31 Aralık 2015 Perşembe

Kan tadında türküler

Uludağ Üniversitesi Müzik Eğitimi Ana Bilim Dalı Başkanı Sezen Özeke ile bir etkinlik gecesinde karşılaşmışken ve ayaküzeri sohbet ediyorken, çantasına el attı ve 'unutmadan' diyerek bir davetiye uzattı hemen.
"29 Aralık'ta konserimiz var, sizi de bekleriz" dedi.
Davet eden sizin için kıymetliyse "davete icabet adettendir" lafı laf olmaktan çıkıp keyifli bir vazife oluyor malum.
Hele de konseri gerçekleştirecek olanlar genç öğrencilerse, daha da hevesli gidiyor insan.
Konser, Uludağ Üniversitesi 40. Yıl Etkinlikleri kapsamında düzenlenen ve Müzik Eğitimi Ana Bilim Dalıöğrencileri tarafından gerçekleştirilen Güz Yarıyıl Sonu Konseri'ydi.
Konserin farklılığı temalı olmasındaydı ve tema da Bursa'ydı.
Bursa Kantatı olarak isimlendirilen konser türkülerle ve gölge oyunları ile bezenmişti.
(* Benim gibi bilmeyenler için kısa not: Kantat, (Latince ve İtalyanca'da cantare, "şarkı söylemek") kahramanlık ya da din konularında yazılan koşuk ya da bu koşuğun orkestra eşliğindeki tek ya da çok sesli bestelenmesi imiş.)
Uludağ Üniversitesi Prof.Dr. Mete Cengiz Kültür Merkezi'ne adım atar atmaz Emre Özvatan, Ömer Ertürk Budak, Enes Şahin, Emre Demirel ve İrfan Babayiğit tarafından oluşmuş bir ekip böyle karşıladı bizi.
Salona geçip yerimize oturduktan sonra Sezen Özeke kısa bir hoş geldiniz konuşması yaparak sahneyi öğrencilerine devretti.
Müzisyenler ve koronun yanında kurulan gölge oyunu perdesinden fırlayan Deli Ayten'in çaresizce 'Cümbüş'ünü arayışı ile başladı gece. Ayten ki Cümbüş'e sevdalı bir deli kadın. Cümbüş ki kendini meyhanelerden alamayan bir deli erkek. Sonu mu?
Sonu: "Neden bakıyorsunuz bana? Nerede Cümbüşüm, nerede? Nereye gitti söyleyin. Cümbüüüşşşşşş!!!"
Koronun ilk bölümde seslendirdiği ve sözleri Şair Turgut Çelik'e ait Bursa'yı anlatan şiiri Şef Hasan Adıgüzelzade bestelemiş. Dilara Fidan ve Anıl Köse'nin de birer parçayla solistlik yaptığı konserin ilk bölümünün ardından yine Bursa'nın önemli bir değeri olan "Hacivat-Karagöz" Gölge Oyunu olarak canlandırıldı.
Sonra da bağlamalar ve perdede dönen eski Bursa fotoğrafları eşliğinde Bursa yöresinden türküler söylendi.
Oturmuşlar Hereke'nin Ağaları, Arpa da Ektim Olacak, Zeytinyağlı Yiyemem Aman, Ben Yemenimi Al İsterim, Menevşesi Tutam Tutam, Cezayir, Bursa Köy Gevendesi, Bahçede Erik Dalı....
Derleyenler Muzaffer Sarısözen, Ömer Akpınar, Hüsnü Ortaç...
Hepsi ne kadar tanıdık isimler, ne kadar bildik türküler değil mi?
Türkülerin hepsinde yaşanmışlık izleri var.
Hepsinin bir tadı, bir kokusu var...
Cezayir'in öyküsünü Öğretim Görevlisi Yaşar Kemal Alim anlattı kısaca. "Cezayir Türküsü ağır bir türküdür" dedi. "Bursa gibi bir çok yöre bu türküyü kendisine mal etmiştir" dedi.
Anladık ki öykü hazin.

Bu bir ağıtmış aslında. Bir rivayete göre; Cezayir'den sağ salim dönen askerlerin arkalarında bıraktıkları Cezayirli kızlara yaktıkları bir ağıtmış. Diğer bir rivayete göre, genç kızların askere giden yavuklularının arkalarından yaktıkları bir ağıt.
Türküler neşeli bile görünseler içlerinde hep hazin bir öykü yok mudur zaten.
Adeta pek çoğu kan tadında değil midir?
Zeytinyağlı Yiyemem Aman çalarken yerinde duramayıp oynamaya başlar insan mesela.
Hakkında iki rivayet olan türkünün iki rivayetinin de öyküsü aslında pek oynanacak gibi değilmiş.
Rivayetin birinde bu türkü için, "Gelin Nazlanması olarak da bilinen halk türküsüdür" deniyor. İyi yetişmiş, okumuş ve zengin bir genç kızın, bir dağ köyüne gelin olarak verilmesinin hikâyesi imiş türküde bahsi geçen. (ki türkünün sözlerine bakınca bu diğer rivayete göre daha yakın bir ihtimal)
Diğer rivayet daha ulusal boyutta ama türkünün sözleriyle, adı dışında, pek bağdaştığı yok açıkçası.
Ben yine de aktarayım, kararı siz verin...
Bursa yöresine ait bu türkü 2 Kasım 1954 tarihinde İhsan Kaplayan kaynak gösterilerek Muzaffer Sarısözen tarafından derlenmiş.
Marshall Planı 2. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketi ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almış (wikipedia). ABD geçmişten beri dünyanın en büyük mısır üretici ülkesi ve birikmiş olan mısır dağlarını eritmenin bir yolu olarak mısırözü yağı ihracaatını keşfetmiş. Marshall yardımının koşullarından biri Türkiye’nin ABD’den mısırözü yağı alması olmuş. (Yeni Sömürgecilik Açısından Gıda Emperyalizmi, Osman Nuri Koçtürk, Toplum Yayınları, 1966).
Buna koşut olarak Türkiye’de ilk margarin fabrikası kurulmuş. Yine aynı dönemde yüz binlerce zeytin ağacı sökülerek bir katliam yapılmış. Kalan zeytin ağaçlarından elde edilen zeytinyağının büyük bölümü ABD tarafından Dolar karşılığı alınmış ve mısırözü yağı TL karşılığında satılmış.
Türk insanı zeytinyağından soğutularak mısırözü yağına ve margarine alıştırılmış. Bu amaçla zeytinyağı ısınırsa kanser yapar gibi yalanlar uydurulmaktan da geri kalınmamış.
Mutfaklardaki boy boy Vita kutularını ve sonrasında margarinle adı özdeşleşen naylon kağıt ambalajlı o malum paket yağları hatırlayalım bir yol.
Bugün bile bizden ucuza aldıkları zeytinyağını şişeleyip fahiş fiyatlara sattıklarını da ekleyelim araya.
Bu bir beyin yıkama yöntemi miydi neydi artık karar sizin...
****
Biz konsere dönelim yine:
Türkülerin ardından yine gölgelerin oynaştığı perdeye odaklandık hepimiz. Bu kez perdede ipekböcekçiliği konu ediliyordu. Dut yaprakları, kurtçuklar ve uçuşan kelebekler...
Bursa; ipeğiyle meşhur Yeşil Bursa...
****
Bursa Kantatı, Uludağ Üniversitesi Rektörü Yusuf Ulcay'ın Şair Turgut Çelik'e, Gülnihal Gül'e, Hasan Adıgüzelzade'ye, tüm koristlere, sazlara, Gölge Oyununu gerçekleştiren Ali Osman Güllü ve oyunda Güllü'ye eşlik eden Samet Kurt ve Hatice Çekil'e teşekkür ettiği konuşmayla sona erdi.
Girişte bizi müzikleriyle karşılayan beşli dahil sahnedeki tüm ekip kapanışı hep birlikte seslendirdikleri Bursa Türküsü ile yaptılar. Bize de tempo tutup türküye eşlik etmesi kaldı...

Bursa Kantatı
Tophane'de Gazi Osman
Bir gurbet var bir Cem Sultan
Mustafa'yı kurban etmiş
Hıçkırıyor Mahidevran...
Emir Sultan alim, arif
Ulucami gülden zarif
Yeşil Türbe olmaz tarif
Mabedinde çini her yan...
Köpük köpük Gökderesi
Gizli tarih penceresi
Muradiye minaresi
Yıldızlara eyler ihsan...
Bulutlara kurmuş otağ
Göz kırpıyor denize dağ
Destan olmuş burda her çağ
Asırlara okur ferman...
Uludağ'dan süzülür bak dolunay
Nilüferler suda mehtap içiyor
Güne batmış yaratılmış da saray
Kapısından yüce hünkâr geçiyor...
Bahar olsun bağa cennet kurulur
Deli çaylar yaza kalmaz durulur
Gelin öksüz, kıza gönlüm vurulur
Ateş almış yüze güller açıyor...
Bu gülistan ne güzeldir gül açar
Utanır pencerelerden tül açar
Gözüm üstünde kalır, bir yol açar
O gülerken neden aklım kaçıyor...
Kılıç kalkan, şanlı heybet
Orhangazi ulu devlet
Namazgâh'tan başlar sefer
Elde silah hazır Mehmet...
Eser geçer seher yeli
Üftade, bambaşka veli
Kara elmas, Orhanveli
Ovadadır bet bereket...
Beyefendi ahalisi
Al yanaklı şeftalisi
Türk'ün devlet-i âlisi
Bursa, zümrüt gözlü cennet...
Ezel i Adem'den Nuh'tan
Her mabedi nurlu ruhtan
Şiir fışkırır ol şuhtan
Nilüfer Hatun, saadet...
Gül-Gülistan şehri Bursa
Hak-Adalet mührü Bursa
Bilim-Sanat nehri Bursa
Buradan başlar adalet...
Turgut Çelik

30 Aralık 2015 Çarşamba

'Bizim soyadımız iletişim'

Bursa Halkla İlişkiler Derneği BHİD‘in düzenlediği söyleşilerin bu seneki son konuğu Salim Kadıbeşegil oldu.
İzmir Alaçatı'dan kalkıp gelerek bizlerle buluşan Kadıbeşegil'in, halkla ilişkiler sektörünün duayen isimlerinden birisi olduğunu okudum tanıtımda.
Nilüfer Dernekler Yerleşkesi'nde düzenlenen etkinliğe geldiğinde, elektronik bağlantılar tamamlanırken bizlere dinlettiği İlhan İrem'den bir şeyler çıkacağını tahmin etmiştim hemen.
Ne dinletsem diye düşünmeden basmıştı tuşa ve biz o tek tık'la dinlemeye başlamıştık İlhan İrem'i.
Yanılmamışım…
İlerleyen dakikalarda bir ara İlhan İrem'le selamlaştık…

BHİD Başkanı Serdar Ömeroğulları'nın kısa açılış konuşmasıyla başladı söyleşi.
Sohbetini daldan dala yapacağını baştan söyleyen Salim Bey, sunumunun adını da Daldan Dala koymuş zaten.
'İtibar ve Sosyal Medya’ konulu etkinliğe katılan halkla ilişkilerci arkadaşlar dikkatle dinlediler kendisini. Elbette ben de…
Zaman zaman kesiştik konularda ve ben dünyaya benzer pencerelerden baktığımızı anladım…

Google hazretlerine Halkla İlişkiler'e kestirme giden bir yol sordum, dedi ki;
Halkla ilişkiler bir işletmenin, kurumun ya da örgütün bağlantı kurduğu ya da kurabileceği kimselerin anlayış, sempati ve desteğini elde etmek ve bunu devam ettirmek için yaptığı sürekli ve örgütlenmiş bir yönetim fonksiyonudur.

Tarihi için de dedi ki;
Halkla ilişkiler kavramı, ilk Fransa'da ortaya çıkmıştır; ancak daha çok Amerika Birleşik Devletleri'nde rağbet görmüş ve oradan yayılmıştır.
Salim Kadıbeşegil de bizlere dedi ki;
“Şimdiye kadar öğrendiklerinizi bir kez de benden dinleyin…”

Ben dinledim ve öğrendiklerimi kısa başlıklar altında sizlerle paylaşmak istedim.

Çatıyı iletişimle ördük
Salim Kadıbeşegil diyor ki: “Evin odaları farklı olabilir. Reklam olabilir, halkla ilişkiler, hukuksal iletişim olabilir, grafik tasarım olabilir ve benzerleri… Önemli olan farklılaşma boyutunu yakalamak. Ben hep farklılaşmanın peşinde koştum. Ben neyin mücadelesini verdim diyor insan bazen. Acele etmeyin (gençler). Zaman geçiyor diye paniklemeyin. Para kazanmak iş değil. Bir şirkette yetkin kişi olmak kariyer sahibi olmak demek değil. Bunların kariyer olmadığını anlamak uzun sürüyor. Sizin hayatla ilgili bir gaileniz olması lazım. (Feridun Andaç'ın Zülfü Livaneli için ettiği sözler geçiyor aklımdan "Livaneli dünya ile meselesi olan, daha doğrusu 'derdi’ olan bir yazar”.) Bu gailenin içinde bir yerde duruyor olmanız lazım. Bu durduğunuz yerin de sizin kariyeriniz olması lazım.“


İlhan İrem'i dinledik demiştim ya az evvel, sebebi varmış.
Salim Bey, Bursa Koleji'nden sınıf arkadaşı olduğunu öğrendiğimiz İlhan İrem'in yıllardır çizgisini bozmadan varlığını sürdürdüğüne dikkat çekiyor. "Eğilmeden bükülmeden ve biat etmeden farklı bir yerde duruyor. Onun bir kimliği vardır ve onun insana doğaya canlıya baktığı yerlerde kendinizden parçalar bulabilirsiniz.” diyor.
* Marka olabilmek için akıl almaz mücadeleler verip, birçok strateji deneyen herkesin dikkate alması gereken bir örnek İlhan İrem. Önce çanaktaki balın iyi olacak kısacası. Bozulmayacak. Nasılsa alıcısı Bağdat'ta da olsa gelir…

Daldan dala atlarken biraz mesleğin içine dalıyor Kadıbeşegil. Mesleğin itibarı var mı yok mu tartışması için, “İtibarı olsa şimdi bunu konuşuyor olmazdık” deyip noktayı koyuyor.
Mesleğin geldiği yer ile ilgili bir sıkıntı mı vardı da mesleğin itibarını tartışmaya gelmişti bu iş?

Mesleğin doğum yerine gidiyor kısaca
1905’te Ivy Lee John D. Rockefeller için çalışmaya başlamış, 1923'de dünyanın en meşhur Halkla İlişkilercisi, Edward L. Bernays “Crystalizing Public Opinion” (Kamuoyunun Kristalleştirilmesi) kitabını çıkartmış.
105 yaşında ölen Bernays'ın 100 yaşını geçtiğinde bile hala kimler halkla ilişkilerci olabilir diye çalışmalar yaptığını ve o yıllarda bile kimler halkla ilişkilerci  olabilir, kimler olamaz konusunun tartışıldığı bir dünyanın var olduğunu söylüyor.
İkisinin arasında ne farklar var diye soracak olursanız;
Ivy Lee, halkla ilişkilerciliği şirketlerle basın arasında bir iletişim köprüsü olmak kılığına sokmuş.
Edward Bernays kamuoyunun duyarlılıkları gündeme getiren sesler olması lazım diyerek halkla ilişkilerciliğe strateji kavramını getirmiş. O yüzden bu iki damardan gelen mesleğin yarattığı bir karmaşa varmış meslekte.
Kadıbeşegil ikisinin de doğru adamlar olmadığına karar vermiş sonunda.
Ivy Lee'nin meslek hayatının sonu Ruslar ve Naziler hesabına çalıştığı gerekçesiyle Amerikan mahkemelerinde sürünmekle olmuş zaten.
Bernays'ınki ise daha vahim. Kamuoyu oluşturmak adına sun'i bir hayat yaratmak ve kapitalizmin doruklarında bugüne kadar ihtiyaçların karşılanması olarak görülen bir meseleyi, bir anda hayallerin ve arzuların pazarlanmasıyla ilgili bir meseleye dönüştürmüş ve bu dönüştürdüğü yer bizi pek de hoş bir yerlere getirmemiş.
2008'de binlerce insan geleceğini ve varlığını kaybetmiş mesela.
Çuvaldızı kendimize batıralım diyor Kadıbeşegil;
“Bu ve benzer sonuçlara giden yerlerde bu damarlardan beslenen meslek mensupları aktif rol oynamıştır. Bu sonuçlar bizi hiç de hoş olmayan yerlere getirmiştir.”


Basit yaşayacaksın basit, Emojiler kadar basit
Uzun uzun anlatılabilecek şeylerin en basite indirgenmiş hali olan emojiler sayesinde, söze gerek kalmadan, duygular dahil, bir şekilde iletişim kurabilir artık insanlar diyor Salim Bey.
Emojiler kadar basit olması gereken bir iletişim anlatımını sistem bu karmaşıklığa taşımış.
1930'larda kadınlara özgürlük hareketini temsil etmek için New York 5. Cadde'de sigara yürüyüşü yapan Edward Bernays ile 1960'larda sigara üreticilerinin ne kadar etik dışı davrandıkları gerekçesiyle kampanyalar yapan insan aynı kişi.
* Çıkarlar mı kesişti, akıllar mı başa geldi bilmem….


Salim Hoca'dan ders notları;
Bizim Soyadımız İletişim
“Adımızda halkla ilişkiler, kurumsal iletişim, reklam, tasarım, grafik vs yazabilir. Bizim yapmaya çalıştığımız şey, olabilecek en etkin iletişimi,  kendi çıkarımız ya da müşterimizin çıkarı için değil, toplumun çıkarları için ortaya koyabilecek bir performansla yürütmek. 'Hayır’ diyebilmek, 'Olmaz’ diyebilmek. İçinden geçmekte olduğumuz dönemin paradigmaları bunlar.”

İtibarın çıktısı güven
“Güven çıktısının bir girdisi olması lazım. Ben girdileri hep değerlerin içinde gördüm. Olmazsa olmazımız olan ahlâklı ve dürüst olmayı bir kenara koyup, bunlardan bağımsız olan bir çevre duyarlılığı, bir kadın-çocuk duyarlılığını da eklemek gerek artık. İtibar bunlarla ölçülür oldu. Vatandaş kendi gösterdiği duyarlılığı şirketlerden de bekler oldu. 'Çok kâr etmiş şirket’ terimindense, 'İtibarlı Şirket’ terimi öne çıktı. İtibarın temeli de sosyal sorumluluk ve güven.”

Burada konuyla müsemma kısa bir paylaşımda bulunmak isterim:
İtibar üzerine katıldığım bir toplantıda 'Kurumsal İtibar'ı ve üretimin değişen yüzünü anlatmıştı konuşmacı Ertan Acar.

“Üretimin değişen yüzünde;
70'lerde: Üretin de nasıl üretirseniz üretin.
80'lerde; Üretin ama kaliteli üretin.
90'larda; Üretin, kaliteli üretin, markanız da olsun.
2 binlerde; bunlara ek olarak üretiminiz etik de olsun.
2 binlerin sonuna doğru hepsine ek olarak itibarlı olun…. dendi.
Neden itibar diye soracak olursanız, çünkü itibarlı olanlar krizleri atlatırlar…
Marka olabilmek için bir de firmanın bir öyküsü olmalı.” demişti.
Devamı için 
tıklayın:


Terazinin kefesinde sabunun işi ne?
“Kilo ağırlığı yoksa etrafta, onun yerine terazinin kefesine ne konulur?”
Bu soru bize geldi ve bilemedik.
Yarım kiloluk ağırlık birimi olarak bir kalıp Hacı Şakir Sabunu kullanılırmış. Kimse o bir kalıp sabunun 500 gr edip etmediğini sorgulamazmış.
“İşte güven budur” diyor Kadıbeşegil.

“Marka isimlerinin önüne konulan Hacı ibaresi de marka konumlandırması ve güven algısı içindir” diyor ve ekliyor; “Hacılığın aksini görene kadar da doğru bir uygulamadır.”
Bize de böyle güvenilmesi lazım işte deyip halkla ilişkilerde eksik olan güvene dönüyor. “Ardında belge aramayacaksın. İş belgeye kaldıysa zaten orada güven yoktur. Biz hep belge aradık. Bize böyle öğretildi ve yanlış öğretildi.” deyip sistemi sorguluyor.


Ernest Hemingway heykeli
Söyleşilerde en sevdiğim bölümler daha önce duymadığım kısa öykülerin anlatıldığı bölümler olsa gerek. İşte bir öykü daha:
Ernest Hemingway'in hayatının çoğu Küba'da geçiyor ve hayatı Küba halkı ile içiçe geçmiş. Hemingway 1954 yılında aldığı NOBEL ödülünü, ödül almak için roman yazmadığını belirterek, almaya dahi gitmemiş.
İhtiyar Adam ve Deniz romanını yazdığı köydeki köylüler, Hemingway'in ölümünün ardından yazara borçlu olduklarını düşünerek onun için bir şeyler yapmak ve borçlarını ödemek istemişler.
Heykel yapma fikri ortaya atılmış ama bu fikir köylülerin parasızlıkları ile zora girmiş. Sonunda her balıkçı, teknesinin ardındaki bir uskur'u kesip çıkartmış. Uskurlar heykeli yapılacak heykeltıraşa teslim edilmiş. Heykeltıraş bunları eriterek kendisine heykeli yapacak malzemeyi sağlamış. Heykelin kaidesini de köylüler kendileri yapmış. Ortaya da o bilinen Ernest Hemingway heykeli çıkmış.
Kadıbeşegil: “İtibar, siz yokken bile kazanılan bir şeydir…” diyerek öyküyü sonlandırıyor.


Mülteci krizinden kime ne?
“Mülteci krizinin nerelere dokunduğu, neleri etkilediğini düşünün bir. Zamanında kimse pek umursamadı mülteci krizini. Sadece yaşadığınız bölgede değil, dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan herhangi bir olumsuzluk gelip kapınızda sizi bulur. Steve Jobs'un Suriyeli bir mültecinin çocuğu olduğu söylenir mesela. Bu örnekte olduğu gibi bir iltica sonucunda yaşanan mucizenin de önünü açabilir ya da tam tersi sizin felaketinize de neden olabilir…”


2016 yılında nelerden etkileneceğiz?
Fast Compony'nin belirlediği başlıklara göre;
1- Mülteci Krizi (demek ki 'bana ne’ değilmiş)
2- İklim Değişikliği
3- Veri Güvenliği sorunu
4- ABD Başkanlık seçimi
5- Drone ve sürücüsüz araçlar
6- ABD'de silahlı şiddet
7- IŞİD
8- Küresel internet erişimi
9- Paylaşım ekonomisi
10- Sosyal Medyada adalet
Bunların hangilerinin sizi nasıl etkileyeceğini düşünün bir…


Anlamsız kariyer yapmayın!
“Bir yandan kariyerinizi yapın, bir yandan hayatın içinde durduğunuz yeri anlamlandırın” cümlesinin ardından yine hoş bir örnek veriyor Kadıbeşegil. Bu örnek bana yabancı değil. James Bowen'in “Sokak Kedisi Bob” kitabını okurken konuyla haşır neşir olmuştum.
Konu şu: Londra'daki Big Issue dergisinin çıkışı ve dağıtım sistemi…
Evsizlerin metro çıkışlarında para dilendiğini gören iki arkadaş onları dilenmekten kurtarmanın yolunu arıyorlar ve Big Issue adında haftalık bir dergi çıkartıyorlar. Evsizlere bunu 1.25 Pound'a satıp, onların bunu 2.5 Pound'dan halka satmalarını sağlıyorlar. Dergi içinde incelenen konular da yine evsizlerin sorunlarını içeriyor. Şu anda bu sistem 10 küsur ülkede işliyormuş ve haftada ortalama 150 bin sattığı söyleniyormuş. Satışlar böyle olunca reklamlar da geliyor haliyle. Reklam gelirleri ile elde edilen para yine evsizlere gidiyormuş.
Bu konu Salim Bey tarafından en başarılı halkla ilişkiler çalışması olarak görülüyor. Ki haksız da değil…


Taraf olmayan bertaraf olur
Taraf değil bağımsız olmanız gerek diye ayar çekiyor gençlere Kadıbeşegil.“Biz taraf olmadığımız için itibar sorunumuz var” diyor.
41 yılı devirmişken ve artık sektörden ayrılmışken bunu söylemek size kolay geliyor elbet anlamında itirazlar geldi katılımcılardan. Patron, müşteri ve karşılıklı talepler arasında kalmak tartışıldı.
Çocuklar da haklı. Kurumda çalışıyorlarsa kurumu koruyacaklar.
Peki ama ya halk?


Sosyal Medya'nın özü dedikodudur
İşte size en güncel bir konu daha.
“İlk devirlerde konuşmaya başlamanın özü bile dedikodu yapma arzusudur” diyor Salim Bey. Sosyalleşmek hayatın özüdür diyor.
Kız bakmaya gidilen hamamlar, okey oynamaya kıraathaneye giden erkekler, altın günlerine giden kadınlar. Daha gerilere gidelim, Eski Roma döneminde Agora. Hatta tuvalet ihtiyacını toplu olarak hep birlikte karşılarken bir yandan da sosyalleşme…
Görüldüğü üzere Sosyal Medya Facebook, Twitter ve Instagram'dan ibaret değil.
Ama Sosyal Medya'nın da bir itibarı var. Nasıl mı?
Kısaca özetlersek, 'sayfanızdaki paylaşımlarınız sizin itibarınızdır’…
Sosyal Medya Çöplüğü yazımı 
hatırlayın:


Daldan dala atlarken hop, Star Wars'a konduk
Salim Kadıbeşegil, “Star Wars'ın arka tarafında oyuncak silah sektörü var. Sonrasında cebinde bıçakla maça gitmeye varıyor iş. Oyuncak silahlar konusunda hassasım. Benim Change.org'da yaptığım bir kampanya sonucu Türkiye çapında 54 mağazası olan bir oyuncakçı raflardaki tüm oyuncak silahları indirdi. Bir kampanya oluşturarak evdeki oyuncak silahını getirenlere kitap hediye etti.” sözlerini ediyor.
Ben bu sözleri ses kaydından klavyeye dökerken karşıma bir haber çıkıyor.

“ABD'de bir dükkan, mücevher alanlara silah hediye ederek şaşkınlık yarattı.”
Hadi bakalım buna ne diyeceksiniz? Habere inanmayan 
tıklasın:


Yasaklamak çözüm değil
“Silahın tehlikelerini ikna ederek anlatmak ve bedellerini öğretmek gerek” diyor ve Yeni Zelanda'dan bir örnek veriyor.
Yeni Zelanda'da bir çocuk silah isterse aile çocuğa itiraz etmeden çocuğu karakola götürüyorlarmış. Karakolda çocuk form doldurarak silahla tanışıyor ve polis tarafından silah hakkında bilgi veriliyormuş. Çocuk silahtan vazgeçmeye ikna olmazsa polis tarafından altı ayda bir karakola gelmesi isteniyor. Çocuk her şekilde zora koşuluyor yani.


Vallahi de billahi de sigara sağlığa zararlı değil
Beş sigara üreticisi üst düzey yetkilisinin, ABD'nin üst düzey bir kongresinde sigara hakkında yapılan soruşturmada, sağ ellerini İncil'e basarak sigaranın sağlığa zararlı olmadığına dair ettikleri yemin nasıl bir örnek sizce? Sağlam değil mi? Buyurun size itibar göstergesi.
Ve internette dolanırken 30 Mayıs 2011'de yazılan bir makalede rastladığım, edilen o yeminin perde arkası.


“Kazananlar ve Kaybedenler”
KAZANANLAR
* Philip Morris’in CEO’su Louis C Camilleri (Marlboro, Parliament, Lark, L&M, Virginia Slims etc) Geçen sene 12,4 milyon Sterlin kazandı. Yakınlarda bir hemşireye sigaranın “bırakılmasının o kadar da zor olmadığını” söyledi.
* British American Tobacco (BAT) CEO’su Nicandro Durante (Dunhill, Kent, Lucky Strike, Captain Black vs) Geçen sene 2,4 milyon Sterlin ödendi. Daha önce BAT’ın Brezilya şubesi Souza Cruz’u yönetiyordu. Ayrıca BAT’ın Afrika ve Orta Doğu pazarlarını yönetti.
Imperial CEO’su Alison Cooper (Davidoff, Fortuna, Gitanes, Regal vs) Geçen sene 1,9 milyon Sterlin ödendi. Daha önce Batı Avrupa pazarlama ve satış müdürüydü.

KAYBEDENLER
Sigara sebebiyle sağlığından, hatta canından olan herkes…
Yazının tamamı için 
tıklayın:

Daldan dala atlayarak edilen sohbetin sonunda sorular geldi Salim Kadıbeşegil'e. Cevapladı hepsini tek tek tüm tecrübesi ve birikimiyle.
Halkla ilişkilercilere iyi bir yol gösterici olacağına inandığım, son kitabı olan Oyun Bitti'yi imzaladı bir de.

Sonrasında BHİD Başkanı Serdar Ömeroğulları'nın hoş sürprizi, yeni yıla ithafen pasta kesimi ve kâh hep birlikte, kâh Salim Kadıbeşegil ile fotoğraf çekimi…
Son söz de benden gelsin;
“Her ne yaparsanız yapın ama itibarınızı hep yanınızda taşıyın…”

28 Aralık 2015 Pazartesi

Aydınlık, ışıklı, mavilikli, güneşli bir iz

Tahmini 1940'larda yazdığı şiirinde Nâzım Hikmet Ran,
"Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler" demiş.
Güzel demiş Usta.
O demiş, biz de o gün bugün bekler dururuz o güneşli günleri.
Yazlar gelir, kışlar gelir, baharlar gelir, biz hep bekleriz.
Söylenişinin üzerinden neredeyse yetmiş beş yıl geçmiştir, biz hala umutla bekleriz.
Çaresizce inanırız yazılmış bu mısralara. 
Ne zaman gelecektir o günler diye sormayız.
Yoksa birileri bizi avutuyor mudur, oyalıyor mudur, oyalarken de hem hayatlarımızı, hem umutlarımızı sömürüp yok ediyor mudur demeyiz. 
Peki ya biz niye uyanamıyoruzdur diye, nasıl hala aynı dizelerle umutlanıp olduğumuz yerde sayıyoruzdur diye hiç düşünmeyiz.
Çocukların mermiler arasında kalıp da vurulduğu, kâh ailelerinin yanında kâh bakım evlerinde şiddete, tacize, tecavüze uğradığı, savaştan kaçan mülteci ailelerin, en çok da çocuklarının Ege Denizi'nden canlı çıkamadığı, pek çoğunun ise sokaklarda yaşayıp dilencilik yaparken ölümle burun buruna yaşadığı, her anlamda, her konuda yaşanan fırsat eşitsizliğinin had safhada olduğu bir ülkede hala, "Çocuklar inanın, inanın çocuklar, Güzel günler göreceğiz güneşli günler" diyerek onlarla alay edermişcesine boş ümitler saçmak istemiyorum ben artık etrafa.
İtiraf edin;
Güzel günlerde değiliz. 
Lakin bu günleri de arayacağımız günlerin gelmesinin an meselesi olduğunun da bilincindeyiz.

"Hani şimdi biz 
Bir peri masalı dinler gibi seyrederiz 
Işıklı caddelerde mağazaları, 
Hani bunlar, 
77 katlı yekpare camdan mağazalardır." demişsin ya dizelerinde Usta;
Ah cancağzım ah, bak yine geldi yılbaşı, yine her yer ışıl ışıl.
Bir peri masalı izler gibi izliyoruz biz de ışıklı caddelerdeki mağazaları, meydanlardaki cümbüşlü kutlamaları. 
Sanki her şey yolundaymış gibi,
Sanki sen bu şiiri yazdığının üzerinden yıllar geçmemiş gibi...

"Hani şimdi biz haykırırız,
Cevap: 
Açılır kara kaplı kitap: Zindan 
Kayış kapar kolumuzu 
Kırılan kemik, kan" demişsin bir de;
Yine aynı be Nâzım yine aynı... 
Haykırmaya gör bak bir. 
Göreceğin yine zindan, hep zindan.
Ki o zindanlar dolu hep haykıran insan...
"Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar 
Işıklı maviliklere süreceğiz"
Şiirin adı üzerinde malum, sen de adının hakkını vererek pek güzel nikbinlik etmişsin Usta.
Hep hayal etmişsin, hep hayal etmişsin...
Okuyanları da hiç gerçekleşmeyen ve sanki hiç gerçekleşmeyecek hayallere gark etmişsin...
Ah Usta, galiba sen sanki sadece hayal etmeyi sevmişsin,
Ben hayal ettim, gerisini siz halledin demişsin.
Edemedik işte. 
Biz de içimizdeki nikbinlikle hala hayallerdeyiz...

Devam ediyorum şiire;

"Hani şimdi bizim soframıza haftada bir et gelir. 
Ve çocuklarımız işten eve sapsarı iskelet gelir..."
Bırak sapsarı iskeleti, şimdilerde çocukların işten eve gelemedikleri bile oluyor Usta.
Trafikti, terördü, fanatikti, sapıktı derken eve kendisini sağ salim atabilen haline şükrediyor.
Ve ertesi gün yine başlıyor aynı savaş...

Bak yine aynı cümle çıktı karşıma; "Güzel günler göreceğiz, güneşli günler"
Yine aynı soruyu sorayım o zaman ben de:
"Peki ama ne zaman Usta, ha ne zaman?"
Gelecek zamandan şimdiki zamana geçsek de gelsek artık bugünlere diyorum.
Ki artık eski günlerin geleceğindeyiz, hatta geçmişindeyiz...
Lakin türkü aynı.
"Motorları maviliklere süreceğiz, ışıklı maviliklere" 
Suriyeliler gibi mi yoksa?
İçimden böyle demek geldi Usta, affet...
****
Görüldüğü üzre, gerçeklerle yüzleşip somut adımlar atmadığımız sürece daha çok söyleyeceğiz biz bu türküyü. Dilimize marş edip, durup durup söyleyeceğiz hatta.
On yılı açık alınla çıkanların marşı olan 10. Yıl Marşı'nı kendi üzerimize alınıp delicesine söylediğimiz gibi evirip çevirip öyle söyleyeceğiz.
****
İnkâr edemem;
Bir zamanlar güneşli günler vardı benim için. 60'lar, 70'ler...
Motorumu ışıklı maviliklere sürdüğüm güzel günlerdi hepsi.
Biliyorum ki benim yaşlarımda olan pek çoğunuz için de öyleydi.
Çocuk halimde güneşli zannettiğim günlerde yaşananları ve bugünlere gelen yolun o günlerden nasıl ince ince hazırlandığını öğrendikçe ise, o günlerin de aslında ne kadar kara bulutlarla dolu olduğunu anladım. 
İçimdeki eski güneş de soldu gitti sonra...
****
Her şeye rağmen şimdi yine gülümsüyorum umutla yarınlara.
Gülümserken bir yerlere dokunuyorum bir yandan da.
Bazen bir insanın yüreğine, bazen bir hayatın seyrine değiyor elim. 
Geçip giderken bu dünyadan, iz bırakma derdindeyim ardımda.
Aydınlık, ışıklı, mavilikli, güneşli bir iz.
Elim erdiğince, gücüm yettiğince...


28 Aralık 2015 / C.E.Y.

25 Aralık 2015 Cuma

Çocuklar İYİYMİŞ!

Zalim üvey annenin sadece Pamuk Prenses masalında yaşadığını düşünmek isterdim hep.
Kötülük sadece beyaz perdede kalmalıydı. Dışarıya taşmamalıydı. 
Ne acı ki aslında hayatın gerçek kötülüğüydü beyaz perdenin içine girip oradan insanlara yansıyan.
Bir çeşit ayna tutmaydı izleyiciye.
Hataları gören görüyor ve kendine çeki düzen veriyordu.
Bazılarına ise gördükleri bu kötülükler ilham kaynağı oluyordu.

Üveylik dedim ya yazının başında;
Bir yastıkta kocamak arzusuyla koşa koşa yapılan evlilikler gün geldi bir yerlerde sekteye uğradı ve nikâh ile kesişen yollar boşanma ile ayrılır oldu.
Eski zamanların eski adetleri değişti. Kimse kırılan kolu yeninin içinde saklamıyor artık. Kimse kan kusup kızılcık şerbeti içtim demiyor.
Artık, anlaşarak yapılan medeni evliliklerin, anlaşarak yapılan medeni ayrılıkları var. 
Anneler babalar birbirleriyle anlaşamayıp boşansalar da, aklıselim davranarak çocuğun geleceğini düşünen pek çok ebeveynin çocuklarından boşandıkları görülmüyor. 
Birbirlerinden boşananlar gönüllerinin konduğu bir başkasıyla evleniyorlar. İki anneli, iki babalı çocuklar, iki ev arasında denge içinde büyütülmeye çalışılıyor. 
Evlenmek nasıl ki hayatın başlangıcı değilse, boşanmak da hayatın sonu olmuyor.

Zamanın gerisinde kalan hayatlarda ise her şey eskisinden beter sürüyor. 
Muhafazakârlığın artışıyla ahlaksızlığın artışı her niyeyse paralel gidiyor. 
Daha merhametli, daha sevgi dolu, daha vicdanlı olmasını beklediğimiz insanların yaşadıkları hayatlar adeta dudak uçuklatıyor.
Evlenme programlarında olsun, yarışma programlarında olsun seviye ve ahlâk denen olguyu ara ki bulasın. Yarım saat izlendiğinde insanı allak bullak edip krizlere sokan konuşmalar, avam ötesi davranışlar, insanın aklından dahi geçmeyen konuların sıradanlaşıp uluorta etrafa saçılması ve tüm bunların normal bulunması...
Akıllarda deli sorular:
"Normallik neydi, anormal olan kimdi?"
****
İşte böyle bir hayatın ortasından bir kesit düştü memleketin ortasına.
Kayseri’de üvey annelerinin akıl almaz işkencesine maruz kalan 4 yaşındaki İ.A. ve 7 yaşındaki ablası I.A.’nın dramı, Türkiye’yi ayağa kaldırdı. 
Komşularının dediğine göre dışarıda melek görünen kadının üvey çocuklarına ettiği zulmü izlemeye dayanamadık. 
Nasıl bir insandı ki bu, el kadar çocuğa böyle bir işkenceyi reva görüyordu?
Nasıl bir insandı ki bu, o çocuğun gün gelip büyüyeceğini hesap edemiyordu?
Nasıl bir insandı ki bu, çocukların babasının suratına her şey yolundaymış gibi bakabiliyordu?
Nasıl bir insandı ki bu o çocukların da bir anneleri olduğunu düşünmüyordu?
O kadar iyi oynuyordu ki rolünü; ne komşular farkındaydı yaşananların, ne de baba...
Şüphelenilse bile bizde "Hane içine karışılmaz!" malum...
Oysa çocuklar sadece o hanenin değildir, devletindir, milletindir, dünyanındır, insanlığındır...
Sonunda şüpheler fazlalaşıp da babanın kulağına kar suyu kaçırılınca, baba eve gizli kamera yerleştirdi.
Kamera kayıtlarında bizim gördüklerimizi gördüğünde ise ne hissetti, bilmem...

Olanları internetten öğrenen çocukların 26 yaşındaki öz annesi A.Ö., eski eşi A.A.’dan 3 yıl önce “geçimsizlik ve fikir ayrılığı” nedeniyle boşandığını ve eşinden hiç şiddet görmediğini söylemiş.
Velayet nedeniyle ilk mahkemede boşanamadıklarını, eski eşinin çocukların velayetinin babada kaldığı takdirde, her ay kendisine göndereceğini söyleyince boşanmayı kabul ettiğini söylüyor.
Ayrılığın ardından kadın evlenmiş ve ikinci eşinden de şimdi 2 yaşında olan bir oğlu var.
Eşinin evleneceğini duyunca çocuklarının velayetini istemiş. "Üvey anne bakmasın" demiş. Eski kocası da, "Evleneceğim kadın namazlı abdestli, Allah korkusu var. Bir şey olmaz çocuklarımıza" demiş.
(* Din ahlâklı olmayı emreder oysa, lakin ahlâklı olmak herhangi bir dinin müridi olmayı emretmez. Kısacası; esas olan güzel ahlâktır...)
Ve gelinen son noktada, işkenceci kadın 46 yıl ceza ile hapishanede.
"Ya çocuklar?" derseniz,
Vali'nin söylediğine göre, çocuklar "İYİ"ymiş...
****
Bundan birkaç gün önce medenî olarak nitelendirebileceğimiz bir insanın, ayrıldığı karısı ile çocuk üzerine ettiği kavganın görüntüleri düştü medyaya. Çocuğun önünde yapılan kavgada ağza alınmayacak hakaretler ve kadına yapılan şiddet vardı dolu dolu!
****
Söylenecek ne kadar çok şey var değil mi bu konuda.
Sosyolojik, psikolojik, pedagojik, ekonomik...
Her yönden uzun uzun, ince ince araştırılması gerek hepsinin...
Ve üstelik bu gördüklerimiz ortaya çıkanlar.
Ya görmediğimiz yerlerde neler oluyor diye düşünüyor insan. Kapalı kapılar ardında, örtülü çatılar altında neler yaşanıyor?
Neresinden tutsan elinde kalıyor konu.
Lanetler yağdırıyoruz oturduğumuz yerden, yeni bir olay ortaya çıkana kadar unutuyoruz sonra.
Anne babayı ve aileleri geçtim; çocukların yaşadıkları bu travmaların ilerideki hayatlarına olan etkisi en önemlisi.
İyilik de istemsiz bir şekilde uzanıyor geleceğe, kötülük de...
Sevgi gören sevgi gösteriyor çevresine, şiddet gören şiddet...
İlk öğrenmelerinde doğru olanın bu olduğu kazınıyor çünkü küçücük zihinlere.
Sonrası?
Sonrası, zincirin birbirine eklenen sayısız halkaları...

Hepimiz suçluysak bu olanlarda, halkalardan birisi bize ulaştığında biz de ödüyoruz payımıza düşen hesabı...

Demem o ki; kimse kimsenin ne kolunu kırıp yenin içine saklatsın, ne de biri bir diğerine kan kusturup kızılcık şerbeti içirtsin.
Taraflar artık evliliğin ortadan kalkmasının çocukların da ortadan yok olması demek olmayacağını anlasın.
Çocuğu ille de dört göz arasında büyüteceğim diye çocuklar kavga dövüşün ortasında bırakılmasın.
Çocuk taraf olmasın, çocuk arada kalmasın.
Bırakın çocuk çocukluğunu yaşasın...

Bu olayda olduğu gibi, çocuklar "iyi" deyip, olay basitleştirilerek üzeri kapatılmasın!

Ve son söz:
Taciz, tecavüz ve işkence gibi taammüden işlenen suçlarda "iyi hal" göz önüne alınıp cezada indirim uygulanmasın...

Çocukları işkence gören babanın avukatının açıklamasını dinlemek için tıklayınız:

25 Aralık 2015 / C.E.Y.

Kadına Şiddet ve Kadın Cinayetleri Yazılarım

Nerde kalmıştık? / 4 Ocak 2011
Öyle bir ceza ki! / 1 Şubat 2011
Diğerleri’nin meraklıları / 8 Şubat 2011
Aşkım için yaptım Hakim Bey! / 18 Şubat 2011
Bugün kutlayacaksınız, ya yarın? / 8 Mart 2011
Meclis’te Kadın Olmak / 19 Nisan 2011
At — Avrat — Silah / 27 Mayıs 2011
Katil Kadınlar / 28 Haziran 2011
Şafak’ın Eteği / 5 Temmuz 2011
8 bin 372 / 12 Temmuz 2011
Taammüden / 26 Temmuz 2011
Gitmek mi zor, kalmak mı? / 6 Eylül 2011
İsyan bu, haykırış… / 16 Eylül 2011
O kadın bir kez de o manşette öldürüldü / 11 Ekim 2011
Suçlu, ayağa kalk! / 3 Kasım 2011
Tecavüzcüden koca olur mu? / 4 Kasım 2011
Son karar: Kendi rızası ile! / 18 Kasım 2011
Aklından bile geçirme! / 29 Aralık 2011
Hırsızın hiç mi suçu yok! / 2 Şubat 2012
Şiddete şiddetle karşıyım! / 18 Şubat 2012
Benden artık bu kadar… / 3 Mart 2012
Siz hiç dayak yediniz mi? / 24 Mayıs 2012
Şeytan da bir Melek ise… / 15 Haziran 2012
Tabancamın sapinu gülle donatacağum / 3 Aralık 2012
Toplumsal Cinsiyet Bilinci / 8 Aralık 2012
Onlar, toplu tecavüzcüler / 15 Aralık 2012
Anlayan anladı Bakan Bey, anlayan anladı! / 15 Nisan 2013
Kan Kırmızı, Ruj Beyaz / 30 Nisan 2013
Eline, beline, en çok da diline… / 13 Temmuz 2013
Göbek değil, bebek bebek! / 25 Temmuz 2013
4 parmakla değil, 5 parmakla STOP! / 22 Ağustos 2013
Kanla yıkanınca temizlenen namusumuz var bizim / 15 Eylül 2013
Ajda’yı sahneden kovan paralı adam… / 16 Eylül 2013
Anne 9 günlük tatilde, 2 aylık bebek evde! / 21 Ekim 2013
Şeytan bu işin neresinde? / 5 Kasım 2013
Allah da sizi güldürsün e mi! / 23 Ocak 2014
Bu kadar günahın vebali öte tarafta mı ödenecek? / 7 Mart 2014
Bu kez neyi kutluyoruz? / 8 Mart 2014
Kıyım kıyım kıyıyorlar hiç acımadan / 18 Nisan 2014
Anlaman için her gün sana ‘çüş’ mü dememiz gerek? / 23 Nisan 2014
Dişe diş, kana kan, hattâ idamsa idam! / 2 Mayıs 2014
Bırakınız gülelim, bırakınız sevelim / 1 Ağustos 2014
Susturamadığından korkar insan / 23 Ağustos 2014
Sen kimsin be adam! / 22 Eylül 2014
Duvağın altındasın, SOBE! / 14 Ekim 2014
Gelenekler binlerce olsa da gerçek tektir! / 15 Ekim 2014
Dünya’nın derdi ‘KADIN’ olmuş / 26 Kasım 2014
Her şeyin müsebbibi kadın! / 10 Aralık 2014
O kadınlar hep Anan, Bacın, Avradın! / 7 Ocak 2015
Bir 14 Şubat’a daha ulaştık sürünerek / 14 Şubat 2015
Soysuzun soyu kurusun, çoğalmasın / 15 Şubat 2015,
Artık utanan taraf kadın olmayacak! / 16 Şubat 2015
Kadın Doğdum Ben / 10 Mart 2015
Savaşın öteki yüzü… / 11 Mart 2015
Biz mi gidelim, siz mi gidersiniz? / 7 Mayıs 2015
‘Topuklularımı hiç çıkartmadım’ / 15 Mayıs 2015
Hoşgörüsüzleri hoş görmüyorum / 29 Mayıs 2015
"Oraya geri dönemem!" / 3 Haziran 2015
Bir insan olarak sus! / 1 Ağustos 2015
Sizin olsun bu dünya / 7 Kasım 2015
Bitmeyen savaş yapmışlar / 13 Aralık 2015
Çocuklar İYİYMİŞ! / 26 Aralık 2015
Hodri Meydan / 4 Ocak 2016
Namussuz! / 26 Ocak 2016
Beleşçisin arkadaş! / 29 Ocak 2016
Bu kadar günahın vebali kimin boynunadır? / 30 Ocak 2016
Benimle Dans Eder Misin? / 1 Şubat 2016
Kadın yiyen canavar / 24 Şubat 2016
Katil oldum ben… / 10 Mart 2016
“İffetli kadın olmak istemiyoruz!” / 16 Mart 2016
Zevk alıyor muyuz? / 31 Mart 2016
Çocuk sayını söyle bana porsiyonunu söyleyeyim sana / 6 Haziran 2016
Neye güldün arkadaş? / 28 Ekim 2016
Hesapta biz de varız! / 5 Aralık 2016
Ben erkek olsaydım / 9 Aralık 2016
Buz yanığı yürekler / 30 Aralık 2016
Eşitlik Berekettir / 7 Mart 2017
Seçmece bunlar! / 22 Eylül 2017
Bir kızım olsaydı eğer / 11 Ekim 2017
Ne nikâh bağlar bizi, ne mahkeme ayırır / 18 Ekim 2017
Yazık, çok yazık… / 15 Aralık 2017
Şeytan üflemekle kalmamış / 26 Aralık 2017
İzin verme, BEKLET! / 4 Ocak 2018
Fırsatçı yağmacılar / 9 Ocak 2018
Cennet-i âlâ / 18 Ocak 2018
Son Perde inmeden / 29 Ocak 2018
Tüyden Elbiseli Kadınlar / 25 Şubat 2018
Koş koş, asansörcü ağabeyi getir! / 28 Şubat 2018
Umutsuz değil, Umut Dolu Kadınlar / 6 Mart 2018
10 güncelleme onay gerektiriyor / 11 Mart 2018
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Büyük Gözler Bizi İzler / 22 Ağustos 2018 
Kaç Çocuk Yedin? 2 Temmuz 2018
Kadın, Şiddet, Medya ve dahası / 30 Ekim 2018
Çocukları kanatmayın / 20 Kasım 2018
Perperişan! / 4 Ocak 2019
Kadınlar Burada, Erkekler Nerede? / 3 Mart 2019
Türk Kadınının Savaşı Başka / 19 Mart 2019
Yasalarımız Var, Evet! / 25 Mart 2019
Kırmızı Başlıklı Kız da Değişti / 25 Haziran 2019
Sistem Hata Veriyor / 2 Temmuz 2019
Tekdîri geçelim, tokmağa gelelim! / 23 Ağustos 2019
Ben Kendimi Anlayamıyorum! / 5 Aralık 2019
Yapabilirim, Yapabilirsin, Yapabiliriz / 12 Aralık 2019
Kapı / 20 Aralık 2019
Şiirin Peşinde Kadın / 9 Mart 2020
Cinsiyetçi Dilden Yılanlar! / 15 Haziran 2020
Trafikte Kadın Olmak / 14 Ağustos 2020
Madalyonun Üç Yüzü / 23 Kasım 2020
Kadının Adı Mezar Taşında / 30 Aralık 2020
Katil Kadınlar / 9 Ocak 2021
Baldan Tatlı Zehirli Öfke! / 7 Mart 2021
Kraliçe olmak mı, ASLA! / 11 Mart 2021