31 Aralık 2013 Salı

Hayali kendinden güzel

Fırından yeni çıkmış ve buram buram kızarmış susam kokan simidin kokusu simitten güzeldir çok zaman.
Alıp yeseniz belki çıtır, belki değil…
Kahveci dükkanının önünden geçerken kokusuyla zihnimizde hoşluklar yaratan kavrulmuş kahve ona keza.
Oturup içseniz belki leziz, belki değil…

Denizin karayla buluştuğu sahillerin kokusunu düşünün. Kıyıya vurmuş yosunların çürümüşlüğü bir yana, kumdan iri, çakıldan küçük taşların ıslak kokusu bir başka cezbeder insanı. Ayağındakileri fırlatıp sahilde çıplak ayak yürümek, ayağının altında ezilen bütün o taşları, taşların arasına karışmış bütün o deniz kabuklarını teninde hissetmek ister insan.
Denizin kokusunu içine çeker, deniz de insanı içine çeker.
Soyunup girseniz içine belki temiz, belki değil…

Sahilin koku kralı taze tutulmuş balık, masanın koku kralıysa kızarmış balığa eşlik eden, kapağı açılıp da bardağa dökülünce belli belirsiz yayılan anason kokusuyla sarhoşluğa çapkınca davetiye çıkartan süt beyazı rakı.
Oturup içseniz fazlası belki âlâ, belki değil…
****
Kokular türlü çeşit.
El yüz yıkanınca ellerde kalan sabunun, duşun ardından saça sinen şampuanın yarattığı temizlik kokusu.
Annenin kızarmış köfteleri, çocukluğunun kavrulmuş kestaneleri.
İnsanın koku hafızası var malum. Eski zamanların kokusunu dahi hatırlıyor. Bir anda burnunun ucundan geçen bir kokuyla yıllar öncesine dönebiliyor.
Her evin kendine has bir kokusu var.
İçinde evin güvenini barındıran.
Sadece sana ait olan.
****
Kokusu kendinden güzel demiştik ya hani, bazen hayali de gerçeğinden güzeldir.
Özlemin hazzı kavuşmanın sıradanlığını ezer geçer mesela.
Hayaller daha güzeldir hep. Gerçeklerse ürkütür.
‘Ah bir zengin olsam’ derken hesapsız zengin olmaktan korkar insan.
‘Ah hiç ayrılmasam’ derken fazla yakınlıktan sıkılmaktan korkar.
‘Ben seni değil, seni özlemeyi sevdim’ der şair.
Ya da ‘Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim’.
Hayallerle ihtimaller şarkılarda buluşup hüzne yelken açar.
Hüzün ruhu sardı mı bir kez, bırakmaz peşini alır diyar diyar dolaştırır.
Kâh dağlardan aşırır, kâh çöllerde susuz bırakır.
Bırakır ki bir damla suyun kadrini kıymetini bilsin.
****
Hayalini kaybetmekten korkar insan çok zaman. Belki de hayali gerçek olursa tutunacak bir dalı kalmamasından.
Korkularıyla gerçeklerden uzaklaşıp, hayalleriyle var ettiği dünyada yaşamayı seçer.
Bu arada koklamaya kıyamadığı manolyalar solup gider,
Gerçekleştiremediği hayalleri zihninde çürür, zamansız ölür.
Elde kalansa, bir avuç yaşanmamış zaman…
Hayal etmekten vazgeçmediğiniz, hayallerinizi gerçekleştirmekten ürkmediğiniz zamanlarınız olsun...

27 Aralık 2013 Cuma

Sıra dışı bir Öykü…

Öyle bir öykü ki; başlangıcına kendisinin hiçbir katkısı yokken, geçmişten bugüne ve bugünden de geleceğe düşe kalka sürdürdüğü hayat yolculuğunda sürekli bir yükselme kaydeden, zihnindekileri bedeninde taşımakta zorlanan, o sebeple de içindeki potansiyeli sadece kendi çabalarıyla doğru mecraya yönlendirmeye çalışan, bu yolda da her türlü dış sese, tacize ve hakarete maruz kalan Öykü…
Kim bu Öykü derseniz, yabancı değil. 1972 Yalova-Ahmediye doğumlu. Kendi halinde bir ailenin beş çocuğundan en küçüğü. Ve ailesinin kendisine verdiği adıyla Ömer. Ömer ilkokulu bitirdikten sonra Orhangazi Merkez Kuran Kursu’nda hafızlık eğitimi almış. Ardından Orhangazi İmam Hatip Lisesi’nin ortaokul kısmında ve ardından lise 2'ye kadar İmam Hatip Lisesi’nde okuduktan sonra okuldan ayrılmış. Dışardan sınavlara girerek Yalova Lisesi’nden mezun olmuş. 1992 yılında girdiği sınavı kazanarak üniversite eğitimine Uludağ Üniversitesi Tekstil bölümünde başlamış. Bu arada İzmir'de arkadaşının sevgilisini öldürdüğü için 6 yıl 8 ay hüküm giymiş. Cezaevinde 2.5 yıl geçirdikten sonra tahliye olarak üniversite yaşamına devam etmiş. Lakin 1996'da cinsel kimliği nedeniyle son sınıfta okuldan atılmış. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde 2006 yılında ameliyat olarak cinsiyet değiştirmiş ve Öykü adıyla pembe nüfus cüzdanı almış. Temmuz 2007'de de sevgilisi Mehmet Özen ile evlenmiş.
Şimdiki durum ise; şiddetli sallantılı yaşanan bir evlilik ve nihayetinde ayrılık… Ki şiddet gördüğünü öne sürerek Aile Mahkemesi’nde dava açan Öykü, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın pilot il seçtiği Bursa’da ‘Şiddet Mağdurlarının Korunmasında Elektronik Destek Sistemi’ uygulaması kapsamında ‘Şiddet butonu’ verilen iki kişiden biri.
Öykü Evren Özen, Bursa'da kısa adı 'Gökkuşağı' olan "Travestileri, Transseksüelleri, Gayleri, Lezbiyenleri Koruma, Yardımlaşma ve Kültürel Etkinlikleri Geliştirme Derneği"nin kurucusu ve başkanı bir transseksüel. Ne bundan utanan, ne bunu saklayan ve ne de kendisine malzeme yapan Öykü,  2011 Genel Seçimleri’nde Bursa’dan bağımsız milletvekili adayı olduktan sonra önümüzdeki  yerel seçimlerde CHP’den Osmangazi İlçe Belediye Meclis Üyeliği için aday adayı. 
Öykü gelenekselleşmiş, hâttâ köhnemiş siyaset dilinin değişmesi ve güncellenmesi gerektiğine inanıyor ve o kendi içinde günceli yakalamış. Ağzıyla kuş da tutsa diğer partilerden kabul görmeyeceğini gün gibi biliyor. CHP’nin her kesimden insanı kabul ettiğini düşündüğünden dolayı CHP’den aday adayı.
Son tahlilde CHP’nin niyetindeki sonucun listeler belli olduğunda ortaya çıkacağını söyleyecek kadar da zeki.
Genel olarak partiler organik kadınlara bile -engelli kadrosundan gösterir gibi- yer verdiklerinden, Öykü’nün işi epey zor. Ama imkânsız değil...
Gayrı menkul danışmanlığı yapan Öykü bir yandan da kendisini tanıtmak ve anlatmak için çalışmalar yapmakta. Altıparmak Caddesi’ndeki ofisinin çevresinde dağıtılan broşürlerden görerek ulaştık kendisine ve gazetemize davet ettik. Randevulaştığımız üzre, tam saatinde geldi randevusuna.
Transseksüllerde görmeye alışık olduğumuz abartılı kadınlığını ispat etme gayreti yoktu üzerinde. Ne giysilerinde, ne de görüntüsünde. Bir jean, sade bir bluz, spor pabuçlar, öylesine toplanmış kısa kesimli ve röfleli bir saç, çalışan her kadının olmazsa olmazı kütük gibi ağır bir çanta. Konuşmaya ve anlatmaya doyamayan yanıyla tam bir kadın. Dobralığı ve özgüveniyle ise erkek gibi bir kadın…
Su yeşili gözlerinden fışkıran enerjisi ve o gözlerin derinliklerinde gizlenen geçmişi onu hayata karşı dirençli kılmış. Kendi yaşadıklarının başkaları tarafından yaşanmaması adına tüm çabası. Arkadan gelen gençlerin yanlış yollara sapmaması, sapanların da çıkış yolunu bulması ve  hakların aranması konusunda siyasetin çok önemli olduğuna inanıyor. O yüzden hizmet etmek istiyor. Hizmet edebilmek için de seçilmek istiyor.
Sadece travestilerin, transseksüellerin, gaylerin, lezbiyenlerin haklarını aramak değil niyeti. Aile içi şiddete maruz kalan kadınlar, fuhuş yapan kadınlar, ötekileştirilen insanlar, romanlar… Kent içi imar durumu, siyasiler, insan ilişkileri, geçmiş, gelecek. Hepsine vakıf. Hepsi için projeleri var. Ve hedefi milletvekilliği… 
Altıparmak’ın eski nezih günlerinin ve artık o günlerin mazi olduğundan söz açılınca, pat diye her şey genelevin kapanışıyla oldu deyiveriyor. Altıparmak-Çarşamba fuhuştan başka bir iş bilmeyen, bilse de yapması istenmeyen insanlarla doldu diyor ve eğlence sektörünün şehir dışına çıkması gerektiğini söylüyor. Fuhuşun zorunluluk değil gönüllülük üzerine yapılması gerektiğine inanıyor. Fuhuş yapmak istemeyenlerin her kurumda istihdam edilmesini savunuyor.
Altıparmak Caddesi’nin önemine değinen Öykü, eski günleri geri getirmek için elinden geleni yapacağını söylüyor.
“Rant için değil, halk için siyaset yapacağım” diyor.
“Betonlaştırılan Bursa’dan geri kalan alanları rant canavarlarından kurtaracağım, toplumun dezavantajlı kesimlerine kucak açacağım, fırsat eşitsizliğine karşı duracağım” diyor.
****
Her normal insan gibi günlük hayatında cinsiyetsiz bir insan Öykü. Kadınlığını insanın gözüne sokmayan, sohbeti sıcak, yaşadıklarına rağmen ayakta kalabilmeyi başarmış, mücadeleci ve yanındakileri kendisine güvendirecek, karşısındakileri ise ürkütecek kadar güçlü, hâttâ yırtıcı biri. Belli ki bu yırtıcılığı ona geçmişten miras.
Öykü Evren’in siyasî arenada yer alması siyasete hem renk katacaktır, hem de görmezden geldiğimiz ya da bilmediğimiz hayatların içinden gelmiş birisi olarak onların sosyal hayatlarında iyileşme yaratacaktır. 
Gördüğümüz dünyada değil, görmediğimiz dünyada neler olduğunu bilenlere bir kulak vermeli derim. 
Farkında olmadığımız o kadar çok şey var ki…

26 Aralık 2013 Perşembe

Sabah namazını müteakip!

Kusura bakmayın, ayıp oldu biraz ama oldu bir kere. Zaten sistem bu. Çat kapı!
Herkese neyse size de o. Demokratik bir ülkedeyiz ne de olsa.
“Bi maniniz yoksa...” diye haber salmamızı beklemiyordunuz herhalde. 
Devlet devlet içinde, devlet kimin içinde. Matruşka bebekler gibiler. Açtıkça çıkıyor, açtıkça çıkıyor. En sonuncu bebeğe(!) bir türlü ulaşılamıyor.
Yıllardır bilinen ve elleşilmeyen, hatta desteklenen ne varsa birdenbire elleşiliverdi. Ne menem olduğu belli olmayan kaset servisleriyle de daha çok elleşilecek anlaşılan.
Malûm yolla getirdiklerini yine aynı yolla alaşağı etmeye çalışıyorlar.
"Biz yaptık biz bozarız" diyorlar.
Sözlerini dinletemeyip "Gel dediler geldim, git dediler gittim" demeyenlerin çemberini daralttıkça daraltıyorlar.
Yerinden edilmek istenenin de ses etmeye hakkı yok aslında.
Nasıl geldiğini unutmuş olamaz...
Gemi azıya alıp kendini yetiştirenlere biat etmemesi suçuyla cezalandırılacak şimdi.
Halktı, milletti her iki tarafın da umrunda değil. Güç kimin eline geçecek onun derdindeler.
Gücün bir tarafı diyor ki; ya ben geleceğim ya da ben gelene kadar sözümü dinleyecek adamları getireceğim.
Hükmedemediğimi indirip, hükmedebileceğimi bindireceğim.
Diğeri de diyor ki, "Yap da görelim!"

Şimdi üzerine kahpece oyunlar oynanan sen; eğer ki yıllar içinde halka tepelerden bakıp küstahlaşmasaydın, eğer hep aynı argümanları kullanmasaydın, eğer bitmek bilmez mağduriyet öykülerini anlatarak milleti yıldırmasaydın, eğer "ezilen kesimi temsil ediyorum" deyip deyip "ezilmeyen kesim"i ezmeye çalışmasaydın, eğer milleti din-iman-müslüman hikayeleriyle uyuturken, sahip çıktığın kesimin arka sokaklardaki yolsuzluklarına göz yummasaydın, eğer ki sana 'doğru'yu söylemek isteyenleri bir çırpıda susturmasaydın, halkın her kesimini aynı içtenlikle kucaklasaydın, inan olsun bu halk sana sonuna kadar sahip çıkardı.

Halka yaşattığın itip kakmalar, küstahça tavırlar, aşağılamalar, yargılamalar... 
Sonradan görme gavurdan dönme derler ya hani, merdivenleri adım adım çıkan, çıkarken de basamakları yıkıp dökmeyen kişi zirveyi hak eder ve hazmeder.
Tepeden indirilense "Vay be, ben neymişim!" der.
Sonra da geldiği yeri inkâra başlar.
Ve işte sonuç...

Bu ürkütücü hamlelerin son vurucu hamlesi ne olacak dersiniz?
Şimdi bu gidişata sevinenler, vurun kahpeye diyerek en bel altı vuruşlara dahi onay verenlerin sevinci ne kadar sürecek?
Farkında mıyız ki beğenmediğinizden dolayı eleştirdiğiniz tavırların daha keskin ve daha radikalinden medet umar haldesiniz. 
Ak Parti'den yaka silkerken, Ak Parti ortadan kalksın diye Ak Parti'nin yaratıcısıyla el ele veriyorsunuz.
Bu nasıl bir paradokstur? Bu nasıl bir tuzaktır? Bu nasıl bir girdaptır?
Ki hepimizi yutmaya çalışıyor...

Kanserin ele geçirdiği bir vücut gibiyiz sanki. Kendi kendini yiyip bitiren, beslenmek için o vücudu kullanarak kendi sonunu hazırlayan, sonra da o vücutla birlikte yok olan.
Etliye sütlüye karışmayan sade vatandaşlarsa tenis maçı izler gibi izliyorlar olan biteni.
Bir o vuruyor topa, bir öteki.
Başlar bir o yana, bir bu yana.
Set kimde, servis kimde meçhul...
Dilerim ki kesrin payı ve paydasındaki aynı rakamlar birbirini götürsün ve artık kesir sadeleşsin.
Ve millet de huzura ersin...
Bekleyelim ve görelim...

24 Aralık 2013 Salı

Dünyanın sahibi değil, emanetçisiyiz…

Üzerinde yaşadığımız şu dünyanın canına okuyoruz yüzyıllardır...
"Benden sonra tufan!" diyerek gittikçe daha yaşanmaz bir dünyaya doğru hızla yol alıyoruz. 
Ağaçları kesiyoruz, yeraltı sularını çekiyoruz, dere yataklarını değiştiriyoruz, denizleri dolduruyoruz. Dünya yüzündeki diğer canlıları yok saymakta ve hoyratlıkta sınır tanımıyoruz.
Kendimize yapay cennetler yaratma sevdasıyla gerçek cennetimizi hızla cehenneme döndürüyoruz.
Üstelik bunu da gayet iyi başarıyoruz.
Ve bunun için o kadar uğraşıyoruz ki, dünya bize direnmekten bîtap düşüyor, yalpalıyor, savruluyor.

Bir yandan toprağa geçirdiğimiz kimyasalları sindirmeye, derelere boşalttığımız atıkları süzmeye gayret ediyor; bir yandan da atmosfere karışan onca zehirli gazı arıtıp bize solunacak hava yaratabilmek için var gücüyle çalışıyor.
Ne yazık ki artık dünya bunlarla kendi doğal korunma yöntemleriyle baş edemiyor.
Bizi daha fazla taşıyamıyor...

Sonunda onu da organları bozulmuş bir canlıya döndürdük.
Suyumuzu süzemeyen böbrekleriyle, havamızı temizleyemeyen ciğerleriyle, kimyasalları öğütemeyen midesiyle adeta can çekişiyor. 
Kalbi bu gidişata daha ne kadar dayanır bilmem...
Bu gidişle insanoğlu ya evrim geçirip şekil değiştirecek ya da toptan yok olup gidecek.
Milyarlarca yıl sonra fosillerimiz bulunup incelenecek.
Bizim dinozorlara yaptığımız gibi iskeletlerimiz orda burda sergilenecek, endamımız merakla seyredilecek.
Ah o endamlarda ne anılar, ne acılar, ne sevdalar...
Lâkin görünen sadece bir çuval kemik....
****
İnsanlarda çevre bilincinin oluşması için ne yapmalı da durumun vehametinin farkına vardırılmalı dersiniz.
Evlerden poşet poşet çıkan çöplerin çöplüklerde çöp dağları yarattığını, çöpleri ayrıştırarak toplamak gerektiğini, bunun bile okyanusta bir damla olacağını, "damlaya damlaya göl, damlacıklar sel olur" sözünü...
Yemek artıklarını diğer canlılara, kâğıt-cam-plastik atıklarını geri kazanıma, kızartma yağlarını lavaboya dökmek yerine atık yağ toplama tanklarına vermek gerektiğini. Ki 1 litre atık yağ ile 1 milyon litre içme suyu kullanılamaz hale geliyor, yüzey sularında yaşayan canlı hayatı tehlikeye giriyor, iletim sistemlerinde birikerek boru kesitlerini daraltıyor ve kanalizasyon sistemlerinde tıkanmalara sebep oluyor.
Mutfak lavabosundan arada sırada dökülen atık yağı düşünün, bir de sanayidekileri. Manzara korkunç değil mi?
Bu yüzden; lisanslı firmalarca toplanan bitkisel atık yağlar, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı teknik esaslar doğrultusunda Biyodizel, Sağlık Bakanlığı'nın izniyle sabun, Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'nın izniyle yemlik olarak geri dönüştürülebiliyor. Geri dönüşümü yapılamayanlar çimento fabrikalarında ek yakıt olarak kullanılıyor.
Evlerde bireysel olarak yapılabileceklerden birisi de temizlik mevzusunu abartmamak üzerine olsa gerek.

Malum, temizliğin hastaları var. Onlar daha az kimyasal içerikli, daha doğal temizleme ürünlerine yönlendirilmeli, zihinlerine temizlemekten ziyade temiz tutma bilinci yerleştirilmeli. Kullanılan her kimyasalı arıtmak için daha fazla su kullanıldığını ve o suların da doğrudan denizlere gittiğini düşündürtmeli.
Ağaç keserek kendisine alan açma hastaları da az değil. Tıraşlaya tıraşlaya başta saç bırakmadılar.
Yandan biraz, önden biraz, ortadan biraz diyerek dünyayı kelleştirmeye doyamadılar. "Buradan yol geçecek, buraya bina dikilecek, buraya fabrika kurulacak." Tamam da, insanlar nasıl nefes alacak?
Üstelik bir insan nasıl zor yetişiyorsa bir ağaç da öyle büyümekte. Bir insanın boğazına bıçak dayamaktan farkı yok testereyi ağacın boğazına dayamanın. İkisi de can.
Lakin kesene sorarsanız 'can benim can'...
"Sonra neden değişti bu iklimler?" öyle mi?

Dünyada da bu sorun var, ülkemizde de.
TEMA Vakfı kurucusu Hayrettin Karaca yıllardır sesini duyurabilmek için mücadele veriyor, durmaksızın çalışıyor, bıkmaksızın anlatıyor. O; Türkiye Çöl Olmasın! dedikçe daha çok ağaç kesiliyor, daha çok ormanlık alan imara açılıyor, daha büyük katliamlar yapılıyor. Nehirler kuruyor, göller küçülüyor. Haritalardaki yeşil renkler azalıp, sarı renkler çoğalıyor.
Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde, orman vasfını yitirmiş, kadastro marifetiyle orman alanları dışına çıkartılmış, bir daha geri kazanılamayan ve ıslah edilemeyen 2B arazileri (2B, 6831 Sayılı Orman Kanunu'nun 2. maddesi B bendi için kullanılan kısaltma) satılarak hazineye katkı sağlanmak isteniyor.
Diğer yandan TEMA Vakfı, "2/B Arazileri Satılmasın!’ isimli bir imza kampanyası başlatıyor, öte yandan muhalif sesler 2B düzenlemesinin orman arazisi işgalcilerinin oyunu almaya yönelik bir seçim hilesi olduğu öne sürüyor.
Gerçekten de bir daha geri kazanılamayacak arazilerin imara açılması için bir sözümüz yok. Lâkin henüz verimli ya da geri kazanılabilir araziler de işin içine girerse vay halimize...
****
Öyle ya da böyle doğayla birlikte doğal ortamında yaşayan her canlıyı da yok ediyoruz. Onları daha dar alanlara sıkıştırarak var olma haklarını ellerinden alıyoruz. Balkonumuzdaki ışığa pervane olan böceği de, duvarda gezinen örümceği de haneye tecavüz suçundan ölüme mahkûm ediyoruz.
Kimin kimin hanesine tecavüz ettiğini görmezden geliyoruz.
İnsanın elini sürmediği dünyadaysa hayat denge içinde sürüp gitmekte.
Avlar ve avcılar. Etoburlar, otoburlar. Besin piramidinin altındakiler, üstündekiler.
Onca beslenmeye ve dışkılamaya rağmen ormanda kanalizasyon sistemi yok mesela.
Bütün dışkı doğada geri dönüşüyor. Bok böceği dışkıları topak yapıp içine yumurtalarını bırakıyor. Güney Avustralya’da çoğu bok böceği, yumurtalarını bırakmak ve dışkıyı gömmek amacıyla, kümesinin altına tüneller kazıyor ve burada larvaları gelişiyor. Bu tünel açma ve dışkı gömme alışkanlığı, bok böceklerinin, meraların da en önemli böcekleri arasına girmesini sağlıyor.  

Aynı düzen tüm doğada mevcut.
Temizlikçi kuşlar, çöpçü balıklar...
Onların dünyasına müdahale eden insansa acımasız, duygusuz ve kibir içinde.
Doğayla bütünleşmeyi reddetmekte, reddettiği kadar yalnız kaldığını fark etmemekte.
Evinden işine tüm hayatını sürdürürken doğaya verdiği zararı görmezden gelmekte.

Günlük hayat içinde olmazsa olmazımız olan her şeyi kullanacağız el mahkûm. Çamaşırlar makinelerde yıkanacak, telefonlar 3G'li olacak. Evler üst üste, arabalar üst üste, insanlar üst üste...

Toplu taşıma kullanmaktan tut da fabrikaların filtrelerine ve arıtma tesislerine kadar hepsi doğaya saygının birer göstergesi.  
Egoysa her şeyin üzerinde.
Bireysel araç kullanmanın maliyeti çok ama vazgeçilmiyor, arıtmalarsa maliyeti çok diye çalıştırılmıyor.
Bir yandan devlete ve belediyeye ait araçların egzozlarından çevreye zehir saçılıyor. Diğer yandan devlet egzoz emisyon pulunun tarihini geçirene ceza uyguluyor.
Bu karmaşa içerisinde zehirli olan ne varsa havaya, toprağa, suya karışıyor. Oradan da dönüp dolaşıp soframıza konuyor.
****
Bir çocuk doğduğundan itibaren çevresinde her çöpünü sokağa fırlatan insanlar görürse, bunların son derece doğal davranışlar olduğunu benimser ve hiç sorgulamadan gördüklerini taklit eder.
Çevre bilinci okullarda sadece ders olarak anlatılır, anlatan öğretmenler anlattıklarının tersini yaparsa ve çocuk okuldan çıkıp da evine giderken kendisine öğretilen her şeyin tam tersini görürse kafası karışır.
Çocuk evinde bir hayvanla yaşıyorsa, anası babası hiçbir canlıya eziyet etmiyorsa, eline geçen çöpü sokağa fırlatmıyorsa, sağlıklı olanın yaşadığın dünyaya saygı göstermek olduğunu her hareketiyle vurguluyorsa, doğal yoldan öğreniyordur.

Nasihat en çok vereni eğlendirir.
Mesele rol model olabilmekte.
****
Dünyadan Türkiye'ye, Türkiye'den de Bursa'ya gelecek olursak;
Bursa için Evliya Çelebi’nin ettiği "Velhasıl sudan ibarettir" sözü "Velhasıl ocaktan ibarettir"e dönüşmüş durumda. Toplamda 11.900 kilometre kare olan topraklarımızın 6.900 kilometre karesi taş ve maden ocakları tarafından talan edilmekte. Birinci derece verimli topraklara sahip Kabulbaba, Maksem Pınarı ve Başköy’ün su kaynakları taş, mermer ve maden ocaklarına, kentin akciğeri ve oksijen deposu olan asırlık ağaçlar yangınlara, yanlış yer seçimleri ve zemin etütlerinin yapılmaması dolayısıyla hak sahipleri TOKİ'ye, dünyaca ünlü kirazın yetiştirildiği Kozağacı Vadisi termik santrale, Yenişehir merası oto test merkezine, Alaçam BESOB Sanayi Sitesine, içme suyu kalitesindeki Nilüfer, Kulaca, Kalburt, Kirmastı dereleri ile Uluabat ve İznik Gölü sanayi ve evsel atıklarına teslim.
Hava kirliliği ona keza.
Son raporlara göre kirlilikte Dilovası’nı geçerek ilk sıraya yerleşmişiz. Hava temizlensin diye lodosu bekliyoruz. Lodos esince de gazdan zehirlenmeleri engelleyemiyoruz.
Gürültü kirliliği, aydınlatma kirliliği, tabela kirliliği… Say say bitmez.
****
Dünya çok büyük ve ona bir şey olmaz demeyin. Oluyor işte. Bunca yükü taşıyamıyor. Ve kendisinden çaldıklarımızı ziyadesiyle geri alıyor.
Belki itinalı bir bakımla kendini toparlayıp bir nebze olsun eski haline dönebilir. Bu özenli bakımın sürekliliği halindeyse eski neşesine ve verimliliğine kavuşabilir.
Bu iyileşmenin olabilmesi için neler yapmak gerektiği konusunda insanın aklına çılgınca fikirler de gelmiyor değil hani.
Hani olmaz ya; arada bir bütün dünya şalter indirse mesela.
Yine başka bir gün kimse arabasını kullanmasa. Bir gün şehrin bütün vanaları kapatılsa ve bir damla bile su harcanmasa. Bir gün ne ısıtıcı, ne soğutucu çalışmasa.
Bir günlük tatil versek dünyamıza.
Bir gün de o izin kullansa...
Kim bilir, belki o zaman şöyle bir oh çeker içinden. Ertesi gün daha bir neşeyle, daha bir şevkle dönmeye başlar kaldığı yerden...

13 Aralık 2013 Cuma

Sabahattin Ali'nin yalnızlığı ilk değil

Gönüllülük ilkesiyle çalışan insanların biraraya gelerek kurduğu sivil toplum örgütü Artı Sanat Eğitim ve Kültür Derneği, Görükle'deki Çağdaş Eğitim Kooperatifi Kültür Merkezi'nde Sabahattin Ali'yi andı ve anlattı.

Nilüfer Belediyesi'nin 2013 yılını 'Sabahattin Ali Yılı' olarak ilan etmesiyle birlikte bu etkinliklere nasıl bir katkı yapabiliriz diyen Artı Sanat, Sabahattin Ali'yi araştırmaya başlamış.
Araştırmalarla birlikte engin bir deryaya daldıklarını fark etmeleri ve bu deryada olgunlaşmaları sonucu, Sabahattin Ali üzerine olan çalışmalarını paylaşmak istemişler.
Sanat Danışmanları Mine Tülek "Sosyal hayatta uyumlu insanlar, mutlu toplumlar yarattığının bilincinde olarak, kişilerin bireysel mutluluklarını sanatsal yollarla ifade etmelerini sağlamak için çalışır" demiş tanıtım yazısında.

Projelerini ilk olarak Nazım Hikmet Kültürevi'nde sahneleyen grup, ikinci paylaşımını öğrenci nüfusunun epey kalabalık olduğu Görükle'deki, Çağdaş Eğitim Kooperatifi Kültür Merkezi'nde sahneledi.
Öğrencilerin pek rağbet etmemesinden dolayı izleyeni az ama anlatımı çok bir gece oldu.
Adını usta kalemin son eseri 'Hep Genç Kalacağım'dan alan projenin sahnelendiği gecede, Sabahattin Ali'nin 41 yıllık hayatından kesitler, bazı şiirleri ve bestelenmiş şiirlerinin şarkı halleri seslendirildi.
Zerrin Arıcan'ın hazırladığı sunum metnini seslendiren Sena Arıcan ve Murat Girgin, edebi birikimiyle ve dünya görüşüyle döneminin ötesinde bir değer olan Sabahattin Ali'nin muhalif tavrı nedeniyle yaşadığı tutukluluk dönemlerini ve o dönemlerde ara vermek zorunda kaldığı öğretmenlik ve çevirmenlik görevinden tamamen ayrılışını, hayatına yalnızca yazarak devam etme kararı verişini anlattılar.

Aşka aşık ve 15 gün dahi aşksız kalamayan yazarın şiirleri hep hüzünlüydü.
Ölümünün ardındaki şaibe hâlâ tazeydi.
Bedenen yaşamıyor olsa dahi eserleriyle ölümsüzlüğü yakalamış, "Hep Genç Kalacağım" diyerek genç kalmayı başarmıştı.
Şimdi artık klasikleşmiş pek çok şarkının sözleri hep Sabahattin Ali'ye aitti.

Benim Meskenim Dağlardır Dağlar, Göklerde Kartal Gibiydim, Melankoli, Eşkiya Dünya, Rüzgâr, Çocuklar Gibi, Leylim Ley...

Şarkılar söylenip şiirler okurken gözlerimi kapattığımda genç adamı görüyor, iç çekişlerini dahi duyabiliyordum.
Tartışılan siyasî yanı, tartışılmayan insanî ve edebî yanı...
Ve kısacık bir ömre sığan onca yazı.

"Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?" diye soran bir Sabahattin Ali'ydi işte o.
Yeni neslin tanımadığı değerlerden biriydi.
Bu gece olduğu gibi arada sırada ayrılan bir saatte neler öğrenilirdi oysa.
Değişen dünyanın yeni gençlerine ulaşabilmek için onların dünyasına girip göz atmalı ve ilişkiyi orada kurmalıydı belki de.
Belki de gençlere ulaşmak için farklı yollar denenmeli, değişen dünyaya ayak uydurmalıydı.
Ayşe Kulin'in "Siz resmî tarihe bakmayın, her gelen iktidar kendi görüşü doğrultusunda bir tarih yazıyor, gerçek tarihse romanların içlerinde saklı" dediği gibi gerçek geçmiş sanatta yatıyordu.
Geçmişini bilmeyen geleceğini doğru kuramıyordu...

12 Aralık 2013 Perşembe

Ferhat'ın kalbi Nilüfer’de attı

Nilüfer Belediyesi kültür sanat etkinlikleri kapsamında Fethiye Kültür Merkezi'nde izleyicileriyle buluşan Ferhat Göçer, kar kış demeden kendisini izlemeye gelen Bursalılar'a unutulmaz bir gece yaşattı.
'Gidemem' şarkısıyla konserine başlayan ve bundan 10 yıl önce ilk kez FKM'de sahne aldığını, Bursa'ya gelirken yolculuk esnasında o günleri yad ettiğini, Bursa'nın kendisi için özel bir yeri olduğunu söyleyen Göçer, kâh kendi albümlerinden, kâh ustalardan söylediği şarkılarla gönülleri fethetti.
Bursa'ya gelmişken Zeki Müren'i anmadan geçmek olmaz diyerek kendisine ithafen Bak Yeşil Yeşil şarkısını söylemeyi de ihmal etmedi.
Fransa'da 3 Mart 1875'te ilk sahnelendiğinde yerleşik opera ve ahlâk anlayışının ihlali gibi algılandığından dolayı olumsuz tepkilerle karşılanan, eleştirmenler tarafından yüzeysel ve üstünkörü bulunarak afişten kaldırılan ve bestecisi Bizet'in bu olaydan üç ay sonra henüz 37 yaşında iken ölümüne sebep olan Carmen'in öyküsünü anlatması ve bu eseri seslendirmesi için mikrofonu uzun yıllardır birlikte çalıştığı vokalisti Menent Savaş'a bırakması ile konser ısınmaya başladı.
Ardından gitarı eline alan Göçer, Quenn'in We Will Rock You'su ile girip Erkin Koray'ın Estarabim'i ile çıktığı kolajla izleyicileri coşturdu.
Yüksek tempoyu -gelen istek üzerine- Kızım şarkısı ile düşüren Ferhat Göçer, konserin sonunda kendisine çiçek takdim eden Başkan Bozbey ile kısa bir düet yaptı. Cem Yıldız'ın İmkânsız Aşk'ını söyleyen ikili salondan büyük alkış aldı.12
Sahneden inen Göçer izleyicilerin yoğun ısrarına dayanamayarak sahneye geri geldi ve bu kez eline elektro gitarını aldı. Sahne önünde toplanan izleyicilerle birlikte Cem Karaca'dan, İskender Doğan'a birkaç şarkı daha söyleyen Göçer, Bursalı ve dahi Nilüferliler'in sanata ve sanatçıya olan alâkasına hayran kalarak Bursa'dan ayrıldı.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Evet, ben daha fazlasını hak ediyorum!

Döllenmenin gerçekleşip de hücrelerin hızlı bir şekilde bölünmesi, her organı oluşturacak hücrenin kendi yerini bilmesi ve oraya yönelmesi, gebelik boyunca her organın yerli yerinde gelişmesi ve nihayet doğum.
Henüz daha bir zigot iken atmaya başlayan ve ölene kadar da durmaksızın kasılıp duran kalp.
Dünyaya ciğeriyle, böbreğiyle, kaşıyla kirpiğiyle tastamam gelen bir bebeğin 90 yaşına kadar aynı ciğerle, aynı böbrekle, aynı kaşlarla aynı kirpiklerle yaşaması.
Ve insanın bedenine yüklediği onca yüke rağmen yine de dur durak bilmeden çalışan tüm organlarına dönüp de hiç bakmaması.
Üstüne üstlük bir de hor kullanması, hırpalaması...
"İyi davranmadığın azaların senden hesap sorar" derdi anneannem.
Sanırdım ki mahşer günü kolum bacağım, bağırsağım dalağım karşıma geçip parmak sallayacak. "Niye bize iyi bakmadım?" diye sorgu sual edecek.
Öyle olmadığını ıslak saçlarımı rüzgârda kuruttuğumda başıma yapışan ağrıdan, ağır kaldırdığımda acıyla bükülen sırtımdan anladım.
Anladım ki hesap kesim tarihi denilen bir şey var ve ekstrenin elime ulaşması çok uzun sürmüyor.
Günlük hayatın rutin koşturmaları derin nefeslere fırsat vermiyor malum. Dışımıza ve dışımızdakilere bakarken içimizi ve içimizdekileri görmez oluyoruz.
Durup dinlemiyoruz. Durup dinlenmiyoruz.
Aborijinler'in yaptığını yapıp, koşan bedene yetişemeyen ruhu durup bir yerlerde beklemiyoruz.
****
Kişisel farkındalığını yükseltmek isteyen duyarlı kişiler hem ruhlarını, hem de bedenlerini daha iyi tanıyabilmek ve anlayabilmek adına farklı öğretilere yöneliyorlar.
Bunlardan biri de “Eğer siz, karakteriniz, hoşgörünüz ve yaydığınız ışıkla daha fazlasını hak ettiğinize inanıyorsanız birlikte çalışabiliriz!” diyen Ord. Prof. Dr. M.S. Norbekov'un kurduğu ve kendi adıyla anılan "yaşam sistemleri".
'Norbekov Yaşam Sistemi' ruhunu; Türk-İslam tıbbı, Biruni, İbni Sina, Sufizm ve Doğu öğretilerinden alırken, eğitim ve uygulama esaslarını Sovyetler Birliği’nin sıfır toleranslı kusursuzluk prensibine oturtmuş.
Moskova Norbekov Merkezi tarafından Norbekov Sistemini Türkiye’de uygulamakla yetkilendirilmiş olan Mahram Satymbaeva, hukuk lisansı ve sosyoloji yüksek lisans eğitimlerine sahip olduğundan, bu özellikleri üzerine Moskova'daki merkezde 3 yıl müddetle öğrenim görmüş. 1999’dan beri Türkiye’de yaşayan Mahram Hanım, Kabuljan Murzaev ile evli ve 2 çocuk annesi.
Norbekov'un Türkiye’deki Yöneticisi olan Doç. Dr. Kabuljan Murzaev ise Moskova Devlet Pedagoji Üniversitesi'nde ve Marmara Üniversitesi'nde doktora yapmış, Norbekov Merkezi, Moskova Psikoterapi ve Psikoloji Enstitüsü’nde öğrenim görmüş, ayrıca Norbekov’un iki kitabını da Türkçeye çevirmiş.
Mahram Satymbaeva ve Kabuljan Murzaev’ın bilgisi dışında Türkiye’de hiç kimsenin Norbekov Yaşam Sistemi eğitimini verme izni ve yetkisi yok...
****
Norbekov'u Bursa ile tanıştıran Ebru Çatak Birgül ve Suna Çatak Çalı’yı ofisimizde konuk ettiğimizde,  düzenleyecekleri 1. seviye seminerinin tanıtım toplantısına katılmamı ısrarla istediler.
Kendilerini kırmadım ve katıldım ama açıkçası o ilk toplantıdan pek de bir şey anlamadım.
Eğer ki bu seminer hakkında bir şeyler yazacaksam, bunu tümüyle yaşamam gerekir diye düşündüm.
Nasıl ki bir tiyatroyu ya da bir konseri sonuna kadar izlemeden yazmıyorsam...
Tanıtım toplantısındaki tedirginliğimi ve ön yargılarımı kapının dışında bırakarak girdim ilk derse.
İkinci derste yazacağım yazıyı aklımdan çıkartarak not tutmayı bırakmıştım.
Kendimi tamamen serbest bıraktım ve her şeyi sadece yaşadım.
Bu yazıda seminerin tekniklerini anlatmayacağım size. Anlatmayacağım ki niyet eder de katılırsanız benim yaşadığım o büyüyü siz de yaşayın.
Ne kadar anlatsam da okumakla öğrenilecek bir şey değil bu. O havayı solumak lâzım.
Etkilendiğim ve dile getirmekte sakınca görmediğim birkaç şeyi paylaşacağım sadece.
****
Kendimi bildiğimden beri beni ayakta tutan ve iyi görünür yapan her azama şükretmiştim.
Lâkin iç organlarımı beni yaşatmak zorunda olan hayalî köleler olarak görmüş ve onlara şükranlarımı sunmayı hiç düşünmemiştim. Hani kötü de davranmamıştım ama kendilerini görmediğimden olsa gerek, görünenleri daha bir önemsemiştim. Haksızlık etmişim...
Seminer boyunca kendilerini ayrı ayrı ziyaret ederek hepsinin hakkını teslim ettim.
Bedenimin keşfinin ardından her derste başka bir ruh yolculuğuna çıktım.
Zaman zaman eski fotoğraflarda karşıma çıksa da uzun zamandır görmediğim ve çok özlediğim, annem-babamla derinlere gömülen, çocukluğumu bilen yakınlarımla yaşamaya devam eden çocuk ‘ben’le karşılaştım bir gece.
Şefkatle kucakladım kendi çocuk halimi, sarıldım sıkı sıkı.
Ah çocuk, hayat sana neler hazırlıyor bir bilsen...
Bir derste genç oldum neşeyle koştum kırlarda.
Affetmenin sihirli dokunuşunun yarattığı dinginliği tattım bir derste.
Bir yandan içimden soruyordum; başkalarını affetmek kolay, ya kendini...
****
Hocalarımız eşliğinde yaptığımız her hareketle gerginlikten büzüşen vücudumuz esniyor, gevşiyor, hâttâ ve hattâ uzuyordu.
Çalışmalar esnasında en kuytu kaslarımız dahi çalışırken, bu alâkadan göz kaslarımız da nasibini aldı.
Ki seminer sonunda göz numaralarını azaltan, çok zaman da gözlük attıran...
Henüz daha üçüncü günün sonunda 'görmüyorum' dediğimiz satırları görmeye başlayınca 'Nasıl yani?' olmadık değil hani.
Devamını getiren getirdi, getiremeyenler camekânlara devam...
****
Omurgamızı sarıp sarmalayan kas korsesinin güçlenmesi için yapılan her hareketin ve her anın olmazsa olmazı 'gülümseme' hocalarımız tarafından sürekli olarak telkin ediliyor ve yüzümüzden eksilmesine izin verilmiyordu.
"Yetişkinler gülmek için sebep arar, çocuklarsa yaratır." diyordu Mahram Hoca.
Gülümsemenin bedene olan biyolojik faydasını Norbekov'un "Aptalın Deneyimi: Aklını Başına Toplama Rehberi" kitabını okudukça daha iyi anladım. Bu arada; “Bir kahkaha ve bir kilo pirzola” deyişimizi de unutmadım.
Bu mantıktan yola çıkarsak; kötü düşünceler bedenimizi nasıl hasta edebiliyorsa, iyi düşünceler de iyileştirici olmalıydı.
Ağlamak kalp zarına zarar veriyordu mesela (ağlarken titreyen kalbinizi hatırlayın). Hüzün akciğere (üzüntüden verem olanları hatırlayın), endişe dalağa, korku böbreğe, ürkmek safraya (ödü patlayanları hatırlayın), öfke karaciğere, sevincin fazlası ise (gol sevincinden ölenleri hatırlayın) kalbe zararlı.
Zararlı alışkanlıkları olmasa da, içine atmaktan içine inip de hastalananları unutmayın.
O yüzden; bulaşıcı olup da güzel olan tek şey 'GÜLÜMSEME'dir. Hiç acımadan bulaştırın birbirinize...
Mahram Hoca huzur arayanlara da sesleniyor ve “Sürekli bir huzur istemeyin, huzurun sonu huzur evi, sonrası da sonsuz huzura eriştiğiniz ve sonsuzluğa karıştığınız ebedî istirahatgâhınızdır” diyordu.
Kısacası; huzur içinizde ise dünya size hoş. Yok değilse, nereye gitseniz boş....
Çalışmak ve tembellik yapmakla ilgili de; "Tembelliğinizle yüzleşin ve onunla kucaklaşın. Onu aç bırakmayın, doyurun ki tembelliğin ardından işinize dört elle sarılabilin. Yoksa mutlu etmediğiniz tembelliğiniz sizi rahat bırakmayacaktır" diyordu.
****
On gün süren seminer boyunca fark ettim ki; yıllardır içinde yaşadığım şu bedeni bunlara benzer sihirli dokunuşlarla ayakta tutmayı başarmışım.
Bir parmak şıklatmanın kalbe faydasını öğrenince, çalan müziğin ritmine kapıldığımda kendimi neden iyi hissettiğimi, kulak masajının sırlarını öğrenince de öğretmenlerin o kulakları boşuna çekmediğini anladım.
'Palming'de ellerimle gözlerimi kapattığımda, dua ederken göğe açtığım avuçlarıma inen rahmeti alıp yüzüme sürünce içime yayılan ferahlığı anımsadım.
Her gün yaklaşık üç buçuk saatimi verdiğim seminerin sonunda, aynı şehirde yaşarken kendilerinden bihaber ama seminer aracılığıyla tanışmış olmaktan çok keyif aldığım güzel insanlar eklenmişti arkadaş halkalarıma.
Norbekov Yaşam Sistemi'ni mükemmel bir şekilde bizlere aktaran Mahram Hanım ve Kabuljan Bey'in sesleri ve kendilerine has sözleri hâlâ kulaklarımda çınlamakta.
Ve bu seminerde öğretilenleri 'hücre bazında' öğrendiğim için hiçbirisini unutmayacağım.
Seminerin ardından yaptığım veda konuşmamda da dediğim gibi;
“Aynen devam Canan...”
Şubat ayında tekrar Bursa'ya gelecek olan ekip, 1. ve 2. seviye seminerini verecekler.
Açıkçası 2. seviyede neler olacağını şimdiden çok merak ediyorum...