31 Ocak 2017 Salı

Var mı böyle bir koro?


Nilüfer Kadın Korosu'nun 'misafir kabul günü' vardı dün.
105 kadın 105. kez şarkı söyleyeceklerdi bu günde konuklarına.
Konukların ağırlandığı Uğur Mumcu Kültür Merkezi sahnesinde bir gramofon ve 45'likler selamlıyordu gelenleri. Sahne kenarına iliştirilen Yeşilçam film afişleri de bizleri eski günlere davet ediyordu .
İkram olarak ilk bölümde Yeşilçam filmlerinden, ikinci bölümde ise dünya müziğinden şarkılar vardı. 
'Kabul günü' diyerek başladım konseri anlatmaya ama yalan da değil. Koro bu kez basın mensuplarına, dernek ve STK üyelerine özel bir konser düzenlemişti. 
Kurulduğu yıl olan 2005 yılından bu yana sayısız konserler vermişti dernekler yararına. Sadece geçtiğimiz yıl 80 bin liralık yarar sağlamışlardı mesela.
Kâh huzurevinde, kâh cezaevinde söylenmişti şarkılar. 
Yurt içinde farklı şehirlerde olduğu kadar, yurt dışında da temsil etmişlerdi hem Nilüfer'i, hem de Türk kadınını.
Şimdi de aldıkları davet üzerine Hollanda'ya ve İtalya'ya gideceklerinin müjdesini verdi Şef Aysel Gürel. Eklemeyi de unutmadı: "Her yere tamamen kendi kişisel imkânlarımızla gidiyoruz."
Onlar böylesine gönüllü bir kültür elçiliği yaparken Kültür Bakanlığı bu koroyu görmezden gelmemeliydi.
Var mıydı böyle "Her Derde Deva Bir Koro"? Yoktu...

İlk bölümle başlayalım anlatmaya;
60'lı yılların sonu, 70'li yılların başı. Henüz televizyon evlerimize girmemiş ve sinemanın en saltanatlı günleri.
Neler izlemiyoruz ki sinemada? Bol hıçkırıklı, bol gözyaşlı, bol şarkılı filmler ardı ardına geliyor şehrimize. Zamanında birer genç kız olan annelerimiz nasıl kaçırmadıysa o filmleri, aile olduktan sonra bu kez de çoluk çocuk gidiliyor sinemaya. Çocuk ağlaması duyuluyor filmin en heyecanlı anında. El feneri çevriliyor hemen sesin geldiği yere. "Hanım, sustur çocuğunu" diyor ışık açıkça. 
Kadınlar içli içli döküyor incilerini perdedeki hazin aşklara, çocuklar sinemada büyüyor.
Uludağ gazoz, külahta çekirdek, frigo, loca, tahta iskemleler, maziden gelen sesler ile kokular birbirine karışıyor...

İşte bu günlerdi bu gece şarkılarla yâd edilecek olan. 
Barkovizyonda Kartal Tibet - Hülya Koçyiğit ikilisi belirdi. Hani o aşıkların evlenemeyip de senelerce senede bir gün buluştukları film. Şarkısı da öyleydi zaten: "Senede Bir Gün"...
Deniz Seki'nin "Aşkların En Güzeli" albümünde seslendirerek maziyi bugüne taşıdığı "Bir kere sevdim diye bin pişman etme beni"...
Hülya Koçyiğit - Kartal Tibet ikilisinden yine bir kült film ve Suat Sayın'ın filmle aynı adı taşıyan kült şarkısı "Sevemez kimse seni"...
Bestesi Teoman Alpay'a, güftesi Türkan Şoray'a ait bir eser: "Buruk Acı"...
"Gurbet içimde bir ok, her şey bana yabancı, hayat öyle bir han ki, acı içimde hancı. 
Sevmek korkulu rüya, yalnızlık büyük acı, hangi kapıyı çalsam, karşımda buruk acı."
Ne hissettin de yazdın bu sözleri Türkan Şoray? Nasıl bir buruk acıydı yüreğindeki? Dinlerken bir kez daha yüreğim dağlandı...

Sahnede bu kez Handan Selamet ve Güldal Yıldıran var. İlk kez geliyorlar mikrofon başına ve karşılıklı söylüyorlar parçalarını. Heyecan var belli ama "Seven ne yapmaz?"...
İşte bir damar parça daha: "Seni andım bu gece, kulakların çınlasın"...
Parçalar arasında ettiği tatlı sohbetlerle şarkıları birbirine bağlayan Aysel Gürel soruyor bu kez: "Aşkınız için zehir içer misiniz?" Şarkının be olduğunu anlıyoruz tabi hemen. Cevap ise, yok...
Sahnede Rabia Yılmaz solo söylüyor: "Kadehinde zehir olsa"... 
Şarkının bitiminde torunu koşturuyor sahneye elinde bir buket çiçek ile. 
Anneannesini kutsuyor adeta.
"Dudaklarında arzu kollarında yalnız ben", "Arım balım peteğim", "Aşkımla oynama kumar değildir" ve "Mavi boncuk" ile bitiriyoruz ilk bölümü. (Yazarın notu: Nasıl ki sıra gecesinde lahmacun yediysek, bu gecede de Yeşilçam şarkılarını dinlerken simit-gazoz yapabilseydik keşke. Konser boyu barkovizyondan yansıyan bilgisayarın ekran görüntüsü yerine de filmlerden sahneler dönebilirdi sessizce.)
Bu filmlere hayat vererek hepimizin hayatına bir şekilde dokunan 'Yeşilçam'a selam olsun... 
****
İki bölüm arasında verilen on dakikalık arada sevgili Ergun Kâğıtçıbaşı ve eşi Fügen Hanım ile sohbet ediyoruz. Sevinç Feyzioğlu'nun çalışması olan ve hem Ergun Kâğıtçıbaşı'nın hayatını, hem de Bursa'nın ekonomik tarihini anlatan "Dibace'nin Ertesi Günü" kitabını henüz yeni okumuş olduğum için hikâyeyi biliyorum. Konuşacak çok şey var. Daha uzun sohbet edebilmek için sözleşiyoruz. 

Ve ikinci bölüm:
Geçtiğimiz ay bir uçak kazasında 68 üyesinin yaşamını yitirdiği Alexandrov Kızıl Ordu Korosu'na ithafen söyledikleri "Katyusha"yı "Aşkım Bahardı"ya bağlayarak başlıyorlar ikinci bölüme.
Yabancı parçaların söylendiği bu bölümü daha önce de izlemiş, "Kadın Korosu Türkiye'yi aştı dünyaya ulaştı" başlığı ile yazmış ve "Rusça'dan İspanyolca'ya, Fransızca'dan Arapça'ya ve İtalyanca'ya dünya dillerinden şarkılar söyledikleri yetmezmiş gibi, bir de bunu alaturka sazlarla, üstelik Türkçe parçalara bağlayarak yaptılar" demiştim. 
Yine o program dahilinde Yunanca "Aman Katerina mou"dan "Şu Gelen Atlı mıdır?"a, Arapça "Bint El Chalabiyadan "Köylü Güzeli"ne ülkeler ve diller arasında adeta raks ederek gezdik. 
İspanyol kadınlarını canlandıran beş koristin yaptığı Flamenko'yu alkışladık. 
İkinci bölümün sonunda bir anı anlattı bize Aysel Gürel.
Nilüfer Kadın Korosu'nu hiç tanımamasına rağmen kendileri için şiir yazan Ergun Kağıtçıbaşı'nın şiirinden kısa bir bölüm okudu. "Yalnız Bursa değil, duysun seni Türkiye" diyordu şiirin sonunda Kâğıtçıbaşı.
Aysel Gürel kendilerini böylesine yürekten destekleyen Bursalı iş adamı ve BTSO’nun efsane genel sekreteri Ergun Kağıtçıbaşı'na izleyicilerin huzurunda teşekkür ederek bir anı plaketi takdim etti.
Kağıtçıbaşı da tüm kadınları kutlayarak bu koronun desteklenmesi gerektiğinin altını çizdi.
Konser, Elif Gürel'in solistliğinde "We Are The World" ve "Memleketim" parçalarının hep bir ağızdan söylenmesiyle nihayetlendi.
****
Konser izleyicisinin yaş ortalaması (laf aramızda) 40+ olduğu için tüm şarkılarda yine düet yapılmıştı. Her zamanki gibi yine bir koro sahnede, bir koro da koltuklardaydı.
Ancak Ergun-Fügen Kâğıtçıbaşı'nın kızları Begüm henüz 16 yaşındaydı ve o bu şarkıları ne kadar biliyordu? 
Sordum elbet kendisine. "Şarkıların sözlerini bilmediğim için eşlik edemedim ama çok keyif aldım" dedi.
****
Görüldüğü üzere bu konserler bırakın yurt dışında Türk kültürünü temsil etmeyi, yeni gelen nesiller için de bir çeşit kültür aktarımı elçisi oluyor.
Sanatın kaynaştırıcılığı bir kez daha ortaya çıkıyor...

2013'ten 2022'ye Bursa Nilüfer Kadın Korosu yazılarım
Var mı böyle bir koro? / 31 Ocak 2017
Su Gibi Aziz Olun... / 17 Mart 2017

28 Ocak 2017 Cumartesi

2016 - 1993 = ?

Bursa Azerbaycan Kültür Derneği Başkanı Handan Askeran Ton (Yazının bundan sonrasında kendisine Handan Abla diyeceğim, çünkü hep öyle hitap etmemi ister) telefonda "Davetimi aldın mı Canancığım?" deyince davetin başka bir Canan'a gittiğini anladım hemen. Çünkü iletilerim arasında kendisinden gelen bir davet yoktu. Telefonda ettiğimiz kısa sohbetin ardından bir kitap imza ve film izleme gününden bahsetti ve etkinliğe katılmamı rica etti.
Bursa Azerbaycan Kültür Derneği tarafından Ördekli Kültür Merkezi'nde düzenlenen, Azerbaycanlı yazar ve televizyoncu Nigar İsmayilqızı'nın ikinci kitabı olan "Bakü'den İstanbulacan ve Dönüş" kitabının imza günüydü bu. 

O gün bir de, yine Nigar İsmayilqızı'nın yazıp rejisini yaptığı, Karabağ savaşlarında şehit düşen Ebdülmecit Ağundova'yı konu alan "Ölsem... Yaşat" isimli filmi izlenecekti.
Sadece iki nesil öncesi savaş yaşamış bir neslin ahfadı olarak savaş anıları hiç yabancı değildi haliyle. Hele de yıllardır gözümüzün önünde verdiğimiz şehitlerle adeta bir gelincik tarlasına dönen Güneydoğu'nun kanayan yaraları ve elan devam eden Fırat Kalkanı Harekâtı...

Azerbaycan da yıllardan beri hep kanıyordu böyle. Duymamak için dünyanın kulaklarını kapattığı acılarını duyurmak için Azeriler ayrı bir savaş veriyorlardı. Dünyaya seslenmenin en etken yolu da sanattı...
Etkinliğin açılış konuşmasını yapan Handan Abla da konuşmasında sanatın gücüne değinerek Nigar İsmayilqızı'nın bu çabasını gönülden desteklediğini dile getirdi.
Daha salona girer girmez almıştım kitabımı ve tanışmıştık Nigar Hanımla. 
Kitaba şöyle bir göz attığımda kitabın içeriğinin yaşanmış olayların aktarıldığı röportajlar olduğunu gördüm.
Nigar Hanım film öncesi izleyicileri kısaca film ile ilgili bilgilendirdi ve sıra film izlenmesine geldi. 

Karabağ savaşlarında şehit düşen Ebdülmecit Ağundova'nın hayatından kesitler vardı filmde.
Annesi, babası, halası, arkadaşları, öğretmenleri, hepsi tek tek anlattılar onu ve savaşta gösterdiği kahramanlığı.
Mezar taşını gösterdi bir ara kamera. Kendisi gibi pırıl pırıl taşında "1993-2016" yazıyordu.
1993... 
Yutkundum...
Durdum...
Takıldım...
Kaldım...
Üşüdüm...
Dondum...
Yandım...
Titredim...
O bir saniye içinde kendi evladımın da doğduğu 1993'ten bugüne yaşadığımız günler geçti gözümün önünden. 
2016'dan 1993 çıkınca kaç kalırdı?
Şehitler ölmez miydi?
****
Ebdülmecit'in, bembeyaz saçlarını arkaya toplamış, çekimler esnasında ağlamayacağına söz vermiş annesi anlatıyordu koca bebeğini sevgiyle. Arkadaki çerçevelerde Ebdülmecit'in çocukluktan delikanlılığa uzanırken çekilmiş fotoğrafları sanki kameraya bakıyorlardı. 
Masanın üzerinde şehit düştükten sonra cebinden çıkanlar göze çarpıyordu. Cüzdanı, cüzdanına sıkıştırılmış madeni parası, kağıt parası, saati, telefonu, madalyası ve üç mermi... 
Onu vuran mermiler miydi bunlar? Bu üç demir parçası mı kopartıp almıştı onu bu dünyadan?
Annesi oğlunu anlatırken ben hep onun yüzüne bakıyordum. Belki de onun yüzünde kendimi arıyordum.
Savaş her şekilde kadını vuruyordu işte. Bunu çok iyi biliyordum...
****
Hatırlarsınız; Bursa Azerbaycan Kültür Derneği'nin Aralık 2015'de düzenlediği "Savaşların yaşayan şehitleri kadınlar ve çocuklar" konulu etkinliğin ardından yazdığım yazıya "Bitmeyen savaş yapmışlar" başlığını uygun bulmuştum. 
Tarih kitaplarının neredeyse sadece savaşlarla ve anlaşmalarla dolu olduğunu hatırlayacak olursak pek de haksız sayılmam bu başlığı koymakta değil mi?
Binlerce yıldır kaç devlet kuruldu, kaç devlet yıkıldı, kaç medeniyet silindi, yerine kaç yeni medeniyet geldi. Bunlar da birbirlerine gül vererek olmadı elbet...
Tarih kitaplarında rakamlardan ibaret olan bu savaşlarda neler yaşandığını hayal etmek çok da zor olmasa gerek.
****
Savaşsız yaşamayı bir türlü beceremeyen dünyada, sinemanın ve edebiyatın gücünü elinde tutan taraf genellikle bu gücü kendi haklılığını dünyaya kanıtlamak için kullanıyor.
Dünyaya kendini kim daha iyi anlatırsa kazanan taraf o oluyor.
Nihayetinde o günleri yaşamamış olanlar (yaşamış olanlar bile) kim ne anlatırsa onu doğru biliyor.
Anlatılanların doğruluğu zaman içinde yitip gidiyor. 
Sen doğrusunu yapmazsan başkası bildiğini yapıyor ve gün geliyor yanlışlar doğru, doğrular yanlış oluyor.

Belgelere dayanarak ve doğruluktan ayrılmayarak hazırlanan samimi projeler ise tarihe ışık tutması bakımından zaman içerisinde gittikçe kıymetleniyor.

Umarım ve dilerim ki Nigar İsmayilqızı'nın bu yürekli çalışması ardından gelenlere bir yol açar ve daha çok ses getirecek projelere vesile olur.
Emeklerine sağlık Nigar...

27 Ocak 2017 Cuma

Hiç kimse işe yaramaz değildir

"Reddediş mi daha samimidir, kabulleniş mi?" diye sordum sosyal medyada. 
Cevabı içindeydi elbette sorunun. 
Cevabın etrafından dolanan da oldu, ortayı bulmaya çalışan da, 'kendince' samimi cevaplayan da.
'Okuyup anlamak lazım' dedi aklıselim. 
Sorunun içinde 'anlamasına rağmen' detayı gizlenmişti oysa.
Detayı gören cevabı vermişti:

"Kabulleniş çaresizliktir. Reddediş için bilinç ve özgür irade gereklidir. Duruş, tavır ve cesaret içerir..." 
****
Anlamayan anlamayışıyla zaten yeterince samimidir. Evet de diyebilir bir öneriye, hayır da. Anladığı kadar cevaplar yani. 
Onu kendi anlayışıyla baş başa bırakıp 'anlayan ve reddedenler' ile 'anlayan ve kabullenenler'i konuşalım biz.

Flörtten evliliğe ve dahi ebeveyn olmaya uzanan duygusal kazanımlar ya da maddi kazanç sağlayan iş ilişkileri, hepsinde fayda sağlamak üzerinedir söylenen tüm 'evet'ler ve tüm 'hayır'lar. 
"Nikâhta keramet vardır" denilerek zorla evlendirilenler hariç kimse kötü olacağını bile bile gönülden bir 'evet' demez nikâh masasında mesela? 
Ya da başına silah dayanmamışsa eğer, batacağını ve tüm servetini ve dahi geleceğini kaybedeceğini bile bile hain bir sözleşmeye imza atmaz iş adamı. 
Ve hayal bile edemeyeceği vaatler edilmemişse eğer kahpelik yapmaz dostuna durduk yerde kimse.
Her şey ya iyi niyetli bir hevesle başlar, ya hain bir tehditleya da kahpe bir vaatle.
Hangisi dedirtir 'evet'i, hangisine inanarak çıkar ağızdan 'hayır', bilinmez...

Günlük hayatta yaşanan bu beşeri hallenmeler, vatan mevzu bahis olduğunda da devam eder. Dayatmalar, tehditler, kandırmalar sürer gider.
Romantik heveslere kapılmayanlar, hain tehditlere pabuç bırakmayanlar ve kahpe vaatlere yan gözle bakmayanlar sahiplenir vatana. 
Reddediş orada ortaya çıkar işte. 
Yanlışın değil doğrunun yanında yer alabilmek için şahlanır yürek. Gücünü akıldan alır, bileğine aktarır.
Karşı çıkan samimidir, kabullenen ise çaresizlikten kabullenmiştir. 
Ah ama o çaresizlikten kabullenen biçarenin içinden neler konuştuğunu bir bilseniz. 
En zayıf anınızda kulağınızın dibinde kulak zarınızı patlatacak kadar yüksek sesle haykırıp gidecektir o sessiz sözlerini
Nereye mi gidecektir? Tabii ki güç o anda kimdeyse, onun yanına.
O bu gel-gitleri yaşarken reddeden ise açık alnı ile fikrinin durduğu yerde dimdik durmaktadır hâlâ...

Bu dimdik duruş yanlışı dayatanlar tarafından sevilmez hiç. Lakin yanlışa karşı duranlar uzanırlar hep geleceğe. İsimleri unutulmayan hep onlardır. 
Ve gün gelir doğrulukları onaylanır
Heyhat!

İşbirlikçiler ve hainler de unutulmaz elbet.
Hani hiç kimse işe yaramaz değildir derler ya; iyi bir 'kötü örnek' olurlar en azından... 

Hepsinden var elimizde şimdi.
Tarih hepsini yazacak bir bir.
Dik duranı da, yamulanı da, yamultanı da...

23 Ocak 2017 Pazartesi

Endülüs'te son raks

Geçmişin şekillendirdiği gelecekte, yani 'şimdi'de yaşarken, bugüne uzanan yolculuğun ayak izlerini sürmek ve o eski günleri görmek, bilmek, anlamak istiyor insan. 
Anlatanları dinleyip bilgililerden bilgilenmek geçmişe gitmenin en zahmetsiz yolu olsa gerek.
Birileri gitmiş, birileri görmüş, birileri araştırıp öğrenmiş ve üstelik gelip hepsini sana aktarmış.
Senin yapacağın sadece dinlemek.
Öncesinde ve sonrasında anlatılacak olan konuya bir göz gezdirdiysen, o da senin kârındır...

Tarihi, adeta o anları yaşamışçasına heyecanla anlatan Talha Uğurluel'in Bilim Teknoloji Merkezi'ne konuk olacağını duyduğumda, kendimde eksik gördüğüm tarih bilgilerime engin bir katkı olur diyerek dinlemeye gittim kendisini.
Konu, Endülüs'te İslam Medeniyeti idi ve Uğurluel 'Altın Çağ'da bilimi ve Endülüs'ü anlattı.
Aynı zamanda kokartlı bir gezi rehberi de olan tarihçi Uğurluel, kendi çektiği fotoğraflar eşliğinde İspanya'nın şehirlerinde gezdirdi bizi.
Oturduğumuz yerde Balaga'dan başlayarak, Granada, Sevilla, Cordoba ve Madrid'i gezerek Türkiye'ye döndük.

İslam, Katolik ve Musevi kültürlerinin 750 yıl boyunca İber Yarımadası’na hükmedişini ve dünya kültür ve bilim mirasında önemli eserlere sahip olan Endülüs’ü anlattı Uğurluel.
Kastilya Kraliçesi Kirli İzabel'den Kanuni'ye uzanan tarihi, Kuzey Afrika'nın Avrupa ile öpüştüğü nokta olan İspanya'ya Cebelitarık Boğazını aşarak gelen Araplar'ın İber Yarımadası'nda yarattıkları medeniyeti ve Hristiyanların bu medeniyetin izlerini silmek için verdikleri savaşı dinledik.
Öyle silmek ki üstelik, müslümana ait bir tek mezar taşı dahi bulamazsınız diyor Uğurluel...
Bir yandan da dev ekranda hayranlık uyandıran İslam sanat eserlerini izledik.
Bu konferansın hepsi kayda değerdi elbette ama ilginç bulduğum bazı başlıkları anlatacağım sadece:

Kirli İzabel neden kirli? 
Isabel I (I. Kastilyalı Isabella), lakabı Katolik İzabel (Eski İspanyolca Ysabel; 22 Nisan 1451 - 26 Kasım 1504) davasına baş koymuş bir kadın. Davası da İspanya'yı birleştirmek ve bunun yolunun da evlilikten geçtiğini düşünüyor. O da gözüne Aragon devletinin kralı Ferdinand (Fernando)'ı kestiriyor ve evleniyor. Kastilya ve Aragon bu sayede birleşip güçleniyor.
Müslümanların çoklukla yaşadığı Granada'yı kuşatan Ferdinand bu işi bir türlü kotaramayınca, Sevilla'daki sarayında oturan İzabel sarayından çıkarak savaş alanına geliyor ve Ferdinand'a, Granada fethedilene dek sarayına dönmeyeceğini, kendisiyle çadırda yaşayacağını söylüyor. 
Endülüs medeniyetini yıkan İzabel, İspanya'da tek bir müslüman kalmayıncaya kadar yıkanmamaya yemin ediyor ve uzun zaman yıkanmıyor. Ki "İzabel Sarısı" da (yıkanmamış çamaşırlarının aldığı renkten ötürü) bu kirlilikten doğmuş...
Kristof Kolomb da o dönemde kendisini Santa Fe'de ziyaret ederek çıkacağı sefer için kendisinden destek alır. Engizisyon da onun dönemindedir.

Flamenko nereden çıkmış?
Granada'nın düşmesinin ardından tüm müslüman halk katledilir, sadece yaşlı kadınların gitmesine izin verilir. Aç biilaç şehir dışına atılan kadınlara şehir dışındaki Sacramento mağaralarında yaşayan çingeneler sahip çıkar. Yaşadıkları acılar ile çırpına çırpına ağlayarak ağıt yakan kadınları gören çingeneler, Sacramento mağaralarında Flamenko dansı doğururlar.
"Kökenleri hakkında birçok soru işareti bulunur ancak genel olarak bölgedeki Latince konuşan asimile olmuş yerli İberik halklar, Berberi-Arap Müslümanlar, İspanya Yahudileri ve Çingeneler tarafından beraberce ortaya çıkarılan bir tür olarak kabul edilmiştir." der Wikipedia.
Sert hareketlerle dolu, acılı sözleri olan, kapalı giysilerle ve yanık ses tonuyla söylenen şarkılar ve aynı sertlikte, topuklar yere vurula vurula oynanan bir danstır Flamenko. Gülünmez o dansta. Tam da yaşandığı gibidir... 
****
Talha Uğurluel yaklaşık iki saati bulan konferansında Endülüs tarihinin derinliklerinde ve mimari güzelliklerinde dolaştırdı bizleri.

Endülüs dendiğinde zil, şal ve gül gelir bizim aklımıza hemen. 
Nesrin Sipahi'nin güçlü sesi ile söylediği Münir Nureddin Selçuk'un "Endülüs'te Raks"şarkısı çalmaya başlar kulağımızda. 

Endülüs'te son raks
Gördüğümüz kadarıyla Endülüs'te son raksı kocası Ferdinand ile İzabel etmiş ve Endülüs'ü İspanya'dan silmiş.
1492'de Granada (Gırnata)'nın düşüşüyle Endülüs'ün bitirilişi, 1453'ün, yani İstanbul'un fethinin rövanşıdır diyor Uğurluel. (Müslümanların İber Yarımadası'ndaki varlığı en son Moriskoların 1609 yılında İspanya'dan sınır dışı edilmesiyle son bulmuştur der Wikipedia)
Hristiyan dünyası Müslümanları İspanya'dan atarken Müslümanlar hep ağladı ve Müslümanlar ilim ve sanatla buluşmayı değil, toprak almayı marifet saydı diyor.
İspanyollar tüm camileri ya yıkmışlar ya da kiliseye ve katedrale çevirmişler. 
Artık İspanyollar Endülüs'ü merak ediyor ve araştırıyorlar. 
Ve İspanyollar artık turizmi keşfetmişler.
****
Yıllardır bitmek bilmeyen dinler savaşı günümüzde de sürmekte. 
Bu savaşı ağlanarak değil de, ancak bilimle, akılla ve sanatla kazanabiliriz. 
Hz. Muhammed: "İlim Çin'de olsa gidip alınız" demiş...
Hz. Ali: "Bana bir harf öğretenin kölesi olurum" demiş...
Mustafa Kemâl Atatürk: "Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır." demiş...

Bu sözlerin ışığında yol almaktır bize düşen...
Eğitim sistemi başta olmak üzere her sistemin yerle bir edilerek "dindarlığın" ön plana atılması ve dinin her konuya malzeme edildiği günümüzde, esas "haçlı seferinin" bu uygulamalar olduğunu unutmamak ve bu oyunu bozmaktır...

Bursa Bilim Teknoloji Merkezi, BTM
"Altın Çağ’da Bilim Sergisi’, Bilim Teknoloji Merkezi BTM Exhibit tarafından tamamen milli sermaye ve yerli imkânlarla üretilen, Müslüman bilim adamlarının 800-1600 yılları arasında hayata geçirdikleri icat ve keşifleri uygulamalı düzeneklerle ziyaretçilere sunuyor.
Kâşifler Alanı içinde yer alan iki farklı interaktif düzenek, bilim meraklılarını yüzyıllar öncesinden geçmişe götürüyor. 
Ziyaretçiler sergide Sahra Altı, Baharat ve İpek Yolu’nu elektronik düzenekte keşfedip, dönemin tekstil ürünlerini de inceliyor. Antik İslami sikkeler, Çin banknotları, deniz kabukları, altın, gümüş, baharat, kahveler, Arap kahve fincanları, halı dokuma tezgâhlarının da sergilendiği Kâşifler Alanı’nda, İslam dünyasında icra edilen sanat ve edebiyata ilişkin materyalleri de görmek mümkün. 
İslami kültürün ticaret ile gelişmesinin onlarca farklı obje ile anlatıldığı sergide dönem içerisinde akıl ve ruh sağlığı hastalıklarının iyileştirilmesinde kullanılan müzikli tedaviye ilişkin bilgiler de mevcut.
'Altın Çağ’da Bilim Sergisi’nde ‘Kâşifler Alanı’nın yanı sıra binlerce obje ve materyalden oluşan Beyt’ül Hikme, optik, mekanik, suyun gücü, tıp, matematik ve mimari, astronomi ve uçuş alanlarından oluşan sekiz farklı kategori var.
Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi’nde izlenime sunulan sergi, Pazartesi günleri hariç, her gün 08:00 - 18:00 saatleri arasında ziyaret edilebilir.