31 Aralık 2010 Cuma

2011'e geri sayım

Saymayı sever insanoğlu.
Rakamlarla oynaşmayı sever. Toplar-çıkartır, çarpar-böler. Kendini mutlu edecek ya da üzecek bir şeyler bulur sonunda.
Kaç yaşında oldu, boyu kaç santim oldu, kaç kilo oldu. Hangi sınavdan kaç aldı, kaçıncı oldu?
Kaç aylıkken emekledi, kaç aylıkken yürüdü, kaç aylıkken ilk dişi çıktı? Hepsi günü gününe takip edilir.
Dünyanın yaşını da bilmek ister ısrarla, ister de bir türlü tutturamaz tam tamına.
Nasılını-niçinini araştırır, günleri-ayları-yılları-yüzyılları sayar, dağlara-denizlere-ormanlara bakar, hattâ onlara baktığı yetmez gökyüzündeki en uzak yıldızlara kadar her yere bakar. Bakar bakar hesaplar, yine de çıkamaz işin içinden.
İyi ki geçmiş zamanlardan birinde birilerine bir akıl gelmiştir de, sayı doğrusu üzerindeki SIFIR'ı icad etmişlerdir. ‘Şu günden itibaren saymaya başlayalım artık.' demişlerdir. E bir yerden de başlamak lâzımdır zaten, değil mi?
Bu karara varıldığı gün SIFIR gününün üzerinde epey zaman geçmiştir ya neyse.
Sonunda karar verilir ki, İsa'nın doğum günü SIFIR günüdür. (Ki Hristiyan dünyasında İsa'nın doğumu Miladî takvimdeki 24 Aralık akşamından, Jülyen takvimindeki 8 Ocak gününe dek varan bir yelpaze içinde kutlanır)
Ondan sonra başlar 1 senesi. 2 senesi. 3 senesi.
Ve 2010 senesi, ve dahi 2011 senesi.
Ya sıfır gününden önceki seneler? 100 senesi, 1000 senesi, 100 bin senesi. Ne kadar geriye gidebiliyoruz? Sayı doğrusunun iki ucundaki sonsuzluğa uzanış var sanki dünya tarihinde de.
Sıfır gününden önce yaşanmış milyarlarca yılı düşündüğümüzde, sıfır gününden bu güne sadece 2010 yıl geçmiş olmasının; zaman, varoluş, heyecan, hırs, kavga, çalışma-çalışmama, üzülme-sevinme, kazanma-kaybetme gibi sayısız mefhumları bir anda ne kadar silikleştirdiğini fark ediveririz.
Sayamadığımız bu yılların içinde biz bir zerre bile değilizdir belki ama yine de 'VAR'ızdır.
Ölümden sonraki ‘HİÇ’liğimizi, arkada bıraktıklarımızın varlığıyla dengeler, bu 'VAR'lığın devamlılığı sağlarız.
Her ne kadar dünya bizim bu sayma işimizden bîhaberse de, insanoğlu adına ‘Dünya' dediği bu orta halli gezegeni kendisinden biri gibi görüp, onun da bir yıl daha yaşlandığını var sayar. Belki de kendi yaşlanmışlığına bir ortak arıyordur, kim bilir.
Oysa dünya sadece kendi rutinini yapıyor ve durmaksızın dönmeye devam ediyordur. Ne gelen yeni yıla sevindiği vardır, ne giden eski yıla üzüldüğü. Kim bilir kaç milyar yıldan beri yaptığı gibi yine o koskoca boşlukta salına salına dönüyordur. Nasıl olsa üzerinde taşıdıkları onun adına yapıyorlardır kutlamalarını.
Bizler de kutluyoruz yılbaşını kendimizi bildiğimizden beri.
Kutlamayı da seviyoruz. Daha bir özel hissediyoruz o günü.
Küçükken yılbaşlarında bir sene daha büyüdüğümüz için seviniyoruz. Televizyonda özel programlar oluyor, seviniyoruz. Soframız sanki biraz daha farklı kuruluyor, seviniyoruz. Üzeri cevizlerle bezeli kabak tatlımız yapılıyor, seviniyoruz.
Soba üzerinde kestaneler kebap oluyor, seviniyoruz.
Sevinmeye ve mutlu olmaya o kadar hazırız ki o gün, her gün yaşadığımız her ne varsa benzerlerini yaşıyor ama biz o gün çok ama çok seviniyoruz.
Bazı insanlar sevmezler böyle kutlamaları. Anlamsız ve gereksiz bulurlar. Oysa her şeye bir anlam yüklemeye de gerek yoktur çok zaman. Hazır güzel bir bahane bulmuşken ve bu bahaneyle o geceyi neşeyle doldurmak varken, somurtup oturmak ve durumu sıradanlaştırmak neye yarar?
Yılbaşı hazırlıkları sayesinde esnaf da bugünün kutlamalarla dolu bir şölene dönüşmesinden memnundur eminim. Onlar da bu özel günleri alışverişler üzerindeki hareketlenmelerden dolayı beklemekteler haklı olarak.
Hem; minik de olsa alınan-verilen hediyelerin insanların yüzüne yaydığı mutluluğu kim sevmez.
Bazılarımız evlerinde, bazılarımız eğlence mekânlarında, bazılarımız hastanelerde, bazılarımız görev başında derken hepimiz farklı farklı yerlerde farklı farklı şekillerde geçireceğiz bugünü de...
İster inanın ister inanmayın ama Ben'ce siz yeni yıla girerken en azından bir dilek tutmayı da unutmayın.
Siz bir dileyin.
Olursa olur, olmazsa seneye Allah kerim... Yeter ki dilemekten vazgeçmeyin.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Engellediklerimiz

'Engelli' diyoruz onlara. Kimisi görme engelli, kimisi yürüme, kimisi işitme. Kimisi doğuştan, kimisi sonradan... 
Diğer insanlardan biraz daha farklı olmalarından dolayı ‘normal’ dediğimiz insanların dışında kalıveriyorlar ister istemez. Şehir düzeni, yaşama düzeni tamamıyla sağlıklı insanlara göre düzenlenmiş. Genç ve sağlıklı insanların sokağa çıkmaya hakkı var sadece. 
Merdivenler, kaldırımlar, mağazalar, evler hep onlar için. Sanki diğerleri bizden değil. 
Sanki onlar başka bir dünyanın çocukları. 
Onlar o başka dünyadan buraya yollanmışlar. 
Ve biz onlara, bu dünyada da evlerine tıkılmış halde kalsınlar diye, mümkünse ortalara çıkıp kimselerin gözüne görünmesinler, canımızı sıkmasınlar, bizi rahatsız etmesinler diye her şeyi yasak etmişiz. 
Hayatlarını engellerle doldurmuşuz. 
Oysa ki onlar da hepimiz gibi geldiler bu dünyaya. Gözlerinin görmüyor, kulaklarının duymuyor olması ya da bedenlerinde bir farklılık olması ne onların tercihi, ne de ailelerinin. Herkes öncelikle hem kendisinin, hem de dünyaya getirdiği evladının sağlıklı olmasını ister. 
İster de bu her zaman mümkün olamaz. Bu engellilik durumu kendi başımıza geldiği andan itibaren hiç farkında olmadığımız o dünyanın içinde ne kadar kısıtlayıcı şartlar olduğunu görürüz ve şimdiye kadar dikkat etmediğimiz ne varsa hepsi gözümüze batmaya başlar. 
Daha önceleri hiç farkında olmadan koşa koşa inip çıktığımız o merdivenlerin bir basamağını çıkmanın dahi ızdırap haline geldiğini; bir meyveyi soyarken, bir bardak çay koyarken, giyinirken soyunurken tek bir parmağa bile ne kadar ihtiyacımız olduğunu anlarız. 
Çevredeki sesleri duyup görememeyi ya da görüp duyamamayı, konuşamamayı, anlatamamayı hayal edin bir an... 
Bacaklarınızdan birini kullanılmayacak şekilde bağlayın mesela bir gün. Tek bacakla yaşamayı deneyin. Bir gün de bir kolunuzu kullanmayın. Tek elle görmeye çalışın işlerinizi. Gözünüz bağlı olsun bir kaç saat. 
Ya da hiçbir şey duymayacak kadar tıkayın kulaklarınızı. 
Bütün bunlar bir gün için dahi olsa engellilerin yaşadıkları sıkıntıları belki biraz anlamamızı sağlar. 
Biz de engellediklerimize katıldığımız o gün, engellerle dolu bu dünyaya isyan bayrağını açacağızdır eminim. 
Ya bu insanların ve ailelerinin bunca sıkıntıyla boğuşurken bizlerden istedikleri nelerdir? Devletin zirvesinden tek tek her bireye kadar hepimizin bu durumdan kendisine bir pay çıkartması gerekmez mi? Onlara acımanın onlara hiçbir faydası yok. Hâttâ zararı var. Arada sırada yaptığımız yardımlar da çözüm değil. O insanları sürekli yardım bekleme ezikliğinde yaşatmaya hiç hakkımız yok. Onların da diğer herkesle aynı ortamlarda bulunmalarını sağlayalım, onlara farklı insan muamelesi yapmayalım. Günlük hayatın içinde olabilsinler. Evlerinden çıkmak istediklerinde bu arzuları onlar için kâbusa dönüşmesin. 
Kendilerine uygun herhangi bir işte çalışıp kendilerine yetmeyi öğrenebilsinler. Çalışamayacak durumda olanlar için güvenli yerler olsun. Aileleri sonsuza kadar yanlarında olamayacak olan bu insanlar, aileleri kendilerine bakamayacak hale geldiklerinde hep birlikte evlerinde çürümeye mahkûm olmasınlar.
Zaman zaman yürüyemeyecek durumda olanlara tekerlekli sandalyeler hediye ediyoruz ama o sandalyelerin geçebileceği yollar var mı diye hiç düşünmüyoruz. 
Bebek arabasıyla bile zorlandığımız caddelerde, kaldırımlarda tekerlekli sandalyelerin geçebileceği yollar olmadığı sürece o sandalyeler de yeterince özgür kılmayacaktır bu insanları. 
Artık bütün belediyeler, bütün şehir planlamacıları, mimarlar, mühendisler, toplum içinde söz sahibi ve yönlendirici her kim varsa bu engelleri kaldırmak için projeler geliştirip, bunları uygulamaya başlamalıdırlar. 
Önlerindeki engelleri kaldırdığımızda hepsinin hayat içinde yer aldığını görürüz zaman zaman. 
Trafik kazalarının bu kadar çok olduğu, terörün kimi nerede bulacağının belli olmadığı, dikkatsizlik, tedbirsizlik ve sorumsuzluğun kol gezdiği bir ülkede yaşıyorsak eğer, sağlıklı doğmuş olmamız ölene kadar sağlıklı yaşayacağımızın bir garantisi olmayacaktır. 
Bunu kim inkâr edebilir...

25 Aralık 2010 Cumartesi

Kapatılmış Balkonlar Cumhuriyeti

İnsanoğlu göçebe hayattan yerleşik düzene geçtiğinden beri başını sokacak bir çatı arar durur kendisine.
Mağaralardan çadırlara, çadırlardan müstakil evlere uzanan kapalı yerde barınma arzusu, gün geçtikçe daha da büyük evlere sahip olmaya kadar gelir dayanır.
Edinilen köşklerin, şatoların, villaların azametleri, muazzam güzellikteki bahçeleriyle perçinlenirken, içlerinde biriken fazla eşyalar da müştemilatlarda, ardiyelerde, indirmelerde, tavan aralarında bir köşeye atılmaktan ve biriktikçe birikmekten kurtulamazlar.
İki göz odada kendi halinde yaşadıkları evlerde sürdürdükleri mütevazı hayatı beğenmeyenlerin gözü hep daha büyük evlerdedir.
Daha büyük müstakil evlerde yaşayanlar ise o evleri taşımanın ağırlığından bitap düşmüşlerdir.
Birdenbire ortaya çıkan mütahhitler onların derdine derman olmuş, yorgun insanlar da daire karşılığı verdikleri evlerinin apartmana dönüşmesiyle aynı çatı altında onlarca insanla yaşar bulmuşlardır kendilerini.
Bundan böyle artık onlar da "3+1"lik bir hayat sürdüreceklerdir.
Öte yandan küçük buldukları evlerinden kurtulanlar da her zaman hedefledikleri 3+1 evlerine kavuşmuş, şartlar eşitlenmiş, herkes birbiriyle komşuluk etmeye başlamıştır.
Müstakil evlerinden çıkan insanların kendilerine verilen dairelere yerleşmeleriyle son bulan müstakil hayatları, eski hayatlarından getirdikleriyle doldurdukları yeni evlerinde devam etmektedir şimdi.
Mütevazı evlerde büyüyenler kazançlarının artmasıyla "edinme" hırslarına yenik düşmüş, ne alacaklarını şaşırmış bir halde alışveriş eder hale gelmiş ve evlerini tıka basa doldurmaya başlamışlardır.
Biriken eşyaların evden atılmasının mevzu bahis olmadığı evlerin insanları, kullanmadıkları her ne varsa oraya buraya sıkıştırmış, diğerleri de aldıkça almış ve evlerine dar gelmişlerdir.
Yatak altları, dolap üstleri, dolaplar, çekmeceler derken artık ev hiçbir şeyi taşıyamaz hale gelmiştir ya, şimdi buna bir hal çaresi bulmak lâzımdır.
Bu çaresizlik içinde gözler hemen en atıl durumda olan alanlara çevrilir.
Balkonlar!!

Balkonlar denilince; benim naçizane bir önerim var!
Evlerimizi yaptırırken ya da alırken lütfen artık "balkonsuz" olanları seçelim.
Proje çizen arkadaşlar da bundan böyle balkonsuz evler çizmeye başlasınlar ve tasarımlarını ona göre yapsınlar.
Dört duvar örmek ve bu dört duvarı odalara bölmek, sonra da odalara kocaman kocaman dolaplar yerleştirmek herkes için çok daha kolay bir yöntem. Hem bir o kadar da ekonomik. Balkon gibi ayrıntılarda boğulmanın ne gereği var, değil mi?
Biz nasıl olsa onların bize sunduğu her balkonu özene bezene kapatacağız. İçine de evimizde lüzumlu lüzumsuz her ne varsa dolduracağız.
En nezih semtlerin en nezih sitelerinde dahi karşımıza çıkan bu duruma nasıl bir yorum yapacağını şaşırıyor insan. Epey kaliteli malzemelerle gayet hoş bir şekilde inşa edilmiş olan evlerin bir köşesindeki beyaz plastiklerle  kapatılmış o balkonlar her şeyi bir anda yerle bir ediveriyor işte.
Herkesin farklı farklı malzemeler kullanarak kapattığı balkonlardan taşan pejmürdeliği buzlu camlar dahi engelleyemiyor. İçerisinin üst üste yığılmış o dağınıklığının nasıl bir görsel kirlilik yaratmakta olduğunun kimse farkında değil sanki. Dağınıklığı örtmek için kullanılan perdemsi paçavralarsa balkon kapatma hadisesini bir adım daha öteye taşıyarak, göz zevki bozulmasını mide spazmı geçirmeye çevirmekte.
Görsel olarak nahoş bir görüntünün ortaya çıkmasının ötesinde, balkondaki bu çılgın doluluğun binanın dengesini bozması açısından da sakıncalı bir durum olduğunu düşünüyorum.
Balkon kapatma kararını verirken sokaklarımızın tozlu, pisli ve gürültülü olması da etkiliyor belki bizleri.
Tabii bu arada kapatılan her balkonla birlikte silinecek bir kaç cam daha ekleniyor temizlik hanemize. Bunu da göz ardı etmemek lâzım.


Keyifsiz balkonlar
Keyif için yapılmış balkonlarımızda keyif yapmayı da bilmiyoruz biz sanki biraz.
Leb-i derya evlerimizin balkonlarında, sırtlarımız denize dönük oturarak salondaki televizyonu izlemeyi tercih edebiliyoruz mesela.
Açık havada olmanın keyfini sürmek varken çok zaman odalara hapsediyoruz kendimizi.
Balkonlarından ya da cam önlerinden çiçekler taşan evlerin güzelliğini de unutmuşuz.
Bir Vita kutusuna ya da bir yoğurt kasesine ekiliveren sardunyalar, küpeliler, fesleğenler, cam güzelleri yerlerini uzak ülkelerden getirilen pahalı salon çiçeklerine bırakmış.
Balkondaki tatlı esintide kahvaltı edebilmek, geceleri iki tek atabilmek, sohbetler, kahkahalar, çocuk sesleri, mangal dumanları, kızartma kokuları, bazen de kavgalar gürültüler…
Capcanlı yaşanan bir hayatın tüm izleri o balkonlardaydı…
Bu izleri dışarıya taşırmamak istercesine kapattığımız her balkonla, kendi yarattığımız sığınağımızın çevresine birkaç kum torbası daha yerleştiriyoruz sanki.
Neyse ki şimdilerde beyaz plastikle kaplananlardan biraz daha estetik bir görüntü sağlayan camlı sistemlerle kapatılıyor artık balkonlar. Bu yöntem balkonlarını depo olarak değil de, keyifleri için kullanmak isteyenlerin tercih sebebi.
Yine de bu kapatma o balkonu balkon havasından çıkartarak  oturma odası havasına büründürmekten kurtaramıyor. Böylece evde ‘temiz pak’ bir diğer oda daha yaratılmış oluyor.


Ya lüzum ederse!
Kapatılıp depo haline döndürülen balkonlardaki görüntülere bakarken ne kadar da seviyoruz biriktirmeyi düşüncesi geçiyor aklımdan..
“Ya lüzum ederse!” diye diye topluyoruz her şeyi. "Onun hatırası var, bunun yeri ayrı, o çok özel" derken bir de bakıyoruz ki evlere sığmaz olmuşuz. Atsan atılmaz, satsan satılmazlarla doldurmuşuz hayatımızı.
Belki yokluk görmüş nesillerin torunlarıyız, belki onların yokluk hikayelerini çok dinledik, belki onların bu tedirginlikleri bize de geçti, belki de o yüzden hiç bir şey atamıyoruz.
‘SAKIN ATMA!’ düşüncesi yerleşmiş beynimizin kıvrımlarına.
Bir yandan da YOKLUK günlerinin acısını çıkartırcasına VARLIK sürme gayretindeyiz.


Nereden nereye...
Bizim nesillerimiz yama yapılan çoraplar gördü, eprimiş yakası ters yüz edilen gömlekler gördü, evde dikilen iç çamaşırları gördü, kese kâğıdından kavanozuna boşaltılırken kese kâğıdının dibine hafifçe vurularak tek bir tanesi bile ziyan edilmeden kavanozuna aktarılan pirinçler, şekerler, çaylar gördü, çakmaksız ocakların olduğu o devirlerde ocaklardan birisi yanıyorsa, bir diğerini yakmak için bir başka kibrit çöpünün değil de, daha önce kullanılmış çöplerinden birinin kullanıldığını gördü…
Okul kitaplarımız dönemden döneme, elden ele gezerdi. Bir üst sınıfta olanın işi bitince kitaplarını bir alt sınıftakilere verirdi. Kimse de bu durumdan gocunmaz, sorun haline getirmezdi.
Benim şahit olmadığım dönemlerde okuyanlarsa kullanılmış defterlerini silerek seneye tekrar kullandıklarını anlatırlardı.
Okula gitmenin ne demek olduğunu bilen, bir sınıf daha fazla okuyabilmek için her meşakkate göğüs geren insanlardı onlar.
****
Yeterince değerlendirilmeden fırlatılıp atılan her kâğıtta, gereksiz açık bırakılan her lâmbada, boş yere akan her damla suda, kısacası sorumsuzca tüketilen her şeyde esasen kendi tükenişimizi görüyorum ben şimdi.
Bu savurganlıkların maddî bedelini ödeyebiliyor olmak hiç kimseyi bu tükenişin sorumluluğundan soyutlayamaz elbet.
Çocukluk günlerimizde iki göz odaya çoluk çocuk sığabilen bizler, şimdi çok odalı evlerimize sığamaz olduk.
Ev içinde yaşayanların sayısı azaldıkça evlerimize doldurduğumuz eşyaların sayısı arttı ve gün geldi her şey ‘Eşyaların Efendiliği’ne dönüştü.
İhtiyacımız olduğundan değil, doymak bilmezliğimizden aldığımız eşyalarımız çoğaldıkça daha da yalnızlaştık.
Ve şimdi biz; önümüze sürülen sistemimin aciz köleleri olarak eşyalarımıza hizmette asla kusur etmiyor, onları biriktirdikçe biriktiriyor, hâttâ onlara adeta tapıyoruz...

21 Aralık 2010 Salı

Anlarsın ki...

İnsan ne zaman düşünür annesinin-babasının artık en doğruyu bilmediğini?
Ne zaman sorgulamaya başlar? Ne zaman onlara güvenmemeye-inanmamaya başlar?
Ne büyük bir hayal kırıklığıdır o her iki taraf için de. Yıllardır her dediğini doğru kabul ettiklerinin "kendince" yanlışlarını gördükçe başlarsın sorgulamaya.
Çocukluktan gençliğe geçiyorsundur, henüz yeterince olgun değilsindir ve onların da hataları olabileceğini kabul edemezsin.
Düşünürsün ki;
Aslında sen de artık yeterince büyümüşsündür  ve artık sen de pek çok şey biliyorsundur. Onlar geride kalmışlardır. Ne seni, ne de çağını hiç anlamıyorlardır. Yenilikleri bilmiyorlardır. Sana verdikleri akıllar hep eskilerden kalmadır. Onlar hep böyle büyük ve yaşlıdırlar. Hiç genç olmamışlardır ki.
Bir dönem böyle her şeyin en doğrusunu kendinin bildiğine inanarak geçer. Zaman geçip de daha fazla büyümeye başlayınca, arkadan gelen yeni nesiller de seni umursamamaya başlayınca ufak ufak anlamaya başlarsın her şeyi.
Zaman içinde yaşadıklarının, tecrübelerinin, her şeyinin bir çırpıda yok sayılabildiğini görürsün. Anlatmaya çalışırsın, aklına kendi gençliğin gelir. Anlattıklarının yerine ulaşmayacağını bildiğinden yutkunur ve susarsın. Beklersin.
Annenin-babanın suskunlukları ve seni idare edişleri düşer aklına. Nasıl başardılar dersin.
Hani onlar hiç bir şey bilmezlerdi!!
Anlarsın ki aslında onların her şeyi bilmeleri zaten mümkün değilmiş. Onlar da ilk kez anne-baba olmayı öğreniyorlarmış. Onlar da kendilerinden önceki nesillerden gördükleriyle, kendi doğru bildikleriyle seni yetiştirmeye gayret ediyorlarmış.
O anda onlara doğru gelenler maalesef ki zaman içinde doğru olmayabiliyormuş.
Haksızlık ettiğin her şey için pişmanlık duymaya başlarsın. Eğer o zamanlarda annen-baban hala yanındaysa onları daha sık aramaya, daha sık ziyaret etmeye gayret edersin.
Zamanın daralmakta olduğu gün gibi açıktır. Hayatın sana yüklediği sıfatlar sana ağır geldikçe baba ocağındaki o rahat günleri daha çok özlersin. Oraya kaçtıkça bir huzur bulma, bir şımarma ve geri dönüşler yaşarsın.
Çocukluğunun bütün anıları onlardadır. Senin bilmediğin zamanları onlar anlatır sana. İlk kelimelerini onlar bilir. Yaptığın yaramazlıklar aile içinde sevgiyle anılır.
Kırdığın vazo, yaktığın halı, düştüğün merdivenler... Hepsini onlar bilir.
Onlar gidince senin çocukluğun da onlarla birlikte gider. O günleri anlatacak o kadar az kişi kalmıştır ki. Ağabeylerinin, ablalarının, kardeşlerinin hatırladıklarıyla idare edersin artık. Hep birlikte oturup eski zamanları konuşarak kısa da olsa o günlere dönüverirsin. Bir çocukluk sevinci doldurur içini.
Çevrendekiler sana "amca" der, "teyze, hala, dayı, anne, baba" der. Ne kadar da çok sıfatın vardır. 13 yaşındakiler için epey büyük, 70 yaşındakiler için henüz gençsindir.. Senin de senden büyükler için düşünmediğin gibi, senden küçükler de senin bir zamanlar çocuk olduğunu, genç olduğunu düşünmezler.
Aslında;
"Sen hiç büyümemişsindir ki..."

16 Aralık 2010 Perşembe

Sigaramın dumanına sarsam


Nasıl da romantik bir anlatımdır o; 'Sigaramın dumanına sarsam, saklasam seni'. İkisi de vazgeçilmezdir sanki. İkisi de birbirine karışmıştır. Ciğerlerine dolan dumanındadır sevgili. Verdiğin her nefesindeki dumanların arasında belirir hayali.
Böyle midir gerçekten de?

Ya; 'Benim en iyi dostum içkim sigaram.' diye seslenen şarkıya ne demeli? O artık sevgiliden de vazgeçmiştir. Dünyadan, insanlardan, her şeyden kopmuş, bir hayal alemine dalmıştır sanki. Orada kendisine yeni bir dünya kurmuş, 'biraz kül biraz duman'la doldurmuştur kalan bütün günlerini.
Bir diğeri de 'Son bir sigara içelim, öyle git gideceksen.' diyerek biraz daha kalmasını dilenir sevgilisinden. Bir sigara içimlik zaman dahi olsa yanında kalabilsin ister. Ayrılık kapıyı çalmıştır ya bir kere, ayrılık zamanından birkaç dakika daha çalabilmenin peşindedir o.

Bu romantizmle karışan kokusunun dışında sigaranın gerçek yüzü ne kadar da yıkıcıdır aslında.
Bir dost gibi görünerek sinsice yaklaşır insana, alıştırır kendisine. Öyle bir alıştırır ki hem de, gün gelir onun uğruna kollar-bacaklar verilir,  yine de ihanet edilmez o DOST'a.

Zamanla tenindeki, dişindeki, gözündeki sarılaşma arttıkça artar. Nefesindeki acı koku ne en kuvvetli diş macunlarıyla, ne de en naneli sakızlarla geçmez olur. Üzerine sinen kesif kokuyu en pahalı parfümlerle dahi bastıramazsın. Nefes alışın da eskisi gibi değildir zaten. Hareketlerindeki canlılık da kaybolmaya başlamıştır sanki. Yoksa, yoksa o DOST sana ihanet etmeye mi başlamıştır artık!
Üstelik sen ona yıllar boyunca bu kadar emek vermişken, bu kadar yatırım yapmışken, bütün seni uyaranlara kulak tıkayıp hepsiyle bozum olmuşken şimdi onun bu yaptığı da iş midir yani?

Sigara içenlerle içmeyenlerin bir türlü anlaşamadığı bir konu vardır. Birisi der ki, "Beden benim, istersem zehirlerim, size ne!" Bir diğeri der ki "Senin yarattığın duman beni de zehirliyor, buna hakkın yok!"
Kimin özgürlüğü kimin içine geçiyor, kim daha haklı, kim daha mağdur?
İçenleri gaz odalarına mı hapsedelim? İçmeyenleri bu durumdan nasıl koruyalım?
Esas sorun içenlerden çok içmeyenlere ait esasen. Birisi kendi inisiyatifiyle bu durumun mesûlüyse, diğeri inisiyatifinin dışında bir tacize uğramıyor mu?
Kapalı alanlarda içmenin yasaklandığı bu günlerde, binaların kapı önlerindeki görüntüler daha bir garip hale geldi. Öbek öbek insanlar soğuktan titreyerek sigaralarından bir nefes daha çekebilmenin derdindeler. Banka müdürleri, öğretmenler, doktorlar, işçiler, sekreterler.
Hepsi duman kardeşliği içinde buluşuyorlar.

Öğretmenlerini okul kapılarının önünde sigara içerken gören öğrencilere, anne-babalarını evlerinde ve her yerde sigara içerken gören çocuklara, doktorlarını hastane kapılarında sigara içerken gören hastalara nasıl SİGARA İÇMEYİN diyeceğiz? O da ayrı mesele.
Hele de kahvehane önlerindeki sigara içme toplaşmaları kahvehane önünden geçmek zorunda olanlar için tam bir kâbus. Kaldırımları kaplayan bu kalabalık yüzünden yola inmek zorunda olmak bir dert, o topluluğun önünden geçerken podyumda yürüyen birisi gibi algılanıp izlenmek ayrı dert.
Bu keyfin bedelinin maddî olarak oldukça yüklü olduğunu, ilerideki günlerde oluşan hasarların tamiratının maddî yükünün ise daha fazla olacağını da unutmamak lâzım.

Millî Güvenlik Dersi'nde öğretmenimiz gençliğin keyif verici maddelere alıştırılmasının ve bağımlı hale getirilmesinin bir soğuk savaş stratejisi olduğunu anlatmıştı. Belki artık bunlara da gerek kalmayacak.
Şimdilerde toplumun yavaş yavaş tükenişini daha da hızlandırmak için silahlanma tasarısı bir an önce meclisten geçirilmeye çalışılıyor sanki. Kendi kendini daha çabuk imha eden bir toplum olunması için mi acaba bütün bunlar diye sorguluyorum.
Nereden bakarsanız bakın her zaman probleme neden olan bir durum var ortada.
Madem ki sigara bu kadar zararlı, üretimine niçin izin veriliyor diye düşünmeden edemiyor insan. Tütün üreticisiyle, tütün fabrikasında çalışanıyla buradan da ekmek yiyen oldukça büyük bir kitle var. Bu da bir sektör. Bunu da yadsıyamayız tabii ki.
En doğrusu bu işe hiç başlamamak gibi geliyor bana.

Yıllar boyunca içmeyenler tarafından sürekli SİGARANIN ZARARLARI vaazını dinlemek zorunda kalmak, sürekli sigarayı bırakmaya çalışmak, sürekli ona da bir bütçe ayırmak, sürekli suçluluk duymak ne kadar yorucudur kim bilir.
Mükemmel yaratılmış bedenlerimizi bozmak için bu kadar yorulmaya değer mi sizce?

13 Aralık 2010 Pazartesi

Ağaçlarımızı kesmeyin!

Gazetemizdeki haberlerde göz gezdirirken Şehit Bahadır Tayfur İlköğretim Okulu'ndaki ağaç kıyımına takıldı gözüm.
Sağlam bir dişin hoyratça çekilmesi gibi sökülüp atılmış ağaçlar yatıyordu yerlerde. Söküldükleri yerlerde kalmış çukurlar sanki kanıyordu…
Okuduklarıma ve gördüklerime inanamadım. Üstelik onca çözüm varken en kolayına kaçılması, çevre sakinlerinin seslenişlerine kulak asılmaması nasıl bir umursamazlıktır anlayamadım...
Bunların yaşanmasına neden olanların eğitim camiasından olmasıysa canımı ayrı bir yaktı. 'Eğitimci bunu böyle yaparsa' dedim…
Karacabey zaten yeterince yeşil bir kent değil. İklimi mi elvermez yoksa içinde yaşayanlar mı ağacı sevmez bilmem ama görünüm olarak yeşilden yoksun bir yer olduğu ortada. Büyük şehirlerin çakıl taşı görüntüsüne sahip ne yazık ki. Çamlık mevkinde kalan bir avuç çam ağacı dışında bütün şehirler gibi sadece mezarlıklarında ağaçları olan şehirlerdeniz biz de…
Hatırlıyorum; bir ara Karacabey girişindeki orta refüje yapay palmiyeler dikilmişti. O görünüm ne kadar da trajikomikti.
Yuvadır kuşlara,
Örtüdür toprağa,
Can verir doğaya,
Ormanlar yurdumda.
İlkokula gidip de “nakaratını yazdığım” bu çocuk şarkısını öğrenmeyen, neşeyle söylemeyen var mıdır?
Şimdi bile birisi bir satırını söylese gerisini getirip hemen 'Ormanlar Yurdumdaaa' deyiveririz. Minicik akıllarımızda bu şarkıyla yer etmiştir ağaç sevgisi.
Ağacın faydalarını sayıp dökmek yazıyı Fen Bilgisi Dersine döndürmekten öteye geçmez. Bunları zaten herkes biliyor.
Bir insan yetişir gibi yetişir bir ağaç da. Yaprak yaprak büyümesi bir sabır işidir. Tohumdan fidana, fidandan ağaca, ağaçtan da ormana döner geçen uzun yıllarla. Güneşle, yağmurla, karla, rüzgârla harmanlanır. Dallarıyla uzanır gökyüzüne boylu boyunca. Kökleriyle sarılır toprağa sımsıkı, daha derinlere iner yerinden edilmek istemezcesine...
Kurumaya başlayan ya da yaşlanmış bir ağacı yerinden alıp onu odun haline dönüştürmeden önce, ağacın devamını sağlamak için yapılan bir işlemi hatırlarım. Ağacın köklerinin toprakla buluştuğu yerden yüzeye minik sürgünler çıkar. Genç ağacın gücünü almaması için ağaca bağlı bu minik fidancıklar kırılır ve büyümelerine izin verilmez. Yaşlanmış ağaçlardaysa bu fidancıklardan bir tanesi büyümeye bırakılır. O yeni sürgün güçlenmeye ve artık gerçek bir ağaç olmaya başladığında yanındaki ANA'sı kesilerek alınır. Böylece ağaç sayısında kayıp olmadan yola devam edilmiş olur.
Çocukken ağaç dikme bayramları olurdu. Ellerimizde küreklerle toprağı kazar, o minik fidanları kazdığımız çukurlara yerleştirir, çukuru kapatır ve ilk can suyunu verirdik. Ektiğim her fidandaki mutluluğum paha biçilmezdi.
Yazları Kumyaka'da iken yediğimiz meyvelerin çekirdeklerini etrafa rastgele atarak, seneye belki oralarda birer meyve ağacı bulabileceğimiz oyununu oynardık.
Şimdilerde ağaçlarımız çoğalsın diye 'çekirdek saçma' kampanyası olduğunu biliyorum. Artık meyvelerin çekirdeklerini çöpe atmak yerine toprak alanlara atıyoruz. İçlerinden biri bile tutsa, biz onun tuttuğunu bilmesek de dünyaya bir ağaç kazandırmış oluyoruz.
Birer birer çoğaltmaya çalışılan bu ağaçların -budama mevsimi dışında- bir tek dalını kesmenin dahi yasak olduğu kanunlarla belirlenmiştir ve bunun cezası vardır diye biliyorum. Belediye'nin Parklar ve Bahçeler Müdürlüğü'ne yapılacak olan bir şikâyetin Kaymakamlığa ulaşmasıyla yasal süreç başlayacaktır. Gereken incelemeler ve değerlendirmeler yapılacaktır diye düşünüyorum.

Doğaya, yaşadığımız kente ve halkına, geçmişimize ve geleceğimize sorumluluk duymak, bunu dalgalar halinde çevremize yaymak çok da zor olmasa gerek...

10 Aralık 2010 Cuma

Anlamaya çalışmak yerine neden şiddet?

Hep güzel şeylerden bahsetmek istiyorum yazılarımda aslında.
Hep olumlu bakan, olumlu düşündüren yazılarım olsun, okuyan insanların yüzünde tebessüm dolaşsın, bedenlerine mutluluk yayılsın istiyorum.
Kötü giden diğer her şeyi yazan o kadar çok ki. Ekonomiden siyasete her konuda yazan usta kalemler var, akademisyenler var, bilirkişiler var. Onların yanında bu konulara girip yazmak bana düşmez diye düşünüyorum.

Düşüncelerimi ortadan ikiye bölen, paramparça eden anlar olduğundaysa önlenemez bir 'konuşma ve yazma' arzusu doğuyor içimde. Televizyonlardaki haberleri izlerken, gazeteleri okurken, 'Dünya eskisinden kötü değil ama artık televizyon var' cümlesi ne kadar da doğru diyorum.

Benim memleketimde bu karmaşa ne zaman bitecek? Ne zaman huzura ereceğiz? Ne zaman bizim en alt çizgimizde yaşayanlar da insanî bir düzeye erişecek diye sorguluyorum.
Gelişmişliğin asıl göstergesinin üst sınırı ne kadar yükselttiğimiz değil de, alt sınırı ne kadar yukarılara çektiğimiz olduğunu bir kez de ben anlatmak istiyorum...
Ufak bir kitlenin limitsiz büyümesiyle, diğer insanların sefalet sınırında yaşamalarının ortalaması alınarak insan başına düşen ‘gayrı safi millî hasıla' hesaplanmasının ve üstelik bu durumun da başarı gibi sunulmasının yanlışını bir kez de ben anlatmak istiyorum.
Başarı; eğer genele yayılmışsa gerçek bir başarı değil midir?

Son günlerde üniversitelilerin tepkilerini, seslerini duyurmaya çalışmalarını ve nasıl engellendiklerini izliyoruz. Üstelik acımasızca engellenmeye çalışan bu çocukların üzerinde ne bir silah ne de silah benzeri bir şey var. En büyük suçları silah olarak tavukların üreme sonuçlarını kullanmak. Espri ve zeka dolu sloganlar hazırlamak.
Onların bu tepkilerinden delice korkmak, ortalarda görünmemelerini istemek, her ne olursa olsun engellenmelerini sağlamak için birileri polise emir veriyor.
Emri veren kim? Baş komiser mi? Emniyet Amiri mi? İçişleri Bakanlığı mı? Bir basamak daha yukarıya çıkarsak kime ulaşacağız? Ya ondan sonraki basamakta kim var? Bizim çocuklarımızdan bu kadar korkan kim?
Devletin başında 40'lılar, 50'liler ve 60'lılar var. Peki şimdiki zamanda yaşayan ve ileride memleketi ellerine teslim edeceğimiz çocuklarımız kaç doğumlular?
90'lılar... 2000'liler... Arkadan sürekli yeni nesiller gelmekte…
Bu çocuklar teknolojinin içine doğmuş çocuklar. Dünyayı iyi izleyebilen çocuklar.
Yurt dışına çıkmış olmasalar dahi oralarda yaşayan kendi yaşıtlarının sahip oldukları huzuru ve fırsat eşitliğini kendileri de yaşamak isteyen çocuklar.
Eskiden kalmış söylemlerle yapılan siyasetin, incir çekirdeğini doldurmayacak konularla meşgul edilen gündemin ne kadar trajikomik olduğunu algılayan çocuklar. Gerçekten yapılması gereken her şeyin ne kadar ertelendiğinin ve yavaşlatıldığının farkında olan ve buna kendi tarzlarınca tepki gösteren çocuklar.
Bunları mı susturmak istiyoruz?
Bunları mı o coplara ve biber gazlarına lâyık buluyoruz? 
Bu travmaları yaşattığımız çocuklar mı bizim geleceğimizi devralacaklar? 
Bu çocuklar mı sağlıklı ailelerle bir toplum oluşturacaklar?

Artık onlar ne X partisinin söylemlerini duymak istiyorlar, ne de Y partisini dinlemek istiyorlar. Konuşturmak dahi istemiyorlar. Kulaklarını kapatıyorlar…
Onlar artık yeni şeyler istiyorlar. Yeni kelimeler, yeni cümleler, yeni hayatlar istiyorlar…. Kendilerine hitap edebilecek, ulaşabilecek ve kendilerini sevgiyle kucaklayabilecek, onlara değer veren yönetimler istiyorlar.
Bunu istemek mi en büyük suçları?

Onlar hepimizin çocukları. Ayşe Hanım'ın, Ali Bey'in üniversiteye girebilmeleri için kendi hayatlarından feragat ettiği çocukları. Tek tek hepsinin birer değer olduğu bu çocuklara yapılan bu muameleyi hak ettiklerini düşünmek hepimizin ayıbı olur.
Toplumlar kendi hak ettikleri biçimde yönetilirler denir.
Bu çocuklar sadece hak ettiklerinin "BU" olmadığını haykırıyorlar...
Bu sesleri susturmaya çalışmamak, bu seslerden korkmamak ve bu seslere kulak vermek haykırışlara verilecek en güzel cevap değil midir?

7 Aralık 2010 Salı

Otobüs yolculukları

Ne güzeldir şu otobüs yolculukları.
Bilet alınışından bagaj teslimine, otobüse yerleşmesinden gideceğin yere varışına kadar bambaşka bir dünyaya alıverir insanı.
Garajlardaki çığırtkanlar müşteriyi kendilerine çekebilmek için alabildiğine mücadele verirler aralarında...
'Bursa Bursa Bursa! Bursa'ya mı ablacım?
'İstanbul İzmir Ankara, haydi kalkıyor kalkıyorrr!!

Garaja girip de otobüslere yaklaşırken duyacağınız ilk cümlelerdir bunlar. O kadar ısrarcıdırlar ki; neredeyse sizi hiç gitmeyeceğiniz yere yollayacaklardır..
Şimdiki terminal yapılmadan önce otobüsler Cumhuriyet Alanı'ndan kalkardı.
Alan'da, arkaları kendi yazıhanelerine yaslanmış, burunları da heykele doğrulmuş olarak sıra sıra dururlardı.
Yanlarından geçerken kalkış saatinin gelmesini bekleyen yolcuların sıkıntılarını ve sabırsızlıklarını yüz ifadelerinden okurdum. Otobüsün kalkmasına kalan o on beş dakika bir türlü geçmek bilmezdi, bilirdim...
Bursa Santral Garajı'nda otobüslerin içinde kalkış saatini bekleyen yolcuları kumpasa düşüren çaycılar dolaşırdı. Sanki “Çaylar Şirketten”mişcesine insanların ellerine çayları tutuşturuverirlerdi. İnsanlar da ne olduğunun farkına varmadan çayları alırlar ve sunulan bu ikramın(!) memnuniyetiyle pek de bir şeye benzemeyen o çayları içerlerdi. Esas kıyamet çaycının geri gelip de çay paralarını toplamaya başlamasıyla kopardı. Otobüs içinde bir kavga bir kıyamet giderdi ki sormayın.

Kalkış saatini beklerken oluşan bir yanılsamayı hepimiz yaşamışızdır. Yanımızdaki otobüsün geri geri gitmesiyle yaşanan bu durumda insan neye uğradığını şaşırır.
Hareket edip gidenin kendi aracı mı yoksa yanındaki araç mı olduğunu bir türlü kavrayamaz. Hele de birlikte yolculuk yapacağı kişi bir şey almak için otobüsün dışındaysa, onun orada kalıp kendisinin gidiyor olduğunu düşünerek aniden panikleyiverir.

Eskiden otobüslerde en rahatsız olduğum şey; araç içindeki bazı yolcuların sigaralarını pervasızca içişleriydi. Kişinin nefesiyle karışmış bütün o duman arkada oturan kişinin üzerine üzerine gelir, ciğerlerine dolar, onu boğardı.. Şimdi bu durum ortadan kalktığı için ne kadar sevinsek azdır doğrusu…

Otobüsle yolculuğun özel halleri vardır...
Yaz günlerinde otobüse binmeden önce güneşin ne tarafta kalacağını hesaplamak, bilet alırken genellikle pencere kenarını tercih etmek, tek başımıza bir kadın olarak yolculuk yapacaksak 'Bayan Yanı' seçeneğini kullanmak, hattâ bu sayede çok zaman tek başına rahat bir yolculuk yapmak. Yolculuk esnasında sakince dışarısını izlemek, gözünün önünden hızla geçen görüntüleri yakalamaya çalışmak, yağmurlu havalarda başını soğuk cama yaslayıp kendinle ve düşüncelerinle baş başa kalmak. Otobüsün yanından geçen diğer araçların plâkalarındaki numaralardan o aracın hangi şehre ait olduğunu bulmaya çalışmak, yine plâkalardaki harflerden sözcükler üretmek.. Uzun yolculuklardaysa gidilen yolu haritadan takip etmek.
Sıcaktan bunalıp avaz avaz ağlayan çocuklar. Çocuğu susturabilmek için ter döken anneler. Çocuğun ağlamasına söylenen, çocuğun ne demek olduğunu unutan ya da bilmeyen insanlar. Yanındakini tanıyabilmek için röportaj yaparcasına sorular sorarak yol boyunca zavallıyı bunaltan meraklılar. Muavini sorularıyla ve istekleriyle canından bezdirenler… Bulmaca çözenler, kitap okuyanlar…
Son otobüs yolculuğumda artık her şeyin ne kadar değişmiş olduğunu gördüm. Koltukların sırtlarına konulan minik ekranlardan televizyon izlenilebiliyor, müzik dinlenilebiliyor. Arzuya göre müzik eşliğinde ön sırada oturuyormuşçasına yol takip edilebiliyor. Muavin oldukça temiz giyimli ve sürekli servis yapıyor.
Araç içi havalandırması da gayet iyi.

Otobüsün şoför mahalliyse bir uçağın kokpitini hatırlattı bana. Ne kadar çok düğme, ne kadar çok işlev, ne kadar çok ayrıntı. “Ben uzun zamandır otobüsle yolculuk yapmamışım.” dedim kendi kendime…
Değişmeyen tek bir şey kalmış bunca zamanda, o da dinlenme tesislerinde ya da garajlarda yapılan anonslarda, ne söylediklerini asla anlamadığımız kişilerin bozuk sesleri ve bozuk Türkçeleri.
Yolların ve araçların eskiye oranla çok daha iyi şartlarda olmasının kazaların azalmasını sağlayacağı yerde daha da artıyor olmasıysa tam bir çelişki...
Yine her zamanki gibi burada da devreye giren İNSAN'ın ta kendisi. Son derece yüksek teknolojiyle donatılmış da olsa o teknolojiyi kullanan eller yeterince ehil olmadığı sürece ne yazık ki değişen pek bir şey olmuyor.
Tasarım harikası o araçlarda binlerce hayat hunharca sona eriyor…

4 Aralık 2010 Cumartesi

Yol ayrımları

Hayatımız boyunca ne kadar çok kararlar almak zorunda kalıyoruz değil mi? 
Bazen kendimiz için, bazense yakınlarımız, özellikle de çocuklarımız için. 
Bu kadar ağır bir sorumluluk yüklenmek zorunda olmak ebeveyn olmanın en zor yanı olmalı. Çocuğunun hangi okula gideceğinin kararının verilmesi bile onun hayatındaki iyi ya da kötü pek çok şey için bir başlangıç olabiliyor.

İlk atılan adıma göre şekilleniyor diğer adımlar da.
Zaman zaman köşe başları oluyor dönülmesi gereken, zaman zaman tercih yapmak zorunda kalınan yol ayrımları.
Eğer ki gideceğimiz yeri iyi biliyorsak o yol ayrımlarında hangi yolu seçeceğimizin kararını vermek çok da zor olmuyor. Kararsız isek, henüz emin değilsek nereye gideceğimizden, yol ayrımlarında tabii ki biraz daha uzun zamanlar geçirebiliyoruz.
Bu bekleyişler zaman kaybı gibi görülse de, uzun vadede bizi kendi arzuladığımız hedeflere ulaştıracak kısa duraklamalar olarak hayat hikâyemizde yerlerini alıyorlar.
Genelde kararları verenin kendimiz ya da çevremiz olduğunu düşünürüz de, sanki işin bir de farklı yönü var. Hayatlarında başarılı olmuş kişilerin geçmişlerine baktığımıza pek çoğunun alâkasız ve çok farklı yerlerden geçip bugünlere geldiklerini görürüz.

Yaşanmış hayatların anlatıldığı kitapları okurken siz de garip bir hisse kapılmaz mısınız?
Başından sonuna anlatılan bu hayatlarda sanki birileri bütün bu yaşananları kurgulamış diye düşünmez misiniz? Hiç umulmayan anda karşılaşılan kişiler, hiç beklenilmeyen zamanda gelen haberler, aniden çıkıveren engeller, kılpayı kaçırılan fırsatlar, birdenbire bambaşka kapılar açan tesadüfler.
Bunların hepsi bizim romanımızın bölümleri, paragrafları, cümleleri.

Tek tek kelimelerle dokunuyor sanki hayatımız. 
Bir çok kararımızda bize o ‘hayır’ları dedirten nedir? O ‘evet’lere nasıl karar verdik? Hangi yollara sokulduk, hangi yollardan döndürüldük? Bu zamanlamalar, bu kesişmeler nasıl bir sona doğru sürüklemekte bizleri?

Herkes kendi hayatının başrol oyuncusu ve başka hayatların figüranları olarak yaşayıp giderken bu filmlerin devamı nasıl olur, nasıl biter, bizim için şimdilik orası meçhul.
Bütün bu sorgulamalara karşı; eğer her şeyi kader olarak algılarsak yaşama hevesimizi kaybedeceğimiz de bir gerçek.
Sürekli sorgulayarak yaşamak ne kadar tüketici ise, hiç düşünmeden yaşamak da zaman kaybı olmaktan öte geçemiyor. Boşa yaşanmış hayatlar olarak bir yerlerde sönüp gidiyor…

1 Aralık 2010 Çarşamba

Unutulmayan ilk aşklar

İlk aşklar neden hep "unutulmaz"dırlar diye düşündünüz mü hiç?
Çoğunlukla tek taraflı olup, karşılıklı yaşanıp tüketilmemiş oldukları için belki. Belki de yürek ateşiyle tanışılan ilk yanış olduğu için o ilk aşklar hiç unutulmazlar. Sonradan öğrenilen hayatı yaşama kuralları o ilk duyguları da içine gömmeyi öğretir insana.
"Kalbe dolan o ilk bakış, unutulmaz unutulmaz" der bir şarkı. Bir diğeriyse "Yıllar sonra rastladım çocukluk sevgilime, o "âşina bakışlar içimi deldi yine" der. Anlarız ki ilk aşkın en belirleyici unsurudur o manâlı bakışlar. İlk kanat çırpışlarıdır...
Belki de ilk aşklar kavuşamamalarıyla bu kadar derinlerde saklanıp kalırlar.
Hani Aşık Veysel der ya; "Oğlan kızı sever, kavuşamaz, AŞK olur." diye. Kavuşmak çok zaman Son'un başlangıcıdır zaten. Aşk'ın kendisini sevenler; aşklarına kavuşmak için değil de, o aşkla yanmak için aşklarının çevresinde pervane misali dönerler...

İlk Aşk'ın konu alındığı, küçük bir çocuğun mahallelerinde yaşayan kendisinden yaşça büyük bir kıza olan masum aşkın anlatıldığı "Adın Bahardı" şarkısını hatırlarsınız. Sözleri Yılmaz Erdoğan'a ait olan bu sıcacık şarkıyı Soner Arıca seslendirir. Soner'in sesinde de, şarkının sözlerinde de, video klipte de o masumiyeti, o sıcaklığı hissedersiniz...
Şarkının kahramanı delikanlı o küçük haliyle aşkının peşinde dolaşır, yolunu gözler, arada-sırada tesadüfen(!) çıkar kızın karşısına.  Onun için tarar saçlarını, Onun için hazırlar en güzel hediyelerini, O kendisini fark etsin diye çırpınır durur. Esas kız da farkındadır bu yakışıklı aşığının. Farkındadır da; onun için o aşık adam mahalledeki başı okşanacak minik delikanlılardan birisidir sadece.
Biraz kıskançtır da bizim küçük aşığımız. Aşkının erkek arkadaşını gördüğünde deliler gibi kıskanır onu.. Hele de büyük aşkının mahalleden taşındığını gördüğündeki hayal kırıklığı ve üzüntüsü nasıl da içimizi acıtır...
Ve yıllar sonra o mahalle, o ev ve o delikanlının görüntüleri ilk aşkların unutulmazlığını izleyenlere gösteriverir bir çırpıda...
Aşk denilen duygunun onlarca, yüzlerce, binlerce kişi içerisinden nasıl olup da bir kişiye yöneldiğini anlayamaz insan.. İlla ki birisi daha farklıdır senin için.. Kaşı mı daha güzeldir, gözü mü? Neden 'O' seçilmiştir? Hangi özelliği etkilemiştir seni? Bu sorulara verebilecek bir cevabın bile yoktur. Aşk nedensiz sevmektir derler ya, işte öyle bir şeydir bu...
Onu gördüğünde içini saran bir kıpırtı, bir heyecan, bir telâşedir seni ona çeken. Adını koyamadığın tarifsiz duygularla dolar taşar o minik bedenin. Bütün masumiyetinle yüreğinin ta derinlerinde hissettiğin o ilk duygular yıllar ve yıllar sonra dahi hiç değişmeden orada durmaktadır. Bugün de aklına geldiğinde seni mutlu eden "güzel düşüncen"dir o senin. Mutsuz zamanlarında sarıldığın, öznesinin çok da önemli olmadığı o duygu senin kurtarıcı meleğindir. Çekip alıverir koynuna seni en çaresiz zamanlarında.
Hatta çok zaman o aşkın sahibinin dahi bilmediği bir sırdır senin için.
Anlatılırsa ya da yaşanırsa büyüsünün bozulacağını bildiğin bu sırrını, gözlerden uzak kendi saklı bahçende bir hazineymişcesine sonsuzluğa dek muhafaza eder, onunla ebediyete ulaşırsın...
Herkesin böyle güzel bir sırrı vardır değil mi?