22 Kasım 2018 Perşembe

Öğretmenler, dünya koptu gidiyor!

Öğretmenliğin kutsallığını içinde taşımayan, öğretmek için yanıp tutuşmayan, annelerinin kucağından çıkıp sınıf sıralarına oturmuş her çocuğun gözündeki ışığı yakalayamayan, kişisel hırslarının ve acizliklerinin acısını çocuklardan çıkartan, dünyadan habersiz o küçük insanlarla gönül bağı kurmayan, öğretmenliği sadece ders anlatıp maaş almak olarak algılayan ve onları medeniyet ile de tanıştırmak gerektiğini anlamayacak kadar medeniyetsiz olan öğretmenler kutsal değildir.
Öğretmen, her çocuğun gözünde çıkıp geldiği hayatın izlerini gören, çocuğun içindeki yeteneklerini sezen ve onu doğruya yönlendirendir. 
O yüzden öğretmenlik kutsaldır, lakin her öğretmen değil.

Öğretmenlik gibi hemşirelik de kutsaldır, lakin her hemşire değil.
Doktorluk da kutsaldır, lakin her doktor değil.
Polislik de kutsaldır, lakin her polis değil.
Askerlik de kutsaldır, lakin her asker değil. 
Gazetecilik de kutsaldır, lakin her gazeteci değil.
Kısacası, her meslek ayrı ayrı kutsaldır, lakin mesleği icra eden her birey aynı kutsallıkta değil.
Mesleğinin kutsallığının ardına saklanıp en rezil davranışları sergilemek ve en rezil hallere düşmek kişinin kendi öz'üyle ilgili elbet. 
O yüzden de annelik/babalık ve aile kutsaldır, lakin her anne/baba ve her aile değil...

Ailesinde yerden yere vurularak, içi hınçla doldurularak, çocuk olma hakları yok sayılarak, saygısız, sevgisiz, ilgisiz ve sorumsuz davranılarak büyütülen bir çocuk okulda da aynı davranışlara maruz kalırsa, üstelik kendisini eğitmekle görevli öğretmenin geçmişi de benzer karanlık izlerle doluysa, işte o zaman ortaya çıkacak eser ile herkes gurur(!) duyabilir.
Bu şanssızlıklar silsilesi bazen de tersine döner ve zorluklar içinde yetişen bir çocuk yaşadıklarının üstesinden gelerek ışıl ışıl parlayan ve gurur duyulan bir değere dönüşebilir. Azgın akan bir nehrin içindeki köşeli bir taş parçasının köşelerinin suyun kuvveti ile yuvarlaklaşması gibi, o da keskinliklerini törpüler. 
Adeta bir inci tanesinin oluşması yolculuğudur onun yolculuğu.
İyi ve faydalı bir insan olma yolculuğudur...

Az önce dediğim gibi, başka başka evlerden, başka başka hayatlardan çıkıp gelen çocuklar bir sınıfın sıralarına dizilirler öylece. 
Çocuk bilmez, öğrenir.
Çocuk ne öğretirsen onu öğrenir.
Burada iş öğretendedir.
Karanlığı öğreten karanlığı, aydınlığı öğreten aydınlığı üretir.
****
Yazının burasında Mustafa Kemâl Atatürk'ün Muallimler Birliği Kongresi'nde yaptığı konuşmada sarf ettiği birkaç söze kulak verelim:
Öğretmenler!
Yeni nesli, Cumhuriyet’in özverili öğretmen ve eğitmenleri, sizler yetiştireceksiniz; yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin yeteneğiniz ve özveriniz derecesiyle uygun olacaktır. Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli koruyucular ister. Yeni nesli, bu kalite ve yetenekte yetiştirmek sizin elinizdedir. Sizlerin, seçkin görevinizin yerine getirilmesine büyük özveriyle varlığınızı vereceğinize hiç şüphe etmem.
Öğretmenler!
Erkek ve kız çocuklarımızın, aynı şekilde bütün ilim derecelerindeki öğrenim ve eğitimlerinin uygulamalı olması önemlidir. Memleket çocuğu, her öğrenim derecesinde ekonomik hayatta istekli, eser sahibi ve başarılı olacak şekilde donanımlı olmalıdır. Millî ahlâkımız, uygar ilkelerle ve hür düşüncelerle arttırılmalıdır. Bu çok önemlidir, özellikle dikkatinizi çekerim. Göz korkutma ilkesine dayanan ahlâk, bir erdem olmadığı gibi güvene de uygun değildir.
Arkadaşlar, yeni Türkiye’nin birkaç yıla sığdırdığı askerî, siyasî, idariî inkılâplar sizin, saygıdeğer öğretmenler, sosyal ve fikrî inkılâptaki başarılarınızla desteklenecektir. Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, "Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister!".
****
Görüldüğü üzere mesele öncelikle öğretmeni iyi yetiştirmektedir ve 1935'ten sonra Köy Enstitüleri tam da bu sebep ile kurulmuştur.
Ve 1950'lerden sonra yine tam da bu sebep ile kapatılmıştır.

Maalesef ki, neredeyse 100 yılı devirecek olan cumhuriyetimizde siyasete alet edilen eğitim sistemi hâlâ daha rayına oturamadı, hâlâ daha eğitimde istikrar sağlanamadı ve uygulanan politikalar ile ülke gün be gün geriye gidiyor.
Dünya ise koptu gidiyor.
Nasıl ki Cumhuriyet'in kurulduğu ilk yıllarda atak bir politika ile eğitim ve öğrenim seviyesi yukarılara çekildiyse, Yapay Zekâ'nın konuşulduğu dijital dünyada yerimizi alabilmek için bugün de acilen köklü bir değişime ihtiyacımız var.

Kısacası;
Ey devlet, ey öğretmenler!
İstikbal 'WEB'dedir!
Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür ve kodlama bilen yeni nesiller ister!

20 Kasım 2018 Salı

Çocukları kanatmayın

Hiç bilmiyorsun bir çocuk doğduğunda o çocuğun bedeninde dünyaya gelenin kim olduğunu.
Dünyaya gözlerini açan o yeni dünyanın gözlerinin içine, ta derinlerine bakıp "Kim var orada?" diye seslendiğinde, sorduğun sorunun cevabını yaşanan yıllar veriyor.
Geçen yılların ardından dönüp fotoğraflardaki çocuğun gözlerine bir kez daha baktığında, artık oradan kimin çıkacağını biliyor insan. Kare kare fotoğraflarda bugüne uzanan yolculuğu görüyor. 
"Demek sendin o bedenin içindeki!" derken, o bedenden çıkan bazen umut, bazen kahır oluyor.

Doğar doğmaz kimisi ipeklere, kimisi çaputlara dolanırken hepsi aynı ağlayıp, hepsi aynı gülüyor o bebeklerin aslında. Henüz büyümemiş ve henüz mukayese etmeyi öğrenmemişken mutsuz olmayı da bilmiyor bir bebek. Ne aç uyumak ile tok uyumak arasındaki farkı, ne de en pahalı oyuncaklarla oynamak ile sokakta çember çevirmek arasındaki farkı biliyor.
O her şekilde eğleniyorlar.
Bir bakıyorsun bir sıçan uçurtmasının kuyruğuna takılıp koşuyor çığlık çığlığa. 
Bir bakıyorsun yavru bir kedinin oyunlarına eşlik ediyor.
Sofradaki ekmeğin bayatlığını ya da tazeliğini, annesinin sinirli ve telâşeli hallerini, babasının yorgun bedeni ile bir köşede sızıp kalmasını, bazen de annesi ile kardeşlerini hırpalamasını, kendisinin yatağının ya da odasının olup olmamasını sorgulamadığı gibi, kahvaltıda niçin bin çeşit peynir olduğunu ya da evlerinin neden o kadar büyük olup niçin evlerinin sürekli misafirlerle dolup taştığını, niçin etrafındaki bir çok kişinin ona hizmet etmek için koşturduğunu da sorgulamıyor.
Ailesi onu yurda vermişse yurtta yaşadıklarını normal sayıyor.
Ailesi onu pamuklara sarmışsa herkesin pamuklarda büyüdüğünü zannediyor.
O içine doğduğu hayatı yaşıyor sadece.
Ne görüyorsa onu biliyor...

Büyüdükçe ve dış dünyayı yaşamaya başladıkça mukayese etmeyi öğrenip başlıyor sorgulamaya.
Herkesin aynı olmadığını, herkesle aynı olmadığını anladıkça bazen bir kibir yerleşiyor suratına ya da küskün ve ezik bir ifade.

Çocukluğunda hak eşitliği görmüşse eğer, ne kibre ne de ezikliğe kapılıyor hayatı boyunca. Adaletli bir düzen içinde büyümüşse adaletsiz olmak ne demek onu bilmiyor.
Yok, tam tersi ise yaşadıkları, ne hak ne de hukuk tanıyan bir yaratığa dönüşüyor.
Dış dünyayla bağ kurup doğru bildiklerinin doğruluğunu sorgulayacak kadar geliştirirse kendisini eğer, kendisini ters yüz edip yeniden doğuyor. 
Bazıları ise beterden beter oluyor, içlerindeki zehri akıta akıta bitiremiyorlar.
****
Çocuklar doğuyor, çocuklar büyüyor.
Bazen için için yaşayıp, adeta hiç doğmadan, hiç açılmadan ölüp gidiyorlar. Bazen özgürlük ve özgüven ile, bazen de acılarla yoğrulup içlerindeki öz'ü ortaya çıkartıyorlar. 
İşte o zaman bir çiçek gibi açılıp yüzlerini güneşe dönüyor ve ballarını paylaşmaya doyamıyorlar.

Aile, toplum, coğrafya, devlet ve çağ içine doğanlar için kaderiyle doğanlar mı dersiniz, kaderini yazanlar mı bilmem. 
Bildiğim, içimizde barınan üç çocuk olduğudur. 
Doğal Çocuk, Yetişkin Çocuk ve Uyumlu Çocuk.
İçinizdeki doğal çocuğu öldürür ve yaşama sevincinizi kaybederseniz yaratıcılığınızı da kaybediyorsunuz. 
Doğal çocuğu kaybetmeyeceğim derken içinizdeki çocuğu yetiştirmeyi unutuyorsanız "gelişmemiş" kalmaya mahkum oluyorsunuz. O yetişkin çocuk ki, bardağın hem dolu hem de boş tarafını görebilen gerçekçi bir çocuktur.
Bu çocukların içinde en tehlikeli olan uyumlu çocuktur ve o çocuk içinde sessiz bir öfke biriktiriyordur. Sesi kesilmiş, konuşmayan, ağlamayan, sadece küskün ve içli bakan bir çocuktur o. İşte tehlike odur, tehlike oradadır.  O, nerede patlayacağı belli olmayan bir bombadır.

Siz bir çocuğu doğduğundan bu yana itip kaktıysanız, ona çocuk neşesini hiç yaşatmadıysanız, sevgiyi hiç  tatırmadıysanız, minicik bedenini hırpalayıp onun insan olma onurunu ayaklar altına aldıysanız, onu hayata hazırlamadıysanız, ona dünyayı tanıtmadıysanız, onu anlamadıysanız, dinlemediyseniz, sevmediyseniz, ona iyi bir örnek olmadıysanız, onun büyüyeceğini hesap etmeyip hep çocuk kalacağını sandıysanız o çocuk gün gelir hesabı fena keser. Çünkü çocuk kanını asla yerde bırakmaz.

O yüzden,
Önce siz büyüyün, büyük olun,
Sonra çocuklarınızın da büyüyeceklerini unutmayın,
Ve hem kendi çocuklarınızı, hem de tüm çocukları asla kanatmayın...

20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü

14 Kasım 2018 Çarşamba

Dijitalleşmeye mecburuz!

Her alanda yaşanan dijital dönüşüm ekonomik alanda da hızla yerini alıyor.
Devlet, medya, bankalar, hastahaneler, kütüphaneler, belediyeler ve pek çok kurum ile kuruluş bu dönüşüme ayak uydurmaya çoktan başladı. Kimisi hızlı, kimisi yavaş, kimisi yeterli kimisi yetersiz ama dönüşüm sonsuzluğa uzanan bir yolculukta hız kesmeden ilerlemeye devam ediyor.
Her gün yeni bir eklenti ile her gün yeni bir hizmet sunuyor insanlara dijital dönüşüm. 
Koşarcasına yol alıyor, ki yakalayabilene aşk olsun!

Bu koşuyu bir ucundan yakalayabilmek ve dönüşüme ayak uydurabilmek için zaman zaman eğitici seminerler düzenlenip, dijital dönüşüm buluşmaları yapılıyor.
Geçtiğimiz günlerde Bursa İnternet Gazetecileri Derneği BUİGDER olarak 'Bugünün Ötesi'ni konuşmuştuk hatırlayın. Ekonomik devrimden başlayıp, internetin yolculuğuna ve dijitalleşmenin bugün geldiği noktadan ötesine, 2040 senesine uzanmıştık. 

Bu buluşmalardan birisi TÜRKONFED ile İş Bankası tarafından başlatılan Dijital Anadolu Projesi idi. Dördüncü toplantısını Bursa'da gerçekleştiren buluşma, Anadolu'da üretim yapan sektörlerin dijital dönüşümüne katkıda bulunabilmek amacıyla düzenlendi. Buluşmaya talebin epey yoğun olması ve salondaki sıraların tamamıyla dolması sevindiriciydi. Demek ki Bursa dijitalleşmeye karşı boş değildi.
Marmara ve İç Anadolu Sanayici İşadamları (İşinsanları demek daha doğru olacak) Dernekleri Federasyonu (MARSİFED) ev sahipliğinde, Dijital Liderler Kobilerle Buluşuyor başlığı ile düzenlenen toplantıda konuşan her konuşmacı, dijital dönüşümün tercih değil, bir zorunluluk olduğunun altını ısrarla çizdi.

Takdimi Ümit Öncel'e emanet olan etkinliğin açılış konuşmalarını MARSİFED Yönetim Kuruluş Başkanı Ramazan Kaya, SEDEFED Yönetim Kurulu Başkanı Ali Avcı, Türkiye İş Bankası Genel Müdür Yardımcısı Şahismail Şimşek ve TÜRKONFED Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Turan yaptılar.
Etkinliğe katılan konuşmacılar ve panelistler Kurumların DönüşümüBulut Bilişim ve TeknolojiKarekodlu ÇekE-Ticaret ve Dijital Pazarlama ile E-Dönüşüm üzerine konuştular.
Konuşmaları şöyle bir süzgeçten geçirecek olursak:
* Dijitalleşme bir yol arkadaşıdır.
* Dünyada büyük bir değişim ve dönüşümün sancıları yaşanırken, Türkiye de sıkıntılı bir dönemden geçiyor.
* İnsan gücünü veriyi oluşturan kısımdan çıkartıp, veriyi yorumlayan kısma geçirmeyi amaçlamalıyız.
* Reklamlarınızda hedef pazarınız neresi ise buna yönelik ön çalışmalar, ön hazırlıklar yapmalısınız
* Eski olmak hiç bir şey ifade etmiyor, dönüşüme uyum sağlamalısınız.
* Dijitalleşme ekonominin kaldıracı olarak kullanılabilir.
* Sanayimizin dijital dönüşümünü gerçekleştirip, KOBİ'lerimizin kapasitelerini artırıp, yüksek teknolojiyle yüksek katma değerli üretimi yakalayıp, ekonomik refahı artırabiliriz.
* Hep başkalarının hikâyelerini anlatıyoruz. Dijitalleşmede Türkiye olarak yeni bir hikâye yazmak her zamankinden daha önemli.
* Dijital teknolojiyi kullanan ülkelerde kişi başına düşen gelir seviyesi daha yüksek.
* Enflasyon, faiz, kur sarmalından kalıcı reformlarla çıkmak mümkün.
*cak para devri sona erdi.
* Dijital dönüşüm sürdürülebilir büyümemiz için bir fırsat ve acilen kurgulanmalı.
* Türkiye dijital dönüşümün sadece tüketicisi değil üreticisi de olmalı.
* OECD ülkelerine göre seviyemiz düşük.
* Bilgi teknolojileri ihracımız düşük.
* Yazılımda çalışanlar diğer sektörlerde çalışanlara göre daha fazla ücret alıyor.
* Türkiye'de şirketlerin sadece yüzde 0,3'ü yüksek teknolojili üretim yapıyor.
* Endüstri 4.0 yatırımları teşvik edilmeli.
* Kalkınma ve büyüme rekabetçilikten geçer.
Prof. Dr. Erhan Erkut
* Dijital ürünlerin kullanılması dönüşümün tamamlandığını göstermez. Kurum içi kültür de değişmeli.
* Sadece kurumun dijitalleşmesi yetmez müşterinin de dijitalleşmesi gerek.
* Kobiler ekonomimizin bel kemiği.
* Dijital dönüşüm bir amaç değil, yüksek katma değer yaratmak ve kalkınma odaklı sürdürülebilir ekonomi için bir araç.
* Dijitalleşme bütün sektörleri etkileyecek bir trend.
* Dijitalleşmeye ilgisiz kalmak hiçbir sektör için mümkün değil.
* İçinde bulunduğumuz krizden içe kapanarak değil dönüşerek çıkabiliriz.
* İki yıl içinde dönüşüme ayak uydurmalıyız. Uyduramayan yok olacak.
* Başarı ve başarısızlık dijital dönüşüm ile belirleniyor.
* Dijital yatırımları sadece bir seferlik yapmak yeterli değil.
* Girişimci yeteneği şirketin içinden bulun ve ona kârdan pay verin. 
* Çalışanlarınızın fikirlerini destekleyin, onları mutlu edin.
* 'Kaybet Kaybet'ten, 'Kazan Kazan'a geçin.
* Kurumsallık girişimciliği öldürüyor. Fazla kurumsal olmayın. Hantallaşmayın. Arada bir nokta bulun.
* Türkiye'nin tahsilat sorununu çözmesi lâzım.
* Ekonomide kobiler önceliklendirilmeli.
* Girdi üzerine değil, çıktı üzerine değerlendirme yapalım.
* Türkiye dijitalleşmenin popüler tarafında.
* İş yapma alışkanlıklarımızla birlikte iş yapma araçlarımızın da dijitalleşmesi gerek.
* TÜİK'in 10 ve üzeri çalışana sahip işletmelerle ilgili paylaştığı verilere göre: İnternet erişimine sahip şirketlerin oranı %96, web sayfası sahibi işletmelerin oranı %73, sosyal medyayı kullanan işletmelerin oranı %46, internet üzerinden satış yapan işletmelerin oranı %11.
* Büyüme oranlarının yüksek olduğu dönemlerde karşılıksız çek oranlarında düşüş yaşanıyor.
* Çek sermayeyi paylaşmaktır.
* Arkası yazılmış çek itibar kaybıdır. Onlara dokunmayın!
* Emin değilseniz tehlikedesinizdir. Emin olmak için Karekod'lu çek kullanın.
* 2019 sonunda elektronik çek gündeme geliyor.
* Ekonomik tarih vadilerle ve tepelerle doludur.
* Dijitalleşme hem tehdit, hem fırsat.
* Umulmadık taşlar baş yarabilir.
* Dijital Dünya'nın en önemli sermayesi İNSAN.
****
İstatistik rakamlar ve grafiklerle bezeli, geçmişten bugüne ve bugünden geleceğe uzanan bir dönüşüm yolculuğunun izlerini sürdük etkinlik boyu. Eskiyi eskide bırakmadan ama eskiye takılıp kalmadan, eskinin tecrübeleri ile yeni yollar aradık. Dünyanın konuştuğu dil ile bizim konuştuğumuz dil farklı olmamalıydı. Artık dümdüz olan dünyada farklı dillere yer yoktu. Teknolojinin dili bir taneydi ve bunun için de Dijital Okur-Yazar olmak gerekiyordu.
Siz içinde olsanız da olmasanız da TIK TIK TIK'larla dönüşüyor dünya.
Tıkır tıkır dönüşüyor.
Dönüşüme ayak uyduranlar dönüşümün nimetlerinden yararlanıyor.
Dönüşüme uzak duranlar ise yok olup gidiyor.
Değişim 100 yıllık aile şirketi olup olmadığınıza değil, dijitalleşip dijitalleşmediğinize bakıyor.

Charles R. Darwin'in kapak fotoğrafındaki sözleri gibi, "Ne en güçlü olan tür hayatta kalır, ne de en zeki olan. Değişime en çok adapte olabilendir hayatta kalan."

Yeni dünyanın çalışanları robotik işleri robotlara bırakıp, içlerindeki yaratıcıyı ortaya çıkartabilecekleri özgür alanlarda ve tahakküm altında değil, kendi istedikleri zaman diliminde, kendi istedikleri biçimde çalışacaklar artık.
Disiplin, itaat ve zekâ yerini inisiyatif, yaratıcılık ve tutkuya bırakacak.
Değişimi idrak etmemiş patronlar çalışanlarının karşısında ezilmemek ve güç kaybetmemek için bir an önce dönüşümü kendi içlerinde başlatmalılar.
Sınıfındaki öğrencilerin vızır vızır bilgisayar kullandığı bir öğretmenin elindeki telefondan mesaj dahi yazamadığı durum, patron ve çalışan arasındaki ilişkide de geçerli maalesef.
Malum, bir konuda konuşabilmek için önce konuyu bilmek, sonra da uygulayabilmek gerek.
Kısacası, devrimi önce kendi içinde gerçekleştirmek gerek.

Devrim demişken;
Yazımızı Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemâl Atatürk'ün bir sözüyle nihayetlendirelim:
"Ordumuzun kazandığı zaferler ne kadar büyük olursa olsun, bunlar iktisadi zaferlerle tamamlanmadıkça eksik kalırlar." 
Onların, Cumhuriyet'in kuruluşunun ardından yaptıkları insanüstü çalışmalar ve ilk 10 yılda, her alanda, verdikleri savaş ile halkın karşısına alınları açık çıktıkları gün gibi ortadadır.
Bize düşen ise bu ülkenin vatandaşlarının kanıyla, canıyla, alın teriyle kurdukları tüm o kazanımları teker teker satmak değil, sahip çıkmak ve geleceğe taşımaktır
Yoksa bu buluşmaların ne anlamı vardır...

5 Kasım 2018 Pazartesi

Adam rolü yap, Ridley efendi!

Çıkan bir yangını söndürmeye değil, yangın çıkartmaya giden itfaiyecilerin olduğu bir dünyayı düşünün.
Aldığı bir ihbar ile yerinden fırlayarak olay yerine koşan, nerede kitap saklanan bir ev varsa o evi kitaplarıyla birlikte kerosene bulayıp bir çırpıda alev topuna döndüren bir itfaiye teşkilatını hayal edin.
Şimdi dönüp evdeki kitaplarınıza bakın, bakın ve evinizi yakmaya gelen itfaiyeyi kapınızın önünde görün.
Sizi kim ihbar etti acaba?
Komşunuz mu, arkadaşınız mı, karınız mı, kocanız mı, çocuğunuz mu?

Ray Bradbury 1950'li yıllarda böyle bir dünyayı hayal etmiş.
Sistemde köpeğin yerini mekanik tazının aldığı, insanların (hepimizin ütopik hayali olan) barış içinde yaşadığı, kimsenin düşünmediği, okumadığı, sorgulamadığı, kendisine verilen görevi yapıp ötesine karışmadığı, sorun çıkartmayarak bir büyük sistemin sorunsuzca yaşamasını sağladığı insanlardan oluşmuş bir toplum canlandırmış kitabının sayfalarında.
Zaman zaman kafası karışan olursa kafa karışıklığının itina ile düzeltildiği, sistemin ayakta kalmasının insanın yaşamasından daha önde olduğu bir anlayışın hakim olduğu toplumda, arada sırada başkaldıranlar da çıkıyordu elbet. Kitaplar gizli gizli okunuyor, biri ikisi değil, tümü yasaklı olan kitaplar evlerin gizli köşelerinde saklanıyordu.
Yüzyıllar öncesinde olduğu gibi yüzyıllar sonrasında da kitaplar yine tehlikeli bulunuyordu. O zaman da itfaiye devreye giriyor ve sorunu anında çözüyordu.

Kitap da adını sorunun bu çözülme şeklinden almış zaten. 
Bir kitabın/kâğıdın kaç derece sıcaklıkta yandığını merak etmiş yazar. İstediği bilgiye kitaplarda ulaşamamış olmalı ki itfaiyeyi aramış. "451 Fahrenheit" demiş telefona çıkan itfaiyeci. O anda kitabın adı da çıkmış ortaya.
"Fahrenheit 451!"

Kitapların tehlikeli bulunduğu bir ülkede yaşayan bir itfaiyecinin hayatını anlatmış yazar kitabında.
Verilen emri sorgulamadan uygulayan, sürekli kitaplarla dolu evler yakan, ta ki bir gün işinden evine dönerken yoluna çıkan genç kız Clarisse'in kendisine yönelttiği "Mutlu musun?" sorusuyla afallayan ve yakmaya gittikleri bir evde karşılarına çıkarak dimdik duran ve itfaiyecilere"Adam rolü yap, Ridley efendi, bugün İngiltere'de Tanrı'nın izniyle öyle bir mum yakacağız ki, inanıyorum ki asla sönmeyecek!"  sözleriyle seslenen, tüm ısrarlara rağmen evinden ayrılmayan ve evini kendisiyle birlikte yakan o yaşlı kadını görünce bir afallama daha yaşayan Guy Montag'ın hayatını. 

Yakmaya gittiği evlerden aşırarak tavan arasına sakladığı kitaplar, karısı Mildred'ın duvarları televizyon ekranı olan odadaki sanal hayatı, itfaiye şefi Beatty'nin (ki nasıl oluyorsa Beatty'nin tüm kitaplar hakkında bilgisi vardı) sorgulayan bakışları, mekanik tazının kodlanmış duyargaları, Clarisse'in birdenbire ortadan kayboluşu...
Hepsi kafasını karıştırmaya başlamıştır Montag'ın. 
Bu kafa karışıklığı ve suçluluk duygusu bedeninden dışarıya taşıyordur istemsizce ve birileri bu verileri değerlendirmeye başlamıştır.
Artık Montag da bir suçludur.
Bu anlaşıldıktan sonra başlar büyük bir kaçma kovalamaca. Sadece mekanik tazı, böcek ve helikopterler değil, gammaz halk da peşindedir şimdi.
Aklını kullanarak hepsini atlatır ve o mükemmel dünyadan başka bir dünyaya kaçar Montag.
Sistem, asi Montag'ı yakalayamadığını itiraf etmez kendisine ve hemen bir kurban bulup tüm kameraların gözü önünde onu infaz eder. Dosya kapanır. 

Guy Montag kendisi gibi kaçkınlarla buluşur ötelerde bir yerlerde. 
Yakalandıkları zaman üzerlerinde kitap bulunmasın diye kitapları aralarında paylaşarak ezberlemiş, "dışları serseri, içleri kütüphane" binlerce kaçkındır bunlar.

Kaçışının ardından kopan savaşta üzerinden hızla geçen jetlere ve bir zamanlar yaşadığı şehre bakarken kendi kendisine konuşur Montag:
- Şehre ne verdin Montag?
- Küller.
- Diğerleri birbirine ne verdi?
- Hiçlik...

Kaçkınlardan biri olan Granger uzaklarda parıldayan şehre bakarken konuşur:
"Herkes ölünce ardından bir şeyler bırakmalı derdi dedem. Bir çocuk, bir kitap, bir tablo, inşa edilmiş bir ev ya da duvar, yapılmış bir çift ayakkabı. Ve ekilmiş bir bahçe. Elinin bir şekilde dokunduğu bir şey, öldüğünde ruhunun gideceği bir yer olsun diye; böylece insanlar ektiğin o ağaca veya çiçeğe baktığında sen orada olursun. Ne olduğu önemli değil, dokununca onu değiştirdiğin ve ellerini çektiğinde sana benzeyeceği bir şeye dönüştürdüğün sürece, derdi. Sadece çim biçen adamla bahçıvan arasındaki fark dokunuştadır, derdi. Çimleri biçen adam orada hiç olmamış gibidir; bahçıvansa bir ömür boyu orada olacak."
Onlar konuşurken Montag "Bak!" diye haykırır ve savaş o an başlayıp biter.
****
Böyle bir kitaptı Fahrenheit 451.
Okurken bir yandan da 1950 yılında hayal edilmiş dünya ile bugünkü dünyayı mukayese ettiren, insan olmanın ve hayatın, bir çiçeğin, bir kelebeğin, bulutların, yıldızların, ayın, güneşin, üzerinde yaşadığımız şu dünyanın farkına vardıran, distopyayı reddeden bir kitaptı.
Ütopya ile Distopya'yı birbirinden ayıran incecik çizgide insan yaşardı aslında. İnsanı öne alan ütopyayı, sistemi öne alan distopyayı yaratırdı.

Neil Gaiman'ın ön sözüyle ve Harold Bloom'un son sözüyle başlayıp biten kitap, distopya edebiyatının dört temel kitabından biri sayılıyordu ve dört ödüllü idi. Kitap, Damızlık Kızın Öyküsü kitabının yazarı Margaret Atwood tarafından "Yazılmış en iyi bilimkurgu romanı. İlk okuduğumda yarattığı dünyayla kâbuslar görmeme sebep olmuştu." sözleriyle övülmüştü. 
Parasızlık yüzünden daktilosu olmayan yazarın, California'daki bir kütüphanenin bodrum katında kiralık daktilolarda yazdığı, 9 dolar 50 Cent'e mâl olan bu kitap, 1953 yılının başında Galaxy Magazin dergisinde parça parça yayınlanmıştı.
Kitap, Şenlik Ateşi, Parlak Anka ve Yaya Öyküleri başlıklı üç öykünün birleşmesinden doğmuştu. Aslında Yaya Öykülerinin genişletilmiş hali olduğu söyleniyordu.
Yazar kitabı bastırmak istemiş ancak o dönemlerde ABD karışık dönemler geçirdiğinden kimse kitaplara sıcak bakmamıştı. Chicagolu genç bir yayıncı ise Ray Bradbury'yi arayarak yeni çıkartacağı dergide kendisine yer verebileceğini söylemişti. Bu kişi Playboy dergisinin patronu Hugh Hefner idi. Fahrenheit 451 Playboy'un ikinci sayısından itibaren dergide tam hali ile yayınlanmaya başladı. Daha sonra ise kitaplaştı. 
Kapitalist sistemi eleştiren yazar bu kitabıyla komünistlikle suçlandı ve FBI'ın kara listesine girdi. Hâttâ hakkında bir soruşturma dahi açıldı.
****
Bilimkurgu filmleri mi teknolojiyi tetikliyor, yoksa bilimkurgu yazan insanlara ilerleyen yıllarda icat edilecek ürünler önceden mi söyleniyor bilinmez ama geleceği anlatan diğer kitaplarda gördüğümüz gibi bu kitapta da yazıldığı yıldan çok sonra günlük kullanımımıza giren pek çok alet karşımıza çıkıyor. 
Şimdi artık Plazma TV'ler ve küçük kulaklıklar, uçan insansız araç 'drone'lar herkesin kullanımında iken, bazı gelişmiş araçlar polislerin, askerin yani devletin kullanımında.

Huysuz Mekanik Tazı ile Boston Dynamics'in sevimli Atlas Robot'u huy olarak birbirlerinden ayrılsalar da, görsel olarak birbirleriyle benziyorlardı ihtimal. Ufak bir yazılım eklentisi ile huylarının birbirleriyle aynı olması ise an meselesi!
Kısacası; teknoloji iyiliğe hizmet ettiği kadar, kötü ellere geçtiği anda kötülüğe hizmet edebilir. 
Her şeye 1 (yazıyla BİR) aklın karar verdiği bir dünyada sadece o aklı ele geçirmek yeterlidir. 
O yüzden her bir veriyi denetleyecek ve kontrol edecek akıllar da gereklidir.
****
Kitap Kurtları Kitap Kulübü olarak ekim ayı okumamız Ray Bradbury'nin "Fahrenheit 451" romanı idi. 
Kasım ayında "Biz iki bacaklı rahimleriz, hepsi bu." sözlerinin sahibesi Margaret Atwood'un "Damızlık Kızın Öyküsü" kitabını ele alacağız.
Hepimize iyi okumalar...

Bu arada;
Fahrenheit 451'in Super Terrain ekibi tarafından tasarlanan kitabını okuyabilmeniz için sayfalarını yakmanız gerekiyor. İzleyin:
Tarihte yakılan en büyük kütüphaneleri merak ederseniz, onlar da burada.
Kitap üzerine yaptığım konuşma da burada:

2 Kasım 2018 Cuma

Sedat Yalçın sahneye çıktı!

31 Mart 2019'da yapılacak yerel seçimlerde, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na Ak Parti'den aday adayı olan Ak Parti Bursa eski İl Başkanı olan Sedat Yalçın, küçük gruplar halinde bir araya geldiği gazetecilerle Bursa'nın geleceği üzerine düşüncelerini, fikirlerini ve niyetlerini paylaşıyor. Projelerini paylaşmayı ise önümüzdeki zamanlara bırakıyor.
Bu çalışmalar kapsamında 2 Kasım günü Almira Otel'de düzenlediği basın toplantısında internet gazetecileri ile bir araya geldi. 
Kahvaltı eşliğinde gerçekleşen toplantıda konuşan Sedat Yalçın, samimi düşünceleri ve her ne olursa olsun "liyakata" önem verip, gerçekten de "Ortak Akıl" ile hareket edeceğinin altını özellikle çizdi.

Sedat Yalçın'ın konuşmasının başlıkları Yönetişim ve Kamu Yönetiminin İyileştirilmesi, Kentsel Gelişim, Arazi Kullanımı, Doğal Kaynaklar, Kırsal Kalkınma, Ulaşım, Enerji, Ekonomik Gelişim ve Rekabetçilik, Sağlık, Bilim ve Eğitim, Sanat ve Sosyal Kalkınma, Turizm, Akıllı Şehirler ve Akıllı Teknoloji, Sürdürülebilirlik olarak sıralanıyordu.
Her başlığın içini doldurarak yaptığı konuşmasının ardından kendisine yöneltilen soruları cevapladı.
O konuşurken benim içimde ise durmaksızın "İstanbul'u Artık Hiç Sevmiyorum!" şarkısının Bursa hali çalıyordu.
Sordum da kendisine:
"Bursa'yı yine sevebilecek miyim?"
Yoksa şarkıya ilham olan aşk gibi umutsuz bir aşk mıydı benimki de...
****
Bu sorunun içerisinde pek çok soru ve pek çok sorun barınıyordu elbet.
Şehrin belli bölgelerinde yoğunlaşan, Altıparmak ve Çarşamba bölgesini adeta kurtarılmış bölgeye çeviren, bu bölgelerde yaşayan Bursalılarla papaz olan Suriyeliler mesela. 
Şehrin ne siluetine, ne profiline, ne tarihine, ne geçmiş ve ne de geleceğine yakışan Doğanbey Konutları mesela.
Eski cazibeli günlerini mumla arayan, cadde üzerinde iş yeri olan esnafı kan ağladığı, "Böcek" ile trafiği ve zemini alt üst olan Altıparmak Caddesi mesela.
Yapıldığı bölgenin yanlışlığı bitmezmiş gibi bir de karşısına hastane yapılmaya çalışılan, tamamlanması yılan hikâyesine dönen, maç olduğu günlerde trafiği kitleyip trafikteki herkesin kendisine iyi niyetlerini sunmasını sağlayan Dişsiz Timsah'ın adresi "Stadyum" mesela.
Dönüşüm diye diye inşaat alanına çevrilen şehrin bozulan ikliminden tut da, en ufak bir yağmurda yetersiz kalıp caddeleri rafting sporu yapılabilecek hızda akan nehirlere çeviren alt yapısına kadar.
Nilüfer İstasyonu karşısında yapımı devam eden bina
Fotoğrafta gördüğünüz, Nilüfer ilçesi, İzmir yolu üzerinde yapımı devam eden bina gibi yekpare olarak inşa edilen binalar hava akımını kestiği gibi, yine Nilüfer'de dikey olarak yapılan çok katlı binalar tüm sistemi bozuyor. Hani bunca insanın yarattığı trafik, hani bunca insanın çöpü, hani bunca insanın dışkısı, hani bunca insanın ısınması, soğuması?
Belediye başkanı açılıştan açılışa, nikâhtan cenazeye cemiyet cemiyet mi gezmeliydi mesela? (Ki Sedat Yalçın bu anlayışı doğru bulmadığını dile getirdi.)
Ya da bulunması gereken yerlere zamanında gelecek ve katıldığı toplantıyı ilgiyle izleyecek miydi? Yoksa vaktinden sonra gelip, o zamana kadar ahaliyi beklettiğine hiç üzülmeyip, şürekasıyla salona girip, sonra işi bitince yine aynı tantana ile salondan ayrılacak mıydı?
Belediye başkanlığını saltanat alanı mı görecekti, yoksa makamda sadece hizmet etmek için oturup, makamın hakkını mı verecekti?
Halkla bir türlü geçinemeyen, engelli vatandaşları otobüse almaktan imtina eden, duraklara yanaşmak yerine yolcularını yol ortasında indirip bindiren otobüs şoförleri eğitilecek miydi mesela?
'Turizm'i "AVM hastası Arap Turist" tekelinden çıkarıp, kültür, sanat, tarih meraklısı turistlerin hizmetine sunabilecek miydi mesela?
Ki Güneydoğu, Doğu Anadolu ve Orta Anadolu kültür turizmini keşfetti ve turizm bu doğrultuda son hız gelişiyor. Mardin, Gaziantep, Şanlıurfa, Konya, Kars, Eskişehir, Nevşehir gibi iller turistle dolup taşıyor.  
Termal Turizm dendiğinde Afyon, Evliya Çelebi'nin "Sudan ibaret Bursa"sının epey önünde.
Uludağ eteklerinde ve Bursa dolaylarında yaşamış uygarlıkların izleri, Mudanya ilçesindeki antik liman örneğindeki gibi; alışveriş merkezi altına gömülerek yukarıdan camlar altından izlenecek ya da üzerine blok blok site dikilerek ruhuna el Fatiha okunup, havalara üflenecek miydi?
Engellilere göre düzenlenmiş bir şehirde engelli bireyler sokağa özgürce çıkabilecek miydi?
Bunlar gibi o kadar çok sorun vardı ki sürekli karşılaştığım, hangi birini saysam bilemedim.
****
Sedat Yalçın'ın konuşmasında okul öncesi eğitimin %100'e tamamlanması, Yabancı Dil Köyü, Öğretmen Kampüsü, İznik Dünya Bahçeleri, Bursa Diasporası ve Bursa Yerel Buluşmaları, Enerji Kooperatifleri, Akıllı Şehir Uygulamaları ve en çok da KARNE kulağa hoş geliyordu.
Basın toplantısının ardından kahvelerimizi yuvarlak bir masa etrafında yudumlarken daha detaylandı sohbet.
"Sedat Yalçın'ın uzun zamandır sesi soluğu çıkmıyordu, ne oldu da böyle birdenbire adaylığını koydu acaba?" düşüncem o an Ömer Aydoğdu'nun dilinden can buldu.
"Sedat Yalçın zor zamanların adamıdır" dedi Yalçın bu soruya.
"Ak Parti zor zamanlardan mı geçiyor?" dedim doğal olarak.
Halkta karşılık gören isimlere ihtiyaç vardı besbelli ki. Kim olursa olsun aday olacak ismin karşısına muhalif kanattan güçlü isimler çıkacaktı haliyle. Bu yarışta en az onlar kadar güçlü olmak lazımdı.

Son olarak "Partim beni nerede değerlendirirse orada görev yaparım ve görevimi layıkıyla yaparım" dedi Sedat Yalçın.

Ne diyelim;
Memlekete ve millete hizmet etmek için yola çıkmış her kim varsa yolu açık olsun.
Unutulmasın ki hizmet verecekleri nesiller an be an yenileniyor, nesiller yenilendikçe fikirler de yenileniyor. 
Çağın ardında kalmamak ve bugünü yakalayıp geleceğe uzanmak hayalleri olan kişilerin işi.

Partilerin kendi kazanlarında kaynamaya başladıkları yerel seçimlerde bugünlerde kulvarlar belirleniyor ufaktan. 
Bu yarışta ipi her kim göğüslerse göğüslesin ondan dileğim odur ki;
Bana önce Bursamı, sonra da Türkiyemi sevdirsin eskisi gibi.
Şu karanlık örtüleri üzerimizden çeksin.
Daha da örtmesin...