28 Haziran 2011 Salı

Katil kadınlar

Her gün üç-beş insanın öldürüldüğünü okuyoruz gazetelerde.
Basına yansımayan daha ne cinayetler var kim bilir.
Genelde katiller, saldırganlar hep erkek taifesi. Ya birbirlerini katlediyorlar ya da yanlarındaki kadınları. Güçlü ve baskın olan erkek ‘sevdiği!!’ kadının en doğal hakkı olan ‘yaşama hakkı’nı elinden almayı kendisine bir hak saymış.
Kadın öldüren erkekler kadar bir de erkeklerini öldüren kadınlar var. Kocalarını ya da sevgililerini gözlerini kırpmadan öldürebilenler...
Kimse onlarla pek ilgilenmiyor. Kadınların öldürülmesi vak’aları daha çok haber yapılıyor. Hele de habere 'namus cinayeti' yaftası yapıştırıldı mı kadın bir kez de gazete sayfalarında öldürülüyor.
Neden erkek bu kadar kolay öldürür diye soruyor insan. Ya maddi sıkıntılar sonucu çıldırma noktasına gelmiştir ya da yanındaki kadını kaybetmiş olmayı hazmedememiştir. Öyle mi?
Yoksa bütün bunlar öldürmek için birer bahane mi?
Esas neden kişilik bozukluğu mu? Hazımsızlık, duyarsızlık, sevgisizlik, ve merhametsizlik mi?
Erkek, bir insanı öldürürken olacakların önünü ardını pek düşünmüyor. Ne hapiste yatacağı günleri, ne şartların zorluğunu, ne de arkasında bıraktıklarını.
Trafikte yol vermeyen sürücüyü de öldürebiliyor, istediği şarkıyı söylemeyen sanatçıyı da. Çıkartıyor belinden tabancasını ve oracıkta saydırıveriyor. Pişman olmadığı gibi arkasında kaç ‘leş’ bıraktığıyla övünebiliyor bile...
‘Ya benimsin ya kara toprağın’ sözünü arabalarının arkasına yazan bir memlekette yaşıyorsak daha fazlasını beklemek de bizim hayalperestliğimiz olsa gerek...
Erkek çocuklar doğduklarından itibaren tabancalarla-kılıçlarla oynarlar. Karga yavrularını, kedi ya da köpek eniklerini yalaklara daldırıp çıkartarak zavallıcıkları hiç acımadan boğarlar.
****
Kız çocuklarsa o sırada bebekleriyle evcilik oynuyorlardır.
Anaçlık kadınların doğasında vardır. Öldürmeye değil doğurmaya ve yaşatmaya programlanmışlardır.
O yüzdendir ki kadın öldürürse öyle öfkeye kapılarak öldürmez. Yudum yudum dolarak gelir o raddeye. Planlar, programlar ve uygular.
Cinayet işlemiş dahi olsa, eğer ki psikolojik bir hastalığı yoksa, kadın cani değildir.
O cinayetlerin ardındaki hikâyeleri ise kimse dinlemez.
Kocasına itaat etmemesi, kendisine ekmek getirenin canına kastetmiş olması en büyük suçtur.
Yediği dayaklardan bunalıp da kocasını şikayet etmek için gittiği emniyette dahi ‘Hanım hanım, kocandır döver de sever de!’ denir.
Korunmaz, kollanmaz. Şiddet gördüğü için kocasını dava ettiğinde, davaya bakan mahkeme heyeti kadına manidar gözlerle bakar.
Başkaldıran bir asidir o. Doğru düzgün bir kadın olmuş olsa zaten kocası onu niye dövsündür, değil mi? Kesin hak etmiştir...
Kadın dediğin kan kusup kızılcık şerbeti içtim demelidir. Boyun eğmelidir. Ses çıkartmamalıdır.
Kocalarını öldüren kadınlar için ‘Niçin öldürüyor, boşansın gitsin der’ bazıları da.
İşkembeden atmak denir ya hani, işte öyle atarlar kendi tuzlarının kuruluğunda.
Onların dediği gibi medenîce boşanabilir mi sanki o kadınlar?
Görmüyor musunuz boşanmak istedi diye paramparça edilen kadınları?
Sadece ayrılmak istemiş olması dahi öldürülmesi için yeterli bir suç.
Ayrılıp baba evine dönse sanıyor musunuz ki durum orada daha iyi olacak. Bu kez de babası, ağabeyleri ve ailedeki diğer erkekler göz açtırmayacaklar kadına. Bir yandan da etraftaki erkekler musallat olacaklar.
Sığınma evlerine gitse, o da nereye kadar. Orada da bulup infaz etmiyorlar mı zaten.
Kadın bütün bunları ölçe-biçe-tarta karar verir. Verir ki; ya ölecek, ya da öldürecek...
Bir kadın; öldürmekten zerre kadar korkmaz hale gelmişse, yuvasından ve evlatlarından ayrılmayı göze almışsa varın siz hesap edin ne kadar büyük bir cenderede sıkıştığını.
Unutmayın ki kaybedecek bir şeyi olmayanlar her zaman en tehlikeli kişilerdir.
Hapiste yaşamak korkutmaz onu artık. Zaten yaşadığı hayat da bir çeşit hapishane değil midir? Üstelik de her an her türlü işkenceye tabi tutulduğu bir hapishane.
En azından gerçek hapishanede sağdır. Arada sırada da olsa sevdiklerini görebiliyordur. Yaptığından belki pişmandır belki değildir ama her iki şekilde de bu hayatı hak etmediği gün gibi ortadadır.
Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisinin son sahnesini hatırlayın. Ali Kaptan’ı vuran kişi kendi öz annesiydi. Demek insan bazen o kadar çaresiz kalabiliyor ki, gözünden sakındığı evladına dahi kurşun sıkabiliyor.
Birinin hayatta kalabilmesi için son çare bir diğerinin ölümü olmamalı.
Keşke ailelerine sürekli zarar veren hasta ruhlu bu insanlar tedavi edilebilseler. Keşke toplumda zararsız yaşamayı öğrenebilseler.
Bir suç işlediklerinin ertesi günü sorumsuzca salınıvermeseler. Devreye psikologlar, psikiyatrlar girse. Devlet vatandaşına sahip çıksa.
İnsanların çaresizliğine çare olunsa. Yasalar çıkartılsa, yaptırımlar uygulansa. Fizikî ya da ruhî şiddet uygulayıp çevresindekilerin hayatlarını cehenneme çevirenlere ağır cezalar verilse.
Ve bu cinayetler artık bitse.
Ne yazık ki medenice yaşamayı da, medenice ayrılmayı da beceremeyen bir toplumuz.
Ben’ce;
Ne kadınların hepsi birer melek, ne de erkeklerin hepsi birer şeytan;
Bütün mesele insan olabilmektedir, insan!..

24 Haziran 2011 Cuma

Deniz İnsanları

Yaz geldikten sonra başlayan 'tatilde nereye gidelim' kıvranmaları bir sahil kasabasında ya da bir tatil köyünde son bulur genelde.
Denizi berrak,  yemekleri güzel, sıcak suyu her daim akan, temiz ve mütevazi bir yer yeterlidir aslında tatil yapmak için. Önemli olan tebdil-i mekân eylemek değil midir zaten?
Havaların ani ısınmasıyla yüzme mevsimi (biraz geç de olsa) açıldı nihayet. Denizde mi yüzersiniz, havuzda mı bilemem ama mümkünse yüzün.
Havuz başında en cici bikinilerini giyerek, takıp takıştırıp, sürüp sürüştürüp arz-ı endam edenlerden olmayın. Deniz kıyısına kadar gelip de harıl harıl dantel örenlerden olmayın. Güneşlenen kadınları-kızları dikizlemek için bir köşede konuşlanan insanlardan olmayın.
Madem ki oradasınız, bırakın kendinizi suya. Yüzme bilmiyorsanız dahi suyun içinde olmanın serinliğini yaşayın.
Siz yüzün ki çocuğunuz da sudan ürkmesin. Suyu sevsin.
Annesinin ya da babasının kucağında güven içinde tanışsın suyla. İlk deneyimi hazırlıksız bir halde suya daldırılıp çıkartılmak olmasın.
Korku içinde çığlık çığlığa sudan kaçmaya çalışmasın. Zavallı çocuk sudan değil de kendisine reva görülen hareketten kaçıyordur aslında. Aniden ıslanmak ve üşümek bir yanda, nefessiz kalmak bir yanda, boğazını yakan tuzlu suları yutmak bir yanda. İlk deneyimini böyle yaşayan bir  çocuk bir daha denizi sevebilir mi?
Sıcaklar basınca denize gitme imkânı olmayan ailelerin çocukları ya derelerde ya da kanallarda serinlemeye çalışıyorlar. Maalesef ki her sene pek çok çocuğumuz buralarda boğularak can veriyor. Henüz birkaç gün önce 12 yaşındaki Yiğit oğlumuz Canbalı Deresi'nde yüzerken akıntıya kapılıp gitmedi mi? Yine gazetelerde Yiğit gibi boğulup giden nice canların haberlerini okuyacağız üzüntüyle. Sonra da unutacağız, ta ki bir dahaki seneye kadar.
Suyla erken yaşta tanışıp sudan korkmayan insan, aynı suyun ne kadar tehlikeli olabileceğini de çok iyi bilir. Çocuk yaşlarında sahilden ne kadar açılabildiğiyle övünmenin yerini, yaş ilerledikçe sahile paralel yüzmeler ve ayağını yerden kesmemeler alır. Ani bir kramp ya da küçük bir panik sonucu suyun dibini boylamak işten bile değildir. Kaldı ki son yıllarda kalp krizi yaşı bile bu kadar aşağılara çekilmişken…
Maddi durumu biraz iyice olanlar evlerine özel havuzlar yaptırırlar, havuzlu sitelerden ev almak isterler ya da. Kendileri ne kadar girerler o havuza bilmem. Çoğu 'çocuklar eğlensin diye' derler.
Evlerini havuzlarla süslerler de, eğer ki evde minik bir bebek varsa öncelikle ona suyun üzerinde kalabilmesini öğretmeyi düşünmezler.
Önlemi alınmadığı zaman havuz oldukça büyük tehlikedir aslında. Çevresine bariyerler çekmekle de bu tehlike bertaraf edilmez. Gazetelerde kendi evlerinin havuzuna düşerek boğulan çocukları da okumuşuzdur zaman zaman. Ha kanalda, ha derede, ha denizde, ha kendi evinin güvenli havuzunda. Giden hep 'can'dır…
Oysa ki insan hayatının ilk aylarını yaşadığı annesinin rahminde de suyun içinde yüzmektedir. Suya yabancı değildir. O yüzden de suyun üzerinde durmasını son derece kolay öğrenebilir. Yeter ki doğru öğretilsin.
Bilinçli ve imkânları elveren aileler çocuklarını yüzme kurslarına kaydettiriyorlar. Bu kurslara gelen çocuklar bir bakıma şanslı olanlar. En azından işin doğrusunu temelden öğreniyorlar. Çocukluklarında bu şansı yakalayamamış olanların yüzüşleri ise daha sonra aldıkları derslerle dahi pek düzelmiyor.
Yüzmek, vücut organlarının birbiriyle uyumlu çalışmasını sağlayan müthiş bir senkronizasyon...
Eller, kollar, ayaklar, bacaklar, baş, karın ve en önemlisi de doğru nefes alış ile akciğerler, kalp ve diğer iç organlar… Birbiriyle bağlantılı bu hareketlilik sırasında zihin de daha fazla çalışıyor. O yüzden de otistiklere yüzme önerilir diye biliyorum.
Su bir yandan da insanın üzerindeki negatif elektriği alıp ruhuna sakinlik veriyor. Hâttâ yaralanma ve sakatlanma riski olmayan, bütün bedeni çalıştıran tek spor belki de.
Kulvar takılmış bir havuzda yüzmek keyiflidir de eğlence havuzlarında asla istediğiniz gibi yüzemezsiniz.
Denizde yüzmek ise bambaşkadır. Her kulaç atışta sularda oluşan hışırtıyı, suyun altındayken denizin sessizliğini dinlemeyi, yanımızdan umursamazca geçen ama yakalamak için bir hamle yaptığımızda aniden yön değiştirerek ok gibi fırlayıp kaçan balıkları, insana ürküntü veren yosunları özlemez mi insan? Sabahın erken saatlerinde gümüş gri, dingin, uyuyan bir deniz düşünün. Hakikaten de uyuyordur sanki. Sahile hafifçe dokunuşları da sessizce aldığı nefeslerdir.
Bulutuyla, gemisiyle, balığıyla yosunuyla deniz olunmalı oğlum der ya Nâzım Hikmet, işte o dediği denizlerden olmak ister insan.
İster de; her türlü atıkla kirletilmiş, üzerinde yüzen yağlı katranları zaman zaman sahile vurup sahili de batıran, balçığa dönüşmüş rengiyle dibi dahi görünmeyen, denizanası sürülerince istila edilmiş, ne balığı, ne de deniz kokusu kalmamış bir deniz olmak değil...

21 Haziran 2011 Salı

Hayal kırıklıkları

İnandıklarının inanılırlığını sorgulamaya başladığı o anda, o zamana kadar inandığı her ne varsa hepsinin dimdik bir uçurumdan aşağıya doğru hızla yuvarlanmaya başladığını görür insan.
Hani ölürken hayatı bir film şeridi gibi geçermiş ya gözlerinin önünden; işte o düşüş sırasında da yaşadığı her şey zihninden resmigeçit yaparcasına geçer gider birer birer.
Daha önceleri fark etmeden de olsa aklına takılan minicik sorular cevaplanır bir anda, gözlerindeki perdelerin aralanmasıyla daha önceleri seçemediği görüntüler netleşmeye başlar, anlamlandıramadığı her ne varsa hepsi anlamına kavuşur.
Bütün taşlar bir anda yerlerine oturur.
****
Her elini uzattığında elini tuttuğu insanın kayıtsızca sırtını dönüşü yıkmıştır belki birini. Belki de kendisini delice sevdiğine inandığı insanın aslında hiç de zannettiği gibi sevmemiş olduğunu görmesi.
Belki daha önceleri yolunda sandığı her şey sadece kendi yarattığı bir illüzyondur.
Sadece kendi yarattığı dünyada görmek istediklerini görüyordur. Diğerlerini görmezden gelen kendisidir.
Yalnız ve yalnızca kendisi...
****
Beklemediği bir anda yaşadığı hayal kırıklığının ardından, "Madem ki her şey bir kalemde silinip atılabilecek kadar değersizdi, o zaman niye daha önce değil de şimdi, niyedir bunca zaman süren bu oyalama" diye sormaz mı insan kendisine de, karşısındakine de.
Sorularına bir cevap aramaz mı?
"Bana iyi davranıp benim isteklerimi yerine getirdiğin sürece, bana sorunlarını anlatmayıp benim her sorunumu dinlediğin sürece, beni eğlendirip neşelendirip ‘sonsuz-sınırsız’ memnun ettiğin sürece, yani kısacası benden hiçbir şey beklemeyip her an benim emrime amade olduğun sürece dostuz, arkadaşız, sevgiliyiz, hâttâ ve hâttâ ‘iyi günde-kötü günde’ deyip sözler vererek evlendiğimiz eşleriz ..."
Ne yazık ki sorduğu bütün soruların cevabı işte budur...
Yalandan yaşanmış bir hayata verdiği emekler, harcadığı zamanlar, hayalleri, iyi ve güzel bütün düşünceleri, hayatında var zannettiği her neyin varsa hepsi işte o anda koskoca bir SIFIR’a dönüşür.
Ve o anda en çok kime kızar insan? O hayal kırıklığıyla ilk kime saldırır?
Önce kendisini bu hayal kırıklığına uğratan insana değil mi?
O ilk ateş geçtikten sonra da kendisine döner. Körlüğüne, sağırlığına, dilsizliğine yanar.
"Kendime yalanlar söylediğimden beri kimselere inanmaz oldum" sözündeki gibi kimselere inanmayanlar her zaman en ‘yalandan’ yaşayanlar galiba.
Kendilerine yalan söyleyemeyenler ise cezası hayal kırıklığı olan ‘inanma’ suçunu işlemeye devam ediyorlar.
Öyle midir gerçekten de?
Bir insanın karşısındakine inanması, güvenmesi, elinden geldiği kadar özverili davranması bir suç mudur?
O zaten kurnazca ve bencilce davranmayarak bu hayal kırıklığını çoktan hak etmiş midir?
Eğer ki herkes herkesin hayatında bu düşüncelerle yer alıyorsa vah ki ne vah! Ne kadar da yapay, ne kadar da güvensiz bir dünyada yaşıyormuşuz da haberimiz yokmuş.
****
Hayal kırıklığına uğramış anneleri-babaları gibi davranmayan, kurnaz ve bencil yepyeni bir topluluğumuz var artık. Eskiden azınlıkta olan bu insan modeli gittikçe çoğaldı ve nihayet dünyayı ele geçirdi.
Yeni model toplumdaki insanlar kendi krallıklarını ilan ettiler, diğerlerini de köle olarak atadılar. Köle olarak atananlarsa kölelikten ziyade efendiliğe soyunduklarından olsa gerek, efendilerine köleleri gibi davranmaya başladılar.
Böylece kimsenin köle olmak istemediği bir krallıkta da kral olmanın hiçbir hükmü kalmadı.
Tüketim toplumu olmanın olmazsa olmazı olan ‘harcamak’, en sonunda ‘insan harcamak’ la taçlandırıldı.
Sorarım sizlere; bir insan kazanmanın, bir dost kazanmanın, ‘vefa’nın anlamını bilenlerle, her şeyi hoyratça harcayabilenlerin çatıştığı bir dünyada gerçek kaybedenler hayal kırıklıklarını yaşayanlar mıdır, yoksa yaşatanlar mıdır?

17 Haziran 2011 Cuma

Ben babamı özledim...

İnsan babasını özler ya hani...
Annesini  de özler de, babasını da bir başka özler sanki.
Zaman zaman hafif sert, zaman zaman da şefkatle koruyan, çok zaman belli etmeden, bazen de ‘kötü baba' olmak pahasına da olsa her şeyini aleni kontrol eden o ilk adamı...
Erkekler ilk evlatlarının 'erkek' olmasını isterler hep.
Soylarını sürdürecek bir aslan parçası. Yaşlandıklarında onlara sahip çıkacak bir erkek evlat. Eee, ne de olsa erkek adamın erkek oğlu olur, değil mi?
Bin bir arzuyla ve hayalle sahip oldukları o erkek çocuklar gün gelip asilik ederek karşılarına dikildikleri zaman belki de kızacaklardır onlara, belki çatışacaklardır. Bütün bunlara rağmen içten içe oğullarının asiliklerini seveceklerdir de. Belki kendi delikanlılık günlerini hatırlattıkları için, belki de hayat içerisinde kendisini koruyabilecek güce erişmeye başladıklarını gördükleri için.
Artık eskisi gibi değil ki her şey. Erkek çocuklar evlenip baba evinde kalmıyorlar ki. Dışarıda kurdukları hayatlarında muhtaç durumdaki ailelerine açacak yerleri olmuyor ki.
Ne evleri müsait, ne de zamanları var. Gelinlerin çalıştığı, torunların dersten derse, kurstan kursa gezdiği evlerde büyükanneler-büyükbabalar bir başlarına oturup da ne yapsınlar. Erkek evlat sahibi olmak böyle bir güvence olmaktan çıktı gitti.
Anne-babalarının yaşlılıklarında kız çocukları onlara çok daha fazla sahip çıkıyor. Erkek çocuğa tercih edilmiş olmanın ilahi adaletiyle belki, yolları gözlenen hep o kız çocuklar oluyor.
Her ne kadar öncelikle erkek çocuk isteseler de babalar kızlarını biraz daha başka severler sanki. İçleri titrer onlara bakarken.
Sevdikleri kadınla evlendiklerinde o genç kadının da bir babanın kıymetli kızı olduğunu düşünmezler de; söz konusu kendi kızları oldu mu prenseslerine bir türlü kıyamazlar.
Prenseslerini bir türlü ‘Elin oğlu'na veremezler.
Belki de o yüzden kızlar da hangi yaşa gelirlerse gelsinler sadece ama sadece babalarının yanında prenses olurlar. O tacı daha doğdukları gün babaları takmıştır ya başlarına, o tacı bir daha asla çıkartmak istemezler başlarından. Zamanı geldiğinde de o tacı fark edebilenle, yerinden çıkartıp atmayacak olanla bir hayat paylaşmak isterler. İsterler de; çok zaman o taçları ayaklar altında paramparça edilir.
Babalarının cinsiyet ayrımı yapmaksızın sahiplendiği çocuklar aynı sahiplenmeyi kendi hayatlarında yaşatıyorlar. Kız kardeşlerinin de kendilerinden farksız bireyler olduğunu daha o zamanlardan öğreniyorlar.
Babalarının annelerine olan davranışları onların kadınlara olan bakışlarının ilk temellerini atıyor bilmeden. Kadın cinsinin itelenip kakalanacak değil de, sevilecek ve sayılacak insanlar olduklarını ilk babalarından öğreniyorlar.
Kendi evlerinde ayrımcılığa uğramayan kız çocukları kendilerine güvenli ve dolayısıyla hayatlarında da başarılı oluyorlar. Sadece özel hayatlarında her erkeği babaları gibi zannetmek gafletine düşüp hayal kırıklığı yaşayabiliyorlar.
Eğer ki anneleri tarafından ezilen bir babaları varsa baskın karakterli bir erkeğe, babaları tarafından ezilen bir anneleri varsa pasif karakterli bir erkeğe yönlenebiliyorlar.
Babalığı böyle yaşayanların dışında bir de bambaşka yaşayan babalar var.
13 yaşındaki kızlarını dedeleri yaşlarındaki adamlara satan, kızlarının okuyup gelişmelerine izin vermeyen, ahlâk-namus-töre söylemleriyle kızlarının canını alan, çok zaman da erkek evlatlarına kız kardeşlerinin canını aldırtan babalar.
Baba olmanın anlamını kavramamış, sorumluluğunu üstlenmemiş, biyolojik babalık dışında hiçbir babalık vasfı taşımayan babalar.
Evlatlarına kol kanat olmanın, onları hayata hazırlamanın bilincinde olmayan, evde terör estirmenin babalığın ilk şartı olduğunu zanneden babalar.
Böyle durumlarda babalarının aşırı şiddetiyle, annelerinin aşırı korumacılığı arasına sıkışan çocuklar ne yapacaklarını bilmez halde kendi çocukluklarına hapsolup kalıyorlar. Yıllar içinde yaşadıkları sorunlar çoğunlukla o günlerden kaynaklanıyor. Ne yazık ki pek çoğu bunun farkında bile olmuyor.
Farkında olanlar da o zamanlara geri dönüp her şeyi baştan yaşayamayacaklarına göre onlara düşen yaşanılanları affederek yollarına devam etmek. Kendi çocuklarına olması gerektiği gibi olmaya çalışarak bu kısır döngüden kurtulmak. Zinciri bir yerden kırmak.
Babalarını sevgiyle ve minnetle anan, sadece belirli zamanlarda aramak gerektiği için değil de, gerçekten babalarını özledikleri için arayan çocukları olmalı insanın.
Babaları gittikten sonra dahi onları sevgiyle anarak yaşatabilen çocukları olmalı. Babalarından bahsederken gözleri dolsa da dudaklarında tatlı bir tebessümle ona yakışan evlatlar olabilen çocukları olmalı.
Babalara en büyük hediye de çocuklarının yüzlerindeki o vefalı tebessüm değil midir?

14 Haziran 2011 Salı

Dünden sonra yarından önce

Nihayet sessizlik...
Tamam mı, bitti mi, rahatladık mı? Hadi artık dağılalım o zaman. Siz de toplayın bayraklarınızı, boşaltın bürolarınızı, seçildiyseniz de seçilmediyseniz de geçin işinizin başına.
Yılbaşı çekilişindeki büyük ikramiyenin kendisine çıkmayışının ardından beğenmediği işine çaresiz dönmek gibi bir şey bu da. Hani bilet alındıktan çekiliş tarihine kadar bin bir hayal kurulur ya. Evler alınır, arabalar alınır, işler değiştirilir, tatillere gidilir, hâttâ belki de o tatillerden geriye hiç dönülmez. Sonsuz bir zenginlik, sonsuz bir mutluluk vaat eder o minicik kâğıt parçası insana.
Umuttur, heyecandır, plandır, programdır…
Sonra çekiliş yapılır. Nasılsa birilerine çıkacaktır o ikramiye. Çekiliş öncesi ‘Ya bana çıkarsa!' diye hayallenilen durum, çekiliş sonrası ‘Ya bana çıkmadıysa!' ya dönüşür. ‘Ya çıkmadıysa!' diyerek numaraların kontrolü biraz daha uzatılır, tatlı tatlı kurulan o hayaller bir çırpıda yıkılsın istenmez.
Tabii el mahkûm sonuç nihayet öğrenilir. Çok zaman amorti bile yoktur. Dolayısıyla istense de istenmese de her şey kaldığı yerden devam eder.
Biletine ikramiye isabet edenin hayatıysa artık asla eskisi gibi olmayacaktır.
Sonuç itibariyle kazanan da kazanmayan da hepsi kendi yoluna gider…
Seçimlerdeyse gerçek kazanan her zaman halk olmalıdır aslında. Sonuçta bu yarış halka en iyi hizmeti vermek adına değil midir zaten...
Kazanan parti mensupları kazandıklarına sevinirler, doğaldır. Bir yarışa girmişlerdir, ipi göğüsleyenin sevinç yaşaması kaçınılmazdır. Bu sevincin abartılısı insanın aklına farklı farklı şeyler de getirmiyor değil hani. ‘Niye bu kadar çok seviniyorsunuz?' diye düşünmeden edemez insan. Bu kadar hizmet aşkıyla yanıp tutuşuyordunuz da biz mi bilmiyorduk? Yoksa o makama ulaşmanın kendinize sağlayacağı faydalar mıdır sizi bu kadar sevindiren?
Bu arada kaybedenler neye üzülürler? Tercih edilmediklerine mi, istenmediklerine mi? Yoksa bu üzüntüleri karşı tarafa yenilmiş olmalarının hırsı mıdır?
Kazanan tarafın taraftarlarında bir ukâlalık, bir tepeden bakışlılık peydahlanması kaybeden tarafın taraftarlarının canını epeyce sıkar.
Kazanan onlar olsa onlar da aynısını yapacaklardı belki ya, belki de o yüzden o psiklojiyi çok iyi bilirler. Çocukça bir davranış mı diyorsunuz buna? Yapılmaz mı diyorsunuz? Maçların ardından taraftarların birbirlerine ettiklerine bir bakıverin o zaman. Pek de farklı sayılmaz…
İşin tantanasının ötesinde; kaybeden tarafta olanların korkup sindiklerini, hâttâ bu korkuyla zaman zaman taraf değiştirdiklerini ya da söylemlerini yumuşattıklarını da görürüz. Kaybeden taraftakiler bir bakıma zincirin zayıf halkalarından da kurtulmuş olurlar böylece. Kazandıkları kadar ‘var' olacak olanlar demek ki hiçbir zaman gerçekten ‘var' değillermiş.
Korku egemen toplumlarda iktidar olmak her zaman şaibelidir. Kazanılan zafer gerçek bir zafer değildir. Böyle kazanılmış bir yarışta birinci olmak muteber değildir
Tabii ki o şartlarda yarışanlar bunu önemseyecek anlayışta olsalar ne o korkutmalara, ne de o dolambaçlı yollara girerlerdi zaten diyorsanız, siz de haklısınız.
Yok hakkıyla kazanmışlardır diyorsanız, o zaman artık sokaklarda ya da televizyonlarda ağlaşıp ‘Yardım edin Memedali Beğğğyy!' demeyi de bırakırsınız.
Aklı selim insan zaten neyi neden istediğini de, neyi neden istemediğini de gayet iyi  biliyor.
Tavrını açıkça sergiliyor. Hem acizlenip, hem şikâyetlenip, hem de gidi inanmadıklarına yaltaklanıp el-etek öpmüyor. El-pençe divan durmuyor.
Onursuz bir kazanan olmaktansa onurlu bir kaybeden olmayı tercih ediyor…

10 Haziran 2011 Cuma

Şanslı Masa

En son favorimiz Şanslı Masa programını izleyip de eğlenmeyen yoktur herhalde. Mizansen kamera şakalarına pek sıcak bakmamama rağmen ben de bu programda oldukça eğleniyorum. Belki de ortada danışıklı bir durum olduğu içindir
Nihayetinde teklif var ısrar yok.
Garip hallere girecek olan kişinin bu duruma rıza göstermesiyle gelişiyor her şey. O kabul etmemiş olsa hiçbirisi gerçekleşmeyecek. Ki etmeyenler de vardır.

Bu programda kim daha çok eğleniyor acaba? Kulağına her ne söylenirse papağan gibi aynısını tekrarlayıp, kılıktan kılığa, halden hale giren kişi mi; o lâfları ona söyleten iki kafadar mı, yoksa ekranları başında onların bu hallerini izleyen izleyiciler mi? Hepsi bir şekilde eğleniyorlar da, eğlenmeyen bir tek kişi var, o da bu oyundaki zat-ı kurban.
Durumdan bihaber olan, şaşkın ve sabırsız bakışlarla ne yapacağını bilemeyen kurban; eğlenmek bir yana, acaba ne zaman kalp krizi geçirecek ya da karşısındakinin boğazına ne zaman yapışacak diye bizi ekran başında gerim gerim germekte. Sabrının taştığı zamanlarda ağzından  çıkanlar bol bol ‘bip'lense de biz aslında onun o anlarda neler demiş olabileceğini gayet iyi biliyoruz.
Oyuna katılanlar işin ucunda para olmasa sırf eğlencesine böyle bir şeyi kabul ederler miydi bilmem. Tabi bu zamanda havadan gelmiş bir beş bin lira da fena para değil hani. Haliyle daha bir teşvik edici, daha bir kabul ettirici, daha bir cesaretlendirici rol oynaması çok normal...

Orada oturanlardan birisi ben olsam mesela diye düşünüyoruzdur çoğumuz. Hangi tarafta olmak isterdim acaba diye soruyoruzdur kendi kendimize. Oyuncu tarafında mı, yoksa kurban tarafında mı?
Oyuncu olsam kulağıma söylenen her şeyi yapabilir miydim diyoruz? Ya da kurban bensem, karşımdaki böyle garip davranışlar göstermeye başladığında ben  ne yapardım?
Hemen oracıkta bırakıp gider miydim? Daha önce gayet normal olan yakınımın böyle garip davranmasında muhakkak ki bir neden vardır deyip ona sonuna kadar katlanır mıydım? ‘Bu bir şaka olmalı!' diye mi düşünürdüm? Yoksa ‘Arkadaşı kaybettik!' mi derdim? Bu işin sonu nereye varacak diye oturup izler miydim?
Her şeyin sonunda kahkahalar içerisinde ‘Bunların hepsi bir şakaydı!' lâfını duyunca ne hissederdim? ‘Hay bin kunduz!' mu derdim? Yoksa ‘Eyvah rezil olduk' mu?
Saniyeler içerisinde onca zaman verdiğim tepkiler film şeridi gibi gözümün önünden geçerdi belki de. Kötü olanları ayıklamak isterdim tam da o anda. Ayıklayamayacağımı bilmenin çaresizliğinde durumu kabullenir, yaşadığım o garipliklerin hepsinin gerçek olmadığına binlerce kez şükrederek ben de işin eğlence kısmına geçerdim.
Çekilen videoyu defalarca izlemek isterdim üstelik. Verdiğim tepkileri, sabrımı ya da sabırsızlığımı görmek isterdim. Aldığı talimatlarla kendisinden istenenleri harfiyen yapan, kulağına fısıldanan saçmalıklara itiraz etmeyen oyun ortağımı da izlerdim tabii ki.
Nihayetinde kurban kendisini oynuyor ama oyuncu olan taraf olmadığı birisini oynuyor.
Onun işi çok daha zor.
****
Oyunu güncele uyarlayınca; politikacıların söylemlerindeki tutarsızlıklarını, üç gün önce dedikleriyle beş gün sonra dediklerinin birbirine ne kadar ters düştüğünü gördükçe acaba onların kulağına da böyle fısıldayanlar mı var diyor insan. O yüzden mi bir gün öyle bir gün böyle konuşuyorlar?
Bu kadar tutarsız ve ayarsız olabilmelerinin başka bir açıklaması yok sanki. Eğer hakikaten de böyleyse, fısıldayanlar ve oyunu karşıdan izleyenler oldukça iyi eğleniyorlardır. Fısıldananları yerine getirmeye çalışanın haliyse eğlenmenin ötesinde bir şey. Onca talimatı yerine getirebilmek için verdiği mücadele takdire şayan.
Oyun sırasında belki onun kulağına da ‘İki bin cepte', ‘Üç bin tamamdır', ‘Devam etmek istiyorsanız burnunuzu kaşıyın', ‘Beş bin'e ulaşmanıza az kaldı' deniliyordur. O da kazandıklarının şevkiyle daha bir asılıyordur oyuna.

Maalesef ki gerçek hayatta kazanılanlar oyunda olduğu gibi taraflar arasında eşit paylaşılmıyor. Bu oyundaki para aktarımı da kurbandan oyuncuya doğru oluyor.
Kurbanlar yine her şeyden habersiz, yine her söylenenle kafası allak bullak olmuş, yine neye inanacağını şaşırmış, yine nasıl bir oyunun içinde olduğunu anlayamayan sokaktaki insanlar.
Oyuncunun ise keyfi, her şekilde, yerinde...

Oyunlar iyi güzel de; eğer ki bir oyunda oyuncuların hepsi aynı derecede eğlenmiyorlarsa, "Ben'ce" o oyun iyi bir oyun değildir...

7 Haziran 2011 Salı

Oyun bitince

Aldım-verdim-ben seni-yendim!
Hatırlarsınız, mahalle arasında ya da okul bahçesinde oynayacağımız oyuna  başlamadan önce, hem kendi takımımıza oyuncu seçmek ve hem de oyuna önce kimin başlayacağını belirlemek için böyle sayışırdık.
Düz bir çizgi üzerinde eşit mesafelerden birbirimize doğru adım adım ilerler, her ayağın topuğunu diğer ayağın burnuna denk getirip arada boşluk kalmayacak şekilde attığımız adımlara bu tekerlemeyle eşlik ederdik. Mesafeyi kendimizce ayarlamak için bazen ayaklarımızı büzüştürerek küçültür, bazen de biraz daha gevşeterek daha fazla yol alırdık. Diğerinin ayağına ilk ulaşabilen kişi oyuncu seçiminde tercih önceliğini kazanırdı.
Galip gelen kendi takımına eleman seçmeye başlardı. İlk olarak en güçlüler, en hızlılar, en atikler seçilirdi. Sona kalanlarsa ya tıfıllar ya da hantallar olurdu.
Bu seçim çabucak olurdu. İsimler hızlı hızlı okunur, adı okunan bir adımda  kendisini seçenin tarafına geçerdi. Aynı hızla taraflar yerlerini alırlar ve oyun başlardı.
Oynadıkları oyun bittikten sonra da hep birlikte kaldıkları yerden devam ederlerdi koşturmalarına.
Ta ki akşam ezanı okunup da anneleri tarafından sofraya çağrılana kadar...
Oyun esnasında bazen itişip kakışırlardı ama ilerleyen zamanlarda en sağlam dostluklar yine o mahalledeki arkadaşlıklarından çıkardı.

Ne olduysa oldu, zaman geçtikçe oynanan oyunlar gittikçe sertleşmeye, araya çekilen çizgiler ise gittikçe keskinleşmeye ve derinleşmeye başladı. Gün geldi o çizgiler o kadar derinleşti ki neredeyse hepsi birer uçuruma dönüştü.
Çizginin o tarafındakilerle bu tarafındakiler kendilerini birdenbire derinleşiveren bir uçurumun kenarında buldular. İki kenardan sesleri yettiğince birbirlerine galiz küfürler savurdular. En acımasız silahları sıktılar.
Birbirlerine duydukları kin ve nefret gözlerini öyle bürüdü ki, ne büyüdükleri mahalleyi, ne de oynadıkları oyunları hatırlar oldular.

Yeni kurulan bu oyundaki oyun kurucular yanlarına kattıkları oyuncuları istedikleri gibi kumanda ediyorlardı.
Oyun önceleri eğlenceliydi belki ama verilen onca kayıptan sonra artık bu oyunun kimse için bir eğlencesi kalmamıştı. Üstelik artık herkes anlamıştı ki oyun bitince şah da piyon da aynı kutuya konulacak, belki de fırlatılıp bir çöplüğe atılacaktı.
Üstelik iki tarafta da durmaksızın gençler ölüyordu. İki tarafta da yürekler kan ağlıyordu.
Gelinen noktaya baktığımızda, sanki artık iki taraf da bu anlamsız savaş bitsin istiyor.
Barış için ziyadesiyle savaşıldığını, lakin barışa ulaşılmadığını açıkça görüyor.
Barış içinde yaşamayı gerçek anlamda isteyenler, barış için savaştan başka yöntemler olması gerektiğini düşünüyor.
Ölmeden ve öldürmeden yaşamak varken, ölmek ve öldürmek acı geliyor.

Geliyor da; ah ama ah o oyun kurucular, onlar aradan bir çekilseler, bir bıraksalar şu çocukları kendi hallerine.
Belki yılların hıncıyla çocuklar önce bilemeyecekler birbirlerine yanaşmayı. Ürkek ve tedirgin dolanacaklar birbirlerinin etrafında. Sonra birisi eski günlerden bir laf atacak ortaya, ister istemez diğeri cevaplayacak o lafı..
Biraz eskilerden, biraz yenilerden derken kaynaşıverecekler sanki hiç ayrılmamış gibi.
Barışın o neşeli ayak sesleri duyulacak, sanki savaş hiç yaşanmamış gibi...
****
Savaştan sonra gelen barışın ardından;
Kimse onlara kaybolan yıllarını veremese de,
Kimse onlara yeniden ister misin diyemese de,
Onların artık tek bir söz söylemeye hakkı var.
"Gel Kardeşim, Elini Ver Bana!"
Yetmez mi?

3 Haziran 2011 Cuma

Farklı pencereler

Hepimiz dışarıya başka başka pencerelerden bakan aynı evin sakinleriyiz gibi gelmez mi size de?
Kimimiz pencereden yarı belimize kadar sarkmışız, kimimiz de perdenin arkasından sessiz sedasız bakınıyoruz. Kimimiz aşağıya, kimimiz yukarıya dikmişiz gözümüzü. Kimimiz dümdüz ileriye odaklanmış, kimimizse aheste aheste sağa-sola gezdirmekte gözlerini.
Hepimizin penceresinin görüş açısı başka.

Birisi baktığı yerden karşıdaki ağacın toprakla buluştuğu bedenini görürken, bir diğeri kendi penceresinden aynı ağacın tepe dallarını görüyor. Daha uzakları görebilenler, daha yakınları daha ayrıntılı seçebilenler...
Birisinin gördüğünü bir diğerinin görmüyor olması görülmeyenin yok olduğu anlamına gelmiyor elbette.
Bunu en iyi, bakışlarını her yöne çevirebilenler biliyor.

İnsan kendi penceresinden bakarken gördüklerini tek hakikat varsayıp da diğer görüş açılarını yok saymaya başladığı anda ne yazık ki o malum çatışmalar başlıyor.
‘Nasıl oluyor da o benim gibi düşünmüyor?' deyip bir başkasının düşüncesini bir türlü anlayamıyor. Karşısındaki de onun için öyle düşünüyor oysa. ‘Nasıl oluyor o da benim gibi düşünmüyor?' diyor.
Herkesin beyni bir farklı algılıyor ve bu farklılığı hiç kimse kabul etmek istemiyor.
Çok zeki bulduğumuz birisiyle tamamen farklı şeyler düşünebiliyoruz mesela.
Algının zekâyla ne kadar ilintisi var diye sorguluyoruz o zaman.
O mu doğru, yoksa ben mi?
Yok yok, hayır hayır!
Tabii ki ben..!

Kimse kendisini yanlış düşünüyor olmakla suçlamaz ki zaten. En iyiyi her zaman kendimiz biliriz değil mi?
İşte yanılgıya düşmenin başlangıç noktası da bu. Başka fikirleri tümden reddetmek.

İnsan düşündüğünü özgürce ifade edebilmeli. Anlatırken dayatmacı olmadan, baskı kurmaya çalışmadan konuşabilmeli, yazabilmeli.
Dinleyenlerin zihninde farklı pencereler açıp, başka başka bakış açıları sunabilen insanların sohbetlerine doyulur mu?
O anlattıkça odadan odaya, pencereden pencereye dolaşmaya başlarız. Yazdıklarını okudukça 'Ben bunu daha önce nasıl böyle düşünemedim?' diye hayıflanırız. Arada sırada da 'Evet işte aynen ben de böyle düşünüyorum' deyip onaylarız.
Tabii bu özgürce konuşmayı ağzına her geleni söylemekle eşdeğer görenler sayesinde konuşma kirliliği de yaşanmıyor değil.
'Ağzı olan konuşuyor' deriz ya hani, işte öyle.
Aklına her gelen sözü nereye gideceğini düşünmeden söyleyenler, içeriğinde bir şey olmaması sebebiyle havada bomboş asılı kalan cümleler kurup can sıkanlar, karşısındakine söz hakkı tanımadan sadece ama sadece kendisi konuşanlar, sürekli kendi fikirlerini kabul ettirmeye çalışanlar, nezaketinizden dolayı kendisine verdiğiniz önceliği bir üstünlük zannederek sizin üzerinizde hakimiyet kurmaya çalışanlar...
****
Tartışma programlarındaki insanları dinlerken ya da gazete haberleri altına yazılan yorumları okurken ne kadar farklı algılamalar var diye düşünüyor insan. Kendi fikirlerini söylemenin boyutunu kavga ve hakarete vardırmak tartışmanın tek düsturu sanki.
Bütün konuşulan ve yazılan her şeyin sonu okkalı küfürlerle dolu cümlelerin havada uçuşmasıyla bitiyor.

Hep merak ederim; tartışma programlarında birbirlerine olmadık lâflar eden tartışmacılar reklam aralarında acaba ne yaparlar?
O hırsla birbirlerine ekranlarda söyleyemeyecekleri şeyleri mi söylerler? Yoksa susup otururlar mı? Önlerindeki kağıtlara mı bakarlar? Tuttukları notlarla reklam dönüşünde edecekleri daha şiddetli saldırıları mı planlarlar?
Yoksa o heyecanlı haller sadece ekran önünde sergiledikleri bir oyun mudur?

Farkındalar mı bilmem ama onların tartışmalarda takındıkları bu haller kendilerini izleyenler üzerinde oldukça etkili olmakta. Tartışılan konudan sapılarak kişiliklere yapılan saldırılar toplumun her kesimine dalga dalga yayılmakta.
Maalesef ki tahammülsüzlük ve saygısızlık gayet sıradan haller oldu çıktı.
Her yer ‘Benim dediğimden gayrısı yanlış!' diyen insanlarla doldu.
N'apalım şimdi o 'yanlış'ları biz? Teker teker mi yok edelim, yoksa toptan mı ortadan kaldıralım?
Yoksa kafataslarındaki 'yanlış' beyinlerini çıkartıp hepsini otomatiğe mi bağlayalım? Hâttâ herkesi uzaktan kumanda ile mi idare edelim?
Kumanda kimin elindeyse patron da o olsun.
Bakın o zaman da 'Kumanda Savaşları' çıkar.

Çıkar dedim ama aslında yüzyıllardır insanoğlunun savaşma nedeni hep o kumandayı ele geçirmek için galiba. Kumanda kimdeyse onun seçtiği kanalları izliyoruz, onun dayattığı hayatları yaşıyoruz.
Oysa ki biz evimizin her penceresinden bakabilmek istiyoruz; her kanalı izleyebilmek istiyoruz, her kitabı, her gazeteyi, her dergiyi okuyabilmek istiyoruz; her gördüğümüzden, her duyduğumuzdan kendimizce çıkarımlar yapabilmek istiyoruz.
Kavga ederek değil, 'tartışabilerek' yaşamak istiyoruz...