25 Şubat 2012 Cumartesi

Beni öldürmeyen acı beni güçlendirir

Başlıktan anlayacağınız üzre, eğer ki hayat mücadelelerle yaşanırsa güzel.
Durağan ve mücadelesiz bir hayat hayli sıkıcı olurdu.
Ben'ce; kan, ter ve gözyaşı ile aşılan her güçlük insanı daha dirençli hale getirirken özgüvenine bir (+) daha ekliyor.
****
İnsan bazen kazandım zannederken kaybeder ya hani. Ya da kaybettim zannederken kazanmaya başlar.
Bazen de iyilik yaparken kötülük, kötülük yaparken iyilik eder.
Kötü komşu insanı ev sahibi yapar sözündeki gibi, kötülük adına kendisine yapılan her ne varsa onu daha farklı mecralara sürükleyip farklı akıntılarda yüzmesini sağlar.
Hâttâ öyle zamanlar olur ki, insanın içinden kendisine ayıp eden bir zat’ı, "sayenizde" diyerek sarılıp sarılıp öpmek gelir.
Zaten belki de o zat'ın bizim hayatımızdaki görevi sadece ama sadece budur...
****
Bunlara inanmamıza rağmen karşımıza çıkan hadsizlikleri gördükçe kendimizi tutamayıp “Ayıp yahu!” demekten de kendimizi alamayız.
“Bu kadar da olmaz” deriz. “Hiç mi işin yok? Hadi işin yok, Allah korkun da mı yok, hiç mi vicdanın yok!” deriz
Bu serzenişleri ayıp eden duyar mı, bilir mi, anlar mı, anlayacak olsa zaten hiç yapar mı bilmem.
Peki ya yaptıkları gün gelip de su yüzüne çıkarsa -ki hiçbir yalan sonsuza kadar gizli kalmaz- hiç olmazsa o zaman pişman olup utanır mı, orasını hele hiç bilemem....
****
Kasıtlı yapılan hainlikleri başkalarının bilmiyor olması onların yapılmadığı anlamına gelmez. Yapanın dışında en azından bir kişi neler olup bittiğini biliyordur nasılsa.
Bu hesaba bir de yapanı eklersek, etti mi sana iki kişi.
E iki kişinin bildiği de sır değildir artık. Her an ortalara dökülebilir...
Peki döküldüğü zaman neler olur?
Onca zaman kandırılmış olanlar. Onca zaman –mış gibi yapılmış olan günahsızlar...
Ya onlar hiçbir şeyin kendi sandıkları gibi olmadığını öğrenirlerse. O zaman bunun hesabını kimden sorarlar?
Yapandan mı da, bilenden mi, bilip de söylemeyenden mi?
Aklı başında hiç kimse sahte alkışlar istemez hayatında. Hakkı olmayana el uzatmaz. Kopyayla geçilen sınavlara itibar etmez.
Hele de bir kişinin ayağının kaydırılması için kendilerinin alet edilip kullanıldıklarını öğrendiklerinde başlarından aşağıya dökülen kaynar suların acısına ve hayalkırıklığına asla tahammül edemez.
Kendi kişisel hırsları için masum insanları kullanıp da onlara bu hayalkırıklıklarını yaşatmaya kimsenin hakkı olamaz.
Hem o insanlar da oyuncak değildir ki, hepsinin bir geçmişi, bir haysiyeti, bir onuru vardır.
Yıldırma hareketine maruz kaldığı halde yolundan şaşmayanlar için bu hareketler kamçı vazifesini görürken, esas yıkım olanları bilmeyip de yeni öğrenenlerde olur ki, Allah mahfaza...
Bunun hesabını kimse veremez...
****
Kirli ellerini temiz insanların üstlerine başlarına sürerek temizlemeye çalışan vatandaşlar, mümkünse o ellerinizi bol suyla ve sabunla bir güzel yıkayınız.
Sonra da alkole batırınız. Olmadı çamaşır sularına yatırınız. Olmadı sterilizasyon makinelerinden yardım alınız.
Şimdi, bu tarifler elleriniz içindi.
Yüreğinizi temizlemek için ise bir parça “sevgi”ye ihtiyacınız var.
Belki yaptığınız her şey de zaten içinizdeki bu sevgisizlikten.
Aynaya bir bakın bakalım.
Pamuk Prenses'in üvey annesinin aynasına değil ama, gerçek bir aynaya.
Gözünüzün ve dahi gönlünüzün ta içinde neler göreceksiniz.
Ve;
Gördüklerinizi sevebilecek misiniz...?

23 Şubat 2012 Perşembe

Osmanlı İmparatorluğu, Sezon II

Dizilerin ya da sinema filmlerinin toplum hayatını şekillendirmede ne kadar etken olduklarının farkında mıyız acaba?
Bize sunulan her neyse onu doğru varsayıyoruz. Elimizdeki somut bilgilere dayanarak izlediklerimizin gerçeği yansıtmadığını bilsek dahi gördüklerimize inanmayı daha kolay bulup, doğru bilgi olarak bize dayatılanları tercih ediyoruz.
Ortaya çıkartılan bazı filmlerin damardan yavaş yavaş zerk edilen birer uyuşturucu ya da bir çeşit hipnoz olduğu kanısındayım.
****
Medyanın, özellikle de televizyonun ve sinemanın toplum üzerindeki gücü yadsınamaz.
Sinemanın gücü demişken;
II. Dünya Savaşı'nı anlatan filmleri hatırlarsınız. Bu yapımların neredeyse hepsi Amerikan sinemasına aittir. Almanya'da yaşanan Yahudi soykırımının enine boyuna anlatıldığı bu filmler sayesinde hepimiz o savaşın her detayını öğrenmişizdir.
Amerikan -belki de Yahudi- sinemasının gücü, Yahudiler'e uygulanan bu soykırımı bütün dünyaya an be an anlatmıştır.
Onlar haklıdır. Onlar mağdurdur. Onlar ezilmiştir...
Savaş sonrası sağ kalan Yahudilerin Filistin'e yerleşmelerini ve gittikçe yayılmalarını anlatabilecek Filistin yapımı filmler yapılamadığı sürece, orada yaşanan her ne varsa televizyon haberlerinde izlediğimiz kısacık haberler olarak kalacak.
Hâttâ belki ilerde öyle filmler yapılacak ki haklıyla haksız tamamen yer değiştirecek.
Herkes kendine göre haklı olduğundan, kendisini en iyi ifade eden taraf kazanan taraf olacak...
****
Kendi şanlı tarihimizi anlatan yapımları izlemeyi biz de çok severiz. Bu filmler yapılırken tabii ki tarihteki en güçlü olunan zamanları anlatan filmler yapılıyor.
İşte 1453, işte Muhteşem Yüzyıl, eskilere bakarsak, Karaoğlan, Battal Gazi, Malkoçoğlu...
Bu filmleri izleyip de tarihimizi o görüntülerden ibaret zanneden, hâttâ o zamanlardaki hayata gıpta ile bakan, hattâ ve hattâ o dönemlere tapan bir kesim var.

Hiçbirimiz tarihimizi inkâr edemeyiz.
Osmanlı İmparatorluğu dediğin; gelişmesiyle, yükselmesiyle, duraklamasıyla, gerilemesiyle ve çöküşüyle sona eren uzun ve büyük bir destan.
Bunu unutamayız, yok da sayamayız.
Lâkin, "Geçmişini bilmeyen geleceğini de doğru kuramaz" diyerek geçmişimizi sadece kahramanlıklarıyla değil de, bozgunlarıyla da öğrenmemiz gerekmez mi?
Ha bir de; taş yerinde ağırdır diyerek o zamanlarda yaşananları o zamanlarda bıraksak da bugünlere taşımaya kalkışmasak diyorum. Tarihten dersler çıkarsak, feyzler alsak, kahramanlıklarımıza hayran olsak ama hayranlığımızı da bu kadar abartmasak.
İnsanların o dönemlere bu kadar hayran olmalarının ve o dönemleri bu kadar geri getirmeye çalışmalarının sebebi nelerdir acaba diye düşünmüyor da değilim doğrusu.
Osmanlı'nın devlet düzenine mi, görgüsüne-bilgisine-kültürüne mi, adaletine ve gücüne mi, yoksa sadece Topkapı'daki Saray hayatına mıdır bu kadar büyük özlem?

Yeni yetme Osmanlı hayranları Osmanlı'yı sadece saraylardan ibaret görüyorlar kanımca. O sarayların dışında da yaşayan bir halkın olduğunu unutup, onlar nerededirler diye hiç düşünmüyorlar.
Osmanlı'yı geri getirme hevesine o kadar kapılmışlar ki, Osmanlı'yı geri getirdiklerinde kendilerini Topkapı Sarayı'nda padişah olarak hayal ediyorlar.
Peki ya "kullar" kim olacak?
Ya cariyeler?
Ya köleler?
Ya harem ağaları?
Bu düzende siz hangi rolü üstlenmeye adaysınız?
Bütün erkekler Kanunî ve bütün kadınlar da Hürrem olamayacağına göre diğer rollere de ihtiyaç olacaktır değil mi?
Hadi seçin bakalım şimdiden kendinize göre bir rol...
****
Yakın tarihimizi anlatan kitaplarda Kurtuluş Savaşı'ndan sonra sürgüne gönderilen hanedan mensuplarına yabancı ülkeler tarafından tekrar tahta oturma vaatleri verildiğinden, sürgündeki hanedan mensuplarının da buna ne kadar hevesli olduklarından ve buna ulaşmak için verilen entrika dolu mücadelelerden bahsedilir.
Söz dinleyen, söylenen sözden çıkmayan, itaatkâr ve uysal bir padişahın varlığı pek çok ülke için son derece ideal iken, tekerlerine çomak sokan, üstelik de diş geçiremedikleri Mustafa Kemal'den ve onun yarattığı Cumhuriyet'ten nefret edilmesi son derece doğal bir gelişme tabii ki.
Atatürk'ün, her şeyin yolunda gittiği güllük gülistan bir Osmanlı'yı yıkıp da yerine Cumhuriyet'i zorla dayatmış gibi sunulması da cabası.
Tarihinden bihaber halkın buna inanması da, tuzu biberi...
Ki o beğenilmeyen cumhuriyet sayesindedir "kul"ların birer birey olabilmesi...
Şimdi neyedir bu kadar büyük özlem, yeniden kulluğa dönüşe mi?
Yoksa Ortadoğu'ya ve Balkanlar'a, ve dahi Kuzey Afrika'ya sahip olmaya ve o topraklara eskisi gibi hakim olup hüküm sürmeye mi?
****
Okumaya ve araştırmaya biraz meraklı olsak da, arkamıza dönüp şöyle iyice bir baksak diyorum.
Nereden geldik, nereye gidiyoruz iyice bir öğrensek.
Filmlerde anlatılanları bilgi hanemize yazsak. Bilmediklerimizi öğrensek ve öğrendiklerimizi gördüklerimizle harmanlasak.
Sonra da hepsini yüreğimize yükleyip gücümüzü yüreğimizden alsak, bugünümüzü lâyıkıyla yaşasak...
****
"Sultan Süleyman'a kalmadı dünya, hiçbir kitap yazmaz" denir ya hani,
Bu lâfı da hiç unutmasak...

Dizi dizi diziler / 7 Ocak 2011
Şimdi reklamlar / 24 Mayıs 2011
Zam-bak Zum-bak! / 24 Ocak 2020

Bütün genellemeler yanlıştır, bu dahil!

Başlıktaki sözü her kim etmişse ne kadar da doğru etmiş...
Onlar öyledir, bunlar böyledir, şunlar şöyledir... diyerek her olayı, her insanı genelleriz sürekli.
Gruplandırdığımız her ne varsa hepsini dümdüz görür, istisnalar kaideyi bozmaz deyip ayrıntılara itibar etmeyiz.
Aslında hepimiz o gruplardayızdır.
Yaptığımız ufak tefek şeyler bile en basitinden kadınlığımıza ya da erkekliğimize veriliverir.
Bütün kadınlar teknoloji özürlüdür, bütün kadınlar kötü sürücüdür, bütün kadınlar iyi annedir, bütün kadınlar yemek yapabilir...
Bütün erkekler kabadır, bütün erkekler cimridir, bütün erkekler iyi şöfördür, bütün erkekler iyi babadır, bütün erkekler araba lastiği değiştirebilir...
Ve bunun gibi iyi kötü pek çok şey...
Genel olarak hakikaten de istisnalar kaideyi bozmaz.
Lâkin çevremize hem yüzeysel bakıp hem de derin ahkâmlar kesmek de olmaz...
Ancak derin ahkâmlar kesme niyetinde isek, işte o zaman da biraz derinlere inme mecburiyeti doğar...
****
Parayla iman kimdedir bilinmez derdi eskiler.
Şimdikiler ise “görmezsem kat'iyen inanmam” diyorlar...
Çok paran olduğunu illa ki ispat edeceksin mesela. İspat edemezsen kimseden itibar bekleme. Tam bir ye kürküm ye mantığı.
Kendisini zenginliğini ispat etmek zorunda hisseden kişi zaten bunun için elinden geleni ziyadesiyle yapıyor. Etmeye gerek duymayan için ise kimsenin neye inanıp neye inanmadığının bir önemi yok.
Hele de bu zamanlarda imanını ispat etmek çok daha önemli bir mesele.
İnanmasan bile inanmış gibi yapacaksın. Namazını gönülden kılmasan bile kılarmış gibi yapacaksın. Orucunu tutmasan bile tutarmış gibi yapacaksın. Yapacaksın ki ‘takdir’ edilesin.
Nasılsa kimse bilmez alnını secdeye koyduğun zaman senin aklından geçenleri. Ne ettiğin duayı, ne kime ettiğini, ne de edip etmediğini...
Bir sen bilirsin, bir de yaradan...
Demek ki ‘Allah ile Kul’ arasında dedikleri bu...
Kandıramayacağın tek ama tek yer işte orası...
Lâyıkıyla yapılmış her ibadet zaten yerini buluyordur. Onu bilen, gören ve takdir eden de yine yaradandır.
Yine 'Allah ile Kulu' arasındadır.
Bir kulu inançları yüzünden yargılama hakkı, Allah'ın diğer kullarına verilmemiştir.
Ancak elçi olma salahiyeti verilmiştir.
Şu aralar bakıyorum da bazıları kendilerini seçilmiş elçiler yerine koyarak diğerlerini dinli-dinsiz diye ayırabiliyorlar.
Dünyadan bihaber kişilere din eğitimi verilmesini anlayabilirim de, kendi özgür iradesiyle seçtiği yolda yaşayan yetişkinlerin seçimleri sebebiyle bu dünyada yargılanmasını anlayamam.
E bu dünyanın bir de öteki dünyası yok mudur...
Eğer siz öteki dünyaya inananlardansanız, zaten onlar seçtikleri inançlarıyla ya da inançsızlıklarıyla nasıl olsa cezalandırılacaklardır, buna da inanın.
Ve fakat öteki dünyaya -en çok- inananların, kendileri gibi olmayanlara cezayı bu dünyada kesmeye çalışmaları ne kadar da hayret vericidir...
Bırak da zamanı gelince varsa bir cezası, cezasını kendisi çeksin.
Bak bu da “Allah ile Kulu” arasında...
Takdir-i İlahi...
Sen karışma...
Karışacaksan Ben’ce sen şunlara karış:
Madem ki dindarlık iyi insan olmak adına bu kadar önemli, temel din eğitiminin hurafelere kaçmadan, insanları korkutup ürkütmeden ve karamsarlığa salmadan, akıl ve mantık dahilinde sevdirerek öğretilmesini sağla.
Sen; insanların sosyal refahlarının ve insani hasletlerinin gelişmesi için çaba harca.
Sen; yetişen gençliğin çağdaşlaşlıklarına hitap edebilecek açık görüşlere sahip ol.
Sen; haksızlıklara ve ahlâksızlıklara fırsat tanıma.
Sen; toplum bireylerinin birbirlerine saygılı ve sevgili olmalarını sağla.
Sen; nasıl oluyor da müslüman bir toplumda bu kadar fazla ahlâksızlık yaşanıyor, bu kadar fazla vahşi cinayetler işleniyor, bu kadar fazla yolsuzluk oluyor onları sorgula.
Sen; nasıl oluyor da küçük yaşlarda bir çocuk evden kaçarak sokaklarda tinercilerle yaşayacak hale geliyor, onu sorgula.
Sen; yakınları tarafından tecavüze uğrayan ya da istemedikleri kişilerle zorla evlendirilen günahsız kadınların fuhuşa sürüklenmesini sorgula.
Sen; kadına değer vermeyen babaların sattığı o kızları satacak, kadına değer vermeyen ne kadar çok koca var bu memlekette, onları sorgula.
Ve;
Bütün bu kötülükleri yapabilenler dînî vecibelerini harfiyen yerine getirenler midir getirmeyenler midir, işte sen esas bunları sorgula...

18 Şubat 2012 Cumartesi

Şiddete şiddetle karşıyım!

İlgililerden bir ricam olacak. 
Lütfen mümkünse dikkate alınsın...
Haftada bir günü şiddet günü yapalım diyorum. Olmaz mı?
Şiddet sevenler, canı dayak atmak ya da dayak yemek isteyenler, yani hatır hatır kaşınan bütün zat-ı muhteremler o gün kapışsınlar şöyle bir güzel. İyice bir kurtlarını döksünler.
Döner bıçağı mı getirirler yanlarında artık, pala mı, taş mı sopa mı ben bilemem...
Dizilsinler karşılıklı, sonra da "Ya Allah Ya Settar" sesleriyle saldırsınlar birbirlerine.
Eee, ne de olsa yüzlerce meydan muharebesi görmüş bir neslin torunlarıyız biz. Demek ki o muharebeleri için için çok özlüyoruz. Bu özlemimizi de her yerde dindirmeye çalışmakta bir sakınca görmüyoruz.
Maçlara gitmek desen, aynı...
Trafiğe çıkmak desen, aynı...
Evlilik desen, aynı...
Günlük hayatın her evresinde biri bir ters baksa da ben de ona dalıversem mantığıyla yaşayan insanlar var.
Stres atma yöntemleri bu demek ki...
Stres atmak için önce stres olmak gerektiğine göre bu tip insanlar genelde boyun eğen insanlar mı acaba?
Patrona karşı, sus...
Aile büyüklerine karşı, sus...
Göbeğinden bağlı olduğun herkese karşı sus...
Sus, sus, sus...
Sonra da kendinden zayıf birini yakaladın mı Allah yarattı deme...
Evdeki özürlü karını duvardan duvara çarp mesela. Kemiklerini kır. Olmadı bıçakla. Olmadı kaynar sularla haşla. Olmadı üzerine kapıyı kilitleyip tedaviye bile götürme. 
Ve sen çektiğin uyuşturucudan dolayı ne yaptığını dahi hatırlama...
Ya da yeni yetme bir genç kızın aklına yalanlarınla gir, allem et kallem et kandır, al sonra bir tenhaya çek, tecavüz et, sonra da boğup bir köşeye atıver...
Ya da kocan sana şiddet uygulasın, kocan evden çıkar çıkmaz evdeki hükümdarlık sana geçsin ve çocukları sıra dayağından geçir, o masum zavallılara dünyayı dar et.
Onlar da evde, okulda ya da sokakta -insan, hayvan, bitki, eşya- kendilerinden zayıf buldukları her kim ve her ne varsa tepelesinler.
Büyük balık küçük balığı yutar hesabı mükemmel bir zincirleme şiddet toplumu yani....
****
Efendiler, canınız bu kadar şiddet çekiyorsa yazımın başındaki önerimi değerlendirin derim.
Şiddetle alâkası olmayan insanlara bu terörü yaşatmaya hiçbir hakkınız yok.
En azından kendi gücünüzdeki insanlarla karşı karşıya gelir, bütün enerjinizi birbirinize boşaltırsınız.
Tabii ki,
Yerse...

14 Şubat 2012 Salı

Yüreksiz sevdalar mı, sevdasız yürekler mi?

Neyi ne kadar bilirsen bil, nerelerden ne kadar çok sayıda yeterlilik belgen olursa olsun, ne kadar uzun yaşarsan yaşa; sahip olduğun verileri doğru kullanamadıktan ve doğru aktaramadıktan sonra bütün bildiklerin beynindeki lopları işgal etmekten başka bir işe yaramaz.
Bütün o bildiklerinle birlikte yaptığın işe yüreğini katmadıktan sonra da, birçok mekanik koluyla sürekli aynı işi yapan ruhsuz ve demir gibi soğuk bir robottan öteye gidemezsin.
****
Kişi her ne yapıyorsa severek ve can-ı gönülden yapıyorsa, başarı işte o gönülde gizlidir.
Kimselerin sebebini anlayamadığı sır işte tam da oradadır.
Hani derler ya, "Sahneye çıkmadan önce bütün notaları öğren, bütün akorları bil, bütün makamlara hakim ol, müzik hakkında her ne varsa hepsini yala yut; 
Ve sonra sahneye çık, hepsini unut, şarkını yüreğinle söyle" diye.
İşte her şey böyle.
Bilgilerini içlerine sindirip yürekleriyle bütünleştirmiş insanlar sahnede ışıl ışıl parlarken, sahne spotlarının altındaki o kişiden çok daha fazla bilgi ve birikime sahip olanların spotların dışındaki karanlık bölgede kalmaya mahkûm olması kaçınılmazdır.
Yaradılıştan sahip oldukları yeteneklerini bilgi ve birikimle donatan insanlar o kadar uzaklardan parıldarlar ki zaten, kimse onları o karanlıklarda zoraki tutamaz. 
Ne engellemeler, ne de karalamalar onların ışığını söndüremez.
Tabir-i caizse; güneş balçıkla sıvanmaz...
Sıvanmaya çalışılan balçık en çok da o sıvamayı yapmaya çalışanların ellerine bulaşır, en çok da onları kirletir...
O yüzden siz siz olun, ona buna kara çalmakla zaman kaybedeceğinize, kendi gönül verdiğiniz sevdanız her ne ise onu bütün yüreğinizle yaşayın...
****
Sezen'in dediği gibi; 
"Şöyle yürekli bir sevdam olmadı, 
Alsın götürsün beni ta güneşlere"
Sözün özü:
İçinde sevda olmayan bir "aşk"a yürek kâr etmez, 
Yüreksiz bir aşığa da sevdası fayda etmez...

5 Şubat 2012 Pazar

Yemek yemenin dayanılmaz cazibesi

Çocukken mırın kırın edip de yemediğin her ne varsa yıllar geçtikçe hepsini keşfedip, hepsini yemeye başlıyorsun ya; işte ondan sonrası tam bir felaket...
Üstelik artık çocukken olduğun kadar da hareketli olmuyorsun, zaman içinde metabolizman ağırlaştıkça ağırlaşıyor.
Metabolizman ağırlaştıkça kilolar birikmeye başlıyor, böylece bedenin de ağırlaşıyor.
Sonra da vücudundaki düzlükler yuvarlaklara, yuvarlaklar da köşelere dönüşünce, boyunun kısalığına ya da uzunluğuna göre çeşit çeşit üç boyutlu geometrik figürlere benziyorsun.
Dikdörtgenler prizması, küp, silindir, küre....
O eski müthiş üçgenlerin yerinde yeller esiyor.
Ve çekici "cola" şişelerinin de...
****
Damak zevkinin gelişip de iştahın arttığı yaşlarda yemek yasaklamalarının gelmiş olması, çocuklarına yemek beğendiremedikleri zamanlarda anneler tarafından edilen ahların tutması mıdır acaba diye düşünmeden edemiyor insan...
Aslında -fazla yemek yeme- arzusu sadece ağız içinde alınan hazla alâkalı. Ağızdaki çiğneme esnasında alınan zevk, çiğnenmiş yemeklerin mideye inmesiyle sona eriyor. O zevki yeniden yaşamak için ağıza tekrar yemek doldurma, tekrar çiğneme ve tekrar yutma.
Ağır ağır çiğneyin diye boşuna demiyor uzmanlar. Çiğnerken ağzın içinde yaşanan o hazzı mümkün olduğu kadar uzatın ki beyin ikna olsun.
Beyin ikna olmadığı zaman karın doymuş olsa da ağız henüz doymadığından dolayı çatlayana kadar yenmeye devam ediliyor.
Anoreksikler ağızları ikna olana kadar delicesine yiyip, sonra da midelerini boşaltmak için yediklerini delicesine çıkartarak kendilerini yemek yemekten mahrum etmiyorlar.
Mideye indikten sonra anlamı kalmayan o yemekler kusularak çıkartılıyor ve dolayısıyla sanki hiçbir şey yenmemiş gibi olunuyor.
Zaman içinde ciddi ciddi hastalığa dönüşen bu durum özellikle de genç kızların -sıfır beden- takıntılarından kaynaklanıyor.
****
Hem istenildiği kadar yenilip, hem de hiç kilo alınmayan, her zaman sabit bir kiloda kalınan bir sistem olmuş olsa keşke değil mi?
Neyse ki tasarımcı İngilizler bununla ilgili bir şeyler düşünmüşler ve kadınlar için ayda bir beden incelten ayakkabı tasarlamışlar.
(Erkekler için de yumurta topuk üzerinden bir şeyler tasarlasalar fena olmaz hani...)
Topuk ve burun bölgesinde konkav bir şekle sahip olan bu ayakkabıyı giyenlerin, kumda yürüyormuş gibi bir etki hissettiklerini, bu nedenle de dengelerini korumak için normalden daha fazla kalori harcayacakları söyleniyor.
(Dengede kalabilmek için garip garip yürüyen kadınlar görürseniz bilin ki o kadınların ayağında bu ayakkabılardan var)
Uzmanlar, sabit olmayan bir yüzeyde yürüme hissi yaratan bu ayakkabının, bacak, kalça ve karın bölgesindeki kasların daha fazla çalışmasını sağladığını belirtiyor.
(Sabit olmayan yüzeyde yürüme hissi bize kaslarımızı geri verecek fakat buna karşılık omurgamızı yoldan çıkartacak anlaşılan)
****
Bu ayakkabı ne kadar işe yarar bilinmez ama fazla yemek yemenin sağlığa olan zararları da su götürmez...
Belki de fazla yemekten dolayı oluşan bütün hastalıklar, yeterince yemek bulamayanların açlıktan sefil olmalarına karşı ilahî bir denge sağlıyordur.
Her şeyin azı karar çoğu zarar değil mi...

İşte bunu anlatan kısa bir mesel:
Rivayete göre İbrahim Ethem Horasan'da nimet sahibi zengin biriydi. Bir gün sarayından çevreyi seyrederken elindeki yufka ekmeğini yiyen bir adam gördü. Adam ekmeği yedi, sonra da bir kenara çekilip uyudu.
İbrahim uşaklarından birine:
"Şu adam uyanınca onu bana getir!!" dedi..
Uşağı, uyanan adamı İbrahim'e getirdi..
İbrahim ona,
''Ey adam. Açtın, ekmek yedin öyle mi?''
''Evet!''
''Doydun mu?''
''Evet!''
''Sonra rahat uyuyabildin mi?''
''Evet!''
İbrahim kendi kendine,
''Nefse bu kadarı yeterken ben dünyayı ne yapacağım?''...
Nefsi aç bir insanın doyması imkânsız iken, nefsi tok bir insanın her daim doygun olabilmesi beden ve ruh arasındaki muazzam uyum olsa gerek...

2 Şubat 2012 Perşembe

Hırsızın hiç mi suçu yok!

Sevgilisi Münevver Karabulut'u canavarca hisle ve acı çektirerek öldürdüğü gerekçesiyle 24 yıl hapis cezası alan Cem Garipoğlu'nun avukatı Aytekin Kaya, haksız tahrik indirimi uygulanmamasını hukuka aykırı bularak kararı temyiz etti.
Aytekin Kaya temyiz dilekçesinde, cinayetin delillere göre nitelikli öldürme değil, tahrik altında aniden gelişen kastla öldürme olduğunu belirtti."
Cinayetin  nitelikli öldürme değil de tahrik altında aniden gelişen bir öldürme olduğu iddia ediliyor yani.
Sonra da yüksek tahrikle gidip testere alma, kafasını gövdesinden ayırma, çöpe atma, kanlanan yerleri silme, bunları yapan kişiyi kaçırıp saklama.... Bunların hepsi yüksek tahrik altında yapılmış...
Hatırlarsınız; bu cinayetin yüksek tahrik altında işlendiğini ispat etmek için bir ara genç kızın cep telefonundaki mesajlar da ortaya sürülmüştü.
Neredeyse Münevver bana kendisini öldürüp parçalamam ve çöpe atmam için yalvardı denilecek.
Ve ben de kendisini kıramadım...
****
Bunun bir benzeri savunma da geçtiğimiz Ekim ayında, İzmir-Bornova'da bir büfenin önündeki kutu içerisinde yaşayan bir kediyi tekmeleyerek ve daha sonra da başını ezerek öldüren gençten geldi.
Sanık U.G. Ankara'da talimatla verdiği ifadesinde, "Kedi, iki gün önce benim köpeğime saldırıp yaraladı. Olay günü de çok sarhoştum, kutuya tekme attım. Kedinin öldüğünü, sabah arkadaşım söyledi" dedi. 
Büfe önündeki kutuda yatan 'Yamuk' adlı kedi felçli ve hasta, kedinin saldırdığı iddia edilen köpek ise bir Pitbull...
Ve olayın yaşandığı andaki kamera kayıtlarını izlediğimizde köpeğini kediye saldırtmak isteyen genç bunu Pitbull köpeğine yaptıramıyor.
O saldırgan denilen köpek bile zavallı ve savunmasız bir kediye durduk yerde zarar vermek istemiyor.
Ha belki de bir gün önce kedi ona saldırdığı için korkmuştur. Bakın bu da mümkün.......
****
Kimliği yanında olmadığı iddiasıyla gözaltına alınarak polis karakoluna götürülen ve burada polisler tarafından dövülen Fevziye Cengiz'in durumu da bunlardan farklı değil.
Yediği dayak sebebiyle savcılığa giderek suç duyurusunda bulunan Cengiz'e karşılık,  polisler de kendisinden şikayetçi oldu. Cengiz'in kendilerine mukavemette bulunduğunu belirterek şikâyetçi olan polislerin şikâyeti üzerine Cengiz hakkında "kamu görevlisini yaralamak ve hakaret" suçlarından 6.5 yıla kadar hapis cezası talebiyle, dayak atan polis memurları hakkında ise 1.5 yıl hapis cezası istemiyle 2 ayrı dava açıldı.
İçişleri Bakanlığı müfettişleri  polislerle ilgili araştırmasını tamamladı.
Müfettişlerin karakol personeli için disiplin cezasına gerek olmadığı yönünde rapor hazırladığı belirtildi.
12 ay kıdem tenzili cezası nedeniyle polis memurları 1 yıl boyunca kıdem alamayacak, bunun kişi başı faturası aylık 30 lira olacak.
Kadının ettiğine bak....
Aylık 30 liradan etti insanları...
****
Dikkatsizlik sonucu aracıyla bir yayayı ezenler yayanın kendisini arabanın altına attığını iddia ederler.
Karılarını delik deşik edenler karılarının ahlaksızlıkta sınır tanımadığını iddia ederler.
Bu trajikomik savunmalar insanı hayretler içinde bırakıyor doğrusu.
Nasreddin Hoca'nın çalınan eşeği için ileri-geri konuşan komşularını hatırlarsınız belki.
Eşeğin ahırının döküntülüğünden tut da hocanın uykusunun ağırlığına kadar her konuda kendisini suçlayan komşulara sabredemeyen Hoca da sonunda:
Bre zındıklar,
Hırsızın hiç mi suçu yok! diye veryansın etmiş...
Hadi biz de biraz veryansın edelim.
Bu saydığımız insanların "Hiç mi Suçu Yok!"