27 Ocak 2020 Pazartesi

Enver Aysever ile Yazı Akademisi

AKADEMİ DERS 1 - 22 Kasım 2019 (Saat 00:10)
"Enver Aysever ile Yazı Akademisi" buluşmasının ilk gecesinin ardından eve gelir gelmez hemen bir şeyler yazmak istedim.
Yaklaşık bir buçuk saatlik sohbette Enver Aysever konuşurken "Ben de böyle düşünüyorum!", "Bak bunu hiç bilmiyormuşum!", "Evet ben de yazarlığı böyle anlıyorum!", "Ah neden Aysever'in bahsettiği bu yazarları hiç okumadım?", "Evet, benim de okumaktan anladığım bu!" alt yazıları geçti zihnimden.
Kâh utandım bilgisizliğimden, kâh bildiklerime sevindim.

Her şeyi bilenler yazar olabilseydi bütün profesörler yazar olurdu dediğinde içime su serpildi biraz. 
Tıpkı her anı kaydeden MOBESE'lerin kayıtlarının en iyi filmler olmayacağı gibi, her şeyi bilenler de iyi yazarlar olamazlardı. Çok yazmakla da yazar olunmazdı, çok okumakla da. Yazmamakla hele hiç olunmazdı. En azından yola çıkmak ve yazmaya başlamak lâzımdı.

Benim, "Yazmak, yazmadan duramamaktır." sözüm vardır sıkça kullandığım.
Enver Aysever sohbet esnasında bu sözü başka bir ismin zikrettiğini söyleyince "Ama ben o kişiyi tanımıyorum, bu sözü onun söylediğini bilmiyorum, bu sözü ben söyledim, ben düşündüm!" çığlığı doldu içime. Bunu pek çok kez yaşamıştım. Bu gece de onlardan biriydi yine.
Birçok insan farklı çağlarda ve farklı coğrafyalarda birbirlerinden haberi olmaksızın aynı sözleri edebilirlerdi demek ki böyle. Aynı biçimde düşünüp benzer cümleler ile aynı tespitleri yapabilirlerdi.
Herhangi güncel bir olay üzerine yazı yazacaksam konuyla ilgili yazılmış yazıları özellikle okumam. Okumam ki düşüncelerim özgürce yazıya dönüşsün...

Benim için yazarlık neydi?
Herhangi bir etkinlikten eve heyecan içinde dönüp klavyenin başına geçmek ve öğrendiklerimi bir an önce yazıya dökerken saatlerin nasıl aktığını fark etmemek, belki 1, belki de 10 yıl sonra yazılacak bir yazıda kullanılabilir düşüncesiyle hayatın her anını istem dışı kaydetmek, uykuda dahi anlamsız ve bağlantısız cümleler okumak, yazı ile uyanmak, izlediğim bir filmin ya da okuyup bitirdiğim bir kitabın ardından içime dolan, içimden çıkıp başımın üzerinde dolanan tüm düşünceleri elma toplar gibi toplayıp yazıya aktarmadan uyuyamamak, dünyayı anlatılacak bir malzeme olarak görmek ve her anı resmetmeye çalışmaktı benim için yazarlık. 
Yazmak, yazıyla hemhal olmak, yazdığım konunun en rahat biçimde okunabilir hale gelmesi için yazdıklarımı sesli okumak ve dilime dolanan, yazının ahengini bozan sözcüğü atıp yerine eş anlamlı bir diğerini bulmak büyük bir hazdı. Ünlemler heyecanlı, soru işaretleri meraklıydı. Noktalar bitiş, virgüller ara verişti. Lakin virgülleri tavuklara mısır atar gibi yazıya gelişigüzel ve bolca savurmamalıydı. 
Ses ile okuma yazısı ile göz ile okuma yazısı aynı değildi. Bunu iyi bilmeliydi.

Yazar oldum ben!
Yazar olayım diye çabalamamıştım hiç. Bir şeyler yazıp da yayınlanır mı, okunur mu diye hiç düşünmemiştim. Yazarak anlatmak benim için en kolay, en rahat iletişim biçimiydi sadece. 
Beynimden geçenler parmaklarımdan klavyeye çok kolay akıyor, oradan da ekrana yansıyordu. Sözcükler beynimde zıp zıp zıplıyor, oradan oraya fır dönüyorlardı.

Tesadüfler silsilesi sonucunda, "Bizim için yazar mısınız?" dediklerinde hiç reddetmedim ve başladım yazmaya. Sonrası ciddiyet ve aşkla geldi. 
Sanki hep yazıyordum.
Aslında hep yazıyordum...

Sadece yeteneğime güvenmedim yazarken; disiplinle, merakla, saygıyla ve çalışmayla parlattım yeteneğimi. 
Hasat edilmiş ayçiçeği tarlalarının önünden geçerken, tarlada tek başına kalmış bir ayçiçeğine de yazdım yazımı, üç gün süren bir sempozyumu da anlattım uzun uzun.
Yarım sayfalık bir yazıda da yıllarım vardı, üç sayfalık bir yazıda da. 
Tüm yazılarım The Times'a yazılıyordu...

İlk yazılarımda biraz tedirgin olsam da hemen attım o tedirginliği üzerimden. Eğer ki yazıya tüm benliğinin kapılarını açmayacaksan yazmaya çalışmayacaksın dedim kendime. 
İlk yazılarım denemelerimdi. Kendimle yüzleştiğim, kendime söylendiğim, kendimi anladığım, kendime anlattığım, kendimi dinlediğim yazılardı. (Ki şimdi onlar bir kitap haline geliyor.) 
Birkaç sene sonra deneme yazıları yazmaz oldum. Temizlenmiş miydim, yoksa artık kendimi yaptığım iş ile anlatma derdinde miydim?
Mantık, sorgulama, detaylandırma, araştırma, öğrenme, yazdığım konuyla ilgili fıkra, anektod, mesel, kendimle yaptığım konuşmalar yazılarımın vazgeçilmezi oldular.
Ne kadar çok şey biriktirdiğime ben kendim bile şaşar oldum.
Demek ki her şey bugünleri işaret ediyormuş da haberim yokmuş.

Yazılarım kim bilir nerelerde okunuyordu, kim bilir hangi zaman dilimlerinde okunacaktı?
Ben bile 3 yıl önce yazdığım yazıda 3 yıl önceki Canan'ı görüyordum. Yazılarımda genç kalıyordum. Çocuklarım ve torunlarım gün gelecek benimle aynı yaşta olacak, sonra yaşlanacaklardı. Ben hep orada durup, yazdığım zamandan seslenecektim okura. 
"Yazılarım sohbetimdir, yazılarımı okuyunuz." derim benimle sohbet etmek isteyenlere.
Tolstoy'un, Zweig'ın, Hemingway'in ve tüm yazarların kitaplarının kapağını kaldırır kaldırmaz bana anlatmaya başladığı gibi, ben de yazıda anlatır dururum hep. Okumaktan sıkıldıklarında susarım, yazıyı açtıklarında tekrar anlatmaya başlarım. 
Bir Küçücük Kitapçık, İçi Dolu Her Şeycik...

Enver Aysever ile Yazı Akademisi'nin ilk buluşmasında Aysever bir buçuk saat konuştu, ben de eve geldiğimden bu yana, içimde Aysever'in sesi ile kendi iç sesim ahenkle dans ederken, yaklaşık iki saattir bu yazıyı yazıyorum.
Yazmak nedir derseniz, yazmak işte böyle bir şeydir.
Minik bir kıvılcımdan bir yangın yaratmaktır. Delilik halidir. Soyunma halidir. Boşalma halidir. Patlama halidir.
Tüm bu hallerin ardından bir daha yazamam der insan.
Ta ki minik bir kıvılcıma dek.
Baraj kapakları açılmış gibi bir anda şar diye akar gider içindekiler.
Yine, tekrar yazamam dersin.
Ve yine aynı döngü tekrarlanır.
Anlarsın ki, içinde bitmeyen sonsuz bir kaynak var.
Sonra o kaynağı bırakırsın bazen dolsun, bazen taşsın. Canı nasıl istiyorsa öyle davransın.

Yazı ve Para
Yazılarımı para kazanmak için yazmadım hiç ama yazılarım para kazansın istedim hep. Arkeolojik Eserlerin Korunması ve Yaşatılmasının konu alındığı SARAT Projesi kapsamında gazetecilere verilen "Gazetecilik ve Arkeoloji" başlıklı eğitime katıldım. Eğitimin ardından yazdığım yazım saratprojesi.com/tr sitesinde yayımlandı ve buna mukabil bana cüz'i bir miktar ödeme yaptılar. Yazılarımın kazandığı ilk ve tek paraydı.

Neyse;
İlk güne noktayı koyuyorum artık.
İkinci günde görüşmek üzere, iyi geceler... (Saat 02:03)
* İkinci güne erişene kadar geceleri uykumda neler neler geldi aklıma ama o an kaydetmediğim için sabah olunca pek çoğunu unuttum. 
AKADEMİ DERS 2 / 29 Kasım 2019 
Bu buluşmada dört ana başlığımız vardı.
* Yavaşlık
* Yalnızlık
* Kurgu
* Disiplin
* Benim için yavaşlık, koşa koşa tüketmek yerine ânın hazzını yaşayarak yol almak, yavaşlığın zevkine varmak, coşkuyu kaybetmemek ama coşkunun telâşeli akışına kapılmamak, yazdığım yazıda ortaya çıkabilecek soruları cevaplayıp yazıyı mantık çerçevesinin dışına taşırmamak, yazı yazmaya oturduğumda kendimi yazının kollarına teslim edip zaman ve süre kavramlarından tamamen sıyrılmak . Masa başında oturduğum zamana teslimiyet, sözcükler arasında raks ederken her sözcüğe bir kavalyeymiş gibi davranış, ekranda beliren dünyayı anlatmaya doyamayış. 

* Yalnızlık ise, karşımda bangır bangır çalan televizyon, telefonda akan Whatsapp mesajları ile sosyal medya bildirimleri arasında hiçbirisini duymadan, hiçbirisine bakmadan klavyenin tuşları ve ekran ile bütünleşerek, en kalabalık bir ortamda dahi yalnızlaşabilmek.
Yani, kendi başınalaşabilmek.
Hani "Kendi Başınalığın Gücü" yazımda anlattığım gibi.
Okuyucu beğenir mi, sever mi, sevmez mi, ne düşünür diye düşünmeden yazmak. Yazıya odaklanmak, o anda yazılan yazıyla ilgili yıllardır zihne atılan ne varsa hepsinin çıkışı için tüm kapıları ardına kadar açmak, yıllardır salıverilmeyi bekleyen tutsak anıları serbest bırakmak. Koşa koşa aydınlığa kavuşan bu anıları yerli yerine oturtmak. Sonra gelsin huzur...

* Kurgu konusunda ne kadar iyiyim bilmiyorum. Ortaokul çağlarımdan bu yana kurgu bir şeyler yazmadım. Ki o dönemlerde oyunlaştırdığım öyküler dahi vardı. Diyaloglar, davranışlar, perde vs, hepsi tiyatroda oynamamdan kaynaklı gelişmişti. Sayfalar süren "rüya" anlatımımda ise ne mantık vardı ne bir şey. Tamamen mantıksız, tamamen uydurma, daldan dala, tutarsız ve uzun bir yazıydı hatırlıyorum. (Hâlâ saklıyorum o defteri.) Rüyaydı işte, pek çok rüya gibi anlamsızdı. 
Kurmaca bir şeyler yazdınız mı dedi Enver Aysever, kimseden ses çıkmadı. Oysa yazmalıydık.
Kurmaca yazarı olmadığım için benim 1. günün sonrasında yazdığım köşe yazıları yazıdan sayılmıyordu.  


* Disiplin denilince, işte orada duracaksın. Disiplin benim işim. Yıllardır hiçbir patronu olmamasına, hiçbir yere yazı yetiştirmeye çalışmamasına, hiç kimseyle alış-verişi olmamasına rağmen yaptığı işi bu kadar ciddiye alan çok az insan vardır. Beni iteleyen ne para ne de zorunluluklar var, ancak kendi içimdeki patron çok acımasız. Beni hiç rahat bırakmıyor. Bazen gece yarısı uyandırıp yazı yazdırıyor bana, bazen sabahlara kadar uyutmuyor. Hakkını yemeyeyim, bazen de günlerce kılıma dokunmuyor, beni dinlendiriyor.
Nasıl yazarsam okurlar, ne yazarsam okurlar, imlâ olsa da olur olmasa da, yazdık işte, amaan beğenmeyen okumasın, yarın yazarız, olmadı yazmayız gibi cümleler yok bu yazarın lügatında. 
Okunmaya değer ve rahat okunur, bilgiçlik taslamayan ama bilgi sunan, konu ne kadar acı olursa olsun yazıdan haz alınan, imlâ ve noktalama işaretlerinde hatayı affetmeyen bir yazar bu yazar.
Kendi öz disiplini ile kendini eğitmiş ve terbiye etmiş bir yazar...

Kitap bitince ne olur?
Önce yazıyı bitirmek zordur. Hep bir eksik vardır. Bitmek bilmez sonsuz bir yolculuktur sanki. Ne zaman biter bilemezsin. Murathan Mungan der ki, "Yazı sana bittiğini söyler!" Evet, "Hah, şimdi oldu!" der ve o son noktayı koyarsın. O ana dek hep bir şeyler eksiktir. Yazıyı uzatmak değildir niyet, niyet yazıyı tamamlamaktır. 
Kitap bitince hedefe varılmış ve yolculuk bitmiş, "Eee nolacak şimdi?" durumuna geçilmiş oluyor diyor Enver Aysever. 
Buraya ne için geldiniz diyor? Beni okudunuz mu, benim edebiyatımı biliyor musunuz diye soruyor. Yoksa sosyal medya görünürlüğüm mü sizi buraya getiren diyor? Tek tük okuyan çıkıyor arada. Birisi de benim. "Bu kitap o kız okusun diye yazıldı" kitabını almış ve okumuştum ama kitabı şu anda zerre kadar hatırlamıyordum.
Benim bu çalışmaya katılmadaki amacım edebiyat üzerine Enver Aysever'in söyleyeceklerini dinlemek. Yılardır izlediğim kadarıyla kendisinin bende bir karşılığı var çünkü. O yüzden edebiyat dünyasını onun yaklaşımı ile görmek beni eğitecektir. (Kitap kulübümüzde de kitap seçimlerini hep diğer arkadaşlarıma bıraktım. İstedim ki daha önce tanımadığım yazarların kitapları ile tanışayım, bilmediğim dünyalara karışayım. Seçilen her kitabı okuyup bitirince ne kadar doğru karar verdiğimi gördüm.)
Aysever sayesinde bilmediğim isimler, okumadığım yazarlar öğreniyorum.
Onun anlatımlarında çok zaman kendimi buluyorum. Yazar kumaşı nedir, onu yakından görüyorum.
O anlatırken o andaki konuyla ilgili bağlantılar düşüyor aklıma. Çok fazla sözünü kesmek istemesem de söylemeden durmuyorum. Çünkü akademi başladığında, "Aklınıza o anda geleni o anda söyleyin, benim susmamı beklemeyin, ben susmam." demişti. O yüzden söz istediğim her anda söz verip söylediklerimi değerlendirdi. Zaman zaman en çok ben mi konuşuyorum hissine kapılıp susmayı tercih ettiğim oldu, yeri gelmişken bunu da itiraf edeyim. 

"Yazarlar, bize söylediklerinden fazlasını kendilerine saklarlar"
ve,
"Roman türünün süprüntülerinin varlığı romana zarar vermez."
geceden bana kalan iki cümle oldu.
Bir gün roman yazar mıydım bilmiyorum. İyi edebiyatçı olmak için roman yazmak da gerekmiyordu ayrıca. İçinden roman yazmak gelmiyorsa kendini yazmaya zorlamanın bir anlamı yoktu. Roman sadece romantik duyguların anlatılması değil, çok ciddi bir akıl oyunları işiydi. İş'ti. Başından sonuna hesap edilmesi, sonra da tüm iskeletin etlendirilmesi, sinirlendirilmesi, yağlandırılması, yaşayan bir bedene döndürülmesi gerekirdi.
Nasıl ki bir binayı yaparken tüm sistem bir arada düşünülüyor, elektrik ya da su sistemi bina bittikten sonra döşenmeye çalışılmıyorsa, roman da tüm detayları önceden hazırlanarak yazılmalıydı. Tüm bu aklın içine kolay okunma ve okunanın anlaşılması hüneri katılmalıydı. O duygular karşı tarafa geçmeyecekse, o tasvirlerin okuyanın önünde canlanmayacaksa roman dediğin süprüntüden öte gitmezdi. Süprüntü olarak kalan bir roman , roman türüne zarar vermez, kendi kendisini maziye gömerdi.

Enver Aysever ile Yazı Akademisi'ne katılmaktan memnunum. Üçüncü hafta bizi neler bekliyor diye heyecanlıyım da.
(Bu yazıyı 1 Aralık gecesi yaklaşık yarım saatte yazdım.)


AKADEMİ DERS 3 / 6 Aralık 2019
Enver Aysever'in yoğun programı nedeniyle son iki cuma 15 gün ötelenerek yapıldı.
Özellikle de son derste Aysever bizi dinledi ve sonrasında da bizden birer yazı istedi.
****
Ben kendisine 20 Aralık 2019 tarihinde yazdığım KAPI öyküsünü yolladım.
"Cümleler doğru, kapı fikri güzel... Ama... Keşke sadece tıkırtılar kalsaydı. Keşke bize bıraksaydınız onları düşünmeyi. Yazmaya devam." yorumu geldi kendisinden.
Yorumunu değerlendireceğimi söyleyerek teşekkür ettim kendisine.

25 Ocak 2020 Cumartesi

Süphaneke dinimiz amin!

Dua etmeyi ve Allah adını ağzından düşürmemeyi inanç olarak gören insanlar 'dua'nın ne olduğunu anlamaz ya ona yanarım.
Yaptığı işi dua ile, yani her şeyi doğru yaparak, aşk ile yapmak yerine çala çırpa yapar, üzerine ellerini açıp bakara-makara iki dua sallar, tutarsa tutar, tutmazsa Takdir-i İlahi der geçer.

Her şeyi Allah'a havale eder.
Allah korusun derken, ben koruyamam der.
Allah sabır versin derken, ben senin için bir şey yapamam der.
Allah emanet derken, kendi elinden gelen bir şey olmadığını söyler.

Bunu her işini sağlam yapıp, yani eşeğini sağlam kazığa bağlayıp söylese amenna. Yalapşap yaptığı her işte Allah'tan yardım isteme gibi bir aymazlık içinde olunca da olanları görüyoruz.

Elazığ depreminde yıkılan evleri görüyoruz mesela.
Yanındaki ev sapasağlam duruyorken kendi evinin un ufak olmasını nasıl açıklar insan?
Sağ kaldıysa tabi, insan bir sorar neden o ayakta kaldı da ben yerle bir oldum diye değil mi?
Nedenini söyleyelim hemen; büyük ihtimal uyulması gereken hiçbir kurala uyulmadığından moloza döndü o cânım ev.
Demirden çal, çimentodan çal, projeden çal, çal çal çal çal, her şeyden çal. Deprem için toplanan vergilerin ve yardım paralarının nereye gittiğini sorma, sonra da otur dua et Allah'ım beni koru diye.
Oldu canım!
Allah senin doğru ya da yanlış yaptığı her işte.
Doğru yaparsan da yaptığın iş seninle, yanlış yaparsan da seninle.

Vatandaş işin doğrusunu yanlışını bilemez her zaman. Cebinden çıkacak parayı hesaplayıp işin ucuzuna kaçabilir. Bunu belli bir standarda oturtmak ve kanunu nizamı uygulamak devlet kurumlarının işi. 
Göz kapatıp avanta alınca, üzerine de dua edince olmuyor.
Dua tek başına yetmiyor.
Duayı başından edeceksin.
Senin duan dürüstlüğün ve doğruluğun olacak.
Üzerine yine el açıp şefaat dile. Geri çevrilmezsin.
****
6 Ekim 2019 tarihinde Prof.Dr. Naci Görür Elazığ ve çevresini vuran depremi nokta atışıyla işaret etmiş. Soralım bir, bu işarete kim kulak verdi kim vermedi?
Tabi ki kimse vermemiş ki hâl meydanda...

Bilimin sesine kulak verin. Doğruları işinize geldiği gibi eğip bükmeyin. 
Kendinize saray yaparken gösterdiğiniz özeni bu ülkenin her ferdi için gösterin. 

"Yaşadığın coğrafyayı bilecek, onu anlayacaksın. Dünya bu, her zaman sallanacak. Japonlar yapmışsa sen de yapacaksın. Dünya sallanacak ama sen yıkılmayacaksın." demiyor muyuz hep.
Deprem öldürmez bina öldürür sözünü unutmayacaksın.
Yapılan binalar un ufak oluyorsa, insanlar içinde ezim ezim eziliyorsa bu iş yanlıştır.
Binaların nereye ve nasıl yapıldığına bakacaksın. 
Ama buna yıkıldıktan sonra değil, yıkılmadan önce bakacaksın.

Bakmadığın zaman hepimiz böyle kahır kahır kahroluyoruz.
Sıranın ne zaman bize geleceğini, kara kaplıda ne zaman adımız okunacağını bekliyoruz.
Boynu bükük kullar olarak aklımızı kullanmak yerine kurbanlık koyunlar gibi bekleşiyoruz. 
Gidenlerin ardından televizyonlardan salâ verip işimizi bitiriyoruz.
Sonra yine kaldığımız yerden devam.

Üç Kulhuvallah bir Elham. Üzerine Yasin, Tebareke, Amme.
Fırat'ın o meşhur sözündeki gibi, "Süphaneke dinimiz amin!"
Ya Rabbi çok şükür!

25 Ocak 2020 / C.E.Y.

24 Ocak 2020 Cuma

Zam-bak Zum-bak!

2016 yılında Fox Tv'de Çifte Saadet diye bir dizi yayına girmiş, zannedersem 11 bölüm sonra da kaldırılmıştı.
Dizide 12 yıl önce geçirdiği trafik kazasında hafızasını kaybeden, 12 yıl boyu nerede olduğu bilinmeyen ve 12 yıl sonra hafızası yerine gelerek evine dönen bir kadın ile geride bıraktığı ailesinde yaşananlar anlatılıyordu.
Geride kalan kocası, çocuğu ve annesi yaşamaya devam ediyordu.
Lakin bir farkla...
Kaybolan kadının kocası evlenmiş ve evlendiği kadın kaybolan kadının hem çocuklarına hem de annesine bakıyordu.
Çalışkan, aydın, disiplinli, merhametli, özverili ve akıllı bir kadındı yeni anne.
12 yıl sonra çıkıp gelen kadın ise deli dolu, disiplinsiz, düzeysiz, boş vermiş ve vur patlasın çal oynasın tadında bir profil sergiliyordu.
Herk iki profili de kendi karakterleriyle kabul ettim önce. 
Kadınlara ayrı üzüldüm, arada kalan kocaya ayrı, çocuklara ayrı.

Ve fakat dizide ailenin her türlü yükünü yüklenmiş, çocukları kültürel yönden zenginleştirmeye çalışan, aile bireylerinin yediklerine içtiklerine ve uyku saatlerine dikkat eden kadın profili "elit" kisvesi altında sürekli yerden yere vuruluyor, boş vermiş kadın profili "doğal" ve "dobra" kisvesi altında sürekli yüceltiliyordu.
Önce eğlenceli ve ilginç bulduğum dizide bu ince ayarı fark ettiğim anda bir anda dizinin içeriğine bakışım değişti. 
Gizli gizli mi dersiniz artık, aleni mi dersiniz bilmem ama verilmek istenen "mesaj" gayet incelikle veriliyordu.
Bilgiyle alay etmeler, kültürle dalga geçmeler, disiplini delmeler, kendisine gösterilen anlayışı görmezden gelmeler ve devamında pek çok entrika, oyun ve düzen çevirmeler hep yeni gelen "doğal ve dobra" kadın tarafından itinayla hayata geçiriliyordu.
İzleyiciler ellerindeki çayı yudumlarken "doğal ve dobra" kadına hak veriyor ve "elit" kadını yerin dibine gömüyorlardı ihtimal.
Anlamadığını sevmez ya insan, öyle işte...
****
Şimdilerde ortaya çıkan, MEB'in 2017 yılında yaptığı da bundan pek farklı görünmedi gözüme.
Bu da aynı politikanın bir başka şekliydi sanki.
Başörtülü anne sevecen, başı açık anne sinirli resmedilmişti aşağıdaki resimde görüldüğü üzere.
MEB, hizmet içi eğitim kapsamında açılan, "Psikososyal Destek Programı Uygulayıcı Eğitimler" hazırlarken, öğrencilere yaşadıkları travmalar konusunda destek olacak rehber öğretmenler için bir de kılavuz kitap hazırlanmıştı.
Kitabın, "Cinsel İstismar" başlığı altında olumlu ve olumsuz davranışlara örnek olacak resimler çizildi. Küçük çocuğu muayene eden türbanlı bir doktora ilişkin resimde, çocuk ve ailesinin mutlu şekilde yansıtıldığı görüldü. Kitapta, "Doğrular ve Yanlışlar" etkinliği altında da çocuğunu öpen, şefkatle sarılan anne görselindeki anne, türbanlı şekilde yansıtıldı.

Bir başka resimde ise çocuğu öpmeye çalışan başı açık kadın ve hoşnut olmayan çocuk anlatıldı. Bu resmin hemen altına ise çocuğunun başını okşayan türbanlı bir anne çizimi yerleştirildi.
(Bu ne kadar yanlışsa, tersi de yanlış olurdu.)
Sair görsellerde böyle bir nitelendirme ve yönlendirme yoktu.
Sayfalar arasına yerleştirilen 1-2 görselin gereken etkiyi göstermesi için diğerlerinin gayet sıradan ve gayet normal olması gerekliydi zaten.
Çaktırmadan yani...

Bakanlık bu çizimlerle ilgili "algı operasyonu" yapıldığını savundu, bir yandan da soruşturma başlatıldığını açıkladı.
İşte MEB'in açıklaması:
"Rehberlik öğretmenlerine hizmet içi eğitimler kapsamında sunulan eğitici eğitimi programı kitabında yer alan görsellerle ilgili medyaya yansıyan haberler hakkında aşağıdaki açıklamanın yapılmasına gerek duyulmuştur.
Hizmet içi eğitimler için 2017 yılında hazırlanan “Psikososyal Önleyici Destek Programı” kitabı söz konusu haberin manşet bölümünde iddia edildiği gibi öğrencilere yönelik değil, rehberlik öğretmenlerinin mesleki gelişimine kaynak olarak sunulmuştur.
Söz konusu haberde, kitapta yer alan 150'nin üzerindeki görsel içerisinden yalnızca 4 görsel bir araya getirilerek bütünü yansıtmayan maksatlı bir algı oluşturulmak istendiği görülmektedir.
Hazırlanan kitap içeriğinde söz konusu haberde iddia edildiği gibi bir algının oluşup oluşmadığının araştırılması için ön değerlendirme ve inceleme çalışmaları başlatılmıştır.
Kamuoyunun bilgisine saygıyla duyurulur."

MEB'in kitabına tepki gösteren Eğitim İş Sendikası Yönetim Kurulu Üyesi Şükrü Balun; "Yaşananlar kindar ve dindar nesil yetiştirme projesinin bir parçası olarak değerlendirilmeli. İnanç ekseninde toplumsal ayrıştırma ön plana çıkarılarak algı yaratma amaçlı bir örnekle karşı karşıyayız. Birçok ders kitabında dinsel figürleri ve objeleri ön plana çıkaran MEB'in, şiddet ve cinsel istismar gibi önemli konularda aynı yolu seçmesi bilimselliğe de aykırıdır. Başı kapalılar iyi kadın, başı açıklar kötü kadın algısı yaratılmıştır. Adım adım toplumsal dönüşüm gerçekleştirilmeye çalışılıyor." diyor.

Haksız mı?
Öğrenci değil seçmen yetiştiriyoruz demiyorlar mıydı o koca koca kocaman kafalar?
O kafa hâlâ aynı yolda ve üstelik delice bir hızla ilerlemiyor mu?
Minicik çocuklara korkutarak dinî eğitim verilmiyor mu?
Okullarda "Değerler Eğitimi" adı altında verilen eğitimler ile toplum mühendisliği yapılmıyor mu? 
Saçımızı başımızı yolduran aile ilişkilerinin sergilendiği televizyon programları ile pespayelik genele yayılmıyor mu?
Konuşmaların yarısının 'bip'lendiği programlar ulusal kanallar vasıtası ile her eve, her odaya girmiyor mu?
Muhakeme yeteneği sıfırlanan insanlar ağızları açık halde bu programları izleyip bunlardan zevklenmiyor mu?
Bir yandan da hazırlanan kamu spotları ile itaatkâr ve kocasına hizmette kusur etmeyen "melek eş" profili pompalanmıyor mu?
Onlar bunu pompalarken yarattıkları yeni kitle görmemişlikleri ile Instagram'ın, TikTok'un tozunu attırmıyor mu?
Siyaset üstü olması gereken çevre, kadın, çocuk, taciz, tecavüz, istismar, şiddet, ahlâk, deprem konuları siyasi malzeme yapılmıyor mu?

Sonuç ne oluyor derseniz;
Sokağa çıkıp şöyle bir dolaşın, bu dediklerimin etkisini burnunuzun dibinde hissedeceksiniz. 
Çürümüşlüğün kokusu genzinizi yakacak. 
Kusmak isteyeceksiniz, kusamayacaksınız.
Koşa koşa kendinize kaçıp, kendinizi kendi küçük dünyanıza hapsedeceksiniz...

Evrim teorisini reddederler bir de; 
Alın size teori, alın size evrim.
Evire çevire evriliyoruz böyle.
İnanmazsanız dönün bir bakın 10 sene, 20 sene, 30 sene öncesine...

24 Ocak 2020 / C.E.Y.

Dizi dizi diziler / 7 Ocak 2011
Şimdi reklamlar / 24 Mayıs 2011
Zam-bak Zum-bak! / 24 Ocak 2020

13 Ocak 2020 Pazartesi

Bla Bla Bla Bla!

Ülkemiz, halkının siyasetle en çok uğraştığı, siyaseti hayatın her alanında konuştuğu ülkeler sıralamasında epey üst sıralardaymış. 
İletişim Uzmanı Didem Büyüktaş, yaptığı araştırmalar neticesinde dünyadaki hiçbir ülkede Türkiye’deki gibi sosyal medya üzerinden siyaset konuşulmadığını belirterek, "Bugün bizim sosyal medyamızda siyaset çok önde ve dünyada bizim kadar önde değil bu kavram. Siyaset bizim toplumuzda kahveden taksiye, otobüsten dolmuşa her yerde konuşulduğu için sosyal medyada da en çok konuşulan konu siyaset. Açıkçası siyasette gündem belirleyicilerimiz ve siyasette algı yönetenler sosyal medyayı çok ciddi anlamda provake edebilir, yönlendirebilir veya bugünkü tartışma ortamlarını oluşturabilirler. Siz bir kişiye konuştuğunuz zannederken onun listesinde 5 bin kişi varsa, siz aynı anda 5 bin kişiye konuşuyorsunuz. Doğal olarak o 5 bin kişiden de tepki alabiliyorsunuz. Siz bugün siyaseten arkadaşınıza bir çift laf ediyorsunuz, arkasından başka kanallardan 30 tane laf duyuyorsunuz. Ve hiç tanımadığınız insanlardan." demiş.
2017 yılında verilen bu röportajın üzerinden yaklaşık 3 yıl geçtikten sonra bugün geldiğimiz durumda bir değişiklik yok. Hatta sosyal medyada ya da sair yerlerde siyaset ve gündem konuşulmuyorsa "konuşulmuş" sayılmıyor. 

Herkes her şeyi biliyor. 
Herkes her şeyi diğerlerinden daha fazla biliyor. 
Herkes bir anda sevinip herkes bir anda üzülüyor. Bir diğeri kendisiyle aynı anda sevinip üzülmüyorsa hemen suçlayıcı bir pozisyon alınıyor.
Sevinçlerle üzüntülerde de birlik olunmuyor. Birinin çok üzüldüğüne birisi çok sevinebiliyor mesela.
"Oh olsun!" nidasının ardından kurulan cümleleri okumaya insanın canı yetmiyor.

Sosyal medya böyle de dışarısı farklı mı sanki?
Televizyon zaten birkaç kişinin tekelinde, kaldır kondur aynı muhabbetleri yapıp iç bayıltıyorlar.
Ev buluşmalarında, arkadaş sohbetlerinde ve kahve muhabbetlerinde de gündem hep siyaset.
"Bizimkiler iyi, sizinkiler kötü!" cümlesinin dışına çıkamayan bir siyaset üstelik.
En acısı da, siyaset üstü olması gereken, kadın cinayetleri, kadına ve çocuğa şiddet, çevre gibi konular siyasete kurban veriliyor. 
Kimse 'ne yapıyorum' diye kendisine sormuyor...

Oysa halkın sürekli siyaset konuşması gerekmez.
Onlar seçtikleri kişileri meclise gönderirler, başlarına bir de başkan seçerler, onlar da kendilerine verilmiş görevi görev süreleri bitene kadar ifa ederler, eğer halk gidişattan memnunsa bir dönem daha seçilirler, yok değillerse bir diğeri geçirilir işin başına.
Sonra da herkes kendi işine döner.
Devlet başkanı devlet işlerini halk için, insanlar da bireysel işlerini toplum için en iyi şekilde yapmaya çalışırlar.
Devlet işi memuriyettir. Mesai gerektirir. Karşılığında da memura "halktan toplanan vergilerden elde edilen paradan" maaş verilir.
En alt makamdan en üst makama sistem böyle çalışır.
Makam yetkidir, yetki kendine kullanılmamalıdır.
Kendine kullanılacak olan kısım "maaş"tır.

Eğer ki seçilen kişi kendisini seçen ve maaşını ödeyen halka "yamuk" yapmaya başlarsa, insanlar arasındaki makas her geçen gün daha açılırsa ve eşitsizlikler insanları canından bezdirecek hale gelirse halk kendi içinde fısıldaşmaya başlar önce.
Fısıldaşmalar uğultuya, uğultu da gürültüye döner.
Fısıltılara kulak vermek yerine fısıldaşanları kulağından tutup içeri atınca fısıltıları susturdum zanneder halka "yamuk" yapan akıl.
Nasıl bir akılsa, kendi gidişatını düzeltmek yerine susturmayı tercih eder.

Sade bir vatandaş olarak ben bu kadar siyaset konuşmak istemiyorum mesela.
Ben kendi çapımda kendi hayatıma sahip çıkayım, kendi işimde gücümde olayım, çoluğuma çocuğuma bakayım, çevremi temiz tutayım, öğreneyim, öğreteyim, sanatla ve edebiyatla besleneyim, kısacası, insanca yaşayayım istiyorum. 
Ülkemi idare etmek için seçtiklerimin ya da seçmediklerimin kararları benim ve ülkem için faydalıdır diye düşünmek istiyorum. 
Bu güven ile ülke işlerini yöneticilere bırakmak istiyorum.
Ancak bırakamıyorum...

Peki neden bırakamıyorum?
"Bir ülkede edebiyat ve sanattan çok siyaset konuşuluyorsa o ülke üçüncü sınıf bir ülkedir." der Nietzsche.

Ülke iyi idare edilmiyor, yöneticiler işlerini iyi yapmıyor, insanlar insanlık dışı koşullarda yaşıyor, hem maddi hem manevi olarak sanatla ve edebiyatla ilgilenmeye sıra gelmiyor demektir bu.
Birinci sınıf yollarımız, birinci sınıf arabalarımız, birinci sınıf evlerimiz, birinci sınıf saraylarımız olması ile birinci sınıf ülke olamıyoruz demektir.
Birinci sınıf evlerde birkaç kişi oturup, birinci sınıf arabaları birkaç kişi kullanıp, birinci sınıf otoyollardan birkaç kişi geçiyorsa makas çoktan açılmış demektir.
Huzur ve refah genele yayılmadıysa, insanlar gelecekten ümidi kesmiş ya kendi canlarına ya da ailelerinin kıyabiliyorlarsa, geleceğin teminatı gençler-öğrenciler yemek parası için sokaklara dökülüyorsa, ilişkiler rayına oturmamış, toplumsal cinsiyet bilinci gelişmemişse, sevgi dili yerine durmaksızın sivri bir nefret dili kullanılıyorsa, iktidardakilerin yaptığı her işten şüphe duyuluyor ya da kayıtsız şartsız güven duyuluyorsa, konuşması gerekenler konuşmuyor, susması gerekenler susmuyorsa, birinci sınıf bir hayat yaşamıyoruz demektir.

O zaman da televizyondan radyoya, kahvehaneden sosyal medyaya, kadın günlerinden okul sıralarına,
Bla Bla Bla Bla...
Da,
What fayda!

3 Ocak 2020 Cuma

Dorian Gray'in Portresi

Dorian Gray'in Portresi / Oscar Wilde
Türler: Gotik Kurgu, Felsefi Kurgu
Uyarlamalar: Dorian Gray (2009), Dorian Gray'in Portresi (1945),
Karakterler: Dorian Gray, Lord Henry Wotton, Basil Hallward, Sybil Vane, James Vane, Victoria, Alan Campbell
Dorian Gray'in Portresi, Oscar Wilde'ın 1891 yılında yayımlanan felsefi romanı. Kendisi yerine tuvaldeki portresinin yaşlanması dileyen ve bu dileği gerçekleşince yoldan çıkıp yozlaşan haz ve güzellik tutkunu yakışıklı bir adamı konu alıyor.

16 Ekim 1854 tarihinde, Dublin’de, entelektüel bir anne babanın ikinci çocuğu olarak dünyaya gelir. Üç sene eğitim gördüğü Trinity’de Berkeley altın madalyası kazanır. Daha sonra Oxford Üniversitesi Magdalen Koleji’nde eğitim görmeye başlar ve burada da geleceğe dair önemli sinyaller vermeye devam eder. Buradan 1878’de mezun olur ve doğduğu şehir olan Dublin’e döner.
Döndükten sonra çeşitli nedenlerle Dublin’den kalıcı olarak ayrılan Wilde, Paris ve Londra gibi Avrupa’nın önemli şehirlerinde bulunur. 1884 senesinde Londra’da bir evlilik yapan Oscar Wilde, iki de çocuk sahibi olur. Bu sıralarda Oscar Wilde bir dizi eşcinsel ilişki yaşıyordur. Bunların en uzun ve belirgin olanı ise Alfred Douglas’tır. Çift yaklaşık dört senelik bir ilişki yaşar. Fakat daha sonra, Douglas’ın babasının açtığı bir dava sonucu Oscar iki sene hapis cezasına çarptırılır. Reading Zindanı’ndaki cezası bittiğinde “büyük aşkı” Lord Alfred Douglas’ın ihanetine uğramış, yaşlı ve yorgun bir adamdır. Fransa’ya yerleşip adını değiştirir ve beş parasız ölür. (46 yaşında kulak enfeksiyonunun neden olduğu beyin iltihabı yüzünden öldüğü yazıyor.)
Oscar Wilde'ın izini sürerken Cleveland Caddesi Skandalı ile karşılaştım.

Cleveland Street Skandalı, 1889'da, Londra'nın Cleveland Caddesi'ndeki eşcinsel bir erkek genelev polis tarafından keşfedildiğinde ortaya çıkar. Hükümet, aristokrat ve diğer önde gelen patronların isimlerini korumak için skandalı örtbas etmekle suçlanır.
19. yüzyıl sonrası İngiltere'de patlak veren politik skandal, ülkenin muhafazakarlığın doruk noktasında olduğu o dönemde, bir paradoks halinde eşcinsellik en ünlü yatılı okullarda, kolejlerde kol geziyor, genç erkekler sokaklarda bedenlerini satıyor, muhafazakar basın okulları hedef gösteriyor, erkek genelevleri gizli bir şekilde faaliyet gösteriyor, Oscar Wilde ise eşcinselliği heteroseksüellikten üstün gösteriyordu. İkiyüzlü basının haberleri üzerine bir çok öğrenci okuldan uzaklaştırılmış ya da atılmış, hafiyelerse sokaklarda eşcinsel avına çıkmışlardı. İşte böyle bir dönemde 1889'un temmuz ayında bir çocuğun cebinde yüklü miktarda para bulununca, polisler paranın izini sürerek Clevand sokağı No: 19'daki erkek genelevine ulaşır. Hafiyelerin evi bir süre gözetlemesinin ardından iki parlemento üyesinin, Lord Henry Arthur George Somerset'in ve daha da ilginci, kraliyet ailesinden Prince Albert Victor'a ulaşırlar.
Skandal bu kadar büyük bir boyuta ulaşınca olay örtbas edilir, evi işleten iki kişi de hafif cezalar alır. Bu olaydan bir kaç yıl sonra ise dönemin eşcinsel başbakanı Archibald Philip Primrose, Oscar Wilde'ı kurban ederek, kendini temize çıkarır. 
Aslında başı belaya girmeden önce Oscar Wilde, şair ve aristokrat dostlarını toplayarak bu tür "özel" randevuevlerine gidiyordu. Hatta gayrı resmi bir şekilde Teleny adlı tarihin ilk gay romanını yazmıştı. Ama romanı kendi adıyla yayınlamamıştı.
Alan Turing
Wilde'ın hayatı ve ölümü Alan Turing'in hayatını ve ölümünü anımsattı bana. Turing İngiliz matematikçi, bilgisayar bilimcisi, kriptolog ve bilgisayar biliminin kurucusu sayılır. O da eşcinseldir ve bu o zamanların İngiltere'sinde suçtur. Turing idam edilmemek için hormon iğneleri yapılmasını kabul eder ama bu uygulamalara dayanamaz ve intihar eder. 1912 doğumlu Turing 1954'te siyanürlü elmayı ısırarak ölür. (Apple) (Steve Jobs)

Çeviren Zeynep Nihal Yeğinobalı 
16 Kasım 1927 Manisa doğumlu, Arnavutköy Amerikan Kız Koleji (Robert Kolej) mezunu, New York Eyalet Üniversitesi'nde edebiyat öğrenimi görmüş. Sahte Amerikalı bir isim (Vincent Ewing) kullanarak Genç Kızlar (1950) ve Eflatun (1964) romanlarını yazmış. 1987'de Mazi Kalbimde Bir Yaradır, 1988'de Sitem, 1999'da biyografik roman Cumhuriyet Çocuğu eserleri kendi adı ile yayımlanmış. Allah ömür versin, kendisi hayatta.

DORIAN GRAY'İN PORTRESİ
Roman ilk kez Nisan 1891'de yayımlanır. İlk basıldığında ahlaksızlığı yücelttiği gerekçesiyle büyük tepki çeker. Oscar Wilde’ın bu romanı ilk kez bir edebiyat dergisi olan Lippincott’ta tefrika edilir ve yayınlandığı günden itibaren edebiyat eleştirmenleri tarafından yerden yere vurulur.
Eleştirmenler tarafından “sıkıcı ve kirli” , “Fransız sefihlerinin cüzzam saçan zırvaları”, “Ahlaki ve ruhsal çürümenin zehirli kanıtı” şekillerinde eleştirilen roman ve yazarı, eşcinsellikten açıkça bahsetmesi nedeni ile aşırı tepkiler alır.
Bu tepkiler üzerine, bu roman yazarın izniyle kısaltılarak ve cinsellikle ilgili cümlelerden “arındırılarak” kitap halinde basılır ve 'Dorian Gray’in Portresi’ hep sansürlenmiş olarak okunur. Bu roman dolayısıyla Wilde’nin başına gelmedik kalmaz.

GİRİŞ
Burada romanın Giriş bölümünde yazan cümlelere gidelim ve Oscar Wilde'ın bazı cümlelerine bakalım:
"19. Yüzyıl'ın realizmden hoşlanmayışı, kendi yüzünü aynada gören Caliban'ın öfkesidir."
"19. Yüzyıl'ın romantizmden hoşlanmayışı, kendi yüzünü aynda göremeyen Caliban'ın öfkesidir."
(Caliban kim derseniz, Cadı Sycorax'ın oğlu Caliban, William Shakespeare'in The Tempest oyununda önemli bir karakter.)
"Eleştirmenlerin fikirlerinin çeliştiği yerde sanatçı kendi kendisiyle uyum halindedir."
"Yararlı bir şey yapan kişi, ona hayranlık duymadığı takdirde bağışlanabilir. Yararsız bir şey yapanın bağışlanması için tek gerekçe ise ona aşırı hayranlık duymasıdır." 
(Giriş bölümündeki metinde de görüyoruz ki, ikilik, yazarın kendisinde var. Ruhunda var, bedeninde var. Mina Urgan, Oscar Wilde ile ilgili şu yorumu yapar: “Oscar Wilde, hem toplumun benimsediği geleneklere uyar, hem de topluma başkaldırır; hem putlara tapanları, hem Hıristiyanları yüceltir; hem bireyciliği, hem de sosyalizmi savunur; hem soytarılıklar yapan bir playboy’dur, hem de yetenekli bir yazardır; hem eşcinseldir, hem de onu sapık olmakla suçlayan Queensberry Markisi’ne karşı hakaret davası açar. Bir insan, ancak benliğindeki çelişkileri çözümleyip bunların arasında bir uyum sağlayınca olgunlaşır. Oysa Hesketh Pearson’a göre, Oscar Wilde çocuk kalmıştır. Daha doğrusu, kafası gelişmiş, hem de çok gelişmiş, ama ruhsal yapısı açısından on beş yaşlarında kalmıştır. Bu yüzden de, kılığı kıyafetiyle, söyledikleri sözlerle, hem yetişkinleri şaşırtmak, şoke etmek huyundan vazgeçmiyor; hem de yetişkinler tarafından sevilmek istiyordu.”)
(Oscar Wilde, romandaki üç karakterle ilgili şunları söyler: “Yetenekli, iyi kalpli ama çirkin Basil Hallward benim. Kötülük meleği Lord Henry Wotton herkesin olduğumu sandığı kişi. Dorian Gray ise keşke benzeseydim dediğim insan.”)
"Sanatların tümü oldukça yararsızdır." (Ben de derim ki, geleceğe uzanan tek bir şey varsa o da sanattır. Sanatın tek bir yararı varsa, o da geçmiş zamanları anlatır. Yazıdan önce sanat vardı mesela.)
(Burada oldukça sözünü olabildiğince anlamında mı yoksa epey anlamında mı kullandığını bilemiyoruz. Kitabın orijinaline bakmak lazım.)

Geç Victoria döneminin ünlü yazarlarından biri olan Wilde, Londra'daki Estetik Hareketi'nin önde gelen  yazarlarındandır. Yazar bu romanını, çıktığı bir Amerika turundan sonra yazar ve romanın yayımlanmasından sonra daha da ünlenir. Bu eser onun tek romanıdır. Daha çok tiyatro eseri yazan bir yazar olarak şöhret kazanır. Yazarın son derece popüler toplumsal konulu oyunlarından bazıları, Ciddi Olmanın Önemi, İdeal Bir Koca, Önemsiz Bir Kadın ve Leydi Windermere'in Hayranı.

Kitabın rengi MOR
Mor renk zor bulunan bir renk. 
(Mor renk pigmentinin üretimi 18. yüzyıla kadar oldukça zahmetliydi. Mor rengin ilk kez bugünkü Suriye ve Lübnan'ın Akdeniz kıyı şeridinde yaşamış olan Fenikeliler tarafından kullanıldığı tahmin ediliyor. Sadece bu bölgeye özgü bir deniz salyangozundan elde edilen mor rengin üretimi yüzyıllarca diğer tüm renklerden daha zordu. Özellikle bugün Lübnan sınırları içerisinde kalan Sur antik kentinde bulunan salyangozlardan bir gram mor boya elde edebilmek için on binlerce salyangoz gerekiyordu.) Dünyada toplam 195 ülke bulunuyor ve bu ülkelerin hiçbirisinin bayrağında mor renk kullanılmıyor. Mor, tarih boyunca en pahalı renk oldu ve sadece krallıkların ve imparatorlukların başındaki seçkin kitlelerin alabileceği bir lüks renk olarak kaldı. Morda Doğan terimi var. Morda doğan olmak için kraliyet ailesinden gelmen yetmiyor, baban kral iken doğman gerekiyor.)
Dorian tablosunun önüne mor cenaze örtüsünü perde niyetine seriyor. 
Dorian’ın annesinin tablosunda da annesinin elinde tuttuğu kadehten morlar dökülmekteydi. (180) 205'te de yanardöner mor boyunlu kuşlardan söz ediliyor.
181'de yine mor var. Roma İmparatorluğu Dönemi, gümüş nallı katırların çektiği sedef ve mor renkli araba...

ADONİS
Roman, bugün de yazarın en ünlü eserlerinden biri olmayı sürdürüyor. Günümüzde Gotik korku janrının klasiği olarak kabul edilen romanda, kendi güzelliğini asla kaybetmek istemeyen, sonsuz  bir gençlik karşılığında ruhundan vazgeçen bir adamın öyküsünü anlatılıyor. 
Romanda, Yunan Mitlerindeki kendi güzelliğine aşık olan Adonis’in öyküsünden yola çıkıldığını gösteriyor. Faust Efsanesini andıran öğeler de içeren roman, "ruhunu şeytana satan" motifini barındırıyor. 
Faust "Daha çok bilmek!" adına ruhunu şeytana satarken, Dorian "Haz ve ölümsüz güzellik!" için ruhunu şeytana satıyor. 
Faust adlı şiirsel oyun, "İnsanın şeytanla vardığı bir anlaşma ve bunun sonuçları üzerine kurulu yapıt." olarak tanımlanıyor. Oyunun tarihi 19 Ocak 1829 görünüyor. 
Goethe'den 62 yıl sonra Oscar Wilde da aynı konuyu işlemiş.

Şeytanın Fısıldadıkları
Şeytanla pazarlık her dönemin ilgi çekici konusu.
Mesela:
Emre Yılmaz'ın Şeytanın Fısıldadıkları kitabından bir pasaj okuyayım size hemen burada. 
Emre Yılmaz bu pazarlığa biraz daha farklı bakmış.

ŞEYTAN DÜRTTÜ deriz hani. Günahlarımızı şeytana havale ederek paçayı kurtarmak isteriz hep. Kendimize bakmayız.
Emre Yılmaz burada der ki:
"Şeytan kimseyi dürtmez. Elinden tutar usulca ve kulağına eğilip bir şeyler fısıldar. Önce gülümser, sonra gülersiniz. 
Şeytan çapkındır. 
Hayat ise durmaksızın tahrik eder. 
Tahrikleri reddedenler sinir içinde, tahriklere dayananlar sıkıntı içinde, tahriklerden kaçanlar ise korku içinde yasarlar.
Ya tahriklere kapılanlar?
Onlar mı? Onlar iyi yasarlar... 
Tahrik, reddedildikçe daha çok üstümüze varan bir belalıdır. Elde edilince de bütün büyüsü kaybolan bir zilli..." (Şeytana uyup büyüyü bozun ve onu ulaşılmaz olmaktan çıkartıp sıradanlaştırın diyor yazar burada anladığım kadarıyla.)

Şeytanın Avukatı filminde ise Faust'taki ya da Dorian Gray'in Portesi'ndeki gibi işlenir konu.
"Şeytanla pazarlığa oturmayacaksın, bir kere oturdun mu dönüş yok!" denir...

Bu kitaptaki şeytan Henry mi diye soralım o zaman.
Hani o kulağa fısıldayan şeytan...

Lord Henry, Dorian'a gençliğin geçiciliği konusunda uyandırınca, Dorian tabloya bakıyor ve "Sonsuza dek genç kalan ben, ihtiyarlayansa şu resim olsaydı." diyor. O an şeytanla anlaşmayı imzalıyor...
Kitap boyu Dorian resmi kendisine vicdan, ahlak, yani Tanrı yapmak istiyor.
Dorian o kadar güzel ve içindeki çirkinliği o kadar iyi gizliyor ki, izbe yerlere gidip çirkinlik yaşamaya ihtiyaç duyuyor.

PRENS İKİLEM
Kitaba başlar başlamaz "kitapta hep ikilikler var" diye not aldım. 240. sayfada Dorian'ın Herry'ye “Prens İkilem” adını verdiğini okuyunca, tespitim doğruymuş dedim.
12. Sayfada, "Ya resimlerin çokluğu yüzünden insanları göremedim ya da kalabalık yüzünden resimleri göremedim." diyor.
Sayfa 19’da, "Gülmek dostluk için hiç de kötü bir başlangıç sayılmaz, dostluğu sona erdirme yollarınınsa en iyisidir," diyor.
Sayfa 15'te Dorian da ikilem kullanıyor. Herry'ye, "Ahlaka uygun bir şey söylemez, ahlak dışı bir şey yapmazsın. Kendi erdeminden utanırsın." diyor.
Sayfa 102'de, "Hiçbir uygar kişi sürdüğü keyiften ötürü pişmanlık çekmez. Hiçbir ilkel kişi de keyfin ne olduğunu bilmez." diyor.
Kitap felsefi cümlelerle dolu. İnsan okumaya doyamıyor, hepsi aklımda kalsa, keşke hiçbirisini unutmasam diyor. 
Lord Henry sürekli ters köşe yapıyor. Her sözü sıra dışı. Sorgulayıcı, kafa karıştırıcı. Dakik olmayı zaman hırsızlığı olarak nitelendiriyor mesela.
Kitabın şeytanı Lord Henry mi diye sormuş muydum?

Lord Henry'nin savunduğu "HEDONİZM" e bakalım bir de:
Yunan düşünürlerinden Aristippos ve Epikür tarafından geliştirilen felsefi akımdır. En üstün iyiliğin haz olduğunu ileri süren öğretidir. Hedone eski Yunancada haz ve zevk anlamına gelmektedir. Hedonizm ise, hazcılık demektir.
Haz ne derseniz, hoşa giden bir şeyin yarattığı, uyandırdığı duyguya haz adı verilir. Bu yaklaşıma göre ahlaki eylemlerin amacı hazdır. Haz ise mutluluktur. Bir eylem, haz getiren eylemse doğru ve iyi eylemdir. İnsan, doğası gereği acıdan kaçınıp hazza yönelen bir varlıktır. Bu nedenle davranışlarımızın amacı haz olmalıdır. Hedonizm anlayışına göre herkes için geçerli evrensel ahlak yasası yoktur.
Hedonizmin kurucularından biri olan Aristippos bedensel zevkin önemini vurgular. Diğer kurucu Epikür ise duygusal hazzın da önemli olduğunu savunur. Hedonistler devamlı olarak zevk ve hazzın peşinde koşarlar ve bunun en doğru yaşama biçimi olduğuna inanırlar. Kişinin, anlık istek, zevk ve hazzını, karşısındaki diğer insanları önemsemeden yaşaması gerektiğini savunurlar. Hatta “bilgi”nin bile “an”da yaşanan duygulardan oluştuğu düşünürler.

"Kendimden pek çok şey kattım bu resme, sergileyemem!"
13. sayfada geçen, "Kendimden pek çok şey kattım bu resme, sergileyemem" cümlesi ne demek?
Burada önemli Markist bir taraf taşıyor içinde eser. Basil, metin içinde defalarca “Bu resmin içine kendimden o kadar parça koydum ki” (Wilde) diye tekrar ediyor. Tıpkı Karl Marx’ın “emeğin metalaştırılması” teorisinde işçinin yarattığı ürüne kendinden parça koymasını, ürünün bir anlamda işçinin parçası ve yansıması olduğunu, ancak kapitalin işçinin emeğini çalarak işçiyi emeğine yabancılaştırdığını savunduğu gibi. Öyleyse, Basil’in portresi, aslında onun bir yansıması, ikiz görünümüdür. Ancak, resmin Dorian’ın da kopyası olduğunu var sayarsak, karşımıza Hegel’in diyalektiği çıkıyor ve resmin bir tez, bir antitezden oluşan “sentez” olduğu farkına varıyoruz. Yani resim, içinde birbirinden farklı iki kopyadan, bir etkileyen bir etkilenen, bir tez bir antitezden oluşan bir karışım haline geliyor, yalnızca tek bir tarafa ait olamıyor. Tıpkı “pharmakon” kavramının hem zehir hem de panzehir olarak kullanıldığı, tek bir tarafa yönelik anlam içeremediği gibi.
“İlacı zehirden ayıran dozudur.” der Paracelsus, "Her şey zehirdir, mühim olan dozdur." demektir bu...

Günah Keçisi
Dorian Gray, kendi portresini saklamaya çalışıyor. Bu eylem, bir kaçış ya da bir bastırma içgüdüsü olabileceği gibi aynı anda ikisini de taşıyabilir. Çünkü portre Dorian Gray’in olsa da, resme baktığında her gördüğü aslında Basil’in ona bakarken gördükleri ve onda neler hissettikleri. Öyleyse, Dorian’ın resmi saklamak isterken belki de homoseksüel duygularını bastırmaya ya da saklamaya çalıştığını, onları görmezden geldiğini söylemek yanlış olmaz. Resmi saklamak istediği yerin bile, geçmişin sembolü olan “beş yıldır, efendisinin öldüğü günden beri açılmayan” (Wilde) kullanışsız, unutulmak istenen bir oda olduğu gerçeği bu odanın aslında Dorian’ın bilinçaltı olduğunu gösteriyor. Bir anlamda, Dorian, resmi günah keçisi olarak kullanıyor.

Eserin sonunda Dorian’ın kendini ve Basil’i öldürmesi, yine kapitalle, hatta kapitalin çöküşüyle bağdaştırılabilir. Çünkü Basil’i, emeğini ürününe koyan işçi olarak düşündüğümüzde, Dorian, Marx’ın “vampir” diye tabir ettiği kapitaliste dönüşmektedir.
Kapitalist, işçinin emeğini sömürdüğünü düşünürken aslında kendi kanını emmektedir. Çünkü hayatını işçinin emeği üzerine kurmuştur. “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser” önergesinde olduğu gibi, Dorian’ın Basil’i öldürmesi, artık işine yaramayan iş gücünü ortadan kaldırmak istemesidir. Ancak, resme ateş açtığı an aslında kendini öldürmüş olması da, hayatını üzerine kurduğu işçiyi ve iş gücünü ortadan kaldırdığında, kapitalin kendini de yok etmesidir. Yani, bir anlamda kapital ve işçi, Dorian ve Basil da birbirinin yansıması, birbirinin ikiz görüntüsüdür.
Kaynak: Gaia Dergi

Adonis / Kas: Adonis kası, halk arasında bir nevi karın kası olarak bilinir ancak bunu söylerken asıl kastedilen şey, oblik kaslarının tümüdür. 
Adonis (Yunan Mitolojisi) Adonis, Aphrodite ile Persephone gibi tanrıçalarla aşk yaşamış olağanüstü yakışıklı bir genç olup, öldükten sonra yeniden doğmuştur. Erkeksi güzelliğin kişileştirilmiş formu olan bu tanrıya, Doğu Akdeniz bölgesinde tahıl tanrısı olarak tapınılmıştır.

GÜZELLİK ve YAŞLANMAK
Mahcubiyet ve Haysiyet kitabında Eva nasıl güzelliğinden rahatsızsa, Dorian Gray de güzelliğini kaybedecek olmaktan çok korktu. Bu bana Ayten Alpman'ın bir sözünü hatırlattı. Demişti ki ruhumla birlikte bedenimde yaşlandı. Bedenim yaşlanıp da ruhum genç kalsaydı çok üzülürdüm. İyi ki ikisi beraber yaşlandı.
Sayfa 266'da, "Yaşlılığın trajedisi insanin ihtiyarlaması değil de genç kalmasıdır." diyor.

13, "Akıl, girdiği yüzün uyumunu bozar."
14, kendine saklama olayında benim bir etkinlik sonrası yazmadan önce kimseyle konuşmama halimi gördüm 
16, Pembe papatya için "altın gözlü küçük yuvarlak".
17, "Vicdan ve ödleklik ayni şey." 
18, Tavuskuşu benzetmesi
19, "Herkesi seversin sen, yani herkese karşı kayıtsızsın demeye gelir bu."
"Arkadaşlarımı güzellikleri için seçerim, tanışlarımı karakterlerinin sağlamlığı için, düşmanlarımı da parlak zekâlı yüzünden."
24, "Ruhumun tümünü, yakasına takacak bir çiçek yerine koyan birine vermişim. Kibrini okşayacak bir süs yerine koyuyor benim ruhumu.  Bir yaz gününde kullanılıp atılacak bir süs." Karşımızdakini neden seviyoruz diye soruyorum. Pohpohladığı için mi? bizi dinlediği için mi? Neden?
31, Eton Okulu, Helenistik ideal,
34, Lord Henry sürekli ters köşe yapıyor. Her sözü sıra dışı.
39, Mahcubiyet ve Haysiyet kitabında Eva nasıl güzelliğinden rahatsızsa Dorian Gray de güzelliğini kaybedecek olmaktan çok korktu.  Bu bana Ayten Alpman'ın bir sözünü hatırlattı. Demişti ki ruhumla birlikte bedenimde yaşlandı. Bedenim yaşlanıp ruhum genç kalsaydı çok üzülürdüm. İyi ki ikisi beraber yaşlandı.
Dorian tabloya bakıyor ve sonsuza dek genç kalan ben, ihtiyarlayansa şu resim olsaydı.
Dorian yaşlanmayacak olan kendi portresini kıskanmaya başladı ve kendisinin Sadece güzel olduğu için sevildiği düşüncesinden korktu. Yaşlanınca beni sevmeyecekler istemeyecekler ama tablo sonsuza kadar genç kalacak dedi.
44, sadakat konusu. "Gençler sadık kalmak isterler, kalamazlar. Yaşlılar sadakatsizlik etmek isterler edemezler."
45, Aristokrasinin nasıl yaşadığını görüyoruz kömür madeninde çalışan işçiler sayesinde rahat yaşıyorlar.
48, Mavi kitap dönemin toplum rehberi, telefon rehberi gibi. Sokak ağzı.
51, "Yeni edindiğim dostlara ilişkin bilinecek ne varsa bilmek isterim oldum olası, eski dostlarım konusunda hiçbir şey bilmemek."
"Hayır işleri ile uğraşan kişiler tüm insanlıklarını yitiriyorlar."
Tory'ler ne? Araştır 
57, East End araştır. 
"Yaşamın cerahatli yaralarından. Ne kadar konuşmazsak o kadar iyi bence."
60, İngiliz edebiyatçıları araştır 
62, kurşunla birleştirilmiş camlar vitray mi?
Dakik olmayı zaman hırsızlığı olarak nitelendiriyor. (Kitapta Tüm bildiklerimizi alt üst ediyor Lord Henry - Lord Harry Henry)
65, "Erkekler yorulduğu, kadınlar merak ettiği için evlenir."
68, "Başkaları alacak diye korkmasak atacağımız pek çok şey var."
76, şiirler ve şairler
81, sağduyu ve korkaklık 
Dorian kendini keşfettikten sonra ve kendini keşfetmeden önce iki farklı karakter olmuş oluyor mu?
95, "Dorian arada bir budalalık yapmaktan kaçınmayacak kadar akıllıdır." (Budalalılığını ya da serseriliğini kontrol edebilecek kadar akıllı olmak lazım.)
İyi evlilik kötü evlilik insana ne yapar sorgulanmış.
Lord Henry konuştuğu kadar sert mi yoksa içindeki naif çocuğu korumak için mi bu kadar sert davranıyor?
97, İyimserlik ve iyilik sorgusu. (İyilik yapmaya çalışma, iyi ol derler. En büyük kiliseyi ya da camiyi dikenin en iyi olduğunu söyleyemeyiz. Kara para ya da kara kalp aklamak için yapılan iyilikler var)
99, Dorian’ın vasileri evlenmesine de karışabilirler.
101, Dorian Sibly'in ona, Harry'nin kuramlarını yanlış, büyüleyici, zehirli ve keyifli kuramlarının hepsini unutturuyor. Kadının gücü, aşkın gücü.
Bir de, "Adam evlilik teklif etmez, kadın ettirir" diyor Harry.
İyilik sorgulanması. "Mutlu olduğumuzda hep iyi oluruz da, iyi olduğumuzda hep mutlu olmayız." (Hatta iyilikten maraz doğar. Önce kendine iyi olmalı insan. Başkalarına iyi olmaya çalışırken kendine kötülük etmemeli. Kedi gibi kendine saygılı yaşamalı)
İyi insan ve uyum cümleleri nefis. 
102, "Hiçbir uygar kişi sürdüğü keyiften ötürü pişmanlık çekmez. Hiçbir ilkel kişi de keyfin ne olduğunu bilmez."
(Sürekli doğruyu yanlışı sorgulatıyor bize Harry)
193, seni neden seviyorum bilmiyorum diyor Dorian Harry'ye. Onu bildiklerinin dışında düşünmeye zorladığı için belki. İnanmasa da, kızsa da yine de vazgeçemiyor ondan.
Harry ise kendisinden vazgeçilemeyeceğinden çok emin.  
104, Basil'in aklına Dorian ile ilgili hangi olasılıklar gelmiş olabilir ki evliliğin daha iyi olduğunu düşünüyor.
"Aralarına hayat girdi" cümlesi bana çocuklarımızla neden eskisi gibi olamadığımızı tanımladı.
105, Miranda and Caliban https://www.dr.com.tr/ekitap/miranda-and-caliban
115, Doj gemisi https://dergipark.org.tr/download/article-file/152402
117, portre ona kendi güzelliğini sevmesini öğretmişti. Şimdi de kendi ruhundan tiksinmesini mi öğretecekti? (Keşke baĞzılarının böyle bir tablosu olsa da kendilerini görseler)
119, sosyete gençlerine yağan kartvizitler, davetler vs.
120, sadecegereksizşeylereihtiyaçduymak
Dorianin kendi resmime bakması bana kraliçenin aynaya bakıp, ayna ayna söyle bana, benden daha güzel var mi dünyada, demesini hatırlattı.
Dorian resmi kendisine vicdan, ahlak, yani tanrı yapmak istiyor.
123, kendimizi suçladığımız zaman başka hiç kimsenin bizi suçlamaya hakkı yokmuş gibi gelir. Kişiyi günahtan arındıran itirafın kendisidir. Yoksa günah çıkartan papaz değil. (Sinyal verince her dönüşü yapabilen,  dörtlülerini yakınca her yere park edebileceğine inanan sürücüler gibi)
127, geç kalan iyi niyetler. 
Şerefli Bir Niyet filmi aklıma geldi. 1888 yılında Amsterdam'da inşa edilecek büyük tren istasyonunun karşısında yapılacak Park Plaza Victoria Oteli için evi yıkılmak istenen keman ustası buna izin vermemek için bir plan yapar. 
"Başka bir kadının kocanıza aldırttığı şapka ile dolaşıyorsanız, kocanızın ilgisini kaybetmişsiniz." vs şapkaya tav olmuşsunuz demektir.
129, "İnsan yaşamın rengini emmeli de ayrıntılara girmemeli."
130, Kadınlar için "Biz onlara özgürlüklerini verdik, onlar hala köle olup efendilerini arıyorlar."
140, kendi yaşantımızın seyircisi durumuna gelebilmek.
İÇİNİN GÜZELLİĞİ YÜZÜNE YANSIYOR 
165-166, "Sevinçli anıların hüsran, tatlı anıların burukluk vermediği bir dünya."
167, "Herhangi bir dini benimseyerek kişisel gelişimini kısıtlama yanlışına düşmemek."
Dorian bu bölümde dünyayı ve kültürleri tanıyor.
İnsan kemiğinden yapılma flüt (169)
Değerli taşlar, anlamları, tarih içinde kullananlar ve kullandıkları yerler resmi geçit yaptı.
172, Zor ısınan evlerin duvarları tablo yerine duvar halıları ile kaplanıyor.
Dorian merak sardığı, yitip giden tüm güzellikler karşısında kendi güzelliğinin kalıcılığını ispat ediyor sanki.
Viyana yakınlarındaki Türk karargâhında ele geçirilen İzmir gümüşü karyola Osmanlı’nın da ayni gösterişte olduğunu gösteriyor.
Bu şaşaa karşısında Fransız devriminin neden olduğunu da anlayabiliyoruz değil mi? Halk ile aralarındaki aralık çok büyük.
KITABIN RENGİ MOR
174, İsa’nın Gelinleri: mor ipekli. Mor renk zor bulunan bir renk. Dorian tablosunun önüne mor cenaze örtüsünü perde niyetine seriyor. Salyangozdan yapılıyor. Sadece krallar giyiyor. Morda doğan terimi var. Dorian’ın annesinin tablosunda da annesinin elinde tuttuğu kadehten morlar dökülmekteydi. (180) 205'te de yanardöner mor boyunlu kuşlardan söz ediliyor.
181'de yine mor var. Roma İmparatorluğu Dönemi, gümüş nallı katırların çektiği sedef ve mor renkli araba...
İsa'nın gelini veya gelini olan Kuzu'nun karısı, İncil'de, İncil'de, Vahiy'de, Ekillerde ve Eski Ahit'te ilgili ayetlerdeki ilgili ayetler grubuna atıfta bulunmak için kullanılan bir terimdir.
İsa'nın gelini demektir. Hz. İsa ile evli olduğuna inanılan kilise kastedilir.
İsa Mesih kiliseye sadık olmayı vaat ettiği için kilisenin ilişkisinden beklentilerini gelini olarak nitelendirdi.
Kilise (gelin) ve Mesih (damat) arasındaki ilişkiye de uzanır. Kilise, İsa Mesih'in otoritesine boyun eğmeli ve efendisine teslim olmalıdır.
İsa'nın Gelini Vaat Edilmiş Birleşmeyi Bekliyor
Kutsal Yazılar ayrıca İsa Mesih ile gelini, kilise arasında son bir birleşme vaat ediyor. Mesih kehanet edilen İkinci Gelen'e döndüğünde, gelininle birlikte, ikisinin sonsuza dek birleşeceği bir düğün töreninde kutlayacak.
Sevinelim, memnun olalım ve ona şan verelim! Çünkü Kuzu düğünü geldi ve gelini kendini hazırladı. Parlak ve temiz ince çarşaflar giymesi için ona verildi ”(Vahiy 19: 7-8).
O zamana kadar, kilise üyelerinin sadık ve hazır olmaları teşvik edilir, İsa Mesih'le birleşecekleri ve sevgili gelini olarak O'na uyum içinde yaşayacakları görkemli bir gün bekleyerek beklenir.
Fleur de lys bir çeşit arma
178, nezaket kuralları ahlakın üzerinde. 
187, "Mevkiyle servet aynı şey değil."
"İnsanın günahı ve kötülüğü dışarı vurur."
196, "Her birimiz cenneti de cehennemi de içimizde taşırız."
197, "Kibrinin yakarışı karşılığını bulmuş. Pişmanlığının yakarışı da karşılık görecektir."
203, çekiciliği işlenmesinde değil sonradan anımsamasında olan günahlar vardır. Ama cinayet onlardan değil.
205, Concorde meydanındaki Dikilitaş ve Nil kıyıları bahsi geçiyor.
Concorde meydanı ve Dikilitaş Sultanahmeti hatırlatıyor. Meydandaki 3.300 yıllık Luksor Dikilitaşı Mısır’dan getirilmiş ama “çalıntı” değil “hediye“. Dönemin Mısır Hidivi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa 1829’da hediye olarak göndermiş ve meydana III Napolyon tarafından 1836’da diktirilmiş… (pariste.net / ahmet öre)
217, "İnsan rol yapmak zorundayken olduğundan rahat görünür." (Kötüysen kendin olmak zor elbet) Kekemeler şarki söylerken rahatlar. Türkan Şoray utangaç ve heyecanlı aslında ama rol yaparken son derece rahat.
218, "Sabahleyin erken kalkıyorlar çünkü yapacak çok işleri var. Akşamleyin erkenden yatıyorlar çünkü düşünecek hiçbir şeyleri yok."
221, yeniden evlenmek üzerine, "Siz yeniden evlenmeyecek kadar mutlusunuz."
222, "Bütün evliler bekâr hayatı yaşıyor, bütün bekarlar da evliymiş gibi yaşıyor."
223, "Bir erkek herhangi bir kadınla mutlu olabilir. Yeter ki onu sevmesin."
"Geleceği olan erkekler ve geçmişi olan kadınları sevmek."
240, prens ikilem 
241, "Güzelliğe aşırı değer biçiyorsun"
"Güzellik erdemli olmaktan, erdemli olmak çirkin olmaktan iyi."
242, diyalog. "Tanımlamak kısıtlamaktır."
243, "Biz kadınlar kulağımızla severiz. Siz erkekler gözünüzle seversiniz."
244, "Boş dizginle doludizgin gitmek."
252, Dorian ile düşes aşkı. Düşes aşık ama hoşlanmıyor. Dorian hoşlanıyor ama aşık değil 
262, "Bütün ağır suçlar bayağıdır, aynı zamanda bütün bayağılıklar da ağır suç."
266, "Yaşlılığın trajedisi insanin ihtiyarlaması değil de genç kalmasıdır."
268, "Toplumun ahlaka aykırı saydığı kitaplar topluma kendi ayıbını gösteren kitaplardır."
271, "İnsanın adil bir Tanrıya yönelttiği dua 'günahlarımızı bağışla' değil de, 'hatalarımız için bize ceza yolla' olmalıydı."

Ağzından çıkanlara dikkat etmek lazım. Bazen zamanına denk geliyor ve gerçek oluyor. 
Dorian tablodaki çirkinleşmeyi sadece kendisi görüyor. Bir çeşit vicdan. Bir yandan da günahlarını başkaları da görecek zannedip korkuyor.

Dorian güzelliğinin tuzağına kapıldı.
Eva da güzelliğinden sıkılmıştı hatırlayın.