22 Temmuz 2018 Pazar

Sevmese de olur

İnsan neyi neden sevmediğini bilmeyince ortaya böyle bir durum çıkıyor işte.
Keşke Atatürk'ü bilseydin de sevmeseydin cancağzım.
Neyi neden sevmediğini bilirdin hiç olmazsa.
Biz de sana saygı duyardık.
Bir şey bilmediğin için ettin onca lafı, sonra da ters yüz olup özürler diledin.
Neyi neden sevmediğini layıkıyla bilseydin eğer sözlerinin arkasında dururdun dimdik. Böyle süt dökmüş kediye dönmezdin...

Özrü kabahatinden büyük
Şu haberi diyorum: Önce Anıtkabir’de Atatürk’e küfretti, sonra özür diledi
"Anıtkabir ziyaretinde çektiği videoda Atatürk'e ağır hakaretlerde bulunan genç kız sosyal medyada gündem oldu. Görüntüleri paylaşılıp tutuklanması için kampanya başlatılan genç kız pişman olduğunu belirtip bir özür videosu yayınladı. Tutuklanması için çağrı yapılan genç kız, paylaşımların çoğalmasının ardından pişman olduğunu belirttiği bir video yayınladı. Görüntüleri kendisinin görüşlerine saygı duymayan bir arkadaşına inat olsun diye (hani özür kabahatinden büyük denir ya, işte öyle) çekip sadece ona yolladığını ifade eden Safiye İnci, “Atatürk’e saygı duymasam Anıtkabir’e gitmezdim” diyerek kendini savundu." 
(Yüzünü kapatarak konuştuğundan ve çarşafı da her tarafını kapattığından özür dileyenin kim olduğu da anlaşılmıyor açıkçası. Keşke Anıtkabir'de yüzü gözü açık gayet rahat konuştuğu gibi dileseydi özrünü de.)
(Son haberlere göre, ‘5186 Sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu'na muhalefet ederek Atatürk'e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklanan Safiye İnci, özür videosunda konuşanın kendisi değil, kuzeni olduğunu söylemiş.)

Sosyal Linç
Sosyal linç çığ gibi büyüyebiliyor böyle. Ve yaptırım gücü de var. 
Lakin bir de parmak yanlış hedefi göstermese...
Safiye İnci'nin aslında ODTÜ'lü açık saçık bir kız olduğu, özellikle türban takarak Anıtkabir'e geldiği ve bu videoyu milleti kışkırtmak için çektiği haberi fotoğrafın sahibi Tuğçe Maden tarafından kerelerce yalanlandı. 
Tuğçe uğradığı haksızlığı anlatmaya bıkmadı, paylaşanlar da bu yalan paylaşımı paylaşmaya doyamadı.
Bu kışkırtmalı tweet oltasına Melih Gökçek dahi takıldı. Hakkını yemeyelim, haberin yalan olduğunu öğrenince Tuğçe Maden'den özrünü de diledi.
Her habere balıklama dalmamak lâzım demek ki...

Bu memleket böyle oldu artık
Açık saçık giyinen de suçlu, türban takan da, Ateist de suçlu Atatürk'ü sevmeyen de, ODTÜ'lü de suçlu İmam Hatip'li de.
Herkes yapıştığı bir uçtan kendi tarafına doğru çekiyor ülkeyi delice. Ülkenin ucu bucağı kalmamış, dört bir yanı çekiştirilmekten paçavraya dönmüş, içi dışına çıkmış, kimin umru!
Ahlâk, sevgi, saygı, dürüstlük, merhamet, vicdan, liyakat gibi değerler rafa kalktı kalkalı, herkes birbirini delice yargılar olmuş, kimin umru!
Ülkenin yasaları keyfi uygulandıkça insanlarda "cezalandırma" duygusu daha da güçlenmiş ve herkes cezayı kendi kesip kendisi oracıkta verivermiş, kimin umru! 
Egolar tavan yapmış, kimse sözünün üzerine söz duymak istemez olmuş, kimin umru!
Kimse de demiyor ki 'içinde hep birlikte yaşadığımız ülke elden gidiyor, bir kendimize gelelim, ne yapıyoruz durup bir düşünelim'...

Anlamadan seveceğine, anlayarak sevme
Düşünmek demişken;
Hani diyorum keşke herkes özgür iradesi, aklı, fikri, vicdanı ve bilgisiyle karar verse neyi sevip neyi sevmeyeceğine.
Sevdiğini de sevmediğini de, saygısızca değil, özgürce dile getirebilse.
Anlayarak sevmemek ne kadar saygıya şayansa, anlamayarak sevmenin bir o kadar değersiz olduğunu bir anlasa.
Kısacası;
Bir insanın birini "anlamadan" sevmesindense, "anlayarak" sevmemesi daha evla.
O yüzden;
İnsan önce bir ANLASA!
Sonra, sevmese de olur...

16 Temmuz 2018 Pazartesi

Mustafakemâlpaşa'nın selamı var!

Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür misali, insan kendi sahip olduklarının farkında olmadan ya da belki kanıksadığından, hep başkalarının sahip olduklarına dikiyor gözünü.
Kendi mahallesini yeterince tanımadan başka mahalleleri merak ediyor.
Kendi şehrini yeterince tanımadan başka şehirlere gitmeyi düşünüyor.
Kendi ülkesini yeterince tanımadan başka ülkeleri görme arzusu duyuyor.
Kötü bir istek değil elbet hiçbirisi. Lakin önce kendi özünden başlamalı insan tanımaya. Sonra çemberi genişletmeli. Uzak diyarlara gidip gelerek kendi sahip olduklarını diğerleriyle mukayese etmeli. Daha iyiye ve daha güzele ulaşmak için öğrendiklerini kendinde tatbik etmeli.
Gelişme ancak böyle olur.

Günah Çıkartma
Mustafakemâlpaşalılar Derneği tarafından 15 Temmuz Pazar günü düzenlenen "Mustafakemâlpaşa Basın Gezisi" vesilesi ile, burnumun dibinde olmasına rağmen gidip görmediğim pek çok yeri gördüm. 
Sabahtan akşam üzerine dek geçen birkaç saat içinde Mustafakemâlpaşa hakkında (belki Mustafakemâlpaşalıların da bilmediği) pek çoğunu bilmediğim pek çok bilgi öğrendim. Bugün Mustafakemâlpaşa'da gördüğüm köyleri daha önce gördüğüm köylerle mukayese ettim. 
En çok da "Oralar niye öyle de buralar niye böyle?" dedim.

Önce Kahvaltı
Sabah erken Bursa'dan hareket edip Mustafakemâlpaşa'ya ulaştık topluca. Öğretmenevi'nde kahvaltımızı ettik. Mustafakemâlpaşa Belediye Başkanı Sadi Kurtulan'ın da katıldığı kahvaltının domatesleri ve salçaları Tepecik ve Yeşilova Kalkınma Kooperatifleri tarafından temin edilmiş. Sıcak süt ve sıcak simit de masanın olmazsa olmazıydı tabi. 
Mustafakemâlpaşalılar Derneği
Mustafakemâlpaşalılar Derneği Başkanı Kıvanç Atmaca'nın, şu anda 2100 üyesi bulunan 26 yıllık dernek hakkında bilgi verme konuşması ile başladık Suuçtu Tabiat Parkı yolculuğumuza.
Dernek 17.04.1992 yılında başta Nail Atlı olmak üzere 12 kurucu üye tarafından kurularak, merkezi Bursa olarak çalışmaya başlamış. Dernek olarak yıllardır eğitime önem veriyorlar ve maddi imkansızlık içindeki üniversite öğrencileri için burs temin ediyorlar. Tabii bir de Mustafakemâlpaşa'nın güzelliklerini ortaya çıkartıp tanıtmaya çalışıyorlar.

Açılması değil, kapanmaması dert
Gezi boyunca dikkatimizi en çok çeken şey, işi bittiği halde kapanmayan mermer ocaklarıydı. Ki ocakta yapacak iş kalmayınca üzeri toprakla örtülüp o bölgenin ağaçlandırılması gerekiyormuş. 
Ne gezer? 
Başımızı ne tarafa çevirsek yeşillikler arasından gözümüze kullanılmayan bir ocak kalıntısı battı. İrili ufaklı 300'den fazla ocak varmış çevrede. (Fotoğraftaki gibi, bir fotoğraf karesine üç ocak birden girebiliyor bazen)
Bazı büyükleri Efes Harabelerinin çakması mı desem ne desem bilemedim. Mutfağımızda banyomuzda mermer olmasın demiyoruz, işletme açılmasın demiyoruz, lakin mümkün olan en az zarar verilerek çalışılsın, sonra da usullere uygun olarak kapatılsın, hattâ oradaki doğa sanki ocak hiç açılmamış gibi bir hâl alsın diyoruz.

Yasaklı Bor
Sadece mermer ocakları değil, bor rezervleri ile de Türkiye rezervlerinin %75'ini barındırıyor Mustafakemâlpaşa. Lakin bor çıkartma çalışmaları da durmuş durumda. Zamanında işleyen tesis de, tesiste çalışanlar için yapılmış olan lojmanlar da şu anda boş. Otobüsümüz ile Suuçtu'ya giderken Mustafakemâlpaşa hakkında bizleri bilgilendiren Bursa Kent Konseyi Eğitim Grubu'ndan İhsan Zeybek, lojmanların maden fakültesi öğrencilerine tahsis edilmesi için talepte bulunduklarını söylüyor.
Bu kadar kıymetli olan bor madeninin zararı da yok değil. Mustafakemâlpaşa ve civarındaki tarım arazileri bor karışmış sular sebebiyle tarımda zarar görüyor. 
İhsan Bey bize Mustafakemâlpaşa'nın tarihçesini de anlatıyor bir yandan. Mihaliç (Karacabey) ile Kirmastorya (Mustafakemâlpaşa)'nın iki kardeş olduklarını, Lalaşahin Paşa'yı, Yunan işgalini, 1939'daki sel baskınını ve Türkiye Cumhuriyeti'nde Mustafa Kemâl Paşa'nın tam adını taşıyan tek ilçe olduklarını dinliyoruz kendisinden. (Mustafakemâlpaşa tarihçesi için tıklayınız)

Suuçtu Tabiat Parkı
Suuçtu, 11 Temmuz 2011 tarihinde tabiat parkı olarak ilan edilmiş. Kaynak değeri 36 metre yükseklikten akan Suuçtu Şelâlesi kim bilir ne zaman kırılmış bir fay kırığı üzerinde bulunuyor. 
Fay kırığı sebebiyle arazide yükseklik oluşunca sular da yüksekten akmak durumunda kalmış tabi. Ve ortaya nefis bir görüntü çıkmış. 36 metre yüksekten uçarcasına akan suyun adını bu eşsiz güzelliği ilk keşfedenler koymuş. Rivayet odur ki, şelâleyi ilk gördüğünüzde içinizden 6'ya kadar sayıp bir dilek tutarsanız ve o dileğiniz olursa şelâleye tekrar gelmeli ve elinizde de bir tepsi baklava olmalıymış. (Paris'te Notre Dame Kilisesi'nin önündeki yıldıza basıp bir kez daha gelmeyi dilemiştik. Orada kimse bizden baklava börek istememişti ya neyse, bilmediklerine verelim.)
İkinciye gelmiş olmama rağmen görüntü yine etkileyiciydi ve ben manzarayı görünce dilek tutmayı unuttum tabi. Bir yandan da hem yürüyüp hem video kaydı yapınca, düşmemek için azami dikkat gösterirken su gibi uçtu gitti aklımdan dilek tutmak.
Dilek tutmayı unutsam da; uzun ve sık kayın ağaçlarının kâh tepelerine, kâh yerdeki toprak yüzüne çıkmış köklerine bakmak, bir kütükten diğerine hızlıca seyirten kertenkeleyi fotoğraflamak, merdivenlerden inip binerken bazı basamaklarda daha bir çoğalan nüfusları ile karınca ailesinin üzerine basmamaya çalışmak, tertemiz havayı solumak, kısacası doğayla bu kadar yakın temasta olmak iyi geldi bana. 

Günübirlik, o kadar
Eskisine göre daha derlenip toplanmış olan alanda çay-tost-gözleme satan tesis dışında başka tesis görmedim ben. Geleni ağırlayacak, hattâ birkaç gün kalmak için cezbedecek hiçbir şey yok. Belediye halka hizmet sunmakla mükellef ama bir yandan da şehrine katma değer yaratmakla da mükellef. 
Olsa şöyle kütük evler, hamaklar, leziz yemekler sunan lokantalar, bakın hemen bir günde kaçıyor mu insanlar. 
Ben burada bir geri kazanım görmedim açıkçası. Herkes geliyor, selfiesini çekip gidiyor.
O kadar...

Mermer ocakları açık, okullar kapalı
Bizde böyledir; açık kalması gereken kapanır, kapanması gereken açık kalır. Köylerde okullar hep taşımalı sistem. Köy okulları pek çok köyde kapanmış. Gençler büyük şehre göçünce okulda okuyacak çocuk da kalmamış zaten. 
Sonunda "Okulu Olmayan Köyler Ülkesi" olup çıkacağız demiştik bir zamanlar. Olmuşuz da haberimiz yok.

Allah bereketini arttırsın
Okulların kapandığı gibi Orman Bölge Şefliği de kapanmış. Jandarma da kapanmış. Evler köhnemiş, köyler köhnemiş. Ziraat eskisi gibi değil. Kimyasal gübrelerden dolayı toprak da bitmiş. Altın arama çalışmaları bir yandan, o sebeple değiştirilen dere yatakları bir yandan, havaya suya karışan zehirler bir yandan derken bereketli toprakları talan edip gitmiş. Domates eken kalmamış. Mısır ve yoncadan medet umar olmuş insanlar.
Yine de direniyor doğa.
Şöyle biraz nadasa bırakılsa toplayacak kendini de.
Nerdeee...
Yine işimiz Allah'a kalmış. 
Edilen havalelerin hangi birisiyle baş edeceksin ya Rab! 
"Akıl verdim, kullanmıyorsunuz" deyip deyip kızsan da, yerleri gökleri birbirine katsan da yeri...

Çaltılıbük Hayrı
Evler, okullar, resmi kurumlar köhnemiş olsa da insanların yürekleri ve adetleri henüz köhnememiş. Çaltılıbük köylüleri her sene yaptıkları gibi bu sene de köy meydanında hayrına yemek düzenlemişler. Gelen geçen herkes yesin demişler. Etinden pilavına, ayranından tatlısına her şey düşünülmüş. 
Bir de üzerine deve oyunu yapmaz mı gençler... 
738 yıllık ulu çınarın gölgesinde yediğimiz yemeğin üzerine ikram edilen çay eşliğinde izledik hepsini.
(Çaltılıbük adı nereden geliyor derseniz, o da burada:)
Eskilerin adetleri bunlar hep
İpek Yolu üzerinde olan Mustafakemâlpaşa ve civarından develerle gider gelirmiş tüccarlar. Geceleri de aralarında eğlenirlermiş böyle. Oyundaki masumiyet, izleyenlerin bakışlarındaki neşe ve yerlerde yuvarlanan "çakma" deve. Deve oyununa eşlik eden davulcu ve ortada davul sesiyle karşılıklı oynayan iki delikanlı.
İşte sana en hakikisinden bir avuç mutluluk. 
Kana kana iç...

Ali Dede olur da Veli Dede olmaz mı?
O da olmuş tabi. Çamlıca köyünde bir bilge kişi mezarı varmış ve köy muhtarlığı bu mezarı koruma altına almış. Türbenin ne kapısında ne de duvarında hiçbir bilgi yok. 
Bahçesinde kime ait olduğu bilinmeyen iki mezarın taşlarında eski Türkçe metinler yazıyor. Bahçe virane. Ota karmış. (İnternette biraz araştırma yapınca mezar taşlarına göre burada yatanlardan birinin Mehmet Dede bin Derviş Ali Dede, diğerinin ise Ahmet Dede olduğu anlaşıldığını okudum. Kaynak için tıklayınız)
Bursa'daki Emirsultan, Mardin'deki Ezidi mezarlıkları ve Paris'teki Le Pere Lachaise mezarlığı geçiyor zihnimden bir an. Orantısız bir mukayese olduğunu düşünüp hemen kovuyorum kafamdan hepsini. 
Ama, "Neden olmasın?" diye de sormadan edemiyorum...
Çanakkale'ye 42 kişi gidip de 1 kişi dönen gazi ve şehitler Çamlıca köyünden değil mi?
O 1 kişi için anıt mezar yapan onlar değil mi?

Taş Değirmen
Biz büyürken ev ekmeğini değil de fırın ekmeğini sever olmuştuk. Yazının başında demiştim ya kıymet bilmemek diye, şimdi nihayet ev ekmeğinin de kıymetini anlar olduk. Kara buğdaydan öğütülen undan ekşi maya ile yapılan ekmeğin sağlıklılığı ortaya çıkalı beri doğal ekmek arar dururuz. Üşenme de kendin yap desen, ne ekmeği odun ateşi ile pişirecek fırın var ne de o ekmeğin hamurunu tutmak için gereken un.
 
Söğütalan'daki 350 yıllık değirmeni 2013 yılında alarak bu rüyayı gerçekleştiren Aykut Ayar, değirmeni çalıştırmaya başlamış. 3 taş ile çalışan değirmenin suyu, değirmen binasının arkasındaki su kaynağından geliyor. Değirmenin altından geçtikten sonra da dere olup ördeklere ve kazlara evsahipliği yapıyor.
Değirmene girdiğimizde Aykut Bey değirmeni çalıştırıp o anda kara buğdayı una çeviriveriyor. Değirmenin karşısındaki yarı açık barakada o un ile yapılan ekşi maya ekmekler odun ateşli fırında pişiyor. Çıkar çıkmaz da üzerlerine hemen sızma zeytinyağ sürülüyor, ki ekmekler kurumasın. 
Yanında ev yapımı ayran ve hoşaf da cabası. Ağacından toplanan erikler de "bonus".
(Haberiniz olsun, Beşevler Konak mahallesindeki köylü pazarına çıkıyormuş Aykut Ayar)
****
Öylesiyle böylesiyle elimi uzatsam tutacak kadar yakın yerlerde bambaşka dünyalar keşfediyoruz, bambaşka hayatlara dokunuyoruz. Herkes kendince bir şeyler düşünüyor tüm bu saatleri birlikte geçirirken.
Kimin aklından neler geçiyor bilinmiyor.

Ben; şahit olduğum güzellikler ile yöreye ve yöre insanına hayran, içimden geçen mukayeseler ile hayallerim kırık, öğrendiklerim ile gönlüm üzgün, tarihte gezindiğim için beynim mutlu, yediklerimden içtiklerimden de midem memnun olarak döndüm Mustafakemâlpaşa'dan.

Aklımda deli sorular
Kemâlpaşa tatlısının neden markalaşmadığını, (2002 yılında patenti alınmış aslında ama zannedersem dışarıda üretim yapanlar üzerinde yaptırım uygulanmıyor), Tümbüldek kaplıcasının niçin Afyon misali değerlendirilmediğini, Suuçtu'yu niçin daha fazla kişinin bilmediğini ve hattâ Suuçtu'nun Mustafakemâlpaşa'ya ne gibi bir faydası olduğunu, niçin buraların terk edildiğini, niçin buraların gözden çıkarıldığını, niçin birilerinin buradaki arazileri topladığını, niçin mermer ocaklarının kapatılınca üzerlerinin örtülüp ağaçlandırılmadığını, niçin bor üretiminin durdurulduğunu, niçin altın madenlerinin suların canına okuduğunu, niçin suların yönünün değiştirildiğini, niçin buralardaki köy adetlerinin, mesela hayır yemekleri ya da güreş müsabakalarının sınırlı bir duyumda kaldığını ve en önemlisi de, niçin buralara şimdiye dek gelmemiş olduğumu sordum kendime. 
Bir iğne de kendime batırdım. Yarın bir gün bir afet anında kendine yetecek becerilerini ne ara rafa kaldırdım dedim. Hayatımdaki makineler olmasa hayatta kalamayacak mıyım ben dedim? 
Kendime sormakla kalmayıp size de sorayım istedim. Siz de bilmezseniz bilenlere soralım istedim.
****
Yolda uğranacak çok yer vardı daha. Özellikle de Dorak'ta güneşi batıramadığımız için üzüldük.
Lakin Dünya Kupası finali de birazdan oynanacaktı. Acilen maça yetişmek lazımdı.
Bursa'ya doğru indikçe bu kez de yeşilleri yok ederek her geçen gün yeşillerin daha da içine giren evler çıkmaya başladı karşımıza.
Mermer ocakları arkamızda kaldıysa da, o ocaklardan çıkan mermerlerle bezenmiş evler sanki ocakların dağlara yaptığı tahribatın devamını ovada sağlıyordu.
Hep bizim hırsımızı kaşıyan sistemden ötürü bunlar işte.
Hırsımızın ve heveslerimizin bu kadar esiri olmasak dünya da rahat edecek biz de.
Ve;
Bir dahaki gezide buluşmak üzere...

Mustafakemâlpaşa gezimizin fotoğraf albümü ve videolar için tıklayınız

13 Temmuz 2018 Cuma

Gölgenin adı "SEN"

Edebiyat Kulübü kapsamında kitap okuyorsanız, kitabı daha bir farklı okuyorsunuz.
Kitabın yazıldığı dönemi, kitapta anlatılan dönemi, kitabın yazarının özgeçmişini, kitabın sizde bıraktığı izleri, okurken anladıklarınızı ya da anlamadıklarınızı, kulüp olarak bir araya geldiğinizde bunların hepsini konuşuyorsunuz.
Her okuyanda farklı bir kimliğe bürünen sayfalar arasında kayboluyor, okuduğunuz kitabı iliklerinize kadar yaşıyorsunuz.
Hattâ çok zaman kitaba dönüp bir kez daha göz atıyorsunuz.
Hattâ kitabın filmi çevrilmişse filmini de izliyorsunuz.
Sizi yaşamadığınız günlere götürüyor kitaplar.
Bazen geçmişe, bazen de geleceğe taşıyor...

Okuduğumuz bir kitap üzerine konuşmak böyle.
Ya okumadığımız bir kitap üzerine konuşulanları dinlemek?
O da çok cezbedici...

Le Guin / Yerdeniz 
Aktiffelsefe Kültür Derneği'nde Ursula Kroeber Le Guin'in "Yerdeniz" serisinin felsefi ve psikolojik yönlerinin anlatılacağı seminer, 2008'den bu yana Aktiffelsefe Kültür Derneği'nde gönüllü olarak çeşitli mitoloji, edebiyat, psikoloji ve felsefe konularında araştırmalar yapan, konferans ve seminerler veren Araştırmacı Elif Öztürk tarafından verilecekti.
Seminerin tanıtımında "Bu derin ve fantastik eser eşliğinde insanlığın var olduğu ilk anlardan bu yana sorduğu en temel soru olan 'Ben kimim?' sorusunun analizini yapacağız." yazıyordu.
Yaklaşık iki saat boyu süren seminerin ardından cebimde kimisi cevaplanmış, kimisi yeni oluşmuş sorularla ve bir nebze de olsa kitapların içindeki sembolleri nasıl okumak gerektiğini öğrenerek ayrıldım mekândan. Aklımda kalanları kendi aklımdakiler ile birleştirip bu yazıyı yazdım sonra da.
Bilmek ve Sanmak
Oldum olası "Ben kimim?" sorusunun cevabını arar durur insanlar. Bilgeler "Kendini bil" ya da "Sadece bir insan olduğunu bil." derler. Bilmenin yolunun öğrenmekten geçtiğini söylerler.
Bilginin olmadığı yerde bilgisizlik vardır. Dünyada pek çok sorun insanın bilme konusunda kendini hem yetersiz hem de geliştirememiş olmasından kaynaklanır. Bu nedenle insanın en büyük yanılgısı, aslında bildiğini sanmasıdır. 

Yerdeniz'in Sembolü
Kitaplarda ya da filmlerde anlatılanlar sembollerle anlam kazanır. Yerdeniz serisinin içindeki esas sembol "gölge". Buradaki gölgeyi kendi içimizdeki gölgeyle tanımlayabiliriz. 

Semboller neden bu kadar değerli?
Semboller evrenseldir ve her türlü mitolojik eserin içinde sembol vardır. 
"Ussal ve us dışı doğruluğun sanattan çok kendi başına simgede bulunabileceğini düşünüyorum" der Yung. Semboller bizim bilinç dışımızla temas eder.
Bir çocuk dinlediği bir masaldaki sembolleri deşifre edemese de sembollerin ne anlatmak istediğini anlar. Bu bize sembollerle çalışan bir zihnimiz olduğunu gösterir. 

Sembolik Zihin
Ursula Le Guin'in Carl Yung okumadan, onun üzerine hiç çalışmadan, hatta Yung'dan bihaber iken, sembolik ögeler kullanarak yazdığı bu kitap bize her birimizin sembolik zihninin ortak ögelerle çalıştığını gösterir. Ki Guin önceden hiç planlama yapmadığını, sadece hayalindekileri yazdığını söyler. İç yolculuğundaki temayı mitolojik ögelere çok benzer şekilde yeniden ortaya koyar.

Gölgeniz efendiniz olmasın
Hans Chrsitian Andersen'in Andersen'den Masallar/Gölge masalını dinledik Elif Öztürk'ten. Bu masalda geçen savaş, kendi gölgemizle verilen savaşı anlatıyordu. 
Masaldaki gibi, gücünü gölgesinden alarak değil, gölgesini kontrol edebilen biri olarak yaşamalı insan. Gölgesiyle yaşamak insanın kendi içindeki doğruları ve yanlışları ayırt edebilmesini sağlar. Gölgesi olmayan, yani hiçbir şeyi muhakeme edemeyen kişi bir yandan da toplumda itibarsızlaşır
Kendini gölgesinin gücüne kaptıranın ise tedavisi yok. 
Gölge efendi olursa, kişi köle olur. Efendi olan bir gölgeyle uzlaşmak ise mümkün değildir. İki uçta da aşırılık kişiyi gölgenin oyuncağı haline getirir. 

Gölgenin adı "SEN", Gölgemin adı "BEN"
Gölgenin kendine ait bir adı, varlığı ve gücü yoktur. Gölgeye bir isim koymaya çalışmayın. Gölgenin adı olmaz. Gölgenin adı yoksa da yansıması vardır. O da aynaya baktığınızda aynadan yansıyandır.
İç ışığımızın olmadığı yerdeki karanlıklardan, korkularımızdan ve zayıflıklarımızdan beslenir gölge. İç ışıkla beslenmeyip bilgiyle yıkanmadığında güçlenir durmaksızın. Andersen'in masalındaki gibi, kızın yaşadığı odada ışık var diye odaya dahi giremez oysa bir gölge. 
Çünkü o, aydınlıkta barınamaz. 
Gölgeyi çağırma
Yüzümüzü ışığa dönsek de hep bir gölgemiz olur ardımızda. 
Yaptığımız fedakârlıkların sonunda "Ben senin için şunu şunu yaptım, sen de benim istediğimi yap!" dediğimiz anda ortaya çıkar gölge
Gölgeyi çağırırsanız dengeyi bozarsınız. Gölge sizi aşağıya çeker. Gölge sizin enerjinizi emer.

Mitler, Düşler, Gölgeler
Aydınlığa ulaşmak için önce acılardan geçmek gerekir. Yaşanan acılardan ders alarak ve bilinci bir derece daha yükselterek dönüşümü gerçekleştirir insan
"Mutlu aileler gibi mitler ve kurtarılmış dünyalar da hep birbirine benzer." der Guin.
İnsan psikanalizde ilerlemeye başladıkça ayinsel sınamalar düşlerinde çıkmaya başlar.
"Düş, kişiselleştirilmiş mittir. Mit, kişisellikten çıkartılmış düştür." der burada da Guin.

Ey Kibir!
Şeytanın Avukatı filminde kendi hırslarının yarattığı gölgenin esiri olan bir karakter vardır baş rolde. Onun gölgesi de kendisidir. Gölgesi onun kibridir. 
Gölge karşısında güçlü olursanız ve korkularınızdan arınırsanız gölgeniz içinize kaçıp saklanır. Siz de gölgenize hakim olur, onu kontrol altında tutabilirsiniz. Onu güçlendirmemek için kendinizle yüzleşmeli ve kendinizi tanımalısınız. Bir şeyi yönetebilmek için önce onu iyi bilmeniz, iyi tanımanız gerek. 
Korkularınız sizi esir alırsa güçsüzleşirsiniz. Korkularınızdan arındığınız anda da özgürleşirsiniz.

Ölümle anlaşanlar
Ölümden korkmadığınız zaman daha çok yaşayabilirsiniz mesela. Zaman olarak çok/uzun olup olmaması değil buradaki mânâ, "yaşamak" anlamında çok yaşayabilirsiniz.
Daha uzun yaşama arzusuysa bizi için için öldürür. Ölümle anlaşanlar ölümsüzlüğe ulaşırlar.

Yıldızlar gece parlar
Mumun ışığını görebilmek için onu karanlık bir odaya götürmek gerektiği gibi, iç gücüne de zorlukları aşarak ulaşır insan. İçinde sessizce yanmakta olan iç ışığını karanlığın en koyu olduğu dönemde fark eder.

Yolculuk
Nasıl ki filmin ya da yazının başındaki karakter ile sonundaki karakter aynı değilse, hayatın başında ve sonunda biz de aynı değildir insan. Olmamalıdır da.
Yürünen onca yolun ne anlamı kalır yoksa...

Arketipler
Bilinçdışının bir bilinçaltı kısmı, bir de arketipler kısmı vardır. Her şeyin ötesindeki, her şeyin öncesindeki "ilk"tir. Bu yüzden saftır, temizdir. Jung psişeyi, bilinç ve bilinçdışı olarak iki kısımda ele alır. Bilinçdışını da kişisel bilinçdışı ve kollektif bilinçdışı olarak iki bölüme ayırır ve arketipleri kollektif bilinçdışının çekirdek yapıları olarak tanımlar. 
Kişisel bilinçdışı, bize rahatsızlık veren, huzursuzluk yarattığı için bastırdığımız, bilinçsizce algıladığımız, düşündüğümüz her türlü şeyin depolandığı yapı olarak tanımlanmıştır ve kaynağının kişisel deneyimlerimiz olduğu öne sürülmüştür. 
Kollektif bilinçdışı ise, kalıtsal olarak her insanın doğuştan getirdiği, içeriğini de ilk insandan bu yana yaşanan tipik psişik etkileşimlerin oluşturduğu (korku, tehlike, üstün güce karşı verilen mücadele, cinsellik, doğum, ölüm, sevgi, vb.) yapıdır. 
Bir arketip kendimizin yarattığı bir şey değildir. Biz var olan o arketipe ulaşmaya çalışırız. O, bilincimizin çok üstündedir.
Yung der ki: "İlk arketipler her şeyin en ideal formu ve her birimizin zihninde mevcut."

Büyü
Filmlerdeki gerçek büyücüler doğanın dengesini bozacak hiçbir büyü yapmazlar. Doğanın bozulan dengesini yeniden inşa etmek için büyüyü kullanırlar.
Her şeyin başka bir şeye dönüşmesi büyü işi değil midir esasen? Yemek pişirmek de bir büyüdür mesela. Ayrı ayrıyken başka başka olan malzemeler bir araya geldiklerinde bambaşka bir şekle bürünebiliyorlarsa, pekala büyüdür işte...

İki cambaz bir ipte oynamaz

Bir kişiye nedensizce gıcık kapıyorsak eğer, kendimizde içten içe sevmediğimiz yanlarımızı onda gördüğümüzden olabilir.  Bir çeşit kendi egomuzun yansıması diyebiliriz. 
Kendimizde olmasını isteyip de olmayanlara sahip olanları ise sebepsizce ve hayranlıkla severiz. Farklılıklar birbirini besler. Birbirini tamamlar. Böylece denge kurulur. 
Okumadığım bir kitabın çözümlemelerini Elif Öztürk'ten dinlediklerim ve kendi hayatımdan deneyimlediklerim ile aktardım sizlere.
Şimdi yapılacak olan, Yerdeniz serisini bu bilgiler ışığında okumak...

BEYAZ GÖLGELER
Hayatta sadece siyah gölgeler yok elbet. İyilik taşıyan beyaz gölgeler de var.
* Hatırlayın; ilk gençlik dönemlerimizde izlediğimiz Beyaz Gölge dizisinde, siyahların yaşadığı bölgedeki okulda basketbol koçluğu yapan beyaz adam "Coach Reeves" okula iyilik getirmeye çalışıyordu.
* Bu yazıyı yazdığım saatlerde Zülfü Livaneli'nin "Gölgeler" adlı kitabının tanıtımı yayınlanıyordu bir yandan da. Kitabın tanıtım metnine baktığımda, Fatih Sultan Mehmed, Mustafa Kemal Atatürk, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Nâzım Hikmet, Yahya Kemal, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Veli, Ülkü Tamer, Ece Ayhan, Cemal Süreya ve Attilâ İlhan'ın gölgelerinin karanlıkta konuştuğunu okudum.
* 80'li yılların çizgi film karakteri He-Man kılıcını gökyüzüne uzatarak "Gölgelerin Gücü Adına!" haykırışı ile adalet arıyor, gücü ile güçsüzleri kurtarıyordu.
* Karagöz ile Hacivat gölge oyunundaki karakterleri ile birbirlerini tamamlıyorlardı.
* Peter Pan'ın varlığına inanan ve onu rüyalarında gören üç kardeş, bir gece evlerine gelen Peter Pan'ın gölgesini yakalayan evin köpeği Nana, gölgesini almak için eve döneceğini düşünerek Peter Pan'ı bekleyen ve Peter gölgesini almak için geldiğinde gölgesini Peter'e dikmeye çalışan Wendy ve  Peter'in kendilerine verdiği peri tozu ile "Olmayan Ülke"ye uçan üç kardeş...
Her öykünün içinde hem mantıklı hem de masalsı bir yön var hep böyle. 
Her masalın içinde bir gerçek barınıyor, her gerçek bir gün masal oluyor...

2 Temmuz 2018 Pazartesi

Kaç çocuk yedin?

Nasıl doymaz bir canavarsın ki sen çocuklarımızı üçer beşer atıyorsun ağzına öyle. Ağzından kanları sızıyor, dişlerinin arası bebek etleriyle dolu. 
Kuzu postuyla yaklaşıyorsun hepsine önce. Postunu üzerinden atıp da canavara dönüştüğünde çığlık çığlığa kaçıyorlar hepsi senden. Bana mısın demiyorsun, hatta belki de senden korkmalarından delice bir haz alıyorsun.
Kalbinde zerre kadar merhamet taşımadığın için, sadece karnını doyurmaya bakıyorsun.
İçinde demirden bir öğütücü var sanki. Kıyım kıyım kıyıyor midene indirdiğin her biçareyi.
Ağzının kenarında birinin kanı kurumadan daha, bir diğerini yakalıyorsun hemen.
Yapma diyoruz, etme diyoruz, yalvar yakar oluyoruz, duymuyorsun.
Gözlerin kör, kulakların sağır, kalbin taş olmuş.
Sadece ama sadece açlığının sesine kulak veriyor, o sesin çağrısına uyuyorsun.

Kaç çocuk yedin yıllardır?
Yediğin her çocuğun ardından yazılar yazdık, ağıtlar yaktık.
Elle tutulur bir önlem alınmadığından, yazıldığı yerde kaldı yazılar, yakıldığı yerde kaldı ağıtlar.
Aslında sen kendini belli ediyordun gören gözlere.
Kedi yavrularını yalaklarda boğuyordun mesela. Köpekleri tekmeliyor, kuşların kafasını bir çekişte kopartıyor, kendinden küçük çocukları itip kakıyor, güzel kokan bir çiçeği hoyratça yoluyordun.
"Bizim çocuk biraz yaramaz" sözünde kalıyordu bu yaptıkların.
Kimse sorup sorgulamıyordu 'neden kimse böyle değil de sen neden böylesin' diye.
Korkutuyordun çevreni üzerine giydiğin şiddet entarisi ile.
Anan baban yaka silkiyordu artık senden.
Okulda öğretmenin, sınıf arkadaşların, mahalledeki yaşlı teyze, bakkal Ahmet, herkes illallah demişti bu acımasız hallerinden.

Bir de arkadaşın vardı senin. Dışarıdan bakınca sana benzemeyen ama özünde senin gibi biriydi o da.
Öyle içine kapanık, dışından değil de hep içinden konuşan, güzelliklere senin gibi kızan ama senin gibi orta yerde maraza çıkartmayan biriydi.
Kıyıda köşede döküyordu nefretini o hep. Hep izliyor, hep gözlüyor, hep sahip olamadıklarına kinleniyor, kinlendikçe hırslanıyor, hırslandıkça içi şiddetle dolup taşıyordu.
Taştığı zamanlarda gözüne bir av kestirip alıyordu ezikliğinin öcünü.

Büyüdükçe ikisinin de avları büyüdü. Hele işin içine nefis de girince verdikleri zararın şekli de değişti.
Çocukmuş, masummuş, günahmış, hiçbirini aklllarına getirmeyerek yapmaya başladılar yapacaklarını.
İşleri bittikten sonra yine aynı sinsilikle ortadan kaldırmaya çalıştılar suçlarını günahlarını. (Tabi, ya konuşursa!)
Yaptıkları ortaya çıkmadığı kadar hiçbir şey yapmamış saydılar kendilerini. Neye sebep olduklarını ya hiç bilmediler ya da bilmezden geldiler.
Sanki kurbanının başına çöktükleri zamanki o vahşi yaratık kendileri değillermiş gibi devam ettiler hayatlarına.
Kahvede arkadaşlarıyla selamlaştılar, camide namaza birlikte durdular, çarşı pazarda esnafla şakalaştılar, işlerine gidip işlerini yaptılar. En çok da kendilerini sinsice ve kurnazca kutsal kavramların ardına sakladılar. 

Verdikleri sinyaller zamanında fark edilseydi belki, belki yaptıkları kötü şeyler geçiştirilmeyip önemsense ve ciddi bir şekilde bu konuya eğilinseydi ve devlet tarafından da gereken yasalar çıkartılıp o yasalar layıkıyla uygulansaydı, her bir tanesi biricik olan bu kadar can yanmazdı belki.
Ayıp ve günah kavramları ile birlikte ahlâk, vicdan ve merhamet duyguları öğretilir, karşısındakini anlamasını sağlayacak çalışmalar yapılırdı o çocuklarla. 
Ve en önemlisi, şiddete eğilimi olan kişiler gözlem altına alınırdı.
Onların da hayatı kurtulurdu böylece, onların karanlığında yitip giden canların da...
****
Şu son birkaç gün içinde yine art arda isimlerle kavruldu yüreğimiz.
Yine diyorum, çünkü adım başı "kayıp çocuk" ilanı görüyorum.
Kayboluşlarının ardından acı haberlerini aldığımız Eylül ve Leyla'dan sonra, bu akşam üzeri Diyarbakır'da Silvan'ın Malabadi Mahallesi'nin kırsal alanlarında hayvanlarını otlatan 14 yaşındaki Yusuf Yılmaz isimli çocuğun kaybolduğunu okudum bir yerlerde.
Hatay'ın Hassa ilçesinde, ailesiyle birlikte yakınlarını ziyarete gelen konuşma engelli 6 yaşındaki Ufuk Tatar, kayboldu yazıyordu bir haber sitesinde de. (Ki bu vak'alar duyulanlar.)

Anlaşılan o ki kana doymayan canavar insafsızca yeni avlar peşinde dolanmaya devam ediyor.
Toplum olarak topluca İğneli Fıçı'da kan revan içinde çalkalanıp duruyor ancak fıçıdan bir türlü çıkamıyoruz.

Bu cinnet hâlinden çıkabilmek için kendimizce önlemler almak düşüyor bize.
Çocuklarımızı gözümüzün önünden ayırmamak, olabileceklerle ilgili onları anlayacakları şekilde bilgilendirmek, onları kendimizce korumaya çalışmak, onlarla konuşmak, şüpheli durumlara karşı uyanık olmak, başkasının çocuğunu da en az kendi çocuğumuzmuşcasına kollamak.
Bizden ötesi ise yetkin kişiler eliyle okullarda eğitim vermek.
Okuldan ötesi ise yine devlet olarak konuya muhakkak bir ciddiyetle eğilmek.

“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın.” der Albert Camus.
“Medeniyetsiz yaşamak ecelsiz ölmek gibi bir şey” der Namık Kemal.
Hepsi aynı kapıya çıkar.

Hayvana edilen zulümleri önemsemeyip gereken yasayı çıkartmadıkça ve suçluları cezalandırmadıkça, ağzı var dili yok biçarelerin de bir can olduğunu anlatamadıkça bu katliamlar katlanarak böyle sürer gider.
Olan olduktan sonra olmuşu beddualar eşliğinde Allah'a havale etmek çare değil.
Güvenlikli sitelerde bin kilit altında yaşamak çözüm değil.
Kendi çocuğunu pamuklar içinde büyütmek adil değil.
Kendi çocuğundan başkasını görmezden gelmek ahlâklı değil.

Kısacası;
Acı diyorum efendim,
O da evrensel olmalı; 
Bir çocuğun eline diken batsa;
İnsanoğlu yanmalı… / Farid Farjad
Leyla sanki onu koruyamayacağımızı bilmiş gibi nasıl kızgın bakmış kameraya zamanında bak. 
Bu bakışları hiç unutma, olur mu Türkiyem...