26 Aralık 2017 Salı

Şeytan üflemekle kalmamış

“Kız öğrencilerin giydiği eşofman onları çıplak yapar!” demezdi bizim öğretmenlerimiz.
Bugünden 40 yıl önce, Atilla İlhan ve Ömer Muştucu, iki yeni mezun genç öğretmen, 9 genç kızdan oluşan Karacabey Lisesi Kız Basketbol Takımı’nı Marmara Bölgesi Liselerarası Basketbol Turnuvası için Edirne’ye götürmüş ve sağ salim geri getirmişlerdi. Bizleri ailelerimizden emanet almış ve turnuva boyu bizlere gözleri gibi bakmışlardı.
Ki dönem 12 Eylül öncesi karışık dönem, şehirse o aralar epey hareketli olan Edirne idi.

Biliyoruz ki, onlar gibi öğrencilerine ülkenin evlatları gözüyle bakan yüz binlerce öğretmen var bu memlekette.
                                
Bir de Konya Ayşe Kemal İnanç Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde felsefe öğretmeni olan Ercan Harmancı gibi, “Bir genç kızın vücut hatlarını gördükten sonra şeytan size üflemiyorsa ya erkekliğinizi ya da imanınızı kaybetmişsinizdir!” diyen tipler var.

Geçende birisi de saçı uzun erkeklere hallenmişti hani.
Ne bilsinmiş ki uzaktan kız mıdır erkek midir o gelen, mazallah ya hisleniverirseymiş gördüğü uzun saçlı erkeğe (Bu arada; gelen kişi nisa taifesinden olsa sorun olmadığını, kadın kişiye istediği gibi hislenmesinin serbest olduğunu anlıyoruz satır aralarından) falan falan.

Antalya’daki Gazi Anadolu Lisesi’nde kız öğrencilerin etek giymesi de yasaklanmıştı bir ara. Okul Müdürü Hayri Bahşi, “Okulumuz öğrencileri artık büyük çocuklar. Merdivenden inip çıkmalarında sorunlar olmasın diye düşündük” demişti.

Say say bitmez. Akılları fikirleri hep hislenmekte bunların. Uçan kuşa hislenecekler mübarek. Hislenecekleri yeri bilseler sorun yok da, onu bilemiyorlar işte…

Ey ayrımsız her canlıyı (hatta bazen cansızları bile) “seks seks seks” olarak algılayan akıllar, nerde kaldı sizin ahlâkınız, nerde aile bağlarınız, nerde tüm evlâtlara kendi evlâdınız gibi bakmanız, nerde insanlığınız?
Kaç genç beyni zehirlediniz böyle?
Kaç eşofmanlı kızın başına çöktünüz içinizden?
Aileler evlâtlarını size emanet etmişken ve o çocuklar etrafta civcivler gibi dolanırken nasıl aklınızdan geçirdiniz bu karanlık düşünceleri?
Ne sorumluluk, ne vicdan, ne ahlâk.
Şeytan size üflemekle kalmamış, ruhunuzu da ele geçirmiş…

O zaman soralım;
Siz böyle mi gördünüz çocukluğunuzda da bunu böyle öğrenip, böyle düşünür oldunuz? O yüzden mi bize abuk gelen fikirler size normal geliyor?
O yüzden mi insanlıktan, sevgiden, şefkatten, aşktan bihabersiniz?
O yüzden mi güzellikleri gözünüz hiç götürmüyor?
Anlamadım ki siz nasıl bir aklın ürünüsünüz?
****
Kapak fotoğrafı: 23 Aralık 1977 Edirne - Marmara Bölgesi Liselerarası Basketbol Turnuvası / Bursa'yı temsilen turnuvada yer alan Karacabey Lisesi Kız Basketbol Takımı

25 Aralık 2017 Pazartesi

Ya gemi azıya alırsa at!

Peş peşe çıkarılan kanunları ve akıl almaz gidişatı görünce başlıktaki bu soruyu soruyor insan haliyle.
Vatandaşlar birbirine sıkabilecek ve çıkarılan kanunun arkasına sığınabilecekse bu kanunlar kim için ve ne için çıkıyor?
Savaşlar halk için verilir, yönetimler halk için seçilir, her şey halkın ve vatanın bekası içindir diye biliriz biz.
Masum vatandaşın ve devletin zarar göreceği bir gidişatın kimseye hayretmeyeceğini, toz dumanı kopartan güçlerin ise aslında hiçbirimizden hazzetmediğini de biliriz.

Yakın tarihte bir devletin sivillere başka sivilleri öldürme yetkisi verdiği iki örneğe bakalım mesela;

RUANDA: Hutu’lar bir milyon Tutsi’yi öldürdü. ("1994 deki katliamda 100 bin Hutu 3 ayda yaklaşık bir milyon Tutsi'yi üçlü bir kuşatma halkasıyla boğazlamışlardır. Ruanda Katliamı, emperyalizmin çıkarları için insanları siyah-beyaz, hatta siyahların kendi aralarında burun ve vücut yapılarına göre ayrımını ve bu ayrımın sonuçlarını yüzümüze en sert  biçimde vurduğu olaydır" der kayıtlar.)

SUDAN: Janjavid’ler 300 bin Sudanlı sivili öldürdü. ("Petrol zengini ülke gerek etnik gerekse siyasi olarak halen bölünmüş halde" der kaynaklar.)

Ruanda ve Sudan'da yaşananları iyi okursak, aynı halktan insanların etnik kökenleri ya da farklı özellikleri üzerinden ilerlenerek, bir o tarafın bir bu tarafın desteklenerek birbirlerine düşman yaratıldığını gün gibi görürüz. Mısır, Suriye, Afganistan ve diğer ülkelerde de çok farklı değil durum.
Onlar kendi içlerinde çekişseler de, karşıdan görünen görüntü birbirlerini yedikleridir.
Bizim de dışarında aynı böyle göründüğümüzü ve dışarıdakilerin 'bırakın yesinler birbirlerini' dediklerini duyar gibiyim...

İlmek ilmek dokudunuz
Sen yıllar boyu kaderin ağlarını örmesine fırsat ver, hatta ağlara ilmek ilmek düğümleri bir yandan da sen at, sonra ördüğün ağ başına dolanınca ağdan kurtulmak ve ağı parçalamak için var gücünle diren. Paramparça edip lokmalar halinde yutmak için ağzındaki avını delice savuran bir timsah misali köpürt suları. Kendini kurtarmaya çalışırken ağın uzağından yakınından geçmemiş sakin yüzen balıklara, içinde inci tanesi barındıran kıymetli deniz kabuklarına zarar ver. 

Her şeyi Arap saçına çevirdiğin yetmezmiş gibi sen tut bir de birilerinin eline suçsuzluk ve haklılık imtiyazı ver. Ver ki onlar da bu imtiyazı sonuna kadar kullanarak son kalan masum kırıntıları da yok etsinler.
Sonra da, ne söylersen onu alkışlayan kitleyle baş başa kal.
O kitle ki; Kendisi konuşurken 16 Nisan referandumunda Şırnak'ta yüzde 28,3 'evet' oyu aldığını söyleyince alkış kopartıp, Erdoğan "Niye alkışladınız? Yanlış anladınız herhalde!" diyerek azarlandıktan iki dakika sonra yine alkış tutan bir kitle.

Hiç kızmayın şimdi, hiç azarlamayın onları. 
Sizi seçen onlar görünse de, onların cumhurbaşkanı olmayı seçen sizsiniz.
Bizi, "biz-siz-onlar" diyerek bölen ve böldüren de sizsiniz.
****
Çıkartılan yeni yasalar halkı ve vatanı korumak için midir diye sormuştum az önce. Bir de 'Yoksa sadece sarayı korumak mıdır niyet?' eklemesi yapalım o soruya. 
Sonra da cevaplayalım:
"Sarayımız zeval görmesin elbet. Ancak vatan ve halk olmazsa saray neye yarar?"

Sözün özü;
Geçmişten feyzalmamak ve ne yaptığının farkında olmamak mıdır bu gidişat, yoksa her şeyin farkında olarak, bile bile mahmuzlamak mıdır atı?
Farkında olmamaksa eğer, böyle bir lüksünüz yok, olunuz...
Mahmuzlamaksa eğer, düşünün bir, ya gemi azıya alırsa at, sürücüsünü sırtında bırakır mı sanıyorsunuz?

20 Aralık 2017 Çarşamba

Hem göz göre göre, hem sessizce

TMMOB Makina Mühendisleri Odası Bursa Şubesi karbonmonoksit zehirlenmelerinde son durum ve önerilere ilişkin basın toplantısı gerçekleştirdi bugün. Açıklamayı yapan MMO Bursa Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Mart, kış mevsiminin yaklaşmasıyla, yurdun çeşitli illerinde yaşanan karbonmonoksit zehirlenmelerine bir kez daha dikkat çekti. İstatistikler, sebepler ve yapılması gerekenleri anlattı bir bir.
Toplantının ardından biraz da biz bize sohbet ettik.

Konuştuklarımızı ve İbrahim Mart'ın verilerle dolu bilgilendirmesini yazıya dökmek için bilgisayarımın başına geçtiğimde, algıda seçicilikten midir bilmem, sosyal medyada gözüme bir soba zehirlenmesi haberi takıldı. Balıkesir'de bir kadın ile torunu sobadan sızan karbonmonoksit gazından zehirlenmişti.
Haberin içine girdiğimde ve şu fotoğrafı gördüğümde, bugün konuşulan her ne varsa hepsi bir anda yoksulluğa kilitlendi.
Yoksulluk bilinçsizliği, bilinçsizlik tedbirsizliği, tedbirsizlik de ölümü getirmişti ve babaanne ile torun birlikte can vermişti. 
Bundan sonra ne söylenebilirdi ki...

Yaşayanlar için söylenecek çok söz var
Ölüm olduktan sonra ölenler için söylenecek söz kalmıyor. Yaşayanlar içinse söylenecek çok söz var. Yeter ki söylenen sözler yerine ulaşsın. 
İbrahim Mart'ın verdiği bilgiler eşliğinde birkaç söz söyleyelim o zaman:
Bugünkü verilere göre; 2016 yılı kış döneminde 1.271 kişi zehirlenmiş, 163'ü hayatını kaybetmiş, 2015 yılının aynı döneminde de 1.131 kişi zehirlenmiş, 193'ü hayatını kaybetmiş.
Bu yıl ise 20 Aralık 2017 tarihine kadar toplam 1.133 kişi karbonmonoksit gazından zehirlenerek hastaneye kaldırılmış. Zehirlenenlerden 193'ü hayatını kaybetmiş. (2015 yılındaki kayıp sayısı şimdiden aşılmış.) 
Görüldüğü üzre yapılan uyarılar pek de işe yaramamış.

Lodosu durduramazsınız
Bursa'nın lodosu ne zaman esse ardından ölümler gelir patır patır. Rüzgâr bu, esti mi eser. O esince bileceksin ki soba yakılmaz. Hele de gece sobaya kömür atılarak uykuya hiç yatılmaz. 
En fazla iki yorgan üst üste atılır, kazak hırka çorap üst üste giyilerek yatılır. 
Lodosta soğuktan ölündüğü görülmemiştir zaten. Karbonmonoksitten ölüm rakamlarını ise az evvel okudunuz.

Bacanız çekiyor mu?
İlla lodos esmesi gerekmez odaya karbonmonoksit dolması için. Uygun olmayan ya da uygun olan ama temizliği yapılmayan bacalar da dışarı çıkması gereken gazı geri teper. Uygun kömür alımı, uygun soba kurulumu, uygun boru çıkışı, uygun baca yapımı ve düzenli baca temizliği hem para ister hem bilinç. İkisini bir arada bulmak ise biraz zordur. Bilinci olan kişi yapılması gerekenleri bir şekilde halleder. Bilinci gelişmemiş kişi ise elindeki parayı can güvenliğine zinhar yatırmaz. Onun boşa verilecek parası mı vardır!

Menfezleri tıkamayın
Doğalgaz kombi cihazlarının evin içinde olmasını çok tehlikeli bulurdum her zaman. Şimdilerde kombilerin ev içine değil de balkonlara konulması zorunluluğu varmış. 
Ev içi ya da balkona takılan kombi cihazının bacası da diğer bacalar kadar önemli. Burada yapılan yanlışlardan biri ise camda açılan havalandırma menfezinin, dışarıdan soğuk geliyor diye, bez parçaları ya da kağıt parçalarıyla kapatılması. Kombi yanarken içerideki oksijenin tükenmesi, kaçak varsa içeriye gaz dolması ve sonuç yine ölüm. (Doğalgaz kapalı mekânlarda %5-15 aralığında, en ufak bir kıvılcımla patlayabilmektedir diyor İbrahim Mart.)

Şofben kurbanları
Doğalgazlı olanlar ayrı, LPG'li olan ve banyoya konulan şofbenler sebebiyle o kadar çok ölüm oldu ki, banyoya giren kişinin bir türlü çıkmaması üzerine meraklanan aile tarafından biçarenin ölüsü bulundu çok zaman. Sök şofbeni şimdi, kopar at boruları. Sonra da bekle dur ki giden gelsin geri. 
Ama bu bir Sessiz Gemi...

Zamanla yarış
Baygın bulunan için acilen yapılacak ilk şey kişiyi zehirli ortamdan uzaklaştırarak saf oksijen vererek en yakın sağlık kuruluşuna ulaştırmak. Çünkü zehirlenmelerde ilk 24 saat çok önemlidir. Yüksek basınç altında solunan saf oksijen kanda erimiş oksijen miktarını arttırarak doku oksijenasyonunu normal değerinin 20 katına kadar çıkarır.
Zehirlenmenin suçlusu olmaz mı?
İbrahim Mart der ki: "Karbonmonoksit sonucu zehirlenmeler başta olmak üzere ev kazaları 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu içine dahil edilmelidir. Bu tür olayların gerçek nedenlerini ortaya çıkarmak üzere soruşturma açılmalı, ihmali görülenler ve sorumlular hakkında yasal işlem yapılmalıdır."

Ne yaptığını biliyor musun?
Tesisatı kuran, daha doğrusu doğru düzgün kurmayan, kurallara uymayan, yaptığı hata cana mâl olduğunda ise bunu umursamayan elemanlar değil, yaptığı işin ciddiyetini kavrayan elemanlar yetiştirmek lazım. Yoksa her zamanki gibi "suç var suçlu yok" oluyor. Yaptırımlar da yeterince caydırıcı olmayınca vicdan ve sorumluluk duygusu gelişmemiş insanlarda ipler iyice serbest kalıyor.
O zaman da sistem "Kalan sağlar bizimdir!" mantığıyla işliyor.

Sobanın ne suçu var?
Sıcacık sobanın ısıttığı bir odanın kendine has kokusu vardır. Yuva kokar, ev kokar, aidiyet kokar, huzur kokar, sevgi kokar. Soba kenarına dökülmüş küller, sobayı tutuşturmak için kenarda duran yongalar, bir sepet içinde sobaya atılmayı bekleyen odunlar, sobada tutuşmaya çalışan ya da harıl harıl yanan odunlar, soba kömürlüyse bir mekanizma ile yanmış kömür külünün sobanın altındaki hazneye alınması ve bu arada odaya dolan kül. Sabah kahvaltıda kızartılan ekmeklerden kalmış kırıntıların kokusu, akşam yenen mandalinaların, portakalların sobanın üzerine konmasıyla odaya dolan o hoş koku ve tabii ki "kestane kebap acele cevap".
Adabıyla yakmasını bilirsen soba bir devlet, bilmez isen kader değil, ecel değil, sadece kendi elinle yarattığın can alıcı sinsi bir katil.
Gaz ile ısı veren her şey ona keza...

Kader diyemezsin sen kendin ettin
Kadere sığınıp, tedbir almayıp, sonra da "Ne kadersiziz ya Rabbim!" diye ağlaşmakla olmuyor.
Buradaki katil bilgisizlik, ihmal ve denetimsizlikten başkası değil. Takdir-i İlahi hiç değil.

Yöneticimiz uyuyor mu?
Toplum içindeki herkes bilgiye ulaşamayabilir, herkes her şeyi bilmeyebilir, bu durumda iş yöneticilere düşer. Onlar bilmek, uygulamak ve uygulatmakla mükelleftir.
Kendi yönetimleri kapsamındaki insanların can ve mal güvenliğini taa içlerinde duymalılardır ki kadrolarını ona göre yönetsinler. Baştaki yöneticinin sorumluluk duygusu yukarıdan aşağıya iner ve birim içindeki her birey üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirir.
Bir kere denetlemekle, bir kere öğretmekle bitmez bu hikâye, bilgisizlik, ihmal ve denetimsizlikten dolayı hiç kimse ölmeyene dek sürer.

Ya paranı, ya canını!
Mal canın yongasıdır derler de, can olmayınca mal neye yarar.
Lakin biz genelde canımızı değil de malımızı korumayı daha çok severiz.
Yoksa takmadığımız emniyet kemerinden ötürü ceza yememek için polisi karşıdan görür görmez kemeri sanki takılıymış gibi elimizle tutturmaya çalışmayız değil mi? (Biliyorsunuz o hareketi değil mi?)
Sıkıyor zaten meret. Hem, bize bir şey olmaz...
Ceza ödemeyelim yeter.
O yüzden yaptırımları ve cezaları biraz arttırınca belki ceza ödememek için, yani mecburen, canını korumayı da öğrenir insanlar.

Bizim insanımız akıllıdır!
Maalesef ki bizim insanımız çok zaman ters akıllıdır. Mesela araçtaki emniyet kemerine susturucu toka takar ve böylece kemer takma ikaz sesinden kurtulur. Bu akılla eminim ki soba-baca-gaz yaptırımlarından kurtulmak için de bir dolu yol icat eder.
Her zamanki gibi parasını kurtarır, ancak canını kurtaramaz...

Kısacası;
İşte böyle hem göz göre göre gelir ölüm, hem sessizce alır canını ve yine sessizce çıkar gider. Üç gün sonra her şey unutulur, 'ah vah'lar biter, hayat kaldığı yerden eskisi gibi devam eder...
****
İbrahim Mart ile ettiğimiz sohbetin videosunu izlemek için tıklayınız

17 Aralık 2017 Pazar

Ufak pencereden bakıp çuvala aksırdılar

Birkaç gün önce Fransız edebiyatının en önemli romanlarından biri olan Victor Hugo'nun 1845 yılında yazdığı Sefiller romanının sinemaya uyarlanmış halini izlemiştim.
Ailesini doyurmak amacıyla çaldığı yalnızca bir somun ekmekten dolayı kürek cezasına çarptırılmış kürek mahkumu Jan Valjean ve polis müfettişi Javert arasında sürüp giden bir kovalamacanın hikâyesi üzerine kurulu romanda Paris ve o dönem resmedilmişti.

Charles Dickens'ın İki Şehrin Hikâyesi kitabının son sayfasını okuyup kapattığımda ve elime kumandayı alıp televizyonu açtığımda karşıma bir anda Marie Antoinette filmi çıktı.
On dört on beş yaşlarında XVI. Louis ile evlenip on dokuz yaşında kraliçe olan ve ülkeye (ve kocasına) hükmetmeye başlayan Marie bu filmde şirin bir yeni yetme olarak gösteriliyordu. Zevk-ü sefaya, kıyafetlere ve elmaslara düşkün, kumar oynamayı seven, saraya veliaht verme çabasında, sarayın dışında neler olup bittiğini umursamayan, annesi Maria Theresa'nın uyarılarına kulak asmayan havai bir genç kadındı o. 
1755'de Viyana'daki Hofburg Sarayı'nda doğan Marie Antoinette yaşı ilerledikçe bu alışkanlıklarını azaltmaya başlamıştı. Lakin yıllardır sarayın dışında gittikçe büyüyen bir canavar vardı...

Bu adaletsizliklere ve bu zulme daha fazla dayanamayıp ayaklanan halk sonunda sarayı da basmıştı.
13 Ağustos'ta cumhuriyetçiler tarafından tutuklanan XVI. Louis 11 Aralık'ta vatana ihanet suçuyla yargılandı. 17 Ocak'ta ölüm cezasına çarptırıldı, ertesi gün idam edildi.  
Kocasının idamının ardından kendisine gelemeyen Marie Antoinette 14 Ekim 1793'te yargılanmaya başladı ve 15 Ekim tarihinde vatana ihanet suçuyla ölüm cezasına çarptırıldı.
Versailles düşene kadar on dokuz sene boyu kraliçe olan, saray düştükten sonra ise atıldığı zindanda bir gecede saçları beyazladığı söylenen, zindana atılışının üzerinden çok geçmeden diğerleri gibi giyotini boylayan devrik bir kraliçeydi o. 
Öldüğünde 38 yaşındaydı...

Görüldüğü üzere karı koca Fransa'yı idare edememişlerdi. 
Bir iddiaya göre 10 Mayıs 1774 tarihinde, Kral XV. Louis'nin çiçek hastalığından ansızın ölmesi üzerine kral olan XVI. Louis, "Yüce tanrım, bize kılavuzluk et ve bizi koru. Ülkeyi yönetmek için henüz çok genciz." demişti.
Bunu bilmesine rağmen Louis, krallık yaptığı on dokuz sene boyunca da büyümemişti demek.
Büyümemişti ve sarayın dışında kendi elleriyle beslediği bir canavar büyütmüştü.

Halk hareketine canavar dememin nedeni var
Açlıktan kırılan halkı görmezden gelerek vergileri arttırdıkça arttıran, sokaktaki insanı zerre kadar umursamayan, halkın açlığından beslenerek yarattığı aristokrat hayatı gerçek hayat sanan bir idareci, sokağı bu kadar görmezden gelir ve sokağa bu kadar eziyet ederse, gün gelip gücü ele geçiren 'canından başka kaybedecek bir şeyi olmayan sokak' da kendisine reva görülen muamelenin bin beterini malum kitleye uygulamaktan zerre kadar imtina etmez.
Yılların hıncı ve yılların acısı bir anda çığ olup yuvarlanmaya başladığında önüne çıkan ne varsa ezer geçer.
****
İki Şehrin Hikâyesi'nde 1789 Fransız Devrimi'ne giden yolu ve devrim yolculuğu en gerçekçi haliyle resmetmiş Charles Dickens.
Halkın açlığının, uğradığı zulmün, çaresizliğinin ve sindirilmişliğinin gün gelip vahşete dönüşmesi, kurulan mahkemelerde binlerce insanın suçlu ya da suçsuz olmasına bakılmaksızın yargılanıp katledilişi, sokaklardaki aralıksız süregelen katliamda körelen kılıç, balta ve benzeri aletlerin Bileğitaşı'nda bilenişi, jüriyi etkileyen halk, bir anda kahraman ya da suçlu ilan edilebilen mahkûmlar, alelacele çıkartılan kanunlar, giyotin ile idam edilen mahkûmların idam edilişlerinin halka açık bir şölene dönüşmesi, giyotinin ufak penceresine başını uzatanların giyotinin inmesiyle çuvala aksırmaları ve sokaklarda durmaksızın akan kan, hepsi Londra ve Paris arasında yaşanan bir öykü ile anlatılmış kitapta. 

"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana. Sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, kimi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece 'daha' sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi. İngiltere tahtında koca çeneli bir kral ile bet yüzlü bir kraliçe, Fransa tahtında ise gene koca çeneli bir kral ile temiz yüzlü bir kraliçe vardı. Her iki ülkede de halkın açlığı pahasına karnı doyan soyluların her şeyin ilelebet böyle güllük gülistanlık devam edeceğine dair bir inancı vardı..." der romanında Dickens ve adeta bir paragrafla dönemi özetler.
****
Edebiyat dünyasının "Dickens’ın en büyük tarihî romanı", yazarın kendisinin ise "Yazdığım en iyi hikâye." diye tanımladığı eser başından sonuna mükemmel kurgulanmış.
İyi ki kitaplar yazılmış, iyi ki kitapların filmleri çekilmiş, iyi ki resimler yapılmış, iyi ki o günler sanatla anlatılmış. Yoksa nereden bilecektik o günlerde hayatın nasıl yaşandığını.
Arkada bu tarz belgeler bırakılmış olmasaydı tarih kazanı içinde Hitler ile Kleopatra, Kirli İzabel ile Stalin, Kanuni ile Gandi hep birlikte kaynayacaktı ihtimal. Hepsi tarih çöplüğünde birbirine karışacaktı.

Neden o zaman?
Bunca belge ile her şey bilinmesine rağmen tarih tekerrürden ibarettir sözü niyeyse gündemden hiç düşmüyor. Anlaşılan o ki, tarihler değişse de insanın özü hiç değişmiyor.
Gücü elinde tutan yönetici kişi güç sarhoşluğuna öyle bir kapılıyor ki, gün gelip kendi elleriyle beslediği canavarın kurbanı olmaktan kurtulamıyor.
Oysa neyi isterse onu beslemek onun ellerinde değil miydi?

Giyotin 1977’de tarih oldu
Fransız doktor Joseph Guillotin’in 'insani bir yöntem' olarak icat ettiği başı vücuttan hızlıca ayırmaya yarayan giyotin (Dul Kadın), Fransız ihtilalinden itibaren Fransa’nın tek tip ölüm cezası yöntemi olarak kabul edildi. Krallık devrinde Fransa’da asilzadeler kafaları kılıçla kesilerek, hırsızlar asılarak, dinden sapanlar yakılarak, kral ailesinden birini öldürmeye yeltenenler kol ve bacakları dört farklı ata bağlanarak, kalpazanlar kaynar suda haşlanarak cezalandırılıyordu. Fransa’da son giyotin idamı, bir kadını işkence edip öldüren Tunuslu Hamid Candubi’nin 1977’deki idamı oldu. İdam cezası Fransa’da 1981’de çıkarılan bir yasayla kaldırıldı. 
(Kaynak: www.milliyet.com.tr / Son Giyotin)

15 Aralık 2017 Cuma

Yazık, çok yazık...

Sosyal medyada bir hafta önce işlenmiş bir cinayet anının güvenlik kamerasındaki kaydını izliyorum. 
Ümraniye'deki olayda ayrı yaşadığı eşini bir otele girerken gören adam kadını sıkıştırıyor. Neler olabileceğini hisseden kadın resepsiyon kabinine sığınıyor. Ortamda kadının kocasından başka üç erkek daha var. Adam sert, kendisini yatıştırmaya çalışan erkekleri 'karışmayın!' tehdidiyle savuşturuyor. Adam, "Polis çağırırım ha!" diyor. Belli ki herkes polisten tırsıyor. Bir erkek daha girip çıkıyor kameranın görüş alanına. Sinirli koca kadına "Benimle gel konuşacağız!" diyor, kadın gitmiyor. 
Adam sinirli hareketlerini arttırıyor. "Ben seninle görüşmüyorum zaten Hakan" diyor genç kadın. İşte ondan sonra film kopuyor. Adam belinden mi cebinden mi artık nerdense bir bıçak çıkartıyor, "Yapma abi!" diyor önce oradaki genç erkekler, dinleyen kim. Koca kadını o daracık alana kıstırıp bıçaklamaya başlıyor, o anda erkeklerin hepsi kaçıyor, kadın yalvarıyor, koca bıçaklamaya devam ediyor. Kadının yakarışları kimseden ses bulmuyor, kimse gelip adamın üzerine atlamıyor. Koca öyle hale geliyor ki elindeki bıçağı çift eliyle kavrayıp ölümüne saplıyor kadına. Kadının nefes alışları duyuluyor kamera kaydında, kendisi görünmüyor. Adam işini(!) bitirip gidiyor, kadın can çekişmeye devam ediyor. Hepi topu üç dakika içinde genç bir hayat vahşice sona eriyor.
Kimse karı kocanın arasına girmiyor, kimsenin aklına polis çağırmak gelmiyor, ortada kimse görünmüyor.
Duygu oracıkta can veriyor...
****
Adamın sosyal medya hesabına bakıyorum. Yüksek bir inşaatta pozları var. Bir de çocuğu ile pozu. Nedense çocuk ürkek, korkak ve ağladı ağlayacak çıkmış fotoğrafta. 
Hesabındaki hakkında bölümünde "1981 tarihinden beri karmaşık bir ilişkisi var" yazıyor.
16 Ekim 2016 paylaşımında "herkez hakkını helal etsin benim son bikaç günüm can alıcam listede kabarık daha beni 7 yıl göremiceksiniz 7 yıl sonra RABBİM kerim" yazıyor. 
Paylaşımının altına, daha önce karısının yanına giderek kendisi gibi bir pislik için 1 gün bile yatmaya değmeyeceğini, onu Allah'a havale ettiğini, çocuklarını bir pislik için zalim dünyada yalnız bırakmayacağını yazmış. Paylaşıma yapılan yorumlar onu caydırma yönünde.
Lakin Hakan Kadakal caymamış...

Durun daha bitmedi, Hürriyet'ten Aziz Özen'in haberine göre ortada epey bir şiddet ve Duygu'nun annesinin tabiriyle kızının alıştırıldığı "her bi b.k" var...
Hakan'ın kardeşine göre ağabeyinin işlediği cinayet bir 'namus cinayeti' ve ağabeyi tam bir 'erkek'!.
Hakan'a göre cinayet bir cinnet anı.
Duygu'nun annesine ve kız kardeşine göre adam tam bir cani.
Bize göre kahrolası bir katil.
Duygu'ya göre....., 
Duygu'ya göre mi, Duygu öldü...
****
Cinayet haberinde Duygu'nun hayatına bir baktım da, Duygu yaşarken de bir ölüymüş aslında.
Belli ki Hakan'ın kendisine gösterdiği tutkulu aşka tutulmasıyla imzalamış ölüm fermanını. O imzayı attığında sonsuza kadar bağlamış hayatını. 
Gün gelip ayrılmak istediğinde ise medenice ayrılamamış. 
Kocasıyla birlikteyken de insanca yaşamamış aslında, ayrılınca da insanca yaşayamamış.

Velev ki koca cinayet günü engellenmiş olsaydı, bir başka gün çıkıp dikilecekti kadının karşısına. Kadın koruma istese verilmeyecekti belki. Koca hapse atılsa üç gün sonra çıkacaktı. (Cinayet için bile kendine yedi yıl biçmiş adam zaten. Yedi yıl sonra çıkınca da geride kalanları halledecek ihtimal.)
Duygu bu açmazdan nasıl kurtulacaktı?
****
Duygu ve daha niceleri kendini bulamamış bu toplum içinde inim inim inliyor yıllardır.
Kadınlar kadın olamıyor, insandan sayılmıyor, namus hep kadının sırtına bindiriliyor.
Erkek namuslu yaşamayı bilmiyor, namuslu koca, namuslu baba, namuslu adam olamıyor. Namusunu korumak adına erkeğin bildiği tek şey kadını öldürmek oluyor.
Karısına, yani adamın malına birisi yanaşacak olursa, bir anda adamın namus damarı kabarıyor.
Yanaşan da belki kendisi gibi malı götürmek istiyor. Mal sahibi de haliyle buna ayar oluyor.
Kadına soran yok, kadın sadece o mal sahibinden bu mal sahibine dolanıp duruyor.

Ya sevgi, ya şefkat, ya aşk, ya yuva, ya evlilik, ya aile, ya huzur, ya sadakat?
Duygu ile Hakan hikâyesinde ve pek çok hikâyede bu kavramları aramayın.

Bozulan toplumun bozuk ürünleriyiz artık.
İnsanca yetişip insanca yaşaması gereken Hakanlar, Duygular ezilip bozuldu bu sistemde. Her gün benzer kurbanlar veriyoruz sisteme. 
Çürümüşlük, kokuşmuşluk, adaletsizlik, ahlâksızlık diz boyu.
Bu bataklık içinde bata çıka yaşamaya çalışıyoruz işte.

Soruyorum şimdi:
Yazık değil mi bu gençlere, yazık değil mi bu millete, yazık değil mi bu devlete, yazık değil mi geleceğimize...

Kadına Şiddet ve Kadın Cinayetleri Yazılarım

Nerde kalmıştık? / 4 Ocak 2011
Öyle bir ceza ki! / 1 Şubat 2011
Diğerleri’nin meraklıları / 8 Şubat 2011
Aşkım için yaptım Hakim Bey! / 18 Şubat 2011
Bugün kutlayacaksınız, ya yarın? / 8 Mart 2011
Meclis’te Kadın Olmak / 19 Nisan 2011
At — Avrat — Silah / 27 Mayıs 2011
Katil Kadınlar / 28 Haziran 2011
Şafak’ın Eteği / 5 Temmuz 2011
8 bin 372 / 12 Temmuz 2011
Taammüden / 26 Temmuz 2011
Gitmek mi zor, kalmak mı? / 6 Eylül 2011
İsyan bu, haykırış… / 16 Eylül 2011
O kadın bir kez de o manşette öldürüldü / 11 Ekim 2011
Suçlu, ayağa kalk! / 3 Kasım 2011
Tecavüzcüden koca olur mu? / 4 Kasım 2011
Son karar: Kendi rızası ile! / 18 Kasım 2011
Aklından bile geçirme! / 29 Aralık 2011
Hırsızın hiç mi suçu yok! / 2 Şubat 2012
Şiddete şiddetle karşıyım! / 18 Şubat 2012
Benden artık bu kadar… / 3 Mart 2012
Siz hiç dayak yediniz mi? / 24 Mayıs 2012
Şeytan da bir Melek ise… / 15 Haziran 2012
Tabancamın sapinu gülle donatacağum / 3 Aralık 2012
Toplumsal Cinsiyet Bilinci / 8 Aralık 2012
Onlar, toplu tecavüzcüler / 15 Aralık 2012
Anlayan anladı Bakan Bey, anlayan anladı! / 15 Nisan 2013
Kan Kırmızı, Ruj Beyaz / 30 Nisan 2013
Eline, beline, en çok da diline… / 13 Temmuz 2013
Göbek değil, bebek bebek! / 25 Temmuz 2013
4 parmakla değil, 5 parmakla STOP! / 22 Ağustos 2013
Kanla yıkanınca temizlenen namusumuz var bizim / 15 Eylül 2013
Ajda’yı sahneden kovan paralı adam… / 16 Eylül 2013
Anne 9 günlük tatilde, 2 aylık bebek evde! / 21 Ekim 2013
Şeytan bu işin neresinde? / 5 Kasım 2013
Allah da sizi güldürsün e mi! / 23 Ocak 2014
Bu kadar günahın vebali öte tarafta mı ödenecek? / 7 Mart 2014
Bu kez neyi kutluyoruz? / 8 Mart 2014
Kıyım kıyım kıyıyorlar hiç acımadan / 18 Nisan 2014
Anlaman için her gün sana ‘çüş’ mü dememiz gerek? / 23 Nisan 2014
Dişe diş, kana kan, hattâ idamsa idam! / 2 Mayıs 2014
Bırakınız gülelim, bırakınız sevelim / 1 Ağustos 2014
Susturamadığından korkar insan / 23 Ağustos 2014
Sen kimsin be adam! / 22 Eylül 2014
Duvağın altındasın, SOBE! / 14 Ekim 2014
Gelenekler binlerce olsa da gerçek tektir! / 15 Ekim 2014
Dünya’nın derdi ‘KADIN’ olmuş / 26 Kasım 2014
Her şeyin müsebbibi kadın! / 10 Aralık 2014
O kadınlar hep Anan, Bacın, Avradın! / 7 Ocak 2015
Bir 14 Şubat’a daha ulaştık sürünerek / 14 Şubat 2015
Soysuzun soyu kurusun, çoğalmasın / 15 Şubat 2015,
Artık utanan taraf kadın olmayacak! / 16 Şubat 2015
Kadın Doğdum Ben / 10 Mart 2015
Savaşın öteki yüzü… / 11 Mart 2015
Biz mi gidelim, siz mi gidersiniz? / 7 Mayıs 2015
‘Topuklularımı hiç çıkartmadım’ / 15 Mayıs 2015
Hoşgörüsüzleri hoş görmüyorum / 29 Mayıs 2015
"Oraya geri dönemem!" / 3 Haziran 2015
Bir insan olarak sus! / 1 Ağustos 2015
Sizin olsun bu dünya / 7 Kasım 2015
Bitmeyen savaş yapmışlar / 13 Aralık 2015
Çocuklar İYİYMİŞ! / 26 Aralık 2015
Hodri Meydan / 4 Ocak 2016
Namussuz! / 26 Ocak 2016
Beleşçisin arkadaş! / 29 Ocak 2016
Bu kadar günahın vebali kimin boynunadır? / 30 Ocak 2016
Benimle Dans Eder Misin? / 1 Şubat 2016
Kadın yiyen canavar / 24 Şubat 2016
Katil oldum ben… / 10 Mart 2016
“İffetli kadın olmak istemiyoruz!” / 16 Mart 2016
Zevk alıyor muyuz? / 31 Mart 2016
Çocuk sayını söyle bana porsiyonunu söyleyeyim sana / 6 Haziran 2016
Neye güldün arkadaş? / 28 Ekim 2016
Hesapta biz de varız! / 5 Aralık 2016
Ben erkek olsaydım / 9 Aralık 2016
Buz yanığı yürekler / 30 Aralık 2016
Eşitlik Berekettir / 7 Mart 2017
Seçmece bunlar! / 22 Eylül 2017
Bir kızım olsaydı eğer / 11 Ekim 2017
Ne nikâh bağlar bizi, ne mahkeme ayırır / 18 Ekim 2017
Yazık, çok yazık… / 15 Aralık 2017
Şeytan üflemekle kalmamış / 26 Aralık 2017
İzin verme, BEKLET! / 4 Ocak 2018
Fırsatçı yağmacılar / 9 Ocak 2018
Cennet-i âlâ / 18 Ocak 2018
Son Perde inmeden / 29 Ocak 2018
Tüyden Elbiseli Kadınlar / 25 Şubat 2018
Koş koş, asansörcü ağabeyi getir! / 28 Şubat 2018
Umutsuz değil, Umut Dolu Kadınlar / 6 Mart 2018
10 güncelleme onay gerektiriyor / 11 Mart 2018
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Büyük Gözler Bizi İzler / 22 Ağustos 2018 
Kaç Çocuk Yedin? 2 Temmuz 2018
Kadın, Şiddet, Medya ve dahası / 30 Ekim 2018
Çocukları kanatmayın / 20 Kasım 2018
Perperişan! / 4 Ocak 2019
Kadınlar Burada, Erkekler Nerede? / 3 Mart 2019
Türk Kadınının Savaşı Başka / 19 Mart 2019
Yasalarımız Var, Evet! / 25 Mart 2019
Kırmızı Başlıklı Kız da Değişti / 25 Haziran 2019
Sistem Hata Veriyor / 2 Temmuz 2019
Tekdîri geçelim, tokmağa gelelim! / 23 Ağustos 2019
Ben Kendimi Anlayamıyorum! / 5 Aralık 2019
Yapabilirim, Yapabilirsin, Yapabiliriz / 12 Aralık 2019
Kapı / 20 Aralık 2019
Şiirin Peşinde Kadın / 9 Mart 2020
Cinsiyetçi Dilden Yılanlar! / 15 Haziran 2020
Trafikte Kadın Olmak / 14 Ağustos 2020
Madalyonun Üç Yüzü / 23 Kasım 2020
Kadının Adı Mezar Taşında / 30 Aralık 2020
Katil Kadınlar / 9 Ocak 2021
Baldan Tatlı Zehirli Öfke! / 7 Mart 2021
Kraliçe olmak mı, ASLA! / 11 Mart 2021