzerinde yarattığı etkisi büyük olsa gerek ki 600 kişi birden bu batağa saplanmış.
****
Bu sistem cep telefonu mesajları ile de işletilmeye çalışılıyor. ".... kazandınız" içerikli mesajlara itibar edilmemesinde fayda var.
Önce bir sorgulamak lazım. "Ne yaptım da kazandım?"
Yine cep telefonuna çağrı bırakarak geri aranmayı bekleme numarası var ki, o da ayrı bir dolandırıcılık.
Garip numaralı bir numaradan bırakılan çağrıya dönen kişi, "kediyi öldüren merak" lâfını hak ediyor doğrusu.
Telefonunda gördüğü cevapsız çağrıya dönerek o numarayı arayan kişi telefonda ziyadesiyle meşgul edilerek faturasının epey bir katlanması sağlanıyor.
Görüldüğü üzre fazla merak hem sağlığa, hem de keseye zarar.
İnsanların ucuza ve beleşe temayül etmelerinin neticesi olarak dolandırılmaları da kaçınılmaz oluyor.
İlla ki pahalı ürünler alalım demiyorum.
Lâkin az çok bir ürünün ederini tahmin edebiliyoruz. Piyasasını biliyoruz.
Biraz düşük fiyata almak hepimizin hoşuna gider. Pazarlık yapmasını severiz. Etiket fiyatından düşen 3-5 lira bile bize ucuza kapatmışız hissi verir. Ki belki satıcı sırf bu yüzden 3-5 lira fazla paha biçmiştir ürününe.
Pazarlık payı yani...
Ben'ce;
Olabileceğinden çok fazla ucuz olan bir mal ya çalıntıdır ya da sahte...
İkisine de itibar etmemek lâzım.
Yoksa ava giderken avlanmak da var kaderde...

Hürriyet’ten Ayşegül Usta’nın 22 Ocak 2015 tarihli haberine göre; Fadıl Akgündüz tutuklandı Bayrampaşa’da Caprice Gold ve Caprice Maldivler gayrimenkul projelerinde devre mülk satışı yaptığı kişilerden para topladığı halde projeleri tamamlamadığı gerekçesi ile hakkında soruşturma başlatılan Fadıl Akgündüz sevk edildiği İstanbul 9’uncu Sulh Ceza Hakimliğince, tacir ve ya şirket yöneticileri ile kooperatif yöneticilerinin dolandırıcılığı suçundan tutuklandı. Akgündüz, hakimlik ifadesinde devremülk sattığı kişileri anlatırken "8 bin 400 kişi içerisinde milletvekilleri, hukukçular, bankacılar, işadamları gibi münevver insanlar vardır. Bu kişileri kandırmak mümkün değildir" dedi.

Kurnazlık üzerine yazılarım:

Deniz beni çağırıyor

Camdan bir şişe olsam; içinde, üzerine birkaç satır karalanmış bir kağıt taşıyan. Denizlere atılsam. Dalgalarda savrulsam.
Koydan koya, denizden denize yol alsam. Akıntı nereye, ben oraya aksam. Sonra vursam uzak bir sahile. Bir çocuk bulsa beni.
Açsa içimi, okusa içimdekileri...
Ah ne kadar da güzeldi denizlerir enginliğinde oradan oraya sürüklenmek. Yeniden denize dönebilmek şimdi artık tek arzum.
Bakarsınız tekrar bir kâğıt konulur içime, yine bırakılırım aşığı olduğum uçsuz bucaksız denizlere.
Bıkmadan usanmadan fersah fersah yollar aşar, yine bulurum kendimi başka bir yabancının ellerinde…
Bazen bir denizkızı eşlik eder yolculuğumda bana, bazen delice yarışan yunuslar. Güneş doğar, güneş batar, sessizliğin ortasında salınır dururum bir başıma. Ne bir korku, ne de en ufak bir can sıkıntısı. İçimde taşıdığım gizemin büyüsüyle başım dik, yolum açık.
Tabiri caizse; aşkı arayan, aşka aşık bir aşık misali...

Denize duyduğum özlem dolu aşk 
Denize ve yüzmeye olan özlem dolu aşkım havaların ısınmasıyla birlikte iyice önlenemez hale gelince, çareyi havuzlarda aramaya başlayanlardanım ben de. Yanıbaşımızdaki Marmara Denizi'nde yüzmek büyük cesaret gerektirdiğinden olsa gerek, son yıllarda denizden elimi ayağımı iyice çektim ne yazık ki. Deniz içinde olması gereken canlıların gittikçe azalması, olmaması gerekenlerin de gittikçe çoğalması sebebiyle bizim buralarda temiz bir koy bulmak artık neredeyse imkânsız.
Dibini göremediğim bulanık suya baktıkça, bundan yıllar evvel suyun içindeki taşları sayabildiğim, denizin cam gibi olduğu zamanlar gelir aklıma.
Denize her girdiğimde  çenelerim takırdayıp dudaklarım morarana kadar sudan çıkmayışımı hatırlarım. Denizin -özellikle de sabahın erken saatlerindeki- sükûnetini, sandalı alıp açıldığımda o sükûneti bozmamak adına küreği suya hafifçe daldırarak yol aldığımı ve bu dinginliğin içinde huzur bulduğumu anımsarım.
Yüzerken çıkardığım sesler o sessizlikte çok uzaklardan duyulurdu sanki. Deniz bazen o kadar düz olurdu ki, yeni serilmiş bir çarşafın ortasına atlamış da bozmuş gibi hissederim kendimi. Ve o deniz benim her kulaçta bozduğum o çarşafı hemen arkamdan tekrar düzeltirdi...
Sabahın erken saatlerinde gümüş gri renkli, dingin, uyuyan bir deniz düşünün. Hakikaten de uyuyordur sanki o anlarda. Kıyıyla buluştuğu yerdeki çakıllara değen hafif dokunuşları da sessizce aldığı nefeslerdir. Bazen rüzgâr eser, fırtına çıkar, masum sandığımız o deniz kabardıkça kabarır, delirdikçe delirir, insanı bir gün önceki munis deniz olduğundan şüpheye düşürürdü.
Sonra ertesi gün yeniden süt limana dönüşür, sanki bir önceki gün için af dilerdi...

Çöplüğün ortasında yüzmek
Şimdi, içimdeki deniz aşkıyla her olumsuzluğu gözardı ederek yüzmeye her kalkıştığımda koluma bacağıma çarpan denizanaları, saçlarıma dolanan yosun parçaları, suyun üzerinde yüzen yağlı kimyasal atık tabakası ve çöp kafileleriyle burun buruna geliyorum.
Özgürce yüzememenin sıkıntısıyla denizden çıkıyorum.
Tabi bu arada sahil de denizden farklı olmuyor. Feribot geçtikten sonra oluşan dalga sahilde ne varsa silip süpürüyor. Dalgalar rutinini kaybedip birbirlerinin üzerine biniyor ve ortaya kaynayan bir deniz görüntüsü çıkıyor.
Bu kaynamayla birlikte içindeki her çöpü sahile kusarak belki de insanlara kendince bir mesaj veriyor...
Eski zamanlarda da olurdu denizin üzerinde yılanvari yol alan çöp tabakaları. Sahile vuran ziftler yapışırdı mayolara, havlulara, kola-bacağa. Haftasonları piknik için geldiği koyda yemek için yanına aldığı her şeyin çöpünü o koyun sahiline bırakanlar ya da denize atanlar olurdu. Onlar genelde pislik içinde oturur, içinde oturdukları pisliği daha da çoğaltır, sonra da her şeyi öylece bırakır, çekip giderlerdi.
O insanlar o zamanlardan bu zamana değişmişlerdir diyorsanız, yanılıyorsunuz.
Hafta sonlarının ardından karşılaştıkları manzaraları oralarda yaşayan kasaba sakinlerine bir sorun derim...

Deniz denilince neleri özlemez ki insan...
Her kulaç atışta sularda oluşan hışırtıyı, derinlere dalınca sessizliğin sesini dinlemeyi, yanından pervasızca geçip giden ama yakalamak için bir hamle yaptığında aniden yön değiştirerek ok gibi fırlayıp kaçan balıkları, insana ürküntü veren kayalıkları, denizin dibinde bir o yana bir bu yana salınan yosunları, en çok da denizin kokusunu özler.
Özler de artık dibini dahi göremediği ve yüzerken bile dipteki balçığın kokusunu aldığı denize adımını atmak istemez. Pelte görünümlü zararsız denizanalarının yerini alan garip renklerdeki denizanalarıyla karşılaşmayı hiç ama hiç istemez.
Vücutlarından çıkan -neredeyse 1 metreye varan- kamçı misali uzantıları ve bozarık renkleriyle insanı ürküten bu denizanaları yabancı bandıralı gemiler yoluyla bizim denizlerimize iltica ediyor olmalılar. Herhangi bir limanda yükünü boşaltarak hafifleyen yük gemileri, ağırlaşmak ve deniz seviyelerini korumak için haznelerine deniz suyu alıyorlar. Yeni yük alacakları limana geldiklerinde de haznelerindeki suyu boşaltıyorlar. Böylece getirdikleri  suyun içinde ne var ne yoksa deniz değiştirmiş oluyor. Bu sayede de daha önce karşılaşmadığımız canlılarla karşılaşıyoruz.
****
Deniz kıyısındaysa daha önce karşılaştığımız canlılar yaşamaya devam ediyor. İç çamaşırlarıyla ya da elbiseleriyle denize girmeye çalışanlar, sudan ödü kopmuş çığlık çığlığa bağrışan çocuğunu hâlâ daha suya daldırıp çıkartarak nefessiz bırakan "oyuncu" babalar, deve güreşi tutmaya çalışan, birbirilerini omuzlara alıp atan ya da suya batırarak çıkartmayan, bir yandan da sahilde güneşlenen kızları "kesen" delikanlılar.
Büyüklerin "Evladım, denizle şaka olmaz" uyarıları.
Ve sahillerin olmazsa olmazı, uzaklara doğru açılmış çocuğunu feryat figan sahile çağıran anneler.
Bütün bunlar denizle iç içe yaşamayı bilmeyen insan davranışları.
Gözünü denize açmışların dünyasında ise denizle cebelleşmek yerine denizle bütünleşmek var.
Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla "deniz" olmak var.

O zamanlar deniz de bir başkaydı sanki...
Çocukluk dönemimde deniz kıyısının en eğlenceli saatleri sahilden biraz açığa sabitlenmiş ve boş variller üzerine çakılan tahtaların oluşturduğu dubada geçerdi. O zamanlar son dönemlerin modası "beach"ler olmadığından mütevelli bizim için her koy bize özel ayrı bir "beach" idi. Hiç kimsenin bilet kesmediği, hiç kimsenin hesap sormadığı, canımız istediğinde birinden diğerine yüzerek geçtiğimiz koylarımızdı onlar bizim.
Sahilimizde diskotek misali çalan müzikler yoktu.
Gece olunca yakılan ateşin etrafında toplananlar arasında illa ki gitar çalan birileri olurdu bazen. Bilgisayarsız, telefonsuz, Ipod'suz ve Ipad'siz özgür günlerdi. Biz sadece içimizdeki müziği dinler, içimizdeki sesleri konuşurduk.
Akşam üzerleri balığa çıkan birisinin sandalına atlayıp balık tutmanın kültürünü öğrenirdik.
Kadınlar akşam yemeği için nasıl ot'a çıkarlarsa (kızılbacak, madımak, ısırgan, ebegümeci vb), erkekler için de balığa çıkmak aynı şeydi. Oltaya takılan yemler, ucunda zokasıyla denize salınan çapariler, işaret parmağı ile balığın vuruşunun kontrol edildiği misinalar. Tutulan  balıkların sandala alınması, kancanın balıktan kurtarılması ve kovaya fırlatılması. Balıkçıların, sandaldan sandala yaptıkları içinde ince zeka barındıran keyifli atışmaları. Balıkçı ağlarına takılan kabukluların sahildeki kaynar suya atılarak haşlanması ve bacaklarındaki kabukların taşla kırılarak içlerindeki lezzetli etin yenilmesi. Kayalara dalınarak çıkartılan midyelerin hemen oracıkta yakılan ateşin üzerine yerleştirilen bir teneke parçası üzerinde pişirilmesi ve yarı pişmiş yarı pişmemiş ayırt etmeksizin yenilmesi..
Şimdi ise deniz ürünleri alırken Marmara dışından gelenleri tercih ediyor olmamız ne kadar manidar değil mi?

Deniz insanları...
Denizle haşır neşir insanların hali de bir başka olur. Suyun medeniyeti ve enginliği onların yüreğinden yansır insana. Denizin kokusu da, dokusu da sahilden içeriye girdikçe kâh kapı önünde sohbet eden kadınlar olur, kâh elinde yeni toplanmış bir kap meyve ile yolunuzu kesen bir erkek.
Kapı önlerindeki kadınların kimisi elindeki örgüsüyle, kimisi ayıkladığı bir tabak fasulyesiyle, kimisi de sessiz sakin duruşuyla ilişir gözünüze.
Bazen denizi gören bir duvar üzerine martı misali tüneyerek izlerler belki de hiç girmedikleri o denizi. Bazen de evlerinin pencerelerinden.
İzlemesi bile yeterlidir ya zaten. "Gençler girsin"dir.
Siz de onları izlersiniz bir tablo misali...
"Sefanız artsın" diyerek aralarına karıştığınızda sıcak bir sohbet başlar hemen. Bir yandan ellerindeki işlerini işler bir yandan da nereden geldiğinizi sorgularlar. Kendilerinden emin, kaç-göç bilmeyen, deniz kentli olmanın bütün izleri üzerlerine sinmiş kadınlardır onlar.
Onlar deniz insanlarıdır...
****
Denizin  kâh güzel yanlarını, kâh güzelliği bozan yanlarını anlatırken denize akıtılan atık sulardan bahsetmeden geçmek olmaz.
Şehirlerin kanalizasyon atıkları bir yandan, fabrikaların atıkları bir yandan, gemilerin sintineleri bir yandan derken Marmara gibi kapalı bir deniz hangi birini arıtabileceğini şaşırıyordur eminim.
Türlü çeşit atıklarla boğduğumuz zavallı deniz bu sayede gittikçe berraklığını kaybediyor.
Denizin renginin bulanıklaşması güneş ışığının denizin derinliklerine inmesine engel oluyor. Bu da havadaki oksijenin deniz suyunda çözünüp derinliklere kadar yayılmasını engelliyor. Bütün bunlar deniz suyundaki oksijen konzetrasyonuna ve güneş ışınlarına hassas olan deniz bitkilerinin ve canlılarının topluca katliamına sebebiyet veriyor.
Kıyılar betonlaştırılarak suyun kendi kendini temizleme mekanizması tahrip ediliyor. Ki, kumluk, taşlık gerekse de kayalık kıyılar birer canlı arıtma tesisi gibi çalışan bir çok mikro organizmaları, deniz canlıları ve yosunları barındırmaktadır.
Plansız dolgu yapımları ile deniz suyunun akıntısı engellenmekte veya olumsuz bir yöne doğru yönlendirilmektedir. Deniz suyunun doğal devir daiminin bozulması ile de su kendi kendini tazeleme ve yenileme işlevini sürdürememektedir. Suya karışan artıklar akıntı vasıtasıyla acık denizlere taşınamamakta, suyun dibine bir örtü şeklinde çökelerek birikmektedir.
Görüldüğü üzre, doğa kendi haline bırakılmadığında kendi dengesini sağlayamamakta ve bütün dengeleri alt üst olmakta.
Doldurarak biçimlendirdiğimiz her sahil bize "inanılmaz" kokularla teşekkür etmekte...
İçinde barındırdığı bütün canlıları ile kendi dengesini sağlayabilen o devasa su kütlesi, özellikle de insan eliyle üretilen kimyasalları yok edememekte.
Petrol taşıyan tankerlerin petrol sızdırmalarının ya da batmalarının verdiği zararları hepimiz biliriz.
Petrole bulanmış halde uçamayan karabatak kuşlarının görüntülerini hatırlarsınız.
Simsiyah olmuş bedeniyle saplandığı bataktan kurtulmaya çalışan o kuşlara hepimizin içi nasıl da acımıştı.

Büyük çapta bir arıtım için arıtma tesisleri şart olsa da, bizim de kendi çapımızda yapabileceğimiz şeyler yok değil.
Kızartma yağlarını lavaboya dökmemek mesela. Malum,1 şişe atık yağ 1 milyon metreküp suyu kirletiyor.
Kimyasal içeren deterjanları haddinden fazla kullanmamak mesela. (Saç ya da  vücut şampuanları ve kimyasal içeren her tür sabun dahil)
Boş sigara paketinden, içtiğimiz bira şişesine, burnumuzu sildiğimiz kâğıt mendilden çocuğumuzun kirli alt bezine kadar her şeyi denize atmamak mesela.
Teknelerimizin atıklarını güzelim koylara bırakmamak mesela.
En yakın örnek olarak, Güzelyalı'daki feribot iskelesinden denize şöyle bir göz atarsanız ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınızdır eminim.
****
Ben artık korka korka girmediğim temiz bir denizde yüzmek istiyorum.
Ben artık bir el uzanımı mesafede duran denizi bırakıp da temiz deniz özlemiyle uzak denizlere gitmek istemiyorum.
Başımda şapkam, elimde kitabım, karşımda masmavi ve berrak bir deniz ile temiz bir sahilde güneşlenmek istiyorum.
Havuza kapatılmış bir yunus gibi -olimpik dahi olsa- küçücük bir havuzda yüzmek istemiyorum.
Tenime havuzun değil, denizin suyu değsin istiyorum.
Ayaklarım betona değil, irili ufaklı çakıl taşlarına, altın sarısı kumlara bassın istiyorum.
Deniz kıyısında yürürken kıyıdaki ince çakılın içinde minareler aramak, bulmak ve eğilip almak istiyorum.
Sahiline pet şişeler ile naylon poşetlerin vurmadığı, balçık değil iyot kokan, yosun kokan bir deniz istiyorum.
Elimde bir "kırmızı" ile sabah güneşinin denizin üzerindeki yıldız yıldız ışıltısıyla uyanmak, batan güneşin denize yansıyan hüzünlü kızıllığıyla hüzünlenmek, ay ışığında pırıldayan kıpırtılı yakamozun gizemini merak etmek, mehtabın denizin içinden doğarmışcasına bir edayla göğe yükselişini beklemek istiyorum.
Bir başka sahilden atılan cam şişenin vurduğu bir sahilde, şişenin içindeki kâğıtta yazılanları merak etmek, açıp okumak, bir mesaj da ben yazıp denize bırakmak, ardından da "rastgele" demek istiyorum.
Söyleyin şimdi,
Sizce ben çok şey mi istiyorum?

Yazının Fotoğraf Galerisi için tıklayınız