30 Ağustos 2014 Cumartesi

Sadece barış için savaşalım...

Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler kitabını okumadıysanız Kurtuluş Savaşı’nın nasıl kazanıldığını ve memleketin nasıl kurtulduğunu bilseniz de anlayamazsınız. O savaşta gün be gün yaşananları hiçbir akıl almaz, yaşananlar hiçbir mantığa sığmaz.
Dilerim ki Türk tarihinde öyle bir canhıraş savaşa bir daha hiç gerek kalmaz.
Türk milleti ilginçtir. Osmanlı’nın dört bir yanından kopup gelen halk can havliyle bütünleşirken önünde engel tanımamıştır.
Boş kaldığımızda kendi kendimizi yemeye pek müsait olan bizler, dışarıdan gelen bir saldırıda anında kaynaşır, birbirimizi yemeyi bırakıp yek vücut oluruz.
Bu bize savaşçı köklerimizden gelen bir miras olsa gerek.
O yüzdendir belki kabına sığamayıp fetih üstüne fetih yapmalar. O yüzdendir konu komşuya savaş açmalar. O yüzdendir savaşsız kalındığında birbirine sarmalar…
26 Ağustos 2020

27 Ağustos 2020

28 Ağustos 2020

        29 Ağustos 2020
30 Ağustos 2020
Büyük Taarruz, 26 Ağustos 1922 ile 18 Eylül 1922 tarihleri arasında gerçekleşti. 30 Ağustos’ta, Dumlupınar’da Mustafa Kemal’in başkumandanlığında zaferle sonuçlanan Başkomutanlık Meydan Muharebesi, devamında 9 Eylül’de İzmir’in alınışı, işgal altındaki köylerin ve şehirlerin birer birer kurtarılışı, son olarak da 18 Eylül’de son Yunan askerinin yurttan atılışı ile nihayetlendi. 
Üç kıt’aya yayılmış bir imparatorluktan kurtarılabilen Anadolu olmuştu.
Mustafa Kemal ve arkadaşları tarih sahnesine çıkmamış olsaydı bugün ortada ne Türkler, ne de Türkiye vardı.
Kurtarmak yeterli değildi elbet. Kurtardığını elinde tutmak ve yukarılara taşımaktaydı marifet.
Ki akan onca kana, verilen onca cana değsin…
O yüzdendi Atamın “Cumhuriyet’i biz kurduk, yaşatacak olan sizlersiniz!” deyişi ve vatanı, o vatanın gerçek sahibi vatandaşlarına emanet edişi.
İlk 10 yıl balayı tadında geçtiyse de uyumayan düşmanın nefesi hep ensemizdeydi.
Ondan sonrası hep için için kaynayış.
Hep emanete hıyanet…

Turgut Özakman Şu Çılgın Türkler kitabının "Sonsöz"ünde şöyle seslenir okurlara, en çok da gençlere.

SONSÖZ
"Milli Mücadeleye hainlikleri ya da gafletleri nedeniyle karşı çıkanların büyük bölümü Cumhuriyeti benimsemiş, Osmanlı Devletinin külünden tam bağımsız, yepyeni bir devlet çıkartan Atatürke saygı ve minnet duymuşlardır.
Yurtdışına kaçanların bir bölümü kinlerini, hainliklerini sürdürdüler, Cumhuriyete karşı çeteler, cepheler kurdular, gazeteler çıkardılar, yalan ve iftira dolu kitaplar yayımladılar. Memlekette kalanlar susup yeraltına çekildiler. Fırsat kolladılar.
Cumhuriyeti yıkabilmenin ön şartının Atatürk saygısını, sevgisini yok etmek, Milli Mücadeleyi küçültmek, önemsememek, benimsememek olduğunu düşündüler.
Bu amaçla Atatürk ve Milli Mücadele karşıtı, baştan sona yalanlarla, iftiralarla, saptırma ve çarpıtmalarla dolu, cahilce, insafsızca yazılar, kitaplar yayımladılar. Genç insanların kulaklarına bu yalanları, iftiraları fısıldadılar, saptırma ve çarpıtmaları gerçekmiş gibi benimsetmeye çabaladılar. 
Bugün Türk gençliği, biri ötekine benzemeyen iki tarihe inanıyor.
Biri bu romanın esas aldığı, sağlıklı ve dürüst belgelere dayalı, hepimize gurur veren gerçek tarih. Öteki, Cumhuriyeti yıkmak için çabalayanların uydurdukları, yalanlarla dolanlarla dolu, sahte tarih.
Bir süre önce söyleyip yazdıkları kimi gülünç, kimi insanı utandıran yalanlarını toplayıp gerçekleri belgeleriyle açıklayan bir kitap yazdım. "Vahideddin, M. Kemal, Milli Mücadele".
Cevap veremediler. Gazete ve dergilerde bu tür yalanların da arkası kesildi. Çünkü belgelere, kanıtlara, ciddi tanıklara karşı yalanı savunmak mümkün değildir. Ama kulaklarınıza yalan fısıldamaya devam edenler varsa, var olduklarını sanıyorum, adını verdiğim kitaba bir göz atmanızı ve doğruyu öğrenmenizi dilerim. Yalanın yoldaşı ve savunucusu olmayın. 
Sevgili Gençler!
İstiklal Savaşı, dünyadaki en meşru, en ahlaklı, en haklı, en kutsal savaşlardan biridir. Emperyalizmi ve yamaklarını dize getiren, bir enkazdan yepyeni, çağdaş bir devlet kurmayı başaran atalarınızla gurur duyun, şehit ve gazi atalarınızın onurunu yalancılara çiğnetmeyin.
Sevgilerle."
****
1922'lerden 70'li yıllardaki çocukluğuma gelecek olursak, Zafer Bayramı’nda en aklımda kalan, geceleri düzenlenen Fener Alayı olurdu. Ellerinde meşalelerle caddelerde, sokak aralarında marşlar söyleyerek uygun adım ve nizami bir sırada dolaşan gençler bende tarifsiz bir heyecan yaratırdı. Cama yapışıp alay gözden kaybolana kadar geçişlerini izler, sesleri duyulmaz oluncaya dek cam başından ayrılmazdım.
O zamanlarda tarihi olaylara yeterince vakıf olmasam da çocuk ruhumda duyduğum heyecan; her marşta, her bayrak asılışta, her millî bayramda hâlâ aynı tazeliğini korur.
O günlerin esintisi belki, yüreğim kabarır, göz pınarlarıma istemsiz yaşlar dolar….
Nesilleri sürsün diye can verenlere, nesilleri yitip gidenlere, köylü kentli, kadın erkek, yaşlı genç tüm millete vefa borcumuz var.
Onlar bizim dedelerimiz, ninelerimiz. Onların savaş öyküleriyle büyüdük.
Savaşlar o çağda kaldı, daha da olmaz sandık.
Olurmuş…
Bak en dibimizde Suriye, bak Irak, bak Ukrayna. Ve devam eden niceleri.
Kıyım kıyım üzerine. İşkence işkence üzerine.
Bir adabıyla savaşıp da vatanına sahip çıkmak, düşmanından dahi saygı görmek var, bir de zulüm üstüne zulüm yapmak, dünyada da ahrette de yatacak yeri olmamak var.
****
Barış Günü Hiç Kutlanmasın demiştim bir yazımda. 
Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica da “Kaldırın Nobel Barış ödülünü” demiş.
Dünyanın bir çok bölgesinin savaşlarla kan gölüne dönüştüğü bir ortamda barış ödülü verilmesinin anlamı kalmadığını öne sürerek soğuk savaş dönemlerini özlediğini söylemiş. Soğuk savaş döneminde halkın çok zorluklar yaşadığını ancak hiçbir zaman bu kadar kan dökülmediğini hatırlatarak; “O zamanlar liderler oyunu kuralına göre oynuyordu, bir düzen vardı, telefonlar açılıp savaşlar durduruluyordu, şimdi kimse bana gelip soğuk savaş dönemini eleştirmesin” demiş.
Devlet Başkanı Jose Mujica, İspanyol El Mundo gazetesine verdiği özel röportajda, adının Nobel Barış Ödülü adayları arasında geçmesine karşı çıkarak kazanması halinde bu ödülü reddedeceğini açıklamış.
1 Eylül Dünya Barış Günü’ne saatler kalmışken Barış ve Savaş kavramlarını bir kez daha düşünmek lâzım belki.
Daha çok kan akıtmak için değil, sadece ama sadece Barış için Savaşmak lâzım.

30 Ağustos Zafer Bayramımız Kutlu Olsun…

28 Ağustos 2014 Perşembe

'Termik'e evet demek kolay, hayır demek bilgi ister'

Kömürün ne menem bir şey olduğunu hepimiz biliyoruz. Evlerde yaktığımız kömür sobalarının külünü temizleme zahmeti bir yanda, lodos havalarda karbonmonoksit zehirlenmeleri öte yanda.
Sobalı evde değil de kömür kullanılarak ısıtılan kaloriferli evlerde oturuyorsanız, kış gelip de bodrum katına kömür indiği zamanki kirliliği unutmanız mümkün değildir. Kapı-cam sımsıkı kapalı dahi olsa odalardaki, mutfaktaki dolap içlerine kadar giren bir kömür tozunu görünce insan, aynı tozun ciğerlerine kadar indiğini anlıyor.
Neyse ki senede bir, bilemedin iki...
Ya ömrünü kömür ocaklarında geçirenler?
Dünyaya bıraktığı karbon ayak izi olarak en suçlu enerji kaynağı kömür!
Milyarlarca yıl yer altında sıkışıp ve fosilleşmiş canlıların intikamı belki...
****
Biliyorsunuz Demirtaş Organize Sanayi Bölgesi'ne yapılması planlanan bir termik santral var. Benim de tanıtım toplantısına katılıp, onların anlatımlarına göre Bursa'ya özel yapılacak olan bu santrale 
'Haute Couture' dediğim ve çizdikleri pembe tablolara rağmen, termiğin sabıkasından ötürü tüylerimin termik termik olduğundan bahsettiğim santral.
Şimdi tüm Bursa bu projenin ötesini berisini konuşuyor. Termikçiler bir şey olmaz diyor, karşıtları da ÇOK ŞEY OLUR diyor ve daha önce karşı çıkılıp da yaptırılmayan Marzinc'in yeni yerinde sebep olduklarını örnek gösteriyor.
Muhalifler, "Onlar da böyle masum masum anlatıyorlardı cici projelerini, lakin sonuç ortada" diyor.
Ee, bütün aşklar tatlı başlar da, çoğu isot kıvamında biter…
****
Nilüfer Kent Konseyi de yapılması planlanan termik santralle ilgili olarak düzenlediği panelle, sadece DOSAB'ın yol açacağı değil, tüm termik santrallerin yol açtığı çevre sorunlarını tartıştı.
Panel öncesinde Praksis Grubu Gezi duruşu sergileyen çevreci ve barışçıl-protest parçalarıyla panele katılanları konuya ısıttı.
3 Fidan Parkı'nda düzenlenen panele Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey de dinleyici olarak katıldı.
Nilüfer Kent Konseyi Genel Sekreteri Elvan Atay'ın moderatörlüğünde başlayan panelde ilk olarak TMMOB Çevre Mühendisleri Odası Bursa İl Temsilcisi Dr. Efsun Dindar söz aldı. Konuşmasında kömürlü termik santrallerin çevreye olan etkisine değinen Dindar, "Bu tür çevresel projelerde Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu çok önemlidir. Türkiye'de ÇED raporu resmi bir prosedür olarak değerlendiriliyor. Türkiye'de, ilgili bakanlığa sunulan ÇED raporlarının yüzde 97'si kabul ediliyor. DOSAB'da ÇED süreci devam ediyor. ÇED raporlarında halkın raporları çok önemlidir. OSB bölgesi olduğu için burada halkın katılımı yönetmeliklerce bakanlık inisiyatifindedir. Burada maalesef halkın katıldığı bir toplantı yapılmamıştır. Bu proje domino etkisi yapabilir. Termik santrallerde çevresel etkilerin en büyüğü hava kirliliği daha sonra sera gazı emisyonları, su, toprak kirlilikleri ve küresel ısınma ile iklim değişikliği olarak görülmektedir" dedi.

Sunulan ÇED raporlarının %97'sinin kabul edildiği ne anlama geliyor az çok tahmin edersiniz. O raporu almak artık üniversiteye hazırlanan çocuğuna okula değil de dershaneye gidebilmesi için rapor almak gibi bir şey olmuş.
"ÇED'i de hallettik mi kim tutar bizi!" Olay bu...
Domino etkisi ise tüm dünyaya yayılan bir bozulma. Havaya, buluta, yağmura, toprağa, suya, ekine, gıdaya, hayvana, insana, iklime... diye sürüp giden. İlk taşa tıkladığınız anda gerisi gelen.
Şu anda yaşadığımız tayfunlar, hortumlar, seller işte hep bu yüzden diyor uzmanlar.
Seçim zamanı dağıtılan ucuz kömürlerin dahi katkısı var bu işe diyorlar. 'Hadi canım!' demeyin, var.
Burada da kullanılacak olan kaliteli kok kömürü değil, linyit kömürü ve kömürün her ne kadar kapalı kasa taşınacağı söylense de, yazının başında dediğim gibi, kömür tozu bu, gözümüzle göremeyeceğimiz boşluklardan dahi sızabilir diye düşünüyor insan.
'20 yıl boyunca Balıkesir-Bursa arasında, her gün yaklaşık 100 kamyon ile 365 gün taşınacak. Çıktısı, yüklendisi, vardısı, boşaldısı derken epey bir iş var' diye de ekliyor.


"Kömürlü termik santraller dünyanın baş belasıdır"
Bursa Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Kayıhan Pala da, termik santrallerin insan sağlığı üzerindeki etkileri hakkında önemli bilgiler verdi. Termik santrallerin etkisinin yüz kilometreye kadar ulaşabildiğine dikkat çeken Pala, "Kömürlü termik santraller insan sağlığı açısından baş belasıdır. Eğer bir insan termik santralin olduğu bölgede yaşıyorsa çocuklarda astım, yetişkinlerde ise akciğer kanseri riski büyük ölçüde artmaktadır. Ayrıca bu tesislerde çalışanlarda da genetik ve üreme problemleri sıkça görülmektedir. Türkiye'de bir yılda trafik kazasında dört bin kişi ölüyor. Trafik, Türkiye'de en büyük sorun iken, bir yılda kömürlü termik santralinin etkilerinden dolayı yedi bin dokuz yüz kişi hayatını kaybediyor. Bursa, kanser ölümlerinin en yüksek olduğu illerden bir tanesi. Sanayi şehri olan Bursa'da bir de termik santraller baş belası olursa, birileri kâr elde edecek derken, çoğu masum insan da hayatını kaybedecek" diye konuştu.
"Santralin Demirtaş'ta olmuş olması Nilüfer'in ya da Yıldırım'ın ya da diğer ilçelerin tehlikeden uzak olduğu anlamına gelmez." dedi.

"Evet demek kolay, hayır demek bilgi ister"
Panele katılan TMMOB Bursa İKK Sekreteri Remzi Çınar, kurum olarak termik santrallere her zaman karşı olduklarını belirterek, "DOSAB'da sanayici doğal gaz ile ürettiği buharı kömürle üretmek istiyor. Böylece, buhar ihtiyacını ucuz elde edecek. Yerli enerji kaynakları kullanılırken bilinçli hareket edilmesi gerekir. Bu projenin Bursa'nın göbeğinde olması son derece yanlıştır. Sanayici ucuz buhar istiyorsa, halk da temiz hava, çiftçi tarım, turizmci de kar yağmasını istiyor" ifadelerini kullandı.
Panelistler DOSAB'ın kendisinin de kaçak olduğunu ve Demirtaş'ın verimli arazileri üzerine kaçak kurulduğunu, sonrasında da bir virüs gibi yayıldığını söylüyorlar. DOSAB'ın tek amacının buharı ucuza getirmek olan santrale Termik Santral yerine Buhar ve Elektrik Santrali demesinin de projenin süslenmesi ve masumlaştırılması olarak görüyorlar.
DOSAB'ın kullandığı su ile atık suyunun metrekübüne bakıldığında ortaya fazladan kullanılmış bir su çıktığını, bunun da yer altı kaynaklarını kullanıyor olmakla açıklanabileceğini, Bursa'nın sorunlarını çözecek proje olarak lanse edilen bu projenin denildiği gibi bir proje olmadığını söylüyorlar.


"Kirlettiğini temizlemek her zaman daha pahalıdır"
Panelistler arasında yer alan Bursa Barosu Çevre Komisyon Başkanı Av. Eralp Atabek, hukuksal süreç, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası Bursa Şube Başkanı Doç. Dr. Ertuğrul Aksoy, tarımsal etkiler ve DOĞADER Başkanı Murat Demir ise termik sürecinin eylemselliği hakkında katılımcılara bilgi verdi.
Badırga'ya yapılacak olan boyahaneler ile Demirtaş'a kurulacak santralin çeliştiğine dikkat çekildi. "Boyahaneler Badırga'ya taşınacaksa o zaman bu santral kim ve ne için?"denildi.
Kömürden dolayı doğacak kirliliği temizlemek için daha büyük bir maliyet gerektiğine, genelde de bunun es geçildiğine, arıtmaların ve filtrelerin göstermelik olup maliyet yükselttiği için devre dışı bırakıldığına değinildi.


"Peki, buhar elde etmenin başka bir yolu yok mu?"
Gecenin sonunda katılımcılar panelistlere sorular sordular.
Benim de aklıma takılan "Artık ilk çağlara dönmeyeceğimize, bu fabrikaları el mahkûm döndüreceğimize, ısınmak için, üretmek için ve dahi tüketmek için enerjiye ihtiyacımız olduğuna göre ne yapalım? Termik'in yerine alternatif ne sunalım ki bu insanlar HES'lere ve Termik'e yönelmesinler. Madem bu sisteme karşıyız, mühendisler proje geliştirsinler, sunsunlar, Bundan böyle onu değil bunu kullanın desinler. Bu konuda çalışma var mı? Ya da mevcut durum ne şekilde kullanılırsa en az zararlı olur?" sorusunu en yetkin kişi olarak, izleyicilerin arasında olan, TMMOB Makine Mühendisleri Odası Başkanı İbrahim Mart yanıtladı.
"Biz santralin kentin ortasında kalmasından, santralin çalışmasının ve atıkların değerlendirilmesinin gerektiği gibi olmayacağından, enerjinin gerekeni kadarının üretilmesinden, fazla üretimin gereği olmadığından yanayız. Ülkenin bir enerji politikası olmalı. Bu da "Önceliği enerji üretim ve tüketiminde verimliliği arttırmaya vermek, bu uygulamalara rağmen karşılanmayan enerji ihtiyacının temini için, çevreye saygılı ve verdiği zarar asgari düzeyde olan, yerli yakıtlara/yenilenebilir kaynaklara uyumlu, tasarımları yerli mühendislik ile yapılmış, yerli müteahhit, yerli iş gücü ile inşa edilmiş, uygun yerlerde konumlandırılmış, yeni yüksek verimli enerji santralleri ve daha çok enerji üretimi" olmalıdır. Artan elektrik ihtiyacını karşılamak için ilk yol, bugüne kadar uygulanan çok sayıda yeni elektrik tesisi kurmak yöntemi yerine, talebi yönetmek, enerjiyi daha verimli kullanarak sağlanan tasarrufla talep artışlarını karşılamak öncelikli olmalıdır. Türkiye'nin enerji politikası, bugün uygulandığı gibi, "Ne pahasına olursa olsun daha çok enerji yatırımı, daha çok enerji üretim santralleri inşası" OLMAMALIDIR." dedi.
Ve şehir dinamiklerinin projeler geliştirirken akademik odalarla işbirliğine gitmesi gerektiğinin altını çizdi.
Makina Mühendisleri Odası'nın internet sayfasında yaptığım kısa bir gezintide Termik Santraller ile ilgili bir yazının ön sözü çıktı karşıma.
"Ülkelerin enerji ihtiyacı; nüfus, sanayileşme, kentleşme gibi sosyo-ekonomik faktörlere bağlı olarak değişir. Enerji üretiminde hedef zamanında, yeterli, kaliteli, ekonomik, güvenilir ve temiz enerji üretmek olmalıdır.
Bugün tüm dünyada, elektrik üretiminde kullanılan kaynakların başında fosil(termik) yakıtlar gelmektedir. Kömür dünya enerji arzı içinde %25'lik payı ile petrol ardından ikinci sırada yer alırken, %40'lık pay ile elektrik enerjisi üretiminde ilk sırada bulunmaktadır. 2009 verilerine göre ülkemizde elektrik üretiminin %48,50'si doğalgaz, %27'si ithal/yerli kömür olmak üzere, genelde %80,75'i termik santrallerden karşılanmıştır. Her ne kadar yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı hızla artsa da, önümüzdeki yıllarda da, fosil yakıtlara dayalı termik santraller enerji üretiminde birinci sırayı koruyacaktır."
Demek ki, rüzgâr, dışkı, dalga ve güneş enerjisi üzerine biraz daha çok yoğunlaşmak gerekiyor.
Araştırma Geliştirmelerle kullanıma sunulacak olan Yenilenebilir Enerji Kaynakları yaratmak gerekiyor. Alternatif uygulamalar sunmadığımız kadar "Urfa'da Oxford vardı da biz mi gitmedik" der gibi, "Ucuzu ve çevrecisi vardı da biz mi kullanmadık" derler.
Millî tüketiciler olarak bize de diyecek söz kalmaz...
Susar otururuz...
Elbette ki yeni ve temiz kaynaklar bulana dek de mevcut olanları minimum zararda kullanmak herkesin boynunun borcu...
Ha, projenin gerçekleşmesi yolunda tüm seslere kulak tıkayıp bildiğimi okurum deniyorsa da projeden en çok kimin kârlı çıkacağına bakmak lâzım derim. Kullanıcı kâr etmeyecekse, çevre ve insanlar sebeplenmeyecekse ve üstelik zarar görecekse, sadece projeyi gerçekleştirenin gönlü olsun diye midir yoksa bütün bu kavgalar?


Bursa'nın 'hem'leri
Bursa'nın hem turizm, hem sanayii, hem tarım kenti olmasının bedelleri hep bunlar.
Lakin kurulması planlanan santralin 170 dereceyi bulan baca ısısı nedeniyle ne dağda kar kalacak deniliyor, ne de kar turizmi. Tarım zaten sizlere ömür...
Bir de üzerine ülke olarak enerjide %70 dışa bağımlı olmamızın mecburiyetleri galip gelince...
Enerji elzem ama pahalıysa, bu pahalılık da kazanca ket vuruyorsa, maliyeti azaltıp kârı çoğaltmak için elden ne gelirse yapılıyor işte böyle.
"O zaman gelsin Termikler, gitsin HES'ler. Bizim daha çok enerjiye (paraya) ihtiyacımız var! Dünya mı, boşverin onu!"
"Pardon, merak ettim, siz hangi gezegendensiniz?" diye sormak istiyorum sadece.
****
Ben; kendileri de Bursa'da, hatta DOSAB içinde yaşayan DOSAB patronlarının Bursa'ya ve Bursalılar'a göz göre göre böyle bir zarar vereceklerine inanmak istemiyorum.
Bu işin şakası yok.
DOSAB olarak ya inandıkları konuda karşı tarafı ikna edecekler ya da muhaliflerin sesine kulak verip girdikleri yolu iyi değerlendirecekler. Karşı tarafın haklılığına inanırlarsa da yol yakınken yoldan dönecekler.
İki taraf da olayı siyaset ve rant çizgisinden çıkartıp "Bursa" olarak değerlendirirlerse eminim ki bir orta yolu bulacaklardır...


"Hangisi doğru hangisi yanlış zaman gösterecek. Lakin bazı şeyleri deneyerek öğrenme lüksümüzün olmadığını da unutmayalım..." diyerek bitirmişim bir önceki yazımı.
Tekrarlamakta fayda var.
Başka Bursa yok, hatta başka dünya yok...

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Uzan(ama)mışım kumsala...

Deniz sezonu açıldığından beri boğulan boğulana.
Gencecik çocuk cesetleri çıkıyor dört bir yandan...
Yüzme bilmeden kendini denize atanlar, deniz bisikletiyle açılıp da kaybolanlar, akıntıya kapılıp da kendini kurtaramayanlar.
Denizle şaka olmaz derdi babam. Bir anda yutar seni. Tedbirli olacaksın, denizin dilinden anlayacaksın, hiç kahramanlık yapmayacaksın.
Yapmadık mı, yaptık elbet. Yaş cahili günler geçip de akıl başa gelince denizin dikine dikine gitmemeyi öğrendik.
****
İnsan eski günlerini özlüyor hasretle.
Yaz tatili başlayıp da ana memleketi Karacabey'den baba memleketi Siği'ye göç edince başlardı birbirinden hareketli günler.
Bursa'dan Mudanya'ya gelirken Tepedevrent'e varmayı beklerdim önce heyecanla. Denizi ilk orada görürdüm çünkü. Yukarılardan dümdüz görünen deniz aşağıya indikçe dalgalı mı değil mi seçilirdi. Mudanya'nın içinden geçerken her sokak arasından denize bakardım. Sonra Arnavutköy bayırı, sonra bir yanı uçurum ve deniz, diğer yanı zeytinlik olan virajlı yollardan Siği'ye varış…
Bütün bir kış ayrı kalmış olmanın hasretiyle koşa koşa sahile inerdim…
Ve bütün yaz o koy senin bu koy benim, o zeytinlik senin bu zeytinlik benim geçen, hepsi birbirinden kıymetli, hepsi birbirinden eğitici-öğretici günler yaşardım.
Adeta bir 'National Geographic Live'...
Köyün değişmezi olan ve öğlenden sonra çıkan dalgadan önce sabah saatlerinde girerdik denize.
Sabah gözünü açan sahile koşardı. Köftecinin Yeri, İncirdibi, İğdedibi, Yalı (Özel İdare), Çeşmecik...
Hepsi kulaç kulaç yüzdüğümüz, derin derin daldığımız koylar.
Pazar oldu mu günübirlikçiler doluşurdu bu koylara. Gün boyu kalırlar, incir ağaçlarının altında kâh uyurlar, kâh yüzerler, kâh yemek yerlerdi. Koylarda ihtiyaç giderecek bir baraka dahi olmadığından arkada epey bir koku bırakırlardı. Yediklerinin çöplerini de almayı akıl edemediklerinden o kokuya bir de çöp kokusu karışırdı.

Çöp demek sinek demek…
Koyda ganimet bulan yeşil sırtlı karasinekler, babarozlar, meyve sinekleri rahat vermezdi güneşlenenlere… Hele de denizden çıkmış ve ıslakken sırtınıza konan bir babarozun ısırığı epey bir can yakardı doğrusu.
İstanbul-Bursa arasına konan hızlı feribot seferlerinden sonra bütün bu koyların tadı kaçtı. Geminin geçmesinden 20 dakika kadar sonra rutini bozulan dalgalar koyun diplerine kadar girip, kayalıklara vurmaya başladı. Koylar küçüldükçe küçüldü, yok oldu. Bu sayede oralarda ne yüzmek ne de güneşlenmek artık kabil değil.
Çocukluğumuzdan yıllar sonra köyün içine yapılan marina, dalgasız denizde yüzmek isteyenler için ideal. Deniz burada çamurlaşmış ve kokuyor olsa dahi, yine de sahile ve denizin içine dökülen kum hem yüzmek, hem de güneşlenmek için cazip. Avuç içi kadar bir sahilde denize giren yerlisiyle yabancısıyla köy sakinlerinin birbirlerinden kaçı göçü yok. Köyde evi olanlar da yıllarca gidip geldiklerinden dolayı köyün bir parçası oldular.
Maalesef ki o avuç içi kadar sahil başkaları tarafından da keşfedildi.
Daha önce Eşkel'e doğru uzanan günübirlikçiler, yolculuklarını yarıda kesip köye iner oldular.
Tabii esnaf için günübirlik de olsa turist iyiydi.
1 su alsa, 2 çay içse fayda...
Lakin gelenler deniz kültüründen uzak, ne sahile, ne de denize yakın insanlardı.
İyi niyetli düşünelim; olsun, onların da sefa yapmaya hakkı vardı.
Ama bir şeyler tutmuyordu. Günlük hayattaki tüm rahatsız edici davranışları burada daha da göze batıyordu.
Deniz'i bilmiyorlardı, bilmemeleri dert değil, öğrenmek de istemiyorlardı…
Annelerimiz henüz mayo giymezken elbiseleriyle girerlerdi denize. Elbiselisi mayolusu tüm kadınlar neşe içinde cıvıldaşır, yüzer, güneşlenir, evlerine dönerlerdi. İncirdibi'nin sonunda bir kayanın ardındaki küçük koy onlarındı mesela. Herkes oranın sahiplerini bilir, erkekler o tarafa yüzmez, kimse kadınları tedirgin etmezdi.
Çocuklar ve gençler ise cümbür cemaat doldururlardı koyu. Bir eğlence, bir eğlence.
Hele de Yalı'daki duba hikâyeleri...

Yıllarca yüzme bilmeyenlere şaşırmıştım nasıl bilmezler diye. Sonra anladım ki, şanslı olan bizdik…
Herkes sahilde büyümüyormuş meğer.
Sahilin kendince yazılı olmayan kuralları vardı. Biz onları yaşayarak öğrenmiştik.
Dışarıdan gelenlerin bilmediği ve deniz'e Fransız kaldığı da işte buydu.
Türk milleti olarak üç tarafı denizlerle çevrili bir coğrafyada yaşasak da denize hep uzaktık.
Rum köyleri ne kadar sahildeyse, Türk köyleri o kadar tepedeydi. Bu yüzdendi belki de bu yabansıllık.
Şimdi; denize uzak olanlar da artık denize alışmak istiyorlar, lakin bunu nasıl yapacaklarını henüz bilemiyorlar.
Açılmakla kapanmak arası bir kıyafet karmaşasında giriyorlar denize. Mayoludan daha dikkat çekici olduklarının farkında olmadan örtünüyorlar. Oysa ıslanan kıyafetleri vücutlarına yapıştığında anadan üryandan beter görünüyorlar.
Sahilde üzerlerini değişecek kabin de olmayınca mayoları üzerlerinde ıslak kalıyor. Bileklerine kadar uzanan haşemaların ardındaki tenlerine güneş de değmiyor,
Kısacası, tüm hastalıklara elden davetiye...
Giyim kuşam ayrı, günübirlikçilerin bir de çocukları denize alıştırma muhabbetleri var ki…
Babasının denize batırıp batırıp çıkardığı zavallı çocuk çığlık çığlığa çırpınıyor. Yavrucak yalak'a batırılıp çıkartılan kedi yavrusu gibi nefessizlikten ölecek kimsenin haberi yok…
Çocuğun aldığı deniz kültürünün başlangıcı da böyle olunca varın gerisini siz düşünün…
En uyumlularının kızlarına mayo üzerine şort giydirdiklerini ve kendilerinin de oturdukları yerden milleti kestiklerini göz önüne alırsak, sahil dediğin tam bir aşure dönüyor.
Otursan oturamazsın, yüzsen yüzemezsin...
****
Şimdi, tüm olumsuzluklara karşı istemezükçü olup denizi bilmeyenler denize gelmesinler demiyoruz…
Gelsinler ve geldikleri yerle bütünleşsinler...
En basitinden; "Duada nasıl ki mayoyla oturulmazsa sahilde de duaya gelmiş gibi oturulmaz, yenilir içilir, arkada çöp bırakılmaz, alemin karısına kızına yiyecekmiş gibi bakılmaz, her bir bireyin o sahilden ve o denizden yararlanma hakkı olduğunu bilip avuçiçi kadar koya boylu boyunca yayılınmaz, sahile evi olanların bahçelerindeki masa sandalyeler araklanıp üzerlerine konulmaz, adab-ı muaşerete uygunsuz davranışlar bir yana, denizin azametine saygı duyulup ona yamuk yapılmaz, sığ yerlerde denize tepeüstü atlanmaz, açıklarda arkadaş batırmaca hiç oynanmaz", gelirken bunları da öğrensinler...
Ötesi deniz de engin, sahil de.
Dön yüz, dön güneşlen...
Yeter ki güneşlenirken istakoz gibi yanma, yüzerken de canından olma...

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Bu projenin en şanslısı Bursa


İstanbul-Bursa-İzmir Otoyolu Lego yapar gibi yapılıyor
Son senelerde zamanla yarışıyoruz, hatta bazen zamanın hızını yakalayıp öteye geçiyoruz. Bazen de çook gerilerde kalıyoruz.
Şehir içlerinde trafikte zaman öldürürken, otoyollarda adeta uçuyoruz.
Baksanıza, İstanbul ile Bursa arasını neredeyse sıfıra indireceğiz. Halat çekme yarışında gibi iki taraftan karşılıklı halata asılmış durumdayız. Çeke çeke birbirimize yakınlaşıyoruz. Komşu kapısı olmaya ramak kaldı.
İstanbul-Bursa-İzmir Otoyol Projesi tamamlandığında Bursa-İstanbul arası 83 km'ye düşecek. Otoyoldaki hız sınırını 120 km dersek, üzerine bir de % 10 ekstrasını ilave edersek, eder saatte 132 km. Yani o hızda gittiğimizi var sayarsak 40 dakika içinde Bursa'dayız.
Tabii ki İstanbul'dan aynı hızda çıkabilirsek…

Cumartesi günü, Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından dünyanın sayılı projelerinden biri olacak olan İstanbul-Bursa-İzmir Otoyol Projesi'nin ne durumda olduğunu göstermek ve anlatmak amacıyla basın mensuplarına bir tanıtım gezisi düzenlendi.
Tünellere dala çıka, viyadükler aşa aşa tıngır mıngır ulaştık projenin en zorlu yerinin olduğu İzmit ayağına. Orada bir tekne turu yaparak yakından gördük Gebze-İzmit arasına yapılacak olan İzmit-Körfez Geçişi Asma Köprüsü'nün ayaklarını.
Sonra geldiğimiz gibi döndük geri. 
Neyse ki geldiğimiz yoldan değil…...
****
Bu projenin biraz teknik detaylarından biraz da yol maceralarından bahsedeyim sizlere.
Yola çıktıktan sonra ilk durağımız Karayolları Kamu Özel Sektör Ortaklığı Bölge Müdürlüğü oldu. Vali Münir Karaloğlu, Ak Parti Bursa Milletvekili Mustafa Öztürk ve Gemlik Belediye Başkanı Refik Yılmaz'ın da katılımıyla topluca edilen kahvaltının ardından Bölge Müdürü İsmail Kartal tarafından İstanbul-Bursa etabıyla ilgili epey detaylı bir teknik bilgi sahibi olduk.
Gebze-Orhangazi-İzmir (İzmit Körfez geçişi ve bağlantı yolları dahil) Otoyolu Yap, İşlet, Devret projesi 384 km otoyol ve 49 km bağlantı yolu olmak üzere toplam 433 km uzunluğunda imiş.
İzmit Körfez Geçişi Asma Köprüsü 252 m. kule yüksekliğinde, 35,93 m tabliye genişliğinde 2 ayağa sahip. İkisi de denizde olan ayak açıklıkları arası 1550 m. Köprünün toplam boyu 2682 m. Köprü bu uzunluğu ile dünyanın en büyük orta açıklıklı asma köprüleri arasında dördüncü olacakmış.
Ara not: İlk sırayı ise ileride yapılacak olan 2023 metrelik Çanakkale geçiş köprüsü alacak. O köprü de tamamlandığında Marmara Denizi etrafında tam bir ring oluşacak.
Şu anda su yüzeyinde 80 metresi görünen, daha sonra ise 240 metreye tamamlanacak olan kule kesonlarının temelleri kuru havuzlarda inşaa edilmiş. Ardından 25 bin ton yüzdürme ağırlığı ve 6,70 m yüzdürme derinliğindeki temeller, ikinci aşama çalışmaların yapılacağı ıslak havuzlara yüzdürülerek getirilmiş. Orada yapılan tamamlama çalışmalarının ardından nihai konumlandırılacakları asma köprü kule temelleri üzerine de yüzdürülerek getirilmiş ve orada 12 saat süren bir batırma işlemiyle 11'er gün arayla yerlerine yerleştirilmiş.
Vali Karaloğlu'nun da dediği gibi, köprü ayakları Lego yapar gibi yapılmış….

Projede yer alan 3 tünelden en uzunu, hatta Türkiye'nin de en uzunu olan, 2 tüp halinde ve 3.510'ar metrelik Samanlı Tüneli'nin yapımı tamamlanmış.
Selçukgazi Tüneli (2 tüp x 1250 m) ile Belkahve (2 tüp x 1610 m) tünelleri yapım aşamasında. (Bu arada, Selçukgazi Tüneli projeye sonradan ilave edilmiş)
Gebze-Bursa arasında 12 adet, Kemalpaşa ayrımı-İzmir kesiminde de 2 viyadükte çalışmalar son hız devam etmekte.
Proje, 7 yılı yapım, 15 yılı işletim olmak üzere 22 yıllık bir proje.
9 milyar dolar yatırım ve kamulaştırma bedelleri ile toplamda 10 milyar dolarlık bütçesiyle dünyanın en büyük otoyol projesi. İmalat çalışmaları için 1,630 milyon dolar, kamulaştırma için 1.411 milyon TL harcanmış. (Kamulaştırma vatandaşı ikna ederek olmuş. Zaman zaman acele kamulaştırma yapılmış. Vatandaş mağdur edilmemiş. Basında çıkan haberlere göre ise Gemlik-Engürücük köyündeki bazı arazi sahipleri metrekaresi 6 liraya istimlak mı olur deyip isyanlardalar.)
Projenin günde 4 milyon dolar masrafı var.
Bu meblağda devlet bütçesinden çıkan tek bir kuruş yok.
Yap-İşlet-Devret olarak ilerleyen projeyi 1'i İtalyan, 5'i Türk, toplam 6 şirket üstlenmiş. Ekip 7x24 iş başında. (Ne kadar çabuk biterse o kadar çabuk kâr edileceğinden proje öngörülenden hızlı ilerliyor)
Projede 1 asma köprü, 37 viyadük, 187 alt, 66 üst geçit, 84 köprü, 727 menfez, ikişer tüplü 3 tünel, 26 kavşak, 16 servis alanı, 10 işletme bakım merkezi mevcut.
Ayrıca projede 1085 iş makinesi, 94 müşavir teşkilatında 405'i teknik olarak 5369 personel görev almakta.
Projede yer alan köprü, viyadük ve yolların rüzgâra ve depreme direnci had safhada.
Köprü gemi çarpmasına dirençli.
Projenin toplamda % 36'sı bitmiş. Bursa'ya kadar olan kısımda ise bitim % 46…
Bursa etabının 2015'in sonu ila 2016'nın ilk altı ayında bitirilmesi hedefleniyor.
Köprü dahil İznik Kavşağı'na kadar 2015 sonunda bitiş kesin.
Hava durumu çalışmanın hızını etkiliyor. Tünelde su çıkması ya da yağışlı hava çalışmaları öteleyebiliyor…
****
Bu kadar teknik bilgiyi yüklendikten sonra Vali Münir Karaloğlu önde biz arkada düştük yollara.
İlk durağımız Bursa'nın yanı başındaki, henüz 22 metrede olan Selçukgazi Tüneli'ydi. İş makineleri kollarını uzatmış toprağı delmeye hazırdı. Koskoca dağ böyle adım adım nasıl delinirdi. Dağla burun buruna gelince buna akıl sır ermiyordu.
Selçukgazi'den ayrılıp Gemlik'i geçtik ve yapımı devam eden 3'er şeritli geniş yola ve devamında V-5 viyadüğüne geldik. Zaman zaman araçlarımızdan inerek fotoğraflar çektik. Bu duraklamalarda Bölge Müdürü İsmail Kartal, Vali dahil hepimizi bilgilendiriyordu.

Projede görev alanlardan sahadakiler güneşin sıcağında çalışmaya devam ediyorlardı. Emekse, emek işte buradaydı.
Yapımı devam eden bir viyadük ayağına çıkmış ve bacaklarını sallandırarak manzara eşliğinde (muhtemel ki öğlen nevalelerini yiyen) 5-6 emekçinin keyfi işinde mutlu olmayı bilmenin göstergesiydi.
Yolların zemin kaplaması henüz tamamlanmadığından her yer toz toprak içindeydi.
Yapılan kirişler kaydırılarak ilerleniyordu. Beton silindirleri dökülen asfalt üzerinde toplu olarak adeta resm-i geçit yapıyordu.
En uzun tünel olan Samanlı Tüneli'ne girdiğimizde tonlarca toprağın altındaydık. Aracımızda bize eşlik eden mühendis arkadaşlara olası bir yangın durumunda ne gibi bir önlem alındığını sordum. Yol kenarındaki nişleri gösterdi. Her şey orada mevcuttu. Ayrıca iki tüp arasında zaman zaman kaçış bağlantıları vardı.
Araç konvoyumuz tünelde durduğunda fotoğraf çekimi için araçtan indik. Arkamda duran konvoydaki araçların ışıklarına bakınca ‘tüneldeki ilk trafiği biz oluşturduk' dedim…
Yol boyu ettiğimiz sohbette merak ettiğimiz soruları sorduk mühendis arkadaşa. Bu proje ne kadar çevreciydi, her yer betona mı bulanıyordu, iyi yaparken kötü mü ediliyordu…
Dağı delmek, dağı yarmaktan daha az zararlı dedi uzman kişi. ‘Yarma hem doğaya zarar veriyor, hem görüntüyü bozuyor. Zaman zaman kayan toprağa karşı oluşturulan dirençler olabildiğince toprakla kaplanarak doğayla bütünleşmesi sağlanıyor' dedi. Bu konuda peyzajcılarla ortak çalışıldığını ekledi. Bazı dikey bölümlerde ise şimdilik yapacak bir şey yok.

Yolun kısalması ile, zamandan ve harcanacak enerjiden yapılacak tasarruf ve yakıtın doğaya verdiği zarar bir nebze olsun elimine edilecek. Tabii yol bila ücret olmayacak. Onun da bir bedeli olacak.
Yoldan geçecek araçların egzoz denetimleri ise Çevre Mühendisleri'ne emanet….
Sahada sık sık iş güvenliği uyarı tabelaları var. Yol arkadaşımıza iş güvenliği konusundaki önlemleri sorduğumda, Otoyol A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Ali Nebil Öztürk'ün bu konuda tavizinin olmadığını, projede 37 iş güvenliği uzmanının denetim yaptığını, şimdiye kadar sadece basit bir kazanın oluştuğunu söyledi.

Yol boyu yoldan aşağıya dikey inen su tahliye kanalları görülüyorum. Bazı yerlerde de topraktan fışkıran su tahliye hortumları. Sanki yolun her santimetre karesi capcanlı yaşıyor ve bir an önce tamamlanıp hayata katışmaya çalışıyor...

Viyadüklerden geçe geçe giden yol bizi Altınova'ya getiriyor. Burası köprünün güney ayağının bulunduğu yer. Ve burada Güney Yaklaşım Viyadüğü (Hersek) imal ediliyor. Asma Köprü'nün hemen çıkışından başlayarak köprüyü otoyol ile bağlayacak olan bu çelik viyadük 1380 metre uzunluğunda. Yapıldıkça kaydırılan viyadük köprüyle buluşmak için ilerlemeye devam ediyor.

253 metre uzunluğundaki Kuzey Yaklaşım Viyadüğü başlık kirişi seviyesinde tamamlanmış. Karadan karaya 2 bin 668 metre uzunluğundaki geçiş köprüsü tamamlandığında; Gebze-Bursa-İzmir otoyolu, kuzeyde üçüncü Boğaz Köprüsü ile buluşup Avrupa'ya uzanacak…
Altınova'daki şantiyede yenilen yemeğin ardından hep birlikte kısa bir tekne turu yaparak köprünün ayaklarını yakından görüyoruz. Çalışanlarla karşılıklı el sallaşıyoruz.
Denizin ortasında karşılıklı bekleşen bu ayaklar, üzerlerine alacakları yükün ağırlığını bilircesine vakur ve bu yükü sırtlamaya hazır gibiler. Ayakları ile denizin dibine sımsıkı tutunmuş, başları dik bekliyorlar...
Gezinin Fotoğraf Albümünü görmek için tıklayın:

Ömrüm vefa eder de iki yıl sonra bu yollardan su gibi akarak geçersem, yaşadığım bu günü hatırlayacağım hep. Tarihe tanıklık etmiş olmanın gururunu taşıyacağım. O gün geldiğinde yine yazacağım bir şeyler. Yine tarihe not düşeceğim.
"Ey köprü, ey otoyol, ben sizin doğum sancılarınızı bilirim" diyeceğim.
Benim bir kez görmekle edeceğim bu lâfları, projenin her safhasında olan ve gün be gün taş taş üstüne koyan kişiler nasıl edecek dersiniz?
Hepsi de "Bu yolu ben yaptım" diyeceklerdir eminim.
Desinler. Edecekleri her söz analarının ak sütü gibi helaldir onlara.
****
Mühendislik, önce hayal edip, hayalleri ilimle birleştirip gerçeğe dönüştürme, adeta yoktan var etme, sonra da insanlığın önüne serme mesleği.
Ah bir de aklın sınırlarını zorlayan tasarımlarla kolaylaşan hayatlar, gittikçe sanayileşerek ruhsuzlaşan hayatları yaratmasa...
Bir tarafta teknoloji ve tasarım, bir tarafta nostalji ve geçmişe özlem.
Geçmişte yokluk sıkıntı, yokluğun sıkıntının olduğu yerde sevgi, samimiyet, vefa.
Bugün, varlık mı yokluk mu belli değil bir durum, gün geçtikçe artan rahatlık. Lakin buna ayak uydururken ortaya garip tablolar çıkartan bir toplum.
Gittikçe betonlaşan şehirler, bozulan iklimsel dengeler ve bir anda yazdan sonbahara dönüşen mevsimler.
Araç bedelinden çok yakıta para döken insanlar, bakımsız araçlar, 10 numara yağ yakanlar, fenni muayenelerini yaptırmayanlar...
Daha çok araç satmaları için hedef tutturmaya zorlanan satış elemanları, daha çok araç alınsın diye kampanya üzerine kampanya düzenlemeler.
Mühendislik harikası jilet gibi yollarda eski araçlarla gitmek olmaz elbet.
Yepyeni jilet gibi arabalar lazım.
Lazım da; o arabalara binip kaymak gibi yollarda giderken hız limitlerini zorlamamak da lazım.
Yapılan onca yatırıma ve harcanan onca emeğe saygılı olup yolları adabınca kullanmak lazım.
Ha bir de, emniyet kemerini takmayı unutmamak lazım.
Yoksa ne anladım ben bu işten...

Yolları ve arabaları kullanan insanlar üzerine de bir mühendislik projesi geliştirilmeli bence. İnsanlara en kolay ulaşan her ne varsa onlar kullanılarak, televizyon mu olur artık vaaz mı olur bilmem, insanların bilinç seviyeleri yükseltilmeli.
'Arabayı alsınlar da ötesi beni bağlamaz' deyip tüm hayat sadece alış-satış'a dayandırılmamalı.
Bir de bunun kullanılışı var.
Yoksa daha çok başlık atarız 'yollar kan gölüne döndü' diye...

Susturamadığından korkar insan

Sus!
Konuşursan ölürsün…
Susma!
Zulme karşı dur…
Biterse de bitsin bu hayasızca akın…
Hep susturabildiklerine zulmeder insanoğlu. Konuşamayacaklara, anlatamayacaklara.
Hayvanlara mesela en çok. Çocuklara, yaşlılara, kadınlara, engellilere.
Savaş esnasında ise herkese.
Nasılsa her şey mubah…

Yaptığının yanlışlığından utanmaz da insan, duyulacağından utanır en çok.
Alay edileceğinden, aşağılanacağından, yargılanacağından korkar.
Kendisi ediyordur ya çok zaman. Ya da dedikodulara şahit oluyordur.
Ya bu kez kendisi olursa yerden yere vurulan o aşağılık kişi!
Aile içinde yaşanan ailede kalır.
En utanılan ensest vak'asıdır, o dahi zinhar çıkmaz dışarı.
Şiddet, taciz en basitidir, hemen ört bas edilir.
Kocadır, babadır ne yapsa yeridir.
Öyle görülmüş, öyle öğrenilmiştir ne de olsa.
Konuşmak ayıptır…
Bunu bilen reis de elinden geleni ardına komaz. Eziyette sınır tanımaz.
Nasılsa dışarıda itibarı yerindedir.
Evdeki evdedir.
Evin dışındaki ise tehlikedir.
Tecavüz ya da gasp ettiği kişi gidip polise şikayet edebilir. Ama etmemelidir!
O cinayetler hep bu yüzdendir.
Öldürürken düşünmez ki yaptığının üzerine şimdi bir de cinayet eklenmiştir.
Engelli ya da hayvan ‘imdat‘ diyemez. Bak işte onlar caziptir!
Canları yanarsa da yansın, değil mi?… 
Senin canın zevkten zevke(!) koştuktan sonra….
****
Bilmez misin ki susturulanların gözyaşları hep içine akar.
Sessiz çığlıkların yoldaşlığında nahak yere akan her yaş gün gelir akıtanın boynuna ateşten zincir takar…
Konuşmasa da düşünür insan…
Düşünür, düşünür, düşünür…
Susar, susar, düşünür...
Konuşamasa da birikir hayvan.
Birikir, birikir, birikir.
Susar, susar birikir…
Sonra,
Sonrası bazen ebedî suskunluk,
Bazense en beklenmedik anda patlayan bir volkan.
Ki yıllardır için için kaynayan...

Sonuçta kalan;
Aldığın üç kuruşluk zevk yanına,
Yüklendiğin tüm günahlar boynuna...

Siz de hayvan sevenlerden misiniz? / 14 Ekim 2010
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Hayvana zulmeden zalimdir / 25 Şubat 2016
Harambe'ı neden vurdunuz? / 8 Haziran 2016
Kuyudan ders çıktı / 15 Şubat 2017
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018 
Tavşan Kaç! / 13 Ağustos 2019
Aman avcı, vurma beni! / 5 Şubat 2019
Siz Niye Oturuyorsunuz? / 27 Ekim 2019
Had Safhada Vahşet Dönemi / 25 Kasım 2022