29 Eylül 2013 Pazar

Ha Romalı, Ha Aromalı…

Ah Sezar ah, sen koskoca Roma İmparatorluğu’na imparator ol, zaferden zafere koş, Kleopatra gibi bir sevgilin olsun, dünyaya hükmet, sonra da gel 2 bin küsur yıl sonra tiyatro sahnesinde bizleri gülmekten öldür…
Hani oyun esnasında bir canlanıp geliversen belki hakikaten öldürürdün hepimizi ya neyse.
Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz uleynnnn! deyip deyip keserdin kıtır kıtır.
Ya da bu kadınların muhteşem oyunlarına tav olup seyirciler arasına karışır, sen de basardın kahkahayı.

İnsan ömrüne göre uzun, dünya ömrüne göreyse kısa bir zaman önce yaşamışsın.
Yaşadığın döneme imzanı atmışsın, her göze batan insan gibi en yakınındaki tarafından cezalandırılmışsın.
N'apalım artık, olan olmuş…
Biz gelelim “Ha Romalı, Ha Aromalı” diyerek Sezar’ı şimdiki zamanla içiçe geçiren Aromalı Sezaryan oyununa.
Erdinç Aydın’ın yazdığı, Erdal Gülver’in yönettiği ve Nilüfer Kent Konseyi Kadın Meclisi Tiyatro Grubu tarafından hazırlanan oyun 27 Eylül Cuma günü Uğur Mumcu Sahnesinde ikinci kez buluştu izleyiciyle.
Oyunun yönetmeni Erdal Gülver’in açılış konuşması ve aynı gün yitirdiğimiz Tuncel Kurtiz için yapılan saygı duruşunun ardından oyun başladı.
Bütün oyuncularının kadın olduğu grupta erkek rolleri de kadınlar tarafından başarıyla canlandırıldı.
Oyunculardan pek çoğunun Nilüfer Kadın Korosu’nda yer alması, müzikal-komedi olan oyunda gür seslerini kullanmaları bakımından sahne performanslarında epey etkiliydi.
Oyunda Sezaryan ve Sezaryaniçe’nin klasik evlilik hallerini, Kleopatra ile Sezar’ın klasik yasak aşk hallerini, Sezar ve Brütüs’ün klasik devlet adamı hallerini, Aroma ve Salyalılar’ın klasik düşman-savaş hallerini ve en çok da iktidarın klasik ‘halkından bihaber’ hallerini izledik.
Kâh kendimizi gördük oyunda, kâh memleketimizi.
Ara ara sahneye girip aklıselim laflar eden Ebe Korkutus’u gördükçe de her dönemde böyle karakterlere ihtiyaç olduğunu düşündük.
Hele de bugünlerde…
Oyunda rol alan kadınların pek çoğu ilk kez tiyatro yapıyorlardı.
Buna rağmen sahne üzerinde rahatlıkları hayat ipini göğüslemiş kadınlar olmalarının öz güveni ileydi belki de.
Aralarında en dikkat çeken kişi başrol oyuncusuydu.
Oda Tiyatrosu Sanatçısı ve Bursa’nın Kadın Yüzleri’nden Binay Çelenk Yücel’in Sezaryan performansına hayran kaldık.
Sezar’ı canlandırırken kadın olduğuna dair en ufak bir açık vermiyordu. Vücut dilinden mimiklerine, ses renginden ünlemelerine kadar her şeyi ile o bir imparatordu.
Üstelik kadınları ve dalkavukları arasına sıkışmış bir imparator.
Oyun başladığından beri kendisine aşık Apollon’u peşinden koşturan Defne’nin fazla naz aşık usandırır misali defne ağacına dönüşerek dallarına çaput bağlanması, Apollon’un da oyun başladığından beri kendi peşinden koşan Sezaryan’ın kız kardeşiyle kaçması, o kadar fazla kaçmanın pek de iyi bir şey olmadığına işaret etti.
Kaçan kovalanır tamam da, sonsuza kadar da değil, Apollon da olsak, Apo da olsak sabrımızın da bir sonu var dendi.
Oyundaki tekerlemeler hepimizi hem güldürdü, hem düşündürdü.
Oyun arasında kulise girdiğimde repliklerini unutanlar kendilerine kızgındı. Lâkin boşunaydı kızgınlıkları.
Ufak tefek o teklemeler biz izleyiciler tarafından zerre kadar dert edilmiyordu.
Hatta hoşumuza bile gidiyordu.
Her şey doğal akışındaydı ve gayet de başarılıydı.
Oyunun yönetmeni Erdal Gülver oyuncularından ziyadesiyle memnundu. Bunu daha önceki sohbetlerimizde de dile getiriyordu, bu gece de farklı bir şey söylemedi.
Bazıları benim de yakinen tanıdıklarımdı. Ama sahnede hepsi bambaşkaydı.
Oyunun bitiminde oyuncularıyla birlikte seyirciyi selamlayan Erdal Gülver’e Nilüfer Belediye Başkan yardımcısı tarafından çiçek takdim edildi.
Bunca anlattığıma bakıp da oyunu kaçırdık diye üzülmeyin sakın.
Onlar bu oyunlarını belli aralıklarla farklı sahnelerde oynayacaklar.
Yakaladığınız anda kendilerini izleyin.
Hem siz keyifli vakit geçireceksiniz.
Hem de fırsat tanındığı anda kaşık düşmanı denilen kadınların neler başarabildiklerine şahitlik edeceksiniz…

Çağdaş çocukların çağdaş yuvası

Bir anaokuluna gittiğinizde siz ne hissedersiniz bilmem ama geçenlerde basın davetlisi olarak ziyaretlerine gittiğimiz, Çağdaş Eğitim Kooperatifi bünyesindeki Özel 3 Mart Beşevler Anaokulu'nda ben kendimi Pamuk Prenses gibi hissettim desem yalan olmaz.
Her şey o kadar küçük ve o kadar göz hizasının altındaydı ki, 7 Cüceler nereye saklandı acaba dedim.
Kendi çocuklarımın okuluna gittiğimde, o zamanlar o boyutlarda yaşamaya alışık olduğumdan olsa gerek, bunun yeterince farkına varmamıştım.
Gün gelip de herkes büyüyünce ve evde küçük bir insana göre ayarlanmış her şey kendiliğinden ortadan kalkınca yaşanmış her şey de unutuluyor demek...

Ziyaret izlenimlerime gelirsek;
Okulun bir mesire yerini andıran bahçesindeki kahvaltı esnasında ÇEK Yönetim Kurulu Başkanı Ali Arabacı Çağdaş Eğitim Kooperatifi hakkında, ardından da okul müdiresi Tülay Şener okul hakkında kısa ve öz bilgiler verdi.
Sonra da Tülay Şener hem okulu gezdirdi, hem de ince ince anlattı okulunu.
2010 yılından beri okulun müdireliğini yapan Şener, 'Montessori Yöntemi'ne inanmış ve bu konuda eğitim almış, geçmişi pedagoji ile yoğrulmuş bir eğitimci, bir akademisyen, bir sporcu ve bir anne.

"Montessori Yöntemi de ne?" diye soracak olursanız;
Çocuk sağlığı ve psikiyatri dallarında eğitim alan, doktora çalışmasını psikiyatri üzerine yapan, ilk açtığı okul Casa die Bambini ile dünyayı değiştirmediyse de küçük çocukların eğitim anlayışını değiştiren, "Bildiğim ne varsa çocuklardan öğrendim" diyen, bugün modern eğitimde doğru bildiğimiz ve kullandığımız ne varsa o dönemde onun tarafından ortaya konulan, İtalya'nın ilk kadın doktoru, 1870 doğumlu Maria Montessori tarafından geliştirilmiş bir yöntem.

Maria Montessori'nin birkaç öğretisine göz atarsak:
* Ailelerin ve toplumun çocuk üzerinde gösterdiği baskıyı eleştirir ve çocukların aslında küçük boylu birer fert olduğunu söyler. Çocuklara saygı duyulmalı, seçimlerinden dolayı eleştirilmemelidir.
* Çocuklar geleceğin birer büyük insanıdır. Çocuklara kötü davranılmamalı, sevgi ile yaklaşılmalı, saygı duyulmalı ve yardım edilmelidir.
* Çocuklar bakıma muhtaç, bağırılacak, emredilecek birer bitki değildir.
* "...çocuk insanlık tarihinde hakkında boş bir sayfa olan bir figürdür...."
* Çocuklara bebeklikten itibaren saygı göstermek gerekir. Bebekler büyük insan olmayı öğrenen küçük insanlardır. Onları ilgilendiren her şey hakkında onlarla konuşulmalıdır.
* Çocuğa ceza asla uygulanmaz. Doğru yol gösterilir.
* Çocuğun yapabileceği bir şeyi sırf çocuk yavaş ya da eksik yapacağı için onun yerine yapmak çocuğun gelişimini olumsuz yönde etkiler.
* Montessori'ye göre her şeyden önce nasıl iyi insan olunacağı, nasıl iyi arkadaş olunacağı, bir problemin nasıl çözüleceği öğrenilmelidir. Akademik çalışmalar bundan sonra gelir.
* Yetişkinler çabalarıyla bir insan yaratamazlar. Bu, çocuğun kendi işidir.
* Eğitim bir takvime, bir tabloya ya da programa göre değil, hayata göre şekillenmelidir.
* Çocuk özgüvenin yanında öz disiplini de kendi öğrenmelidir. Çocuğa yol gösterilir ancak yanlışlar kendi kendine öğrenilmelidir. Montessori'de "hayır", bariyerler, kısıtlamalar ve engeller yoktur.
* Hazırlanmış çevre esastır. Çocuğun deneylerini yaparken zarar görmemesi gerekir.
* Çocuğun gelişimi için duyarlı dönemleri vardır. Bu dönemler incelenmeli ve bu dönemlerde gerekli eğitim verilmelidir.

Bu öğretiler kapsamında hazırlanan metaryaller ile işlenen çocuklar, bütün bu öğretiler doğrultusunda geleceğe hazırlanıyor.
Kollarına, ellerine ve dolayısıyla parmaklarına sihir kazandırılıyor.
Okula başladıklarında kalem tutmak ve yazmak için o sihirli parmaklara çok ihtiyaçları olacak.

Montessori Odası'nda Tülay Şener tarafından bize gösterilen her objenin amacını öğreniyoruz.
Yerdeki halıdan, halının ortasındaki mumlara, raflardaki ağırlık birimlerinden, kum saatlerine kadar hepsinin farklı işlevi var.
Montessori Odası'ndan ayrılıp okulun diğer sınıflarını dolaşıyoruz. Koridorlardan geçerken revir takılıyor gözüme. Revirdeki yatak bile çocuklar için özenle seçilmiş diyorum.
İçinde piyano dahil pek çok müzik aletinin bulunduğu müzik odasında notalar uçuşuyor.

Teknoloji odasında minik bilim adamları çalışıyor.
Koridorlar çocukların yaptığı Van Gogh tablolarıyla bezeli.
Yine koridorlarda yer minderlerinden oluşmuş oturma grupları var.
Yer yer sarkan cibinlikleri görünce çocukların çadır içlerini, masa altlarını ve gizli saklı yerleri ne kadar sevdiklerini hatırlıyorum.
Sınıflarda ders yapan öğretmenlerden izin alarak sınıflara girdiğimizde öğretmenlerin genç ve okulun dinamizmini içselleştirmiş kişiler olduğunu görüyoruz.
İçinde çekme katı bulunan, sınıfın köşesinde sınıftan bağımsız 4 kişilik bir bölümü olan ve eğer o kısımda 4 kişi varsa 5.'nin girebilmesinin içeridekilerden birinin kendi rızası ile dışarıya çıkması sayesinde mümkün olduğu Güneş Odası'na ve bu sistemin mantığına hayran kalıyoruz...

Okulda dikkat çekici bir ayrıntı da; okul bir anaokulu olmasına rağmen gürültü derecesinde bir çocuk sesi yok. Ortam sükûnet kokuyor.
Okul bir buçuk katlı, üst kat çatı katı kıvamında ve o katın sahanlığındaki Kahkaha Köşesi'nin düz aynaları çocuğun kendisini görsel olarak tanıması bakımından önemli, iç bükey ve dış bükey olanlarsa bir o kadar eğlenceli.
Sınıflardan biri marangoz atölyesi.
Biri hayal odası.
Nostalji köşesiyse en çok kızların köşesi kanımca. Eski gardırop, tahta bavul, ayna, maşinga...
Annenizin kıyafetlerini giy-çıkar yaptığınızı hatırlayın. Ne kadar da zevkliydi o büyülü sandığın içine dalmak. Çantalar, ayakkabılar, şapkalar...
Okuma odasındaki kütüphaneleri epey zengin.
Okul, Açık Kapı Eğitim Derneği AKED üyesi ve zaman zaman okul velilerine anne-baba semineri düzenliyor ve etkili anne-baba olmanın yollarını öğretiyor.
Okulda ekliktik eğitim veriliyor.
Her çocuk ilgi alanına yönelik eğitiliyor.
Mutfakları tam onların boyunda ve her anlamda çalışan bir mutfak. Çocuklar burada reçel de yapıyorlar turşu da...

Çocukların beslenmeleri Acıbadem Beslenme ve Diyet Uzmanlarının desteğiyle hazırlanan menüyle belirleniyor.

Okulun avlusunda emme basma tulumba ve küçük tünel dikkat çekici.
Ki emme basma tulumbanın önemine özellikle değiniyor Tülay Şener. Görev yaptığı her okula yaptırdığını belirtiyor.
Bahçede bir köşede tavşanlar, diğer köşede minik bir havuz var.
Okulun arkasındaki bahçeyse görmeye değer. Çam ağaçları arasında, içinde tahta evi, tahta köprüsü, tavukları, köpek evi, salıncakları oyuncakları...
Konum itibariyle Beşevler'in en yüksek tepesinde ve trafiğin neredeyse hiç olmadığı, yan tarafında Baro Ormanı'nın bulunduğu adeta bir vaha...

Çocuk olmak varmış diyor insan bu ortamı görünce. Sadece fiziki şartlar değil bunu insana dedirten, o fiziki şartların içinin doluluğu.
Lakin okulun 145 kişilik kontenjanı olmasına rağmen okulda şu an 110 çocuk mevcut.
Okul, yatırımını iki apartman dairesine değil de çocuğuna yapmak isteyenler için ideal.
Parasına kıyamayanlar için değil...
İmkânları olmayanlar için ise diyecek sözümüz yok, sadece temennilerimiz var.
O da artık iyice hantallaşmış ve nasıl olacağına bunca yıldır karar verilememiş olan eğitim sistemimizin değişmesi ve her çocuğun faydalanabileceği şekilde en çağdaş donanımların, en ücra okullara kadar ulaşması.
Fakat unutmamalı ki bir çocuk ilk yıllarda nasıl yoğrulursa, temeli ne kadar sağlam olursa ileriki yıllarda üzerine koyması o kadar kolay.
Gelişim ilk 6-7 senede tamamlanıyor ve bu yüzden de çok önemli.
"Bir çocuk 7'sinde neyse 70'inde de o" lafı da buradan kaynaklı...

Okul girişinde kapı önünde, yerde bir not ilişmişti gözüme.
Okula Sanatla Merhaba etkinliği kapsamında uçan balona bağlanarak havaya salınan bu notta "Bu balonu bulduysan şanslısın, haydi bu balonla birlikte okula gel. Çünkü seni güzel bir sürpriz bekliyor" yazıyordu.
Tülay Hanım'a bu nottan bahsedince, bu notu bularak kendilerini arayan bir-iki kişi olduğunu söyledi.
Arayanlar sürprizin ne olduğunu sormuşlar hemen.
Bu da bir bakış açısı tabii...

Veda edip ayrılırken ÇEK Kurumsal İletişim Sorumlusu Ünsal Zeren ve Okul Müdiresi Tülay Şener ile bu ziyareti bir fotoğraf karesinde ölümsüzleştiriyoruz.
Yolda giderken "Büyüklerin kıymetli olduğu dönemlerde çocuktum, çocukların kıymetli olduğu dönemde de büyük...." diyerek hayıflanıyorum.

Ve;
Her ne kadar herkese ulaşmasa da, fırsat ve imkân yaratıp çocuklarını çağdaş eğitimle buluşturan ana-babaları içtenlikle kutluyorum...

* Bu yazı ÇEK'in Çağdaş Bakış dergisinin 9. sayısında (Aralık 2013) yayınlanmıştır.
https://www.cagdas.org.tr/dosyalar/dergiler/9-sayi-9-56743404f11dd.pdf

ÇEK Gönüllüsü olarak yazdığım yazılar:

Baharın müjdecisi Kır Çiçekleri / 12 Şubat 2013
Geleceğe imza atan adam... / 14 Temmuz 2013 
Zafer Akıncı bu kez ÇEK'in konuğuydu / 20 Ağustos 2013
Çağdaş çocukların çağdaş yuvası / 29 Eylül 2013
Sabahattin Ali'nin yalnızlığı ilk değil / 13 Aralık 2013
ÇEK, Feyzioğlu, eğitim, ülke, gelecek ve dahası / 8 Şubat 2014

Çiçek gibi kızlara 5 yıldızlı yurt / 29 Ekim 2014
91. Yılında Öğretim Birliği Yasası ve ÇEK ödülleri / 5 Mart 2015
İmece’nin adı ÇEK olmuş / 28 Temmuz 2015
İlmek ilmek dokuyup, zincir zincir büyüteceğiz / 1 Aralık 2015
'ÇEK'e destek yurtseverlik görevidir / 15 Aralık 2015
Atatürk Bizim Bütünümüzdür / 4 Mart 2018
Orada Duruverdi Zaman / 6 Mart 2019
'Çağdaş Eğitim'e Gönül Verenler / 7 Mart 2020
ÇEK Çıldırmış Olmalı! / 11 Ekim 2020
ÇEK Durmuyor, Koşuyor! / 5 Mart 2022

28 Eylül 2013 Cumartesi

Star Wars 'OUT', Siber Wars 'IN'

Bilişim Sektörü İşadamları Derneği BİSİAD'ın Bursa Ticaret ve Sanayi Odası BTSO'nun desteği ile düzenlediği Uluslararası Yazılım Kongre ve Sergisi ‘Siber Suçlar ve Güvenlik Oturumu'nda hackerler ve yazılım korsanlığı konuları konuşuldu.
Katılımcılar; Bursa Emniyet Müdürlüğü Bilişim Suçları Şube Müdürü Tarık Ziyade, Adli Bilişim Derneği Başkan Yardımcısı Halil Öztürkci, BSA Program Koordinatörü Nilüfer Sapancılar ve Baliç Bilişim Genel Müdürü İbrahim Baliç ile Kaspersky Lab Türkiye Kurumsal Satış Müdürü Ercüment Ekim idi.
Oturumda yazılım sektörü temsilcilerine hackerlik, yazılım korsanlığı ve siber suçlar hakkında bilgiler verildi.

Oturum başkanlığını BİSİAD Bilişim Suçları Komitesi Başkanı Münir Özgen'in yaptığı oturumda sunumu yapan ve katılımcıları yazılım korsanlığı hakkında bilgilendiren BSA Program Koordinatörü Nilüfer Sapancılar "Yazılım korsanlığı telif haklarıyla korunan yazılımların izinsiz bir şekilde kopyalanması, dağıtılması ve kullanılmasıdır" dedi.

Yazılım korsanlığının da büyüme kaydettiğine değinen Sapancılar 2013 yılının birinci yarısında korsan yazılım kullanımı şirketlere 400.000 dolar kaybettirdi. Ayrıca Türkiye'de korsan yazılım kullanımının sadece bir şirkete maliyetinin ise 61.000 dolar olduğunu görüyoruz" dedi.
Global ölçekte Türkiye'nin, ülke çapında da Bursa'nın yazılım korsanlığında üst sıralarda yer almasını -istemediğimiz halde- gelişmekte olan ülkelerle aynı sınıfta konumlandırılmamıza bağladı.
Ve korsanlıkta az gelişmiş ülkelerle rekabet ediyor olmamıza dikkat çekti.
Korsan yazılım kullanımında 1 ila 5 yıl arasında cezalar olduğunu ve bilgisayarlara el konulabildiğini söyledi.

Kendisini White Hat Hacker olarak tanımlayan Baliç Bilişim Genel Müdürü İbrahim Baliç, siber suçların hızla arttığı günümüzde ortaya çıkan güvenlik açığına dikkat çekti.
Hackerların kendi içleride gösterdikleri farklılıkları sıraladı.
Whitehat - iyiniyetli korumacı hackerlar,
Blackhat - kötü niyetli ve ele geçirici hackerlar,
Grayhat - kararsız hackerlar,
Redhack - Haktivist - sosyal konulara dikkat çeken hackerlar ve gerçek hackerların 'çaylak' olarak nitelendirdikleri Script Kiddies - ergen hackerlar...
Bu kadar çok hacker grubu olduğuna göre dünya bir HACK SAVAŞI'na gidecek gibi görünüyor.
Baliç'in tanımlamasına göre HACKER: "Karşısındaki sistemi farklı bir amaç için kendi ihtiyaçları doğrultusunda değiştirerek hizmet ettirebilen kişidir"
Ve hackerlar bunu Ego, Para ya da İdeoloji için yaparlar.
Bizim gördüğümüz bilişim dünyası aysbergin su yüzünde kalan kısmıdır, hackerlar ise bilişim deryasının uzmanlarıdır, tersine mühendislerdir ve her zaman var olacaklardır.

Adli Bilişim Derneği Başkan Yardımcısı Halil Öztürkci ise, siber suçlara ilgili yaşanmış olaylardan örnekler verdi. Siber ortamda hiçbir kaydın yok olmadığını, herşeyin dijital delil olduğunu, açık bilgisayarda her kayda ulaşabileceklerini belirtti.
"Adli Bilişim: Bir bilgisayarda veya bilişim sisteminde bulunan bilgilerin mahkemede suçsızluğun ya da suçsuzluğun ispatında kullanılmak üzere incelenmesidir" dedi.
Bilgisayarın suçu doğrudan işleyebileceğine ya da dolaylı olarak suça karışabileceğine ya da suçun içinde tesadüfen yer alabileceğine dikkat çekti.
Bu konuda verdiği teknik bilgilerin yanında gösterdiği örnekler de epey ilgi çekiciydi...

Bilgisayarlar yoluyla işlenen suçların gittikçe artması ve toplum hayatını olumsuz etkilemesi nedeniyle, bu suçlarla mücadele edebilmek için oluşturulan Bursa Emniyet Müdürlüğü Bilişim Suçları'nın Şube Müdürü Tarık Ziyade ise siber suçlara karşı ilgili aldıkları önlemleri anlattı. Bilgisayardan imaj almanın 4 gün süreceğine, cep telefonunun henüz suç delili sayılmadığına, bilgisayar kütüğü olmamasına, korsan yazılımların -uyuşturucu misali- sadece kullanıcıysan değil de, satıcısıysan ağır suç teşkil edeceğini anlattı.
Ekonomi ve ticaret varsa suç da aynı oranda yaygın oluyor elbet. Çünkü para orada var.
ATM'ler ciddi tehlike diyor ve korsanların ATM'lere yerleştirdikleri 1 gb'lık bir hafıza ile herkesi hackleyebildiklerini söylüyor.

Kaspersky Lab Türkiye Kurumsal Satış Müdürü Ercüment Ekim anti virüs sistemlerinin özelliklerini anlattığı oturumda, dünyada 2013 yılı itibariyle günde 200 bin çeşit zararlı yazılım çıktığına ve bu zararlı yazılımlara karşı her gün kendilerini geliştirmek zorunda olduklarına dikkat çekti.

Katılımcılara sertifika vermesiyle oturum sona erdi.
İbrahim Baliç'in sertifikasını BİSİAD ve Kongre Yürütme Kurulu Başkanı Osman Akın bizzat kendisi verdi ve bir White Hacker olan Baliç ile tanışmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirdi.

Konuşmalardan anladığımız kadarıyla hackerlar, hukuk ve polisten 1 adım önde.
Emniyette yazılımcı-bilişimci eksikliği var.
Sibersavaşta menzil sorunu yok.
Bilişimciler kendi dillerini geliştirmişler.
Network Language diyebileceğimiz bu dili kendi aralarında kullanırken epey rahatlar, lakin bu konuyla pek alakası olmayan kişilere kendilerini anlatmak gerektiğinde çok zorlanıyorlar.
Dünya 'Hack Savaşları'na gidiyor.
Sahte yazılım kullanıcısı isen sorun pek büyük değil, satıcısı isen sorun büyük.
Siber suçlarda İstanbul %50 ile birinciliği kaptırmıyor, Bursa ise 2. sırada.
Ve önce;
İnternetin kendisini 'formatlaması' gerekiyor...

27 Eylül 2013 Cuma

Ayşe Kulin’e dokunmak…


Ayşe Kulin kitapları ile “Adı Aylin”sayesinde tanışmış, sonra da müptelası olmuşken ve yazdığı her kitapta bambaşka denizlere yelken açmışken, son eserlerinden olan “Hayat” ve “Hüzün”ü okuyunca Ayşe Kulin’in kendisini tanıdım…
Hayatını, köklerini, çocukluğunu, gençliğini, yenilgilerini, zaferlerini…
Hepsini yazmıştı içini dökercesine.
O iki kitabı okuduktan sonra diğer kitaplarına dönüp tekrar tekrar okumak istedim hepsini.
Ayşe Kulin’in kim olduğunu bile bile.
Sindire sindire…
****
Nilüfer Belediyesi’nin kadınları hayata yakınlaştırma çalışmalarından olan “Nilüfer’de Kadın Hayata Yakın” projesinin konuğu idi Ayşe Kulin.
Bu müthiş proje kapsamında Fethiye Kültür Merkezi’ni yaklaşık 1000 kadın doldurmuştu.
Kadınlar otobüslere doluşup gelmişlerdi.
Büyükbalıklı’dan, İrfaniye’den, Görükle’den, Göçmen Konutları’ndan, Kayapa’dan, Hasanağa’dan, Akçalar’dan, Gölyazı’dan, Dağyenice’den, Özlüce’den, Misi ve Çalı’dan.
Geldiler, yerlerine oturdular, Ayşe Kulin’in konuşmasını pür dikkat dinlediler. Okudukları Veda kitabı üzerine sorular sordular.
Cesur ve rahattılar.
Kendilerine verilen desteklerle seslerini duyurmaktan korkmuyor, sosyal hayata katılmaktan çekinmiyorlardı.
Ayşe Kulin de, tüm alıcılarını açmış ve meraklı gözlerle kendisini dinleyen yüzlerce kadına konuşmaktan hoşnuttu.
Önce kendi edebiyat hayatını anlattı. Yazar yanını çok erken keşfettiğini fakat yaşadığı zaman diliminin tabularından dolayı olmak istediği vakitte yazar olamadığını anlattı. Çağın değişmesi ve tabuların yıkılmasıyla rahatladığını ekledi.
“Hayat” ve “Hüzün” kitaplarını okurken yaşadığı zorlukları görünce, belki de önüne çıkartılan tüm engeller onun Ayşe Kulin olması içindi diye düşünmüştüm.
Bize erken ya da geç gelen her ‘zaman’, doğanın doğru zamanıydı belki de…
Okuma ve öğrenme üzerine bir anısıyla devam etti sözlerine.
Bundan yıllar önce İstanbul’da tek tük dolanan, şimdiyse her şehirde bolca bulunan çöp toplayıcılara ne kadar kızdığını anlattı Kulin. O insanların çöpleri eşelerken etrafı darmadağın edişlerini, yollardaki trafiği engelleyişlerini ve onlara her rastladığında arabasının içinden ettiği sözleri. (‘Yaya iken korkardım, ses etmezdim’ diye de ekliyor)
Bir gün bir televizyon programı için davet aldığında konukların kim olduğunu merak edişini ve konuklardan çok da ünlü olmayan bir kadının kitabını kitapçılarda arayışını, buluşu ve okuyuşunu.
İncecik bir kitapta bahsedilen konunun ‘Varoşlarda hayat’ oluşunu ve o kitapla birlikte çöp toplayanlara bakışının değiştiğini. Okuduğu birkaç satırla birlikte gözündeki bir perdenin sıyrılıp kalkışını.
“Şimdi de kızıyorum ama artık çöpten çıkardıklarını satarak evin geçimini sağlayanlara değil, insanları çöplerin arasına iten çaresizliğe ve bu çaresizliği yaratanlara.” diyor
Anlattığı bu minik anısıyla kayda değer bulmayacağınız herhangi bir kitaptan dahi öğrenilecek birşey olduğunu söylüyor kendisini ilgiyle dinleyen kadınlara.
O sebeple okumanın insanın beynini ve dolayısıyla hayatının seyrini nasıl etkileyebileceğine dikkat çekiyor.
Rahmetli İsmet İnönü’yü hatırlıyorum o anda. Bizim büyüme çağımızda iyice yaşlanmış olan İnönü’yü kısıtlı saatlerde yayın yapan televizyondaki haberlerde görmüştüm. “Ben bu yaştayım hala öğreniyorum” diyordu.
Büyümüş, hele hele de yaşlanmış bir insanın her şeyi bildiğini var sayardım oysa.
Öğrenilecek ne kalmıştı ki…?
Büyüdükçe anladım ki öğrenmenin sonu yok. Öğrenilecek bunca şey olduğunu gördükçe de de bilgisizliğimi fark ettim. Öğrendikçe doldum, doldukça boşlukları gördüm.
Tam bir kısır döngü…
Geçmişi merak edenlere tarih kitaplarını değil de romanları öneriyor Ayşe Kulin. “Siz resmî tarihe bakmayın, her gelen iktidar kendi görüşü doğrultusunda bir tarih yazıyor, gerçek tarihse romanların içlerinde saklı” diyor.
Yaşanmışlıkların öykülerle dile gelişiyle birlikte soğuk tarih dersi gibi bir tarih değil, capcanlı bir tarih hiç farkında olmadan gözlerinin önünde canlanıyor insanın. Romanın geçtiği mekânlarda dolaşıyor, romanın karakterleriyle ahbap oluyor. Ve o ahbaplar okuyucusuna o kadar sadık oluyorlar ki, okuyucu kitabı kapattığı anda oradaki hayat da donuyor, okuyucu kitabı eline aldığı anda kaldığı yerden devam ediyor…
Afgan yazar Khaled Hosseini’nin Bin Muhteşem Güneş ve Uçurtma Avcısı kitaplarını okuyana dek Afganistan ve Afganlılar hakkındaki düşüncelerini, kitabın ardından ise değişen düşüncelerini anlatıyor.
Resmi kayıtlarla gerçekler her zaman örtüşmeyebiliyor.
Resmî tarih insanı ön yargılarla donatıyor.
Kadınlardan biri, kitaplarının dizi olması hakkında ne düşündüğünü soruyorlar yazara.
Dizi mantığından dolayı kitabın özünü kaybettiğini, yazmadıklarının ve yaşanmayanların dahi senaryoya eklenerek uzattıkça uzatıldığını, o yüzden de bundan böyle dizilere sıcak bakmadığını söylüyor.
Okuyucu olarak bile okuduğumuz kitabın filmini izlediğimizde hayal kırıklığına uğrarız çok kere, değil ki yazarı olarak…
Yazarken yaptığı araştırmanın önemine değindi bir ara.
Benim okurken dahi acısına dayanamadığım Sevdalinka’nın yazılma aşamalarını anlattı. Onca araştırma ve çalışma yaparak yazdığı her satırı, Bosna’ya gidip de oradaki gerçeği gördükten sonra çöpe attığını ve kitabı yeni baştan yazdığını söylüyor.
Hiçbir kitabını yazarken bu kadar ağlamadığını ekliyor.
Kitabı okurken sayfayı dahi göremeyecek derecede gözyaşlarına boğulduğumu hatırlıyorum.
Avrupa’nın göbeğinde, dünyanın görmezden geldiği, dört yıl süren, bir vahşet ve büyük bir soykırım…
Eşcinsel bir çiftin ilişkisini anlattığı Gizli Anların Yolcusu kitabına geliyor söz.
Romanın kahramanı Bora’yı soruyor kadınlar.
İnsanların yaradılıştan kaynaklanan farklılıklarının onların birarada yaşamasını engellememesi gerektiğini söylüyor Kulin.
Acıkmaları, susamaları gibi aşkları ve özlemleri de aynı diyor.
Fakat daha sonra eşcinseller tarafından homofobik ilan edildiğini söylüyor.
2008’de yayınlanan “Veda” romanın yazım aşamaların ve romandaki karakterleri soruluyor.
Her kadının elinde o kitap var ve sordukları sorulara bakacak olursak hepsi de romana gayet hakimler.
Ailesinden kalan Osmanlıca – Eski Türkçe yazılmış mektupları buluş hikayesini ve bunları -arkadaşı olan- tarihçi Murat Bardakçı’nın yardımıyla çözdüğünü anlatıyor.
Romanda Maliye Nazırı büyük dedesiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerini ve İstanbul’un işgal yıllarını anlattığını söylüyor.
Savaştan ve zor yıllardan herkes gibi kendilerinin de etkilediğini, bunun savaş esnasında normal bir seyir olduğunu anlatıyor.
600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemini ve imparatorluğun tarihteki tek kansız ihtilal ile ortadan kaldırılışını, sürülen hanedan mensuplarının sürgünlerde yaşadıkları zorlukları ama yine de vakarla hayatta kalışlarını anlatıyor.
“Zamanın ruhu diye bir şey vardır. Zamanın ruhuna karşı hiçbir imparatorluk dayanamaz” diyor.
Yoktan var edilen yeni ülkede bugünleri refah içinde yaşayabilmemize işaret ediyor.
Eğer ki o destan yazılmasaydı Türkiye diye bir devletin belki Anadolu’nun içinde bir yerlerde sıkışmış bir halde yaşamaya devam edeceğini söylüyor.
Hatta belki bu zamana kadar belki o bile yitip giderdi diyor.
Oysa Osmanlı’nın yıkıntılarının altından yeni bir devlet doğmuş, eski zamanda kalsa ‘kul’dan öte gidemeyecek kişiler her alanda var olmuştu…
Söyleşi esnasında yazarlara sorun çözme görevinin yüklendiğine değiniyor Ayşe Kulin.
‘Oysa yazar sadece işaret eder, sorun çözmez’ diyor.
Farkındalık yaratır, kişiyi kendisiyle yüzleştirir, düşünmediklerini düşündürtür, görmediklerini gösterir.
Uzun söyleşinin ardından Ayşe Kulin’i 1000’e yakın kadınla ve bir o kadar imzalanacak kitapla başbaşa bırakıp, akşamüzeri İhsaniye Ezgi Kitabevi’nde gerçekleşecek olan imza buluşmasına dek toplantıdan ayrılıyorum.
Vakit gelip de kitabevine gittiğimde Kulin’i ayrılmak üzere iken yakalıyorum. Epey yorgun olmasına rağmen yine de bir kaç kelime ediyoruz, bir kaç kare fotoğraf alıyoruz ve yeni kitabı Dönüş’ü imzalıyor beni kırmayarak.
Hayran olduğum ve pek çok konuda özdeşleştiğim yazarı dinlemiş ve O’na dokunmuş olmaktan keyifli dönüyorum evime, geçiyorum klavyemin başına.
İşte böyle, anlatıyorum, anlatıyorum, anlatıyorum….

22 Eylül 2013 Pazar

Ben sende genç kaldım, seninle yaşlandım...

Lise çağlarındaki bir delikanlının kendisinden yaşça büyük bir kadınla yaşadığı tutkulu aşkla başlayıp, Nazi Almanyası ve o dönemde yaşanan malum olaylarla devam eden Bernard Schlink'in “Okuyucu” kitabının sonlarına doğru kurduğu iki cümle ne kadar da etkiledi beni.
O iki cümlede takıldım kaldım.
Bir sonraki sayfaya atlayamadım bir süre.
“Uzun süre bakınca bu ölü yüzde canlı bir yüz, yaşlısının içinden genç bir yüz ışıdı. Yaşlı çiftlerde de böyle oluyor mutlaka diye düşündüm; yaşlı kadın, yaşlı adamda saklı kalan gençliği, adamsa yaşlı kadında gençliğin güzellik ve zarafetini görüyor olmalı.”
İşte bu iki cümleden kurtulmam ve sayfaları iyice azalmış kitabı bir çırpıda bitirmem beni ‘bitmiş kitap' rahatlığına eriştirmedi.
Bilakis, hayata, gençliğe, yaşlılığa, yaşanmışlığa, eskimişliğe derken ruhumda dönüp duran bir kasırgaya dönüştü.
****
Yıllardır gözlemlediğim kadarıyla birbirlerinden hoşnut insanlar tenlerinin kırışmasını, vücutlarının sarkmasını hiç mi hiç dert etmiyorlardı.
Çünkü onlar bunları görmüyorlardı.
Onların gördüğü ile karşıdan görünen başkaydı.
Onlar birbirlerinin aynasıydı.
Birbirlerinin yansımasıydı.
Buruşan derileri, giymek zorunda oldukları eskimiş elbiselerdi sadece.
İçlerindeyse birbirlerini tanıdıkları zamanların toy gençleri vardı.
Ve onlar buruşuk elbiseleri değil, içlerini görüyorlardı.
Hoşnutsuz olanlarsa en geçerli ölçülere bile bir kusur bulup karşısındakini yaralayabiliyordu.
Beğenilmiyor olma düşüncesiyle kıvranan kişi ya kendisini beğendirmek için ne yapacağını şaşırıyor ya da salıp gidiyordu.
****
Bu durum arkadaşlıklarda da değişmiyordu.
İnsan hangi yaşta tanımışsa birbirini, görüntü o zamanda donup kalıyordu.
Çocukluğunu bildiği, birlikte büyüdüğü kişiyle sohbetlerken hep o çocuk haline döner insan hani.
Eski günlerin neşesi gelir yüreklere, gençliğin coşkusu dolar gözlere, yaş baş kalmaz ortada.
Mazhar'ın dediği gibi,
Yaşın “Hep” 19 oluverir.
Ya da Teoman'ın dediği gibi belki de daha 17’dir...
En çok da annelerin babaların gözünde büyümez çocuklar.
Çocuklar da kızar buna.
“Ben artık büyüdüm, çocuk değilim!”
Kızıl etli günlerini an be an yaşadığın, saçından dişine, ilk adımından ilk kelimesine her anına şahitlik ettiğin o bebek ve şimdi karşında duran genç kadın, koca adam.
Bir yandan bedeni ben büyüdüm diye haykırırken ve bir yandan da o büyümüş bedeninin içindeki şımarık bebek sana göz kırparken nasıl da zordur onun büyüdüğünü kabul etmek ve ona yetişkin bir insana davranır gibi davranmak...
O kocaman halleri güldürür bile seni.
Tabi gülmene de ayrıca kızılır...
O yüzden de kendisine yetişkin gibi davrananlarla birlikte olmayı yeğler genç.
Yeni edinilmiş arkadaşlar, yeni ortamlar...
Kendisini büyük görmelerini sever oralarda.
Oysa o da aynıdır;
Nasıl ki kendinden büyüklerin bir zamanlar genç olduklarını bir türlü kabul edemezse, aynı duygu küçükleri de büyütmez işte bir türlü...
****
Tarih tekerrürden ibarettir ve büyümek için can atan o büyüme meraklılarında yıllar sonra işler tersine döner el mahkûm.
Hayat gailesi ağırlaşıp sorumluluklar arttıkça küçülesi ve anne-babasının genç olduğu, sorumsuz çocukluk günlerine dönesi, onların kollarına sığınıp o kollarda kaybolası gelir.
Şımartılmak, korunmak, kollanmak ister.
Çaresiz kaldığı anlardaki büzüşmesi, adeta bir cenine benzemesi ana rahmine dönme isteği diye nitelendirilir.
Küçüğüm, daha çok küçüğüm demeye başlar ufaktan.
Küçül de cebime gir denecek diye de sesi kısık tutar bir yandan.
Büyümüş ve hatta yaşlanmış bedeni ile büyümek istemeyen çocuk ruhu çatışır.
Birinin yaptığı yanlıştır, bilir ama hangisi çıkartamaz.
Çıkartmak için de çok uğraşmaz.
Nedense artık hiç umursamaz...

17 Eylül 2013 Salı

Buzağı oraya kendiliğinden mi geldi şimdi?

AK Parti Tekirdağ Milletvekili Ziyaeddin Akbulut, hükümetinin engelliler için çıkardığı yasaları hatırlatarak, "2005 yılında çıkardığımız yasa ile biz engellileri insan yerine koyduk, adam yerine koyduk" demiş.
Ve devam etmiş:
"Bu insanlar sokağa çıkamıyorlardı, evlerde saklanıyorlardı. Anneleri babaları bu insanları sokağa çıkarmaya sıkılıyordu, utanıyordu. Ama hükümetimizin 2005 yılında çıkardığı yasa ile biz engellileri insan yerine koyduk, adam yerine koyduk. Bazıları ‘eskiden evimizdeki engelli, yatalaklar bir an önce ölse de kurtulsak diye Allah'a yalvarırdık' diyordu. Şimdi ‘aman ölmesin, evimizin bereketi bu. Ben onun yüzünden devletten 450-500 lira bakım ücreti alıyorum, aman ona bir şey olmasın diye bakıyoruz' diyorlar. İşte zihniyet değişikliği bu."

Haliyle bu sözlerin yansıması "Aslında onlar adam değildi de sayemizde adam oldular, insan oldular..." gibi olmuş.
Demek istenen ile denilen birbirine karışmış.
Biraz engellilere vurulmuş, biraz da engelli sahiplerine dokunulmuş. Hani iyi mi denmiş kötü denmiş anlaşılmamış.
Bir sıcak bir soğuk, bir sıcak bir soğuk...

Söz ağızdan çıkınca nereleri dolaşır da gerçek yerine ulaşır bilinmez.
Toplum önünde konuşan insanların sözcükleri dikkatli seçmeleri, yanlış anlamalara mahal vermemeleri gerekir. Gerekir de; mikrofon başlarında aklına geleni ağzından sansürsüz çıkartan kişiler olduğu sürece anlamalar kâh masum yanlış, kâh da kasti yanlış olacaktır.

Malum, öküz altında buzağı arayan çok.
Tabi bu arada öküzün altına buzağıyı sokuşturan da çok...