29 Ekim 2014 Çarşamba

Cumhuriyet ilelebet payidar kalacaktır…

“Dünya Tarihi” dedim ‘Her Şeyi Bilen Google’a, başladı anlatmaya….
“Dünya tarihi, dünyanın çeşitli yerlerindeki insanların yüzyıllar boyunca geliştirdikleri uygarlıkların öyküsüdür. Bu öykü çeşitli madde başlıkları altında anlatılmıştır. Dünya tarihine ilişkin bilgiler, ayrıca ülkelere ilişkin maddelerin tarih bölümlerinde, ünlü kişilerin yaşam öykülerinde, savaşlar, çarpışmalar, keşifler, siyasal ve toplumsal hareketler, dinler gibi tarihsel olaylarla ilgili maddeler bulunabilir. Hititler, Asurlular, Aztekler ve İnkalar gibi başka bazı halkların belirli dönemlerde egemen oldukları, bir süre sonra ise yok oldukları gözlenmektedir.” dedi.
Sonra da saydı döktü gelmiş geçmiş medeniyetleri, kurulan ve yıkılarak yok olan devletleri…
M.Ö. 3300 yılından bu yana 5314 yıllık bir tarih altı üstü anlattığı.
Kaç milyar yaşında olduğunu bilemediğimiz Dünya Tarihi’nde 5 bin küsur yıl nedir ki?
Çok bir şey değilse de neler sığdı içine neler… Ne acılar, ne savaşlar, ne buluşlar, ne sevdalar, ne ayrılıklar…
Her ömür bir dünya…
Her dünya bir ömür…
****
Yüzyıllar sonra bulduk pek çok uygarlığın kalıntılarını. Kemik parçaları, çanak çömlek, altın, silah, bilumum ziynet… Döneminde geçer akçe her ne varsa hepsinin bugünkü anlamı “tarihî eser”…
Daha öncesi ise milyarlarca yıl boyu çürüyerek oluşan ve şimdi uğruna katliamlar yapılan petrol, kömür, kısacası enerji…
Kâh savaşlarla kâh büyük felaketlerle yok olan uygarlıklardan geriye kalan; bulunabildiği kadar çok bilgi ve o bilgilere dayanılarak kurgulanan “tarih”…
Yüzyıllardır durmaksızın konuşan tüm insanların sesleri sonsuzlukta bir yerlerde çınlayarak yol alıyordur belki hâlâ.

Gelmiş geçmiş sayısız insanın arasından sivrilerek kendilerini ölümsüz zannedenler, ellerine geçirdikleri güç ile insaf nedir bilmeyenler, kuş tüyü yataklarda yatıp da sırtlarındaki samur kürke güvenenler. Onlar ki; herkes kadar zayıf, herkes kadar korkak, herkes kadar güçlü, herkes kadar fani…

Bin 5 yüz yıl sonra biz ve izlerimiz çıkacak belki taşın toprağın altından. Ya da deniz örtecek üzerimizi. Hiç yaşanmamış sayılacak bunca acı. Kayıtlar hızlı hızlı okunacak, tarihler ardı ardına sıralanacak. Gelen, giden, kuran, yıkan…
600 yıllık bir Osmanlı İmparatorluğunu öyle öğrenmedik mi?
Kuruluş, Yükselme, Duraklama, Gerileme ve Çöküş…
Bizans İmparatorluğu, 600’lerde kuruluş ve 1453 İstanbul’un alınışı ile yıkılış.
Mısır; M.Ö. 3050’den yine M.Ö. 30’a kadar uzanan 3020 senelik bir uygarlık…
Dile kolay.
Biz 91. yılı deviriyoruz diye nasıl mutluyuz ve Cumhuriyetimiz elimizden gidecek diye deliler gibi korkuyoruz.
3000 yıl yaşatmayı hayal edin bir de…
Ve bir de Mısır’ın şu andaki halini…

Yaşarken ziyadesiyle uzun ömür. Ağlamaya da gülmeye de yetiyor. Hatta insanın bazen “yeter artık sıkıldım” diyerek çağrılmadan gidesi geliyor…

Bu itiş kakışlardan geriye canlı kalabilmek galiba tüm iş.
Enerji demiştim ya az evvel, vücut olarak olmasa da enerji olarak kalabilmekte…
O enerjiyle yüzyıllar sonrasına dahi ulaşabilmekte.
****
Tarih sahnesinde baş rolü oynayan tüm oyuncular çekildiler sahneden zamanı gelince.
Geriden gelenlere emanet ettiler rollerini… Ya da yeni oyuncular, yeni oyunlar kondu sahneye…
Kimisi oyunu sürdürdü kaldığı yerden, kimisi yerle yeksan etti…
Yarattıklarının hallerini izleyen ise güldü belki kıs kıs.
Kapanan her perdenin ardından yeni bir perde açtı.
Oyun başka başka da olsa, hep ama hep soluksuz oynandı…
****
Bugün 91 yılı devirdiğimiz Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk; “Cumhuriyeti bizler kurduk, yaşatacak olan sizlersiniz” derken bu büyük düzeni biliyordu.
Ey Türk Gençliği diye başladığı Gençliğe Hitabesinde hepsini tek tek anlatıyordu.
Naçiz vücudunun toprak olacağını vurgularken, tapınmak yerine çalışmak lâzım geldiğini ve düşmanın asla uyumayacağını söylüyor, “Söylediklerim hakikat olduğu gün beni hatırlayınız” diyordu.
Keşke “Ben size demiştim” diyen sesi yankılanmasa kulaklarımızda.
Keşke O’nu böyle hatırlamasak…

Biz Atamızı çok sevdik lakin galiba O’nu yeterince anlamadık, anlamadığımız için de doğru anlatamadık…
90 yıl öncesinin söylemlerini 90 yıl sonrasına taşıyamadık…
O’nun arzuladığı gibi değişen dünyaya ayak uyduran bir Türkiye yaratamadık…
Yeni gelen her nesille yenilenen bir ülke halini alamadık…
“Türk Milletinin istidadı ve kesin kararı medeniyet yolunda, durmadan, yılmadan ilerlemektir.” demişti oysa.
Biz en başında medeniyeti yanlış anladık…
Ondan sonrasını da toparlayamadık…
Sonunda meydanı medeniyetsizlere bıraktık…

Yine de, her şeye rağmen, yepyeni ve pırıl pırıl gençlerimizle, eli öpülesi büyüklerimizle  ve yüreğimizde Atatürk sevgisiyle Cumhuriyetimiz yaşamaya devam edecek…

Bayramımız Kutlu Olsun…

Çiçek gibi kızlara 5 yıldızlı yurt


Temelinin 19 Mayıs 2013 günü atıldığı Çağdaş Eğitim Kooperatifi Güler-Osman Köseoğlu Orta Öğr. Kız Öğrenci Yurdu, 29 Ekim 2014 günü hizmete açıldı.
Zaman zaman önünden geçerken inşaatın hızla ilerlediğini görüyordum. Bir ay kadar önce de sosyal medyada iç düzenlemelerini gördüm.
Cumhuriyet'in ilan edilişinin yıldönümünde açılışı yapılan yurda biraz erkence gidip içerisini henüz kimseler yok iken göreyim istedim.
ÇEK Müdürü Zeki Baştürk'ün yanıma kattığı çiçek gibi bir kızımız bana 3 katlı yurdu gezdirdi.
Şu anda 96 kızımızın kızımızın barındığı yurdun alt katında yönetim odaları, müzik odası, yemekhane ve etüt odası vardı.
Merdivenlerden bir üst kata çıkarken gözüme yurda da adını veren Güler Köseoğlu'nun gençlik portresi takıldı.
Yurdun duvarları Ceyhun İrgil-Güney Özkılınç çalışması-Bursa'nın Kadın Yüzü kitabında yer alan kadınların fotoğraflarıyla doluydu. Onlardan biri olan Güler Köseoğlu öğrencileri merdiven çıkışında güler yüzüyle karşılıyordu.
Açılıştan henüz bir hafta önce kaybettiğimiz eşi Osman Köseoğlu, toplum için yıllarca el ele koşturduğu sevgili eşine kavuşmuştu.
Duvarlardaki fotoğraflarda yer alan kadınlar yurtta barınan kızlara birer hedef olup, adeta onları yüreklendiriyordu.
Merdivenlerin bitiminde, dört bir yanı çevreleyen balkon etrafında odalar sıralanmıştı.
Aydın'dan gelen ve yurtta ilk kez kalacak olan kızımız odaların kapılarını açtı birer birer. Bir yandan da okulunu bitirince dönüp Belediye Başkanı olmak istediğini anlatıyordu.
Geniş ve ferah odalarda tek kişilik 2 yatak, ikişer kapaklı iki dolap ve duvar boyu uzanan çalışma masaları vardı. Yan yana iki odadan geçiş olan iki odaya ait banyo ve tuvaleti 4 kişi kullanıyorlardı.
Üniversiteye hazırlanan lise son öğrencilerinin odaları ise tek kişilikti.
Açılışa katılanlar arasında Güler-Osman Köseoğlu çiftinin kızları Gülipek Köseoğlu Şanlı, Köseoğlu Ailesi adına bir konuşma yaptı.
İnsana yapılan yatırımın en hakiki yatırım olduğunun bilincinde olan ailenin bir ferdi olarak yaptığı konuşması yüreklere dokundu.
Yüreklere dokunan sadece o değildi.
Yurt öğrencilerinden kendi yazdığı şiiri okuyan Pakize Öney ve yaptığı konuşmayla geleceğe umutla bakmamızı sağlayan Nisan Duran.
Onlar ve yurtta kalan diğer eğitim sevdalısı kızlar dallarında solan değil, açtıkça açan birer çiçek olacaklardı.
Bunu da eğitime baş koymuş bir kurum olan ÇEK ve gönüllüleri sağlıyordu.

Açılışa katılan ve ÇEK'in kuruluşuna ilk katkıyı sağlayan Bursa eski Valisi Orhan Taşanlar konuşmasında Çağdaş Eğitim Kooperatifi'nin daha da güçlenmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirdi.
Yapımında Nilüfer Belediyesinin de büyük katkıları olan yurdun açılışından Başkan Mustafa Bozbey de yer aldı. Konuşmasını yapmadan önce kürsü etrafındaki kızlarla tek tek tokalaşıp onlarla konuşması ile farklılığını bir kez daha ortaya koydu.
Eğitim gönüllülerinin doldurduğu açılış töreni, protokol tarafından kurdele kesiminden sonra yurdun gezilmesiyle ve sonrasında verilen bir kokteyl ile tamamlandı.

ÇEK Gönüllüsü olarak yazdığım yazılar:

Baharın müjdecisi Kır Çiçekleri / 12 Şubat 2013
Geleceğe imza atan adam... / 14 Temmuz 2013 
Zafer Akıncı bu kez ÇEK'in konuğuydu / 20 Ağustos 2013
Çağdaş çocukların çağdaş yuvası / 29 Eylül 2013
Sabahattin Ali'nin yalnızlığı ilk değil / 13 Aralık 2013
ÇEK, Feyzioğlu, eğitim, ülke, gelecek ve dahası / 8 Şubat 2014

Çiçek gibi kızlara 5 yıldızlı yurt / 29 Ekim 2014
91. Yılında Öğretim Birliği Yasası ve ÇEK ödülleri / 5 Mart 2015
İmece’nin adı ÇEK olmuş / 28 Temmuz 2015
İlmek ilmek dokuyup, zincir zincir büyüteceğiz / 1 Aralık 2015
'ÇEK'e destek yurtseverlik görevidir / 15 Aralık 2015
Atatürk Bizim Bütünümüzdür / 4 Mart 2018
Orada Duruverdi Zaman / 6 Mart 2019
'Çağdaş Eğitim'e Gönül Verenler / 7 Mart 2020
ÇEK Çıldırmış Olmalı! / 11 Ekim 2020
ÇEK Durmuyor, Koşuyor! / 5 Mart 2022

25 Ekim 2014 Cumartesi

Uluşehir Bursa'ya Laleli Logo

Geçtiğimiz günlerde Dünya Miras Listesi’ne girmeye hak kazanan Bursa şehrinin artık bir logosu ve mottosu var.
Kırmızı, lacivert ve mavi renklerin hakim olduğu, lale figüründen oluşan logoyu bundan böyle her yerde görebileceğiz.
Bursa Kültür Turizm Tanıtma Birliği tarafından hazırlanan logodaki renklerden Kırmızı: İznik Çini atölyelerinin teknik bir zaferi olarak kabul edilen mercan kırmızısı hatırına kullanılmış. Bursa’nın sırları, efsaneleri, termal kaynakları bu kırmızıda saklanmış. Lacivert, Bursa’nın sosyal çeşitliliğini, uyum ve ahengini; Mavi ise pınarlarda billur; doruklarda buz kesen Bursa’nın su kaynaklarına işaret ediyormuş.
Merinos AKKM'de düzenlenen toplantıda şehir mottosu da tanıtıldı. ‘Uluşehir’ mottosunun Bursa’nın Ulu çınarlarıyla, Uludağı’yla, sultanları, evliyaları, bağrında yatanları ve yaşayanlarıyla ulu bir şehir olduğunu belirtildi. Vali Karaloğlu Uluşehir mottosunun şehir logosuyla birlikte Valilik olarak tüm yazışmalarda, web sitelerinde, Valiliğe bağlı tüm kurumlarda kullanılacağını söylerken Bursa’nın tüm kurum ve işletmelerinin logoya sahip çıkmasını ve yaşatmasını özellikle istedi.

LOGO NE ANLATIYOR-imiş?
Türk İslam sanatının en gözde motifi olan lale ile Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçukludan kalan çintemani deseni Bursa Şehir Logosunun temel bileşenleri. Lale, birliği ve zarafeti; çintemani Türk devlet örfünün esasını oluşturan güç, adalet ve bilgeliğini simgeliyormuş.
Osmanlının Bursa’da inşa ettirdiği eserlerde stilize edilerek kullanılan Lale Anadolu’ya ve tüm imparatorluk coğrafyalarına Bursa’dan yayılmış.
Bursa Şehir Logosu için Kültür Tanıtma Birliği tarafından ayrıca bir web sitesi hazırlanmış. Logo Tanıtım filmi, Kurumsal Kimlik Kılavuzu ve logo broşürü bu sitede yayınlanacak ve indirilebilecek.

"Logoda yeşil eksik kalmış”
Lale figürünün Bursa’dan çok İstanbul'u anımsatıyor olması bir yana, logoda yeşil renge hiç yer verilmemesi ben dahil tüm Bursalılar'ı hayal kırıklığına uğrattı.
Oysa YEŞİL Bursa'nın rengidir. Öncelikle Yeşil Camisiyle ve diğer camileriyle, türbeleriyle, erenleriyle, dağıyla ve Bursasporuyla yeşil renk Bursa'ya yakışır. Her ne kadar yeşili azalmış da olsa Bursa "Yeşil Bursa"dır.

En azından yeşil renk lalenin yapraklarında kullanılsaydı diyorum. Bu sayede Bursa'nın anlamı kısmen de olsa tamamlanmış olurdu. Ya da teleferikte olduğu gibi birkaç figür hazırlatılıp halk oyuna sunulsaydı.
Nihayetinde Bursa Bursalılar'ın...
Yapılmadı.
Bursalı da kendisine sorulmadan oldu bittiye getirilen yeşilsiz bir lâleyi Bursalı saymadı....
Bakalım Bursalı olmayan bir logo Bursa’yı ne kadar temsil edecek?
Bekleyelim, görelim...

Hayvanı kendine benzetme, bırak!

Hayvan deyip geçiyor, insandan aşağı görüp itip kakıyorsunuz ya, değil.
Onlar bizden aşağı değil. Onlar bizden geri değil. Onlar bizden akılsız değil. Onlar bizden kötü değil. Onlar bizden vefasız değil. Onlar bizden duygusuz değil.
Uzaylılardan bahsederken, bizden ileri olduklarını, konuşmadıklarını ve telepatiyle anlaştıklarını söylüyoruz ya hep, işte hayvanlar öyle.
Konuşmuyorlar, lakin anlaşıyorlar.
Ne istediklerini hem birbirlerine, hem de bizlere anlatabiliyorlar.
Yeter ki biz onların dillerinden anlayabilecek mertebeye erişelim.
Biz insanoğlu ise konuşabildiğimiz halde anlaşamıyoruz.
Onlar, insanların göremediklerini görüp, duyamadıklarını duyuyorlar mesela.
Tüm doğayı dinlemeyi biliyorlar. En basitinden depremi sezip, kötü düşünceyi hissedebiliyorlar.
Tüm enerji titreşimlerine duyarlılar.
Bizden ileriler, çünkü bizim ihtiyaç duyduğumuz hiçbir şeye ihtiyaç duymuyorlar.
Kendi kendilerine yetebilip, gerektiğinde yardımlaşıyorlar.
Yuvalarını yaparken iyi birer mühendis, yavrularını büyütürken iyi birer ebeveyn, onları korurken gözü kara birer askerler.
Beslenmek için avcı, eğlenmek için oyuncular. Zevk için öldürmüyor, avlarına eziyet etmiyorlar. Besin zincirinin en altından en üstüne uzanan çizgilerinde zulme yer yok.
Kendi bölgesini belirleyip kendi neslini sürdürme adınaysa kıran kırana bir mücadele var. Orada da insafa ve vicdana yer yok.
Kural belli: Güçlü olan kazanır!
Sair zamanlardaysa hepsi birbiriyle ahenk içinde.
Ahenk deyince, evlerde bir arada yetiştirilen hayvanların dostluğu örnek sunulur insanlara.
Bakın nasıl dostlar, ibret olsun insanlara denilir.
Kedi-köpek-kuş vs vs.
Unutulur ki kavga 'AÇLIK'tan çıkar. Mama kabının her daim dolu olduğunu bilince kavgaya ne hacet...
Tok olunca gelsin eğlence..
 iken uyumu sağlayabilmekte iş.
Dost olmaya gerek yok.
Düzene dahil olup onunla bütünleşmek yeterli.
****
Onlar bizden ileri demiştik ya;
Bir kartal, bir şahin ya da bir baykuş avına kitlendiği an F16'lar yanında halt etsin.
Fizikçiler, bir tavuğun uzaktan atılan üzüm tanesini tek bir hamlede bulmasının açıklamasını koordinatlarla, kombinasyonlarla, X'lerle, Y'lerle, Z'lerle, gelsin türlü çeşit formüllerle yapsın.
Daldan dala atlayan maymunların nasıl olup da yere kapaklanmadığını, nasıl olup da sarmaşıkların birini bırakıp birini tutarken bu kadar seri ve hatasız davranabildiklerini gelsin bir biyoloji uzmanı anlatsın.
Doğadaki en büyük canlıdan, gözle görülemeyen en minik canlıya hepsinin bir bildiği var.
Binlerce çeşit canlının gık demeden yaptıklarını insanoğlu araçsız yapamıyor.
Suda yol almak için sandala, uçmak için uçağa, uzak mesafeler için arabaya ihtiyacı var.
İnsanoğlu bu aletleri yaratacak kadar akıllı derseniz, saydıklarımı kendi başına yapamayacak kadar aciz olduğundan derim.
Acizliğinden bihaber üstüne üstlük bir de ukala.
Kendisini dünyanın sahibi zannedip duruyor.
Yeleleriyle dahi korku yaratan bir aslanın karşısında ne kadar zayıfsa, minnacık bir kene karşısında da o kadar zayıf oysa. İkisinde de bir ısırığa bağlı ömrü.
Kendini üstün zanneden insan yaradılışıyla hayranlık uyandıran hayvanları zevk için avlayıp kafalarını kesip duvarlara asıyor, yetmiyor alıp kafeslere tıkıyor acımasızca. Onları ateşle, şiddetle, korkuyla ADAM ediyor aklınca. Haberi yok ki, o hayvanlara insan gibi davranmayı öğrettiği kadar kendisi insanlıktan uzaklaşıyor.
Sonrasındaysa en ufak bir boşlukta nereden geldiğini anlamadığı bir pençeyle yılların hesabı soruluyor.
Bir de bütün bunların suçlusu o hayvanmış gibi hayvana katil damgası vurulup, zavallı hayvan öldürülüyor.
O mu istedi senin oyuncağın olmayı?
O mu istedi koskoca ormanda yaşamak varken bir kafes içine tıkılmayı?
O mu istedi saçma sapan numaralar yaparak yerle bir etmek karizmayı?
Arz-talep'in talep kısmındaki izleyiciler de kafesleyenlerden farklı değil.
Al birini vur ötekine...
Çok istiyorsan vur kendini dağlara-ormana, izle bütün doğayı. Yok yemiyorsa aç televizyonu, bul belgesel kanalını. Bak gör öğren orada yaşanılan hayatı...
****
Sevgiye duyarsız değil hiçbir hayvan. Ne sevgiyi unutur, ne de sevgisizliği.
Kendini tehdit altında hissetmezse ve karşısındakine güvenirse en büyük hazzı lütfeder ona.
Bu bir salyangoz, bu bir iguana, bu bir kuş, bu bir balık, bu bir kedi, bu bir köpek...
Hepsinin iletişim kanalları sonsuz açık. Yeter ki yakalasınlar doğru frekansı.
Sense insanoğlu, o çakraları açtırmak için gez dolaş kapı kapı!


Siz de hayvan sevenlerden misiniz? / 14 Ekim 2010
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Hayvana zulmeden zalimdir / 25 Şubat 2016
Harambe'ı neden vurdunuz? / 8 Haziran 2016
Kuyudan ders çıktı / 15 Şubat 2017
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018 
Tavşan Kaç! / 13 Ağustos 2019
Aman avcı, vurma beni! / 5 Şubat 2019
Siz Niye Oturuyorsunuz? / 27 Ekim 2019
Had Safhada Vahşet Dönemi / 25 Kasım 2022

21 Ekim 2014 Salı

Kabinet Estap'ın işi!


Sene kaçtı bilmiyorum ama televizyonda izlediğim Bill Gates'in bir sözü çok ilgimi çekmişti: "Biz artık yerdeki spagettilerden kurtulmak istiyoruz"…
Sonrasında kablosuz iletişime ışık hızıyla geçilmiş, telefonlar, klavyeler, mouselar, ses sistemleri ve benzerleri hep kablosuz olmuştu. Kabloları görmüyorduk da, görmediğimiz daha pek çok şey vardı. Kablosuzluk sayesinde istemediğimiz kadar çok radyo frekansına maruz kalıyorduk.
Kablosuz iletişim gayet konforlu ancak pek çok alette yerdeki makarnalardan kurtulmak hâlâ mümkün değil. Her yeni yapılan binada aktarım kablolarına özel yerler yapılıp güzelce gizlenseler de, teknolojinin dahi çocuklarının hız kesmemelerinden ve icat üstüne icat çıkartmalarından dolayı evlerimiz adeta teknoloji mağazalarına benziyor. Her alınan yeni ürünle birlikte birbirine bağlanması gereken onca kablo, yeni gelene evde yer açma ve daha yenisi yapılana kadar gözünün içine bakma. Sonra yenisini alma ve eskisini başından atma.
Ofislerdeyse durum farklı.
İş'in büyüklüğüne göre bilgisayar sistemleri de büyüyor. Terminaller, santraller derken teknoloji bina içinde epey bir yer kaplıyor.
Onları güvenli ve sağlıklı bir yerde muhafaza etmek de kabinetçilerin işi.
****
Legrand Grup bünyesindeki Estap tam da bu işi yapıyor. Yaptıklarını tanıtmak için de kendini yollara vuruyor.
1989 yılından bu yana, Rack kabinetler ve aksesuarları, Telekom saha kabinetleri, Server ve Data Center Kabinetleri ve IT sektörüne yönelik geniş bir ürün çeşitliliğine sahip olan Estap, 25. yılında Türkiye genelinde 6 şehri kapsayan RoadShow 2014 kapsamında, İstanbul, Ankara ve İzmir'in ardından yeni serileri olan DCMax, Yeni UniversalLine ve Proline kabinetlerini Bursa'da lanse etti…

21 Ekim günü Hilton Otel'de yapılan tanıtım epey teknik de olsa, sunum konuyla alakası olmayanları dahi içine alacak kadar akıcı ve bilgilendiriciydi.
Estap Türkiye Satış Direktörü Türker Aydın'ın açılış konuşmasıyla başlayan sunum Ürün Sorumlusu Serhat Kebapçı'nın uzun anlatımıyla devam etti. Ardından Veri Merkezi İş Geliştirme Sorumlusu Üzeyir Kaluk aldı sözü. Hızlıca anlattı tüm ürünlerini.
Kahve molasında canlı canlı gördük anlattıkları ürünleri ve daha iyi anladık çalışmaların ne kadar ince detaylara sahip olduğunu.

Dış tasarımlar Cihan Yıldız'dan soruluyordu ve onun tasarımlarının önünden geçiyorduk her gün, lakin fark etmiyorduk. Turkcell, Turktelekom, Superonline, hepsi bu kabinetleri kullanıyordu.
Bundan sonra bir kez daha bakacağız sağımıza solumuza. Böylece algımız bir konuda daha açılacak.
****
Kendilerine IKEA'yı model alan kabinetçiler Ar-Ge çalışmalarında eli tornavida tutan herkesin monte edebileceği, söküp takabileceği kolaylıkta ve estetik olarak epey şık görünümde kabinetler tasarlamışlar.
Estap'ı anlatanlar taşıma kapasitesi, kolaylık, kablolama&kurulum ve güvenlik'i öne çıkartıyorlar ve "Duvar duvar olalı böyle kabinet görmedi" diyorlar.
Kablo tutucuların ve fanların çeşit çeşit olduğu tasarımlar terzi işi de yapılabiliyormuş. Ürün çeşitliliği öyle fazla ki müşteri bunların içinde seçerek toplama bilgisayar oluşturur gibi kendine uygun bir toplama kabinet oluşturabiliyor.
Yerinizin darlığı kabinetin tavana asılamayacağı anlamına gelmiyor. Kabinetin 180 dereceden fazla açılabilen kanatları, bir yıldız tornavidayla ya da bir tıkla açılabilen kanatları kabinetin içine kolay ulaşılabilirliği getiriyor. Estap olarak kabinetlerde taşıyıcı profili kaldırmışlar ve bunun patentini almışlar.
Boy boy (6 U'dan 20 U'ya kadar) kabinetlerde fanlara ve kablolara ulaşım için her türlü kolaylık düşünülmüş. Tepeden sökülebilen fanlar, raylı sistemle taşınan kablolar...

VERİ MERKEZLERİ NEDEN ÖNEMLİ?
Çünkü geleceğimiz orada. Bu kadar net.
O yüzden veri merkezlerinin son derece titizlikle korunması lazım. Yangından, soğuktan, sıcaktan, saldırılardan…
Bunun için her türlü önlem alınmaya ve önlemler geliştirilmeye devam ediliyor. Açıklar görüldükçe kapatılmak için çalışmalar yapılıyor.

Aynı tasarımların evler için de düşünülmesi dileğiyle vedalaşıyoruz arkadaşlarla.
Her evde birkaç bilgisayar olduğunu düşünürsek, talebimizde pek de haksız sayılmayız değil mi?

DA-YA-NA-MI-YO-RUM!

Her gece kanlar içinde uykuya yatıyor, her sabah yaralarım kapanmış uyanıyorum.
Hayretle bakıyorum geçmez sandığım o derin yaraların geçişlerine.
Daha dün sıyrıklar, tırmıklar, kesikler, vuruklar içindeydim. Daha dün her yanımdan kanlar sızıyordu. Daha dün dizlerim morarmış, suratım dağılmış haldeydim. Gördüklerimden gözlerim patlamış, duyduklarımdan kulaklarım duymaz olmuştu.
Ne çabuk geçtiler. Nasıl iyileştiler.
Yeni bir savaşa sağlam bedenle çıkmam için belki.
Yine başlayacak darbeler uyanır uyanmaz.
Indiana Jones filmlerinden birer sahne sanki hepsi.
Dün o karanlık dehlizlerde koştururken ben, bir anda 3 yaşındaki çocuğunu öldürüp sonra da çöplüğe gömen adam bir kesik attı göğsüme. Ardından Onur Can Yasef’in annesinin intiharı elindeki kamayı sapladı böğrüme.
Hayvanlara edilen zulümler her köşe başında bir tırmık attı yine. Kafası ezilen bir kedi, sırtındaki kabuğu parçalanan bir kaplumbağa, dilenmesi için ön ayakları dizlerinden kesilerek diz çöktürülen bir deve.
Labirent misali koridorlarda koştururken aniden tepeden inerek omzuma çizikler atan, kendimi sakınmasam kolumu alıp kopartacak olan Suriye-Kobani-IŞİD, envai çeşit işkence haberleri, kafa kesmeler, kurşuna dizmeler.
Oradan kendimi kurtarmış ters tarafa koşarken ilk köşede aniden karşıma çıkan, adeta suratımda patlayan emniyet güçlerine saldırı ve ölen polisler, taş atan çocuklar, molotoflar, gaz bombaları….
Sonunda sendelemeye başladım.
Hiç bitmeyecek mi bu koşu?
Hiç iyi bir şey olmayacak mı?

Bir dakika, bir yerlerden müzik sesi geliyor. Ata söylüyor Bu Fasulye 7,5 lira….. Eğleniyorlar ne güzel.
Ama, ama nasıl eğlenebiliyorlar dışarıda her şey bu kadar kötüyken…
Diğer odadan hüzünlü nağmeler yükseliyor. Eflatun ve Şarap…
Ata devam ediyor ardından, Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar…
Biraz hasret, biraz sevda, biraz sitem…
Ardından bir kapı açılıyor, oynaşan kediler, köpekler, kuşlar, bebekler. Neşeli kahkahalar.
Bak maç, bak gol, bak coşku…
Unuttum sırtımdaki hançerleri, acımıyor kesiklerim eskisi kadar.
Ah güzel dünya ah… Yaşamak güzel….
Hem Ebola da zararsızmış… Çok şükür…

Of of! Yine bir darbe. Hem de en beklenmedik, en ağırından.
Gencecik bir adam intihar etmeden önceki videosunu yayınlamış. Konuşuyor sakin sakin. Az alaycı, az kırgın, az küskün. Biraz sonra bitireceği hayatının eyvallahsızlığıyla sarmalamış kendini.
Mideme inen sert bir yumruk. Hem saygı, hem ‘Neden yaptın?’
Bilemeyiz ki! Bizim gönlümüz olsun diye acılar içinde yaşamaya devam mı etseydi.
Pek çoğumuzun yaptığı gibi. Çekti ve gitti işte. Saygı duymalı.
Midem hafifledi… Onun tercihi ne de olsa.
Ama yine de sancım var!  Bu iş her neyse buraya gelmemeliydi…
Yaşadığı her ne ise onu hayatından bezdirmemeliydi…

Gün yolculuğu devam. Bitti mi sandınız, bitmez, daha çok var.
Herkesin ortasında kimseye aldırmadan yüksek sesle konuşup duranlar ince ince tırmalıyor her yanımı. Ekran kavgaları, meclis atışmaları, trafik kazaları, kadın cinayetleri, çocuk tecavüzleri, bonzai ölümleri dikenler batırıyor.

Sevdiğini söyleyip de sevgisine inandıklarımın nazik ihanetleri yüreğimi söküp alıyor göğsümün orta yerinden. Canımın acısı ne dilimle, ne kalemimle bastırılacak gibi değil.

Gün dönüyor, gecesine kavuşuyor. Uyku bu acılı bedeni teslim alıyor. Alıp iyileştirecek, kanını dindirecek.
Uykumda bile acıyor canım çok zaman. Duyuyorum ığıl ığıl. İçim eriyor.

‘Daha da yaşayamam’ derken acılar derinlerde bir yerlerde kayboluyor.
Sabah, gün geceden ayrılıp sevdalısı geceyi karanlıklarda yalnız bırakırken uyanıyorum.
İçimde biraz eziklik olsa da, bedenimde biraz izler kalsa da yine de gücüm yerinde.
Yeniden dalabilirim o karanlık dehlizlere.
Kılıç darbelerine, dikenlere, iğnelere katlanabilirim.
Bir daha, bir daha, bir daha…
Belki her yolculukta güçten bir tık eksilmiş olarak.
Belki bu uzun yolculuğun sonunda aldığım her darbenin etkisiyle çıldırmış olarak.
Kuvvetle muhtemel ‘bunak bir yaşlının bunak sayıklamaları işte….’ denilerek….

“Her şey sende gizli” demiş şair…

“Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif...
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç…
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin..
Yaşadıklarını kar sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün..
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi, ” demiş ve devam etmiş;
“Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin.. “
“İşte budur hayat!” demiş.
Ve;
“İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin…” diye bitirmiş…

Haklısın ey kimliğini bilmediğim Şair.
Her şey bende gizli…
Bu gece de sabah olurken ve dünya yeni bir güne doğmaya hazırlanırken yaşanmış ne varsa yine hepsi geçmişte kalacak…
Neyin ne kadar geçmiş olduğu ise yolun en sonunda belli olacak…

18 Ekim 2014 Cumartesi

Dünya Mirası Dünya'ya!

Henüz İngiltere'de yaşadığı günlerde 'yazı' vasıtasıyla tanıdığım, önce okurum, sonra da dostum olan Atalions Başkanı Handan Meriç zaman zaman Lions toplantılarına davet eder beni.
Davetinde belirleyici olan o geceki konuktur. Dünyaya ve hayata olan bakışımı bildiğinden olsa gerek, davetleri her zaman cuk oturur.
9 Ekim Perşembe geceki rutin toplantılarının konuğu da yine tam benlikti. Atila Ege ve yanında hayat ve yol arkadaşı Nihal Ege.
Yıllardır dünyayı gezen, gezmelerini dünyanın EN'lerinden UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne giren yerlere kaydıran, listeye aday olan yerleri dahi atlamayan bir gezgin o.

Atila Ege'nin önce kendisini tanımalı kısaca:
Ege, 1944 yılında Edremit'in Avcılar Köyünde doğmuş. Eğitim hayatını 1968-1970 yılları arasında İşletme Fakültesinde doktora çalışması yaparak taçlandırmış. 1968'den beri iş hayatında. 1971 senesinde yurt dışı seyahatlerine başlayan Egeler, 2000 senesine dek 29 sene gezginlik yapmış ve 70-80 ülke gezmişler. Ancak 2000 yılında UNESCO listesini öğrenmişler. Ondan sonra da listedeki yerleri gezmeye başlamışlar.

Kulüp üyelerinden Nilüfer Korkut bunları okurken 70'lik delikanlının yüz ifadesi doğrusu görülmeye değerdi...
"Biz dünyayı gezerken aday olan eserleri görmek istiyoruz"
Gezilerinde Dünya Mirası listesine girmenin o yerlere ve bölgeye katkılarını incelemiş ve edindiği bilgi birikimlerini Türkiye'nin çeşitli illerinde çeşitli topluluklarına verdiği konferanslarla paylaşıyorlar. Ülkelerin UNESCO Dünya Mirası Listesine giren yerlere verdikleri önemi ve bu özenin ülkelerine yaptığı katkılarını gördükten sonra bunun kendi memleketinde de görmek için 13 yıldır mücadele veriyorlar.
Atila Ege'yi tanıdıktan sonra bir de Dünya Miras Listesi nedir ne değildir ona bakalım.

Dünya Miras Listesi; bütün insanlığın ortak mirası olarak kabul edilen evrensel değerlere sahip kültürel ve doğal varlıkları dünyaya tanıtmak, toplumda söz konusu evrensel mirasa sahip çıkacak bilinci oluşturmak ve çeşitli sebeplerle bozulan, yok olan kültürel ve doğal değerlerin yaşatılması için gerekli işbirliğini sağlamak amacıyla UNESCO tarafından kurulmuş ve 16 Kasım 1972 tarihinde "Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme" kabul edilmiş. 2014 yılı itibariyle Dünya genelinde UNESCO Dünya Miras Listesi'ne kayıtlı 1007 kültürel ve doğal varlık bulunmakta ve bunların 779 tanesi kültürel, 197 tanesi doğal, 31 tanesi ise karma (kültürel/doğal) varlıklar. Her yıl gerçekleşen Dünya Miras Komitesi toplantıları ile bu sayı artıyor.

13'ler çoğalsın
Ülkemizin, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün sorumluluğu altında yürüttüğü çalışmalar neticesinde bugüne kadar UNESCO Dünya Miras Listesi'ne 13 adet varlığımızın alınması sağlanmış.
İstanbul'un Tarihi Alanları [1985]
Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası (Sivas) [1985]
Hattuşaş (Boğazköy) - Hitit Başkenti (Çorum) [1986]
Nemrut Dağı (Adıyaman - Kahta) [1987]
Xanthos-Letoon (Antalya - Muğla) [1988]
Safranbolu Şehri (Karabük) [1994]
Truva Antik Kenti (Çanakkale) [1998]
Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi (Edirne) [2011]
Çatalhöyük Neolitik Kenti (Konya) [2012]
Bergama Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı (İzmir) [2014]
Bursa ve Cumalıkızık: Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu (Bursa) [2014] kültürel olarak;
Göreme Milli Parkı ve Kapadokya (Nevşehir) [1985]
Pamukkale-Hierapolis (Denizli) [1988] hem kültürel, hem doğal miras olarak listeye alınmış.

Biz listedeyiz!
Bursamız Dünya Mirası Listesi'nde olmasının ne kadar büyük bir başarı ve ne kadar büyük bir onur olduğunun altını çizelim.
Bilen heyecanlanır, bilmeyen heyecanlanmaz diyor Ege ve "Başkan Altepe bu konuda takdiri hak ediyor. Genelde yerel yöneticiler aday olmayı bile istemezler, çünkü aday olduktan sonra oraya tek bir çivi dahi çakamazlar. Çok başkan dosya dahi hazırlatmaz." diyor. Bursa, Dünya Miras Listesi'ne girmeye 99'dan beri aday ve harcanan onca emek sonrasında listeye alınmayı başardı. Bu konuda Alan Başkanı Prof. Dr. Neslihan Dostoğlu ve ekibinin özverili çalışmaları takdire şayan.

Atila Ege bu listede olmanın ne demek olduğunu ve bu listenin ilk nasıl oluştuğunu anlatıyor.
Örnekler veriyor bolca. Mesela;1954 yılında Mısır hükümeti Asvan Barajı'nın inşası sırasında suların 50 metre yükseleceği ve dağa oyularak yapılmış olan Abu Simbel tapınağının sular altında kalmaması için küresel bir çalışma başlatır. Bu çalışmayla tapınak parça parça sökülerek 62 metre yükseklikteki yeni yerine taşınır. Proje 50 ülkeden toplanan paralarla 80 milyon dolara mâl olur.
Ebu Simbel'in nasıl taşındığını izlemek için tıklayın:
Lakin ufak bir hata payıyla.
Kayaların içindeki 2500 yıllık Abu Simbel tapınağına güneş senede iki kez giriyor ve tapınağın en derinindeki 4 insan heykelinden üçünü aydınlatıyormuş. 1960 teknolojisiyle yeniden yapılan tapınağa güneş bir gün rötarla, 21 Mart yerine 22 Mart'ta giriyor.
Bu tapınağın dünya tarafından el atılarak kurtarılması "dünya mirası" diye bir olgu yaratıyor.
1972'de Dünya Kültür Mirası kuruluyor, ABD'de kültür az olduğundan olsa gerek ABD Miras'a 'doğa'yı ekliyor ve Dünya Kültür ve Doğa Mirası Listesi oluşuyor.

Kısa kısa;
Dünya Kültür ve Doğa Mirası Listesi'ne 193 BM ülkesinden 191'i imza koyuyor. Doğu Timor ve Kuzey Sudan ise imzalamıyor.
UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne Türkiye 1983'de imza koyuyor.
Ardından amblem oluşturuluyor. Listeye girmeye hak kazananlar amblemi her yerde ve her şekilde kullanabiliyor.
Venedik listeye girmek için gereken 6 kriterin 6'sına da sahip olarak giriyor listeye. Bursa 6 kriterin 5'incisi hariç 5 kritere uyarak giriyor.
İtalya 50 yer ile listenin ilk sırasında.
Türkiye listede 13 yer ile 20. sırada yer alıyor.
1000 ülkeden Bursa 998., Bergama 999. sırada giriyor listeye.
Dosya hazırlanmadığı sürece aday olunamıyor. Efes ya da Sümela Manastırı ya da onlar gibi pek çok yer olmasına rağmen dosya hazırlanıp başvurulmadığı için bu müstesna yerler Dünya Mirası Listesi'nde değiller.
UNESCO kendi kendine gelip ben sizin ülkenizde şu şu şu eserleri listeye alacağım demiyor. Kısaca kimsenin hanesine burnunu sokmuyor.
Şu anda UNESCO'da Türkiye'den 52 aday var.
İtalya, Çin ve İran çok çalışıyor.
Son yıllarda listenin değeri anlaşıldı ve aday gösterme sıralamasında Türkiye 1. sırada. Doğal miras adayı olarak sadece Tuz Gölü var ve 51. sırada aday. Diğerleri hep kültür mirası.
Her ülkenin senede 3 teklif verme hakkı var. 1- İnsan yapısı Kültürel 2- Tabiatın yarattığı Doğal 3- Karma olarak.
Günümüzde listede olan 31 varlık tehlikede.
2000'den önce listeye girmek daha kolaydı. O güne dek 480 yer vardı. 2000'den sonra kriterler gözden geçirildi ve ince elenip sık dokundu.
Kültürel Miras seçilebilmek için 6 kriter, Doğal Miras seçilebilmek için 4 kriter gerekiyor.

Atila Ege devam ediyor:
Dünya Mirası Listesi'ni 2002 senesinde öğrenen Ege Türkiye'de dokuz yerin listede olduğunu öğrenince hayrete düşüyor. Hayrete düşmesi çok normal, listedekilerin kendilerinin dahi haberi yok ki önemseyip de anlatabilsinler. O da Kültür Bakanlığı'na başvurup bunun önemini anlatmak için randevu kopartmaya çalışıyor. Sonunda başarıyor ve bir konferansın son konuşmacısı olarak sunum yapıyor. Sunumun ardından olayın önemini fark eden dönemin müdürü Orhan Düzgün tarafından Ankara'ya çağrılıyor. Ege tarafından personele konunun önemi anlatılıyor ve 'eldeki sertifikaları getirin de çerçeveletelim' diyorlar.
O da ne!
Sertifikalar yok! Kayıp!
UNESCO'yla yazışmalar sonunda tüm sertifikalar tekrar yollanıyor ve hepsi olmaları gereken yerlerini alıyor.
Bir ilginç anı da Edirne'den:
Dosya hazırlayıp aday olmak ve listeye girmek bazen cezalandırılabiliyor. Mesela Edirne Selimiye Camii yoğun çalışmalar sonrasında listeye girmiş fakat dönemin belediye başkanı "Dünya kazandı ama biz kaybettik" diyerek listeye girmekte emeği olan kişileri işinden etmiş.

Listeden çıkmak da var!
Bu arada; listeye girmiş olmak listede kalacak olmak demek değil.
UNESCO her sene rapor istiyor ve denetliyor. Eğer uygunlukta sorunlar çıkıyorsa 'yer' kırmızı listeye alınıyor. Ki bu da bir utanç kaynağı.
Mesela Almanya'da Elbe Vadisi otoyol yapılacağı için 2009 yılında, Umman'da Oriks barınağı petrol bulunduğu ve işletileceği için 2007 yılında listeden çıkartılmış.

Şaka haber kıymet bildirdi
Listeden çıkmak demişken; 13 Ekim günü Bursa Mimarlar Odası'nın, Dünya Mimarlar Günü'nde dikkat çekmek amacıyla gazetelere tam sayfa verdiği ilanlarda yer alan şaka haberler hepimizin yüreğini ağzına getirdi. Haberlerden birinde Ulu Camii taşınıp yerine AVM yapılacak, bir diğerinde ise Bursa, Dünya Mirası Listesi'nden çıkartılacaktı.
"Nasıl yani?" derken işin aslı astarı ortaya çıktı. Neyse ki durum sadece şakadan ibaretti ve mimarlar istenen dikkati çekmişti.
Lakin Doğanbey hâlâ yerli yerindeydi....

Levhalar nerede?
Atila Ege konuşma arasında bir soru sorarak hepimizin algısını yokladı.
Dünya Mirası Listesi levhası gördünüz mü hiç?
"Görmedik. Gördüysek de bilmedik."
"Aslında Kültür Bakanlığı tarafından 400 adet Dünya Mirası Listesi levhası hazırlanmış ama hiçbirisi görünmüyor. Çünkü levhalar hiç dikkat çekmiyor." diyor Ege.
Miras ne demek, liste ne demek bilinmeyince... 
Konunun ne olduğunu bilmeyen amblemi nereden bilsin. Algıda seçicilik önce bilmekle başlar.
Bu konunun üzerine gidilerek daha belirgin hazırlanan levhalar olmaları gereken yerlere konmuş. Lakin bu kez de çoğu duble yol yapımına kurban gitmiş. İnşaat esnasında yerinden edilen levhalar inşaatın bitiminin ardından tekrar yerlerine yerleştirilmemiş.
Bu da neyin nesi deyip bir köşeye atıldılar ihtimal...
Dünya ülkeleri ise almaya hak kazandıkları amblemi istedikleri şekilde kullanmışlar. Taksilerde, duvarlarda, zeminlerde, tişörtlerde, aklınıza gelebilecek her yerde logo mevcut.
Onlar biliyorlar ki listede olmak demek turizm demek, gelir demek, onur demek...
Biliyorlar ki gerçek gezgin olan hiç kimse artık rastgele bir yere gitmiyor ve artık tur şirketleri de bunu önemsiyor. Böylece gelen turistin kalitesi de yükseliyor.
Öyle ki; Tanzanya'da, Ngorongoro Koruma Parkı içinde yer alan ve aynı adla anılan doğa harikası krater, 1978 yılından bu yana Dünya Mirası olarak kabul edilmiş ve tamamen koruma altına alınmış. Buradaki zenginliğe zarar veren oranın yerlileri Masailer alandan uzaklaştırılmış. Dünya malı dünyaya kalmış...
****
Atila Ege o gece o kadar çok şey anlattı ve bizler o kadar çok şey öğrendik ki;
En çok da öğrenecek daha ne kadar çok şeyimizin olduğunu öğrendik.
Hayat yoluna çıkmışken an be an öğrenmek en güzeli. Öğrenmenin heyecanını yaşamak, üstüne üstlük bir de öğrendiklerini herkese anlatmak istemenin heyecanıyla sabırsızlanmak...
****
Çok yaşayan mı bilir çok gezen mi bilir deyişine en güzel örnek gösterilebilen Atila Ege, hem gezen, daha da ötesi gezdiklerini gördüklerini paylaşarak insanları bilgilendiren bir gezgin.

Gece, bizlere bu keyifli sunumu yapan Ege'ye Atalions Kulüp Başkanı Handan Meriç tarafından teşekkür edilmesiyle nihayetlendi.
Keşke bazı insanlar için ölümsüzlük olsaydı da bilgilerinden sonsuz yararlanılabilseydi.
Bu henüz mümkün olmadığına göre onlar öğrendiklerini paylaşmakla, bizler de aktarmakla mükellefiz.
Ki zincir kopmasın...
Bu yazıyı okuyan herkes bundan böyle çevresine bir kez daha alıcı gözle bakacak. Dünya Mirası Listesi levhası var mı diye önce, sonra da acaba çevremizdeki listeye girebilecek yerler nereler olabilir diye.
Yerel yönetimlerde henüz daha bu konuyla yolu kesişmemiş olanlar kendi dönemlerine onurlu bir imza, geleceğe onurlu bir miras bırakabilmek için kolları sıvayacaklar.

Dünya malına tamah etmeyip dünya mirasını yine Dünya'ya bırakacaklar...

UNESCO'nun listesinde bulunan Türkiye'nin Dünya Mirasları
1- İstanbul’un Tarihi Alanları (İstanbul) (1985)
2- Göreme Milli Parkı ve Kapadokya (Nevşehir, Kayseri) (1985)
3- Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası (Sivas) (1985)
4- Hattuşa: Hitit Başkenti (Çorum) (1986)
5- Nemrut Dağı (Adıyaman) (1987)
6- Xanthos-Letoon (Antalya, Muğla) (1988)
7- Hieropolis-Pamukkale (Denizli) (1988)
8- Safranbolu Kenti (Karabük) (1994)
9- Troya Arkeolojik Siti (Çanakkale) (1998)
10- Selimiye Camii ve Külliyesi (Edirne) (2011)
11- Çatalhöyük Neolitik Kenti (Konya) (2012)
12- Bursa ve Cumalıkızık: Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu (Bursa) (2014)
13- Bergama Çok Katmanlı Kültürel Peyzajı (İzmir) (2014)
14- Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri (Diyarbakır) (2015)
15- Efes (İzmir) (2015)
16- Ani Arkeolojik Alanı (Kars) (2016)
17- Afrodisyas Arkeolojik Alanı (Aydın) (2017)
18- Göbeklitepe (Urfa) (2018)