30 Ağustos 2013 Cuma

Dünyanın renklerine dokunmayın...

Geçen çarşamba Hüseyin Çetinel tarafından gökkuşağı renklerine boyanan Cihangir merdivenleri, kimliği belirsiz kişilerce dün gece yeniden griye boyanmış.
Hüseyin Çetinel 64 yaşında bir orman mühendisi.
Kendisi, merdivenleri boyamakta hiçbir siyasi amaç gütmediğini söyleyen ve 4 günde 200 merdiven boyamış birisi.
Mahalleyi güzelleştirme fikrinden yola çıkarak projeyi gerçekleştirmiş, “İnsanlar buraya geldiklerinde gülümsesin istiyorum. Görenler fotoğrafını çekiyor, hepsinin yüzünden mutluluğu okuyorum” demişti.
Merdivenlerin yeniden griye boyanmasından sorumlu tutulan ve sosyal medyada tepki gören Beyoğlu Belediyesi ise konuyla ilgili açıklama yaptı ve "Kaldırımları biz boyamadık, araştırıyoruz" dedi.
Şimdi;
Bu rengarenk görüntüden kim rahatsız oldu da o merdivenleri buz gibi soğuk bir renge döndürüverdi.
Hazır bir neşe, bir keyif, bir özellik katılmışken üstelik.
Yüz binlerce merdiven, duvar, çit, yol, kaldırım beton renginde diye gözümüze batmıyor.
Alışmışız onları görmemeye.
Orada olduklarının farkına bile varmıyoruz.
Ama biri geliyor, fırçasıyla bir dokunuyor ve dokunduğu yer rengarenk şenleniyor.
Gökkuşağının renklerine boyuyor insanın yarattığı dünyayı.
Ki doğanın kendi yarattığı dünya zaten öyle.
Yaprağından çiçeğine, kuşundan böceğine...
Gökkuşağı renklerinin LTGB’nin bir göstergesi olduğunu düşünerek mi boyadı yoksa boyayan her kimse.
O renkli basamakların üzerine basarak geçerken kendi erkekliğine ya da kadınlığına zeval mi geldi saydı?
Kendisine tecavüz mü edildi sandı?
Renklerden hazzetmem, sanattan hazzetmem, neşeden keyiften insanlıktan zerre kadar hazzetmem mi dedi her fırça darbesinde.
Betonsa beton gibi görünsün mü dedi.
Betonlaşmış beyni gibi, taş kesmiş kalbi gibi soğuk ve renksiz mi görmek istedi dünyayı.
Ne battı ona bu kadar ki bir gecede kapattı bütün o cânım renkleri?
Kesseler kanı bile kırmızı akacak oysa.
Hem belki gözleri mavi, saçları da sarıdır.

27 Ağustos 2013 Salı

Kaza bazen ‘geliyorum’ der

Yaşlar gidip de baştaki saçlar ağarmaya başlayınca kadınların ‘mecburî’ saç boyatma dertleri de başlıyor.
3 haftada ya da ayda bir kuaförün önüne oturulup bir güzel ‘dip boya’ yaptırılıyor.
Bırakalım da beyazlasın denmiyor.
‘Bakımlı kadın’ olacağız ya….
Yine böyle bir kuaför ziyareti için evden çıkıp, FSM Camisi’nin önünden Ataevler’e doğru indim ve Gazi Caddesi’ne girdim.
Pardon giremedim…
Yaz başından beri bir türlü bitmek bilmeyen çalışmalardan dolayı ulaşımın zar zor sağlanmaya çalışıldığı, cadde sakinlerinin toza toprağa gark olduğu o yol bu kez toptan kapatılmış.
Karşıdan gelen yol çift şeritli olsun diye de yolun ortasına hepimizin çok sevdiği(!) kavuniçi direkler zımbalanmış ve yol ‘bölünmüş yol’ olmuş.
Bölünmüş yolun bize ayrılan tarafından söylene söylene giderek kuaförüme ulaşıyorum ve kendimi Neslihan’ın ellerine bırakıyorum.
Neslihan saçımı didik didik edip boyayı saç diplerime sürerken ben de karşımdaki aynadan gayrı ihtiyarı caddeyi izliyorum.
Aklımda bin bir düşünce, biraz dalgın, biraz kayıtsız, çokça da ‘biran önce bitse de gitsem’….
Orta refüjde sırtı bize dönük, karşıya geçmeye çalışan 55-60 yaşlarında bir kadın görüyorum. Belli ki evinden çıkmış, karşıdaki marketten bir şeyler alacak.
Sıradan bir kadın ve dikkat çekmeyen sıradan bir görüntü.
Kadın; önceden tek yönlü, şimdiyse çift yönlü olan yolun normal  istikametinden gelen araçları kontrol ediyor. Karşıdan gelen araç geçince de doğal olarak kendisini yola bırakıyor.
Ve o anda müthiş bir gürültü ve ani bir fren sesiyle birlikte kadın ters yüz oluyor.
Kadının sol tarafından gelen bir araç kadına hızla çarpıyor. Daha doğrusu kadın aracın sağ kapısına çarpıyor ve savrularak yere düşüyor.
Ve ben hem sürücü, hem de yaya olarak belki de en korktuğum bir şeyi canlı canlı izliyorum.
Ki defalarca uykuyla uyanıklık arasındaki rüyalarımda birisine çarpmış ve korku içinde uyanmışımdır.
Belki de o yüzden ani bir çığlık atıp ‘’Eyvah çarptı‘ diyorum.
Neslihan olanların farkında değil, saçıma son boyaları sürüyor.
O da benim çığlığımdan korkuyor.
Bir anda esnaf, yoldan geçenler ve araç içinden fırlayanlar kadının başına koşuyorlar.
Şimdi esas film bundan sonra başlıyor;
Kadın kalkmaya çalışıyor ve oradaki herkes el birliğiyle kadını kaldırıyor.
Hemen plastik bir sandalye getirip kadını olduğu yerde oturtmaya çalışıyorlar. Olmuyor tabii yolun ortasında. Kadını karşı kaldırıma kadar yürütüp orada oturtuyorlar sandalyeye.
Kımıldatmayın demek için çok geç.
Her şey saniyelerle oluyor.
Oğlu olduğunu düşündüğüm bir genç deli gibi koşarak geliyor annesinin başına. Haber uçmuş ihtimal.
Sonra polis ve sonra da ambulans geliyor. Ölçümler yapılıyor, sorular soruluyor, bilgiler alınıyor.
Yol zaten kendi içinde yeterince tıkanık iken bu durumda trafik iyice Arap saçına dönüyor.
Sonunda polis de, kadını alarak hastaneye götüren ambulans da, kaza yapan araç da gidiyor ve hareketlilik sona eriyor.
Kalabalık dağılınca evlerinin balkonlarından ya da sokakta olayı izleyenler (sürülen boyayla saçı kafasına yapışmış, üzerinde naylon bir önlükle kapı önünde dolanan ben dahil) kaza hakkında birkaç saat sürecek yorumlarını yapmak için içerilere giriyor.
****
Hayatında ilk kez böyle bir kazaya şahit olan biri olarak bana, ‘Sana göre suç kimdeydi?’ diye soracak olursanız, suçun büyüğü bir türlü tamamlanmamış olan yol ve onun getirdiği aksaklıklar silsilesindeydi derim.
Bu şartlardaki bir yolda araç sürerken de, yola yaya olarak çıkarken de azamî dikkatli olmak lâzım tabi.
Normal şartlardaki yollarda bile patır patır kazalar olduğunu düşünürsek…
***'
Yine bir kaza sonrasındaki yardımlaşmayı ilk kez gören biri olarak bana, 'Yapılanlar doğru muydu?’ diye soracak olursanız; öyle bir darbenin ardından kazazedenin yürütülmesi ne kelime, hiç kıpırdatılmaması lâzımdı derim.
Oradakilerin pek çoğu da bunu biliyor belki ama o panik anında kimse bildiklerini hatırlamıyor.
Çünkü temelden eğitilmediğimiz için insan ilk öğrendiği karga tulumba yöntemini uyguluyor.
Ve maalesef ki kazalardan sonraki ölümlerin pek çoğu da o ‘kurtarmalar’ esnasında oluyor…
Ben’ce siz siz olun, kimseyi 'Kazma kürek kurtar’MA’!yın…
Ve belediye olarak sizler de ‘yapacağız’ diye dağıttığınız yolları dağınık bırakmayın, toplayın…

25 Ağustos 2013 Pazar

Anladığımızı severiz biz…

Kendisini ilk dinleyişimin ardından, ilk kez duyduğum IQup‘ı “Küçük beynin büyük aklı” isimli yazımda anlatmıştım evire çevire.
Geçtiğimiz günlerde Çağdaş Eğitim Kooperatifi’nin davetlisi olarak Bursa’ya geleceğini ve seminer vereceğini duyduğumda ikinci kez dinlemekten sıkılmayacağımı düşündüm.
Daha önceden bilgi sahibi olduğum için fikir sahibiydim de ve Uzman Psikolog Zafer Akıncı’nın mikrofon karşısındaki rahatlığını ve akıcılığını da gayet iyi biliyordum.
Yanılmadım.
Yine rahat, yine esprili, yine bir stand-up ustasından farksızdı.
Doğal, açık ve netti.
İnsana kendi kendini sorgulatıyor, kendisiyle yüzleştiriyordu.
Hem ebeveyn olarak, hem de evlat olarak nerelerde doğruyuz, nerelerde eğriyiz diye düşündürtüyordu.
Bu seferki seminerin konusu IQup ve başarı idi.
Başarı kavramı herkese göre farklı elbette. Kimisi başarıyı banka hesabıyla, kimisi adının sol tarafında yazanlarla, kimisi de iç huzuruyla ölçüyor.
Hepsinin bir arada olduğu başarılar da vardır muhakkak, lâkin eminim ki az…
****
Hepsi bir arada derken Akıncı anlatıyor.
İşini iyi yapan bir insanın eğlenmesine laf edilmez malum. Yapamayanın ise her yaptığı göze batar.
Derslerinde başarılı çocukların yaramazlıkları, akıldan olarak nitelendirilir.
İşinde başarılı olan elemanın iş dışında bir şeyle meşgul olmasına patron ses çıkartmaz.
Evini eksiksiz çeviren bir kadının gezmesine kimse mana bulamaz.
Velev ki eksiklik olsun, o zaman çark hemen geri sarmaya başlar.
Başarılının öyküsü vardır ve kıymetlidir. Köylüsü kentlisi, yedi göbek ötelisi sahip çıkar.
Başarısızın da vardır ama kimse o öyküyü (bahaneleri) dinlemek istemez.
Malum söz; insanlar senin dalgalarla nasıl boğuştuğuna değil, gemiyi limana getirip getiremediğine bakar…
****
İnsanın başarılı olmak için yapmak zorunda olduğu işleri hedef bilinciyle yapması yeter aslında. % 100 zevk alınacak diye birşey yok.
Sınavda derece yapmış bir çocuk sınavın ardından hâlâ daha harıl harıl test çözmez mesela.
Ya da ütülenmesi gerekenleri ütüleyen bir kadın daha ne bulsam da ütülesem diye bakmaz.
Yıkadığı bulaşıkları çıkartıp çıkartıp yıkamaz.
Projesini tamamlayan bir mimar, yaptıklarını bozup bozup tekrar yapmaz.
Yapılması gereken yapılmıştır, bunun için ne şikayet etmeye, ne de işi kendine iş edinmeye gerek vardır.
Komşuda kahve de içilecektir, arkadaşlarla sinemaya da gidilecektir, oyun da oynanacaktır, bazen de hiçbir şey yapmadan öylece televizyona bakılacaktır.
Hayat mücadeleleriyle ve molalarıyla güzel değil midir…
****
Başarıya odaklı bizlerse, okuldan gelen çocuğumuzun çantasını bir kenara atarak ya televizyon ya da bilgisayar karşısına geçtiğinden yakınırız hep. İsteriz ki okuldan gelir gelmez açsın kitabını defterini, nefes almadan çalışsın.
O da inadına yapmaz.
Akıncı bu konuda bir deneyden bahsediyor.
Ders çalışmayan çocuklara deniliyor ki, size hergün bir hap vereceğiz, üzerine yarım saat ders çalışacaksınız ve herşeyi anlayacaksınız.
Çocuklar kabul ediyor.
Yarım saatlik çalışmayla ve sihirli bir özelliği olmayan sıradan bir vitamin hapıyla ders performansları gittikçe yükseliyor.
Demek ki inanarak yapılırsa yarım saat de yeterli.
Yarım saat ders çalışan çocuğa, “E bu kadarcık mı?” demek yok ama!
İnsan anladığı şeyi sever. Anlamak için de çaba gerek…
Bu arada B12, omega ve çinkonun beynin eti üzerinde ciddi faydaları olduğunu da ısrarla yineliyor.
****
İşleyen demir ışıldar sözündeki gibi çalıştırılan her ne ise onun gelişeceğini söylüyor Akıncı. Ağırlık çalışan kişinin kol kaslarının gelişmesi gibi. O yüzden ‘zihnimi lüzumsuz bilgilerle doldurmak istemiyorum’ gibi bir düşünceye kapılmayın diyor.
Her şeyi teknolojiye havale ettiğiniz için gün geçtikçe körelen beyin odacıklarınızı, hiç olmazsa hergün bir telefon numarası ezberleyerek canlı tutun diyor. Akıl denilen şey kullandıkça azalmaz, bilakis çoğalır, kullanmaya korkmayın diyor.
Teknolojiden de uzak kalmayın ama kölesi de olmayın diyor.
En basitinden bir örnek; navigasyon aleti olmayan araç sürücüsünün beyninde sürekli bir harita oluşuyordur. Sokaklar, binalar, köşebaşındaki büfe, sağdaki manav, soldaki ATM.
Navigasyon aleti olan araç sürücüsünün ise sadece tuşlara basan parmakları yorulur(!).
Her işi başkalarına yaptıranların alzaymır riskinin yüksek olduğunu söylüyor Akıncı.
(Annelerimiz bize bir şey öğretirken ve biz o iş için biraz nazlanırken bize ne derdi hatırlayın; işi banaysa marifeti sana. Öğren, öğren, öğren…)
Beyin denen organın diğer organlardan bir farkı olmadığını, onun da sağlıklı ya da hastalıklı olabileceğini söylüyor. Sağlıklı bir beyinde kan akışının ve dolayısıyla beynin sulanmasının önemine değiniyor. Farklı bölgelerin çalışması için farklı etkinlikler olmalı diyor.
Spor, sanat, müzik, bilim…
Bunun yanında kan taşıyan damarların sağlığı için de beslenme ve zararlı alışkanlıklardan uzak durma…
Tabii her şey var olanın tümünden faydalanmak üzerine.
Burada kendi boyunu posunu göstererek, ne kadar basketbol oynadığından, ne kadar süt içtiğinden ve bütün bunların sonuca olan etkisi(zliği)nden bahsediyor.
Eğer genetik kodlarında 1.50 olacağın yazıyorsa, 1.80 olamıyorsun diyor.
Ve zihin için de aynı şeyin geçerli olduğunu, olmayan bir şeyin var edilemeyeceğini  söylüyor.
Çocukların başarılı olması için neler yaptığımıza geliyor söz.
Akıllı tahtalar, ipadler, servisler, mükemmel fiziki şartlı odalar, sınıflar, sıralar…
Çocuğun dışında her şeye yatırım yapılıyor, çevre zengin, lakin çocuk değil diyor.
Sonra da mum ışığında çalışarak başarıdan başarıya koşan çocukların sırrına akıl erdirmekte zorlanılıyor…
Her şeyi olan çocuk çalışmak istemiyor, okumak istemiyor. Hiçbir şey vermeyeceği, sadece alacağı ortamlar istiyor. Tv gibi, pc gibi, cep telefonu gibi…
Çünkü ona doğduğundan beri zaten her şey hep veriliyor.
Çocuk ‘vermeden almakta’ ısrar edince de karşılıklı herkes geriliyor.
‘Önce görev, sonra hak’ mefhumu çocuğun agresifleşmesi korkusundan dile dahi gelemiyor.
Eskinin geçer akçesi “ödül-ceza” yöntemi da artık demode.
Ödül ya da ceza verilemediği zaman çökmeye mahkûm bir yöntem olduğuna inanırdım hep.
Öyle oluyor ki, gün geliyor ödül de, ceza da verilemeyebiliyor….
****
Düzenli ve disiplinli çalışan bir hamaldan bahsediyor Akıncı. Ve ne uzadığından ne kısaldığından, hep muhtaç olduğundan…
Başarı için düzen ve disiplin de yetmiyor demek diyor.
(Haftalık 48.9 saatlik mesai ile dünyada en çok Türkler çalışıyormuş)
Çok sevdiği ama yapmaya üşendiği işte de başarılı olamaz insan.
Sevgi eylem gerektirir. Tek başına asla yetmez.
Eskinin lise mezunlarının saltanatı vardı, şimdiyse suratına bile bakılmayan milyonlarca üniversite mezunu var, demek okul okumak da yetmiyor diyor.
Örnekler veriyor;
“Diplomasız bir patron iş yerinde yüzlerce diplomalı eleman çalıştırabiliyor.
Tarla işine giden kadınların içinden birisi işçi kadınları organize ederek arada komisyonunu da alıyor ve kendi çapında patron oluyor.
İşte o kadın diğerlerinden farklı.
Binlerce mezunun arasından sıyrılarak (torpilsiz olarak) hakkıyla bir işe yerleşen kişi diğerlerinden farklı” diyor.
Başarı hem dengede, hem farklılıkta, hem de farkındalıkta demek…
Zaman olarak uzun süren ama bitmesini istemediğimiz bu sohbetin ardından, bu derece faydalı olan iqup yönteminin sadece bedel ödeyebilenlerin değil de, herkesin emrine amade olmasını istiyor insan.
Belki zaman içerisinde tüm okullarda uygulanmaya başlanır, kim bilir….
Herkese iyi pazarlar :)

Zafer Akıncı ile ilk tanışma yazısı:

24 Ağustos 2013 Cumartesi

İlişkileri geliştirmenin en keyifli hali

 Gazetecilerle havuz kenarında kahvaltı keyfi

Basın mensupları, Nilüfer Belediyesi’nin düzenlediği hafta sonu kahvaltısında buluştu. Bir süreliğine sıcak gündemden uzaklaşan gazeteciler, hem sohbet etti, hem de dinlenme fırsatı buldu.

Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, basın mensupları için Konak Olimpik Yüzme Tesisleri’nde bir sabah kahvaltısı düzenledi. Kahvaltıya Başkan Musafa Bozbey’in yanı sıra; Nilüfer Belediye Başkan Yardımcısı Recep Tanlak, Başkan Danışmanları Adil Kayaoğlu ve Ziya Güney ile çok sayıda gazeteci katıldı.

Kahvaltıda Başkan Bozbey ve basın mensupları bol bol sohbet imkanı buldu. Kahvaltı sonrasında havuz kenarında dinlenen gazeteciler, sıcak gündemden kısa süre de olsa uzaklaşarak, stres attılar.

Kahvaltı sonrasında Başkan Bozbey ile Gazeteci Osman Gürçay iddialı tavla oyununda karşı karşıya geldi. Tavla mücadelesi, tüm konuklar tarafından dikkatle izlendi.
Bozbey ve bazı gazeteciler, daha sonra olimpik havuza girerek sıcak bir Bursa gününde serinleme fırsatı buldular.
Başkan Mustafa Bozbey yaptığı kısa açıklamada, hafta sonunda gazetecilerle stres atmayı amaçladıklarını, siyaset dışında da insani ilişkiler geliştirmenin önemli olduğunu kaydetti.

22 Ağustos 2013 Perşembe

4 parmakla değil, 5 parmakla STOP!


Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez nereye gideceğini öngörmeden öyle bir kelam etti ki yer yerinden oynadı.
Birleşmiş Milletler projesi olan ve kadına karşı din adamlarının eğitilmesini öngören projenin protokol imza töreninde BM'ye seslenerek, "Kadına karşı şiddetle uğraşacağınıza önce insanlığa karşı cinayetleri önleyin" dedi.
Sonra da: "Ben dün bir karar aldım. Dostumuz (BM temsilcisi Hugue) kusura bakmasın, biz 2010 yılından itibaren bu projeye destek veriyoruz. Bundan sonraki kısmında, en azından Diyanet İşleri Başkanlığı'nı ilgilendiren kısmında BM'nin bir kuruşunu harcamayacağım. Kabul etmiyorum o parayı. O parayı insanlığa karşı işlenen büyük suçları ve cinayetleri önlemeye kullansın. Bizim kadına karşı şiddeti, insana karşı şefkati ve merhameti toplumumuza, milletimize anlatacak kadar hem imanımız, hem maneviyatımız, hem de maddiyatımız var." dedi.
Ben de merak ettim bu iman ve bu şefkat ve bu maneviyat ve bu maddiyat nerededir?
"Daha önceleri nerelerdeydiniz?" şarkısı dolandı dilime hemen...
Daha öncesini bir kenara koyalım, son 7 ayda bu şefkat dolu toplum içinde şefkat dolu erkekler tarafından 97 kadın, 4 transseksüel  öldürüldü.
Tacizin tecavüzün ise haddi hesabı yok.
Ne kadın, ne erkek, ne yaşlı, ne sübyan dinlemeden üstelik.
Hemen bir-iki örnek verelim:
Diyarbakır'da, bir oto tamircisinde çalışan 24 yaşındaki F.Y., aynı iş yerinde çırak olan 12 yaşındaki M.Ş.'ye tecavüz ettiği iddiasıyla tutuklanıyor.
Konya'da bir eğlence merkezinde çalışan 30 yaşındaki Songül Akar, 8 aydır birlikte olduğu sevgilisi TIR şoförü 27 yaşındaki Kamil T. tarafından kıskançlık nedeniyle sokak ortasında tekme tokat dövülüyor.
6 Ağustos'ta kalkış için son hazırlıklarını yapan Anadolujet'in TK7282 sefer sayılı Bodrum-İstanbul uçağında, UM yolcu (refakatsiz) statüsünde olduğu için kabin ekiplerine teslim edilerek koltuğa oturtulan küçük çocuk, hemen yanında oturan E.A. isimli yolcu tarafından taciz edilmeye başlanıyor. Bu sırada yan koltukta oturan bir başka yolcu, E.A. isimli yolcunun cinsel organını çıkararak küçük çocuğu sözlü ve fiziksel olarak taciz ettiğini fark ediyor ve durumu hemen kabin ekiplerine bildiriyor. Ve o yolcu kara listeye alınarak bundan sonraki Anadolu Jet uçuşlarına da alınmayacağı belirtilerek ceza(!)landırılıyor.
Boşanmak isteyen, ayrılmak isteyen, arkadaşlık teklifini reddeden, bir erkekle elele görülen, sevdiğiyle evlenmeye karar veren, sevmediğiyle evlenmeyi reddeden, dayaktan ve tacizden kurtulmak için mücadele eden, yemeği yakan, eve ekmek almayı unutan, sofraya koyduğu çorbanın sıcaklığını ayarlayamayan........... ve bunun gibi pek çok hak edilmiş(!) suçtan dolayı kadınlar ya dayaktan geçiriliyor ya da öldürülüveriyor.
Sokak ortasında, kapı arkasında, ocak başında, çocuklarının yanında, herkesin ortasında...
Hiç fark etmeden oracıkta hesabı görülüyor.
****
İslam ülkelerindeki cinayetlerin ve tecavüzlerin olmazsa olmazı Allahü ekber! nidaları ise hangi şefkate, hangi imana, hangi maneviyata sığar bilmem.
Malumunuz cinayetin ve tacizin dini imanı yok.
Sadece ahlâkı var.
Güzel ahlâklı olmak herhangi bir dine mensup olmayı gerektirmez lakin din, güzel ahlâklı olmayı şart koşar.
Temiz beden ve temiz ruh imandan gelir.
.........diye öğrendik biz.
Öğrendik de; dindar(!) ülkelerde yaşananları görünce, bu ne perhiz bu ne....  diyesi geliyor insanın....
Cennete(!) gitmek için dünyayı cehenneme çeviren şu fanilere,
Yeter artık, DUR diyesi.....
Üstelik bugünlerin şu meşhur 4 parmağıyla değil, bütün avuç içiyle, 5 parmağıyla....
STOP!!