31 Aralık 2018 Pazartesi

Bir Yılbaşı Masalı

Derin uykusundan uyanıyordu ara sıra, sonra tekrar uykunun hem karanlık hem de büyülü sokaklarına dalıyordu
Her sokakta bir başka kadın yaşıyordu o karanlıklarda. Hangi sokağa girse o sokağın lambaları yanıveriyordu aniden. Güneş parlıyor, mehtap gökyüzündeki yerini alıveriyordu. Bir sokakta küçük bir kız koşuyordu top peşinde, bir diğerinde kahkahalar içinde ip atlıyordu zıp zıp zıplayarak. Bazen ipe basıp yanıyordu. Sonra oyun yeniden başlıyordu. 
Ne kadar masum bir neşeydi bu yarabbi!

O sokaktan ayrılıp diğer sokağa geçerken arkasında bıraktığı sokak karanlığa bürünüyor, yeni sokak aydınlanmaya başlıyordu. 
Gözlerini açıp uykusundan uyanmaya çalışıyordu bir yandan da. Uyku alemi peşini bırakmıyordu ki uyansın. Başucundaki bardaktan bir yudum su alıp boğazındaki kuruluğu geçiriyor, sonra yine uykuya teslim olup başlıyordu sokaklarda dolaşmaya.
Henüz tam aydınlanmamış bu sokakta elindeki kitaplarla okula gidiyordu genç kız. Sabahın erken saatlerinde gün ağarırken yola düşmüş, yüzüne çarpan sabah ayazından korunmaya çalışarak, hızlı adımlarla yürüyerek bir an önce okula ulaşmaya bakıyordu. O kadar üşümüştü ki ayakları adeta buz tutmuştu. Okul sıcak mıydı, kaloriferler yakılmış mıydı, bahçede beklemeyip doğrudan sınıfa çıkacak mıydı? 
Ne kadar naif endişelerdi bunlar yarabbi! 

Bir başka sokakta ailesiyle yaşadığı ve hayal mayal hatırladığı ev vardı. Akşam olmuş, evin ışıkları yanmış, perdeleri çekilmişti. İçeride neler olup bittiği, ancak cama yaslanıp da iki eli ile dışarısının ışığını yüzüne siper edip içeriye baktığında görülebiliyordu. Öyle de yaptı. Burnunu cama yasladı, içeriye baktı. İçeridekiler ailece sofra başında toplanmış yemeklerini yiyiyorlardı. Yemek servisi yapan kadını tanıyordu sanki. Ya masanın başındaki o yakışıklı adam kimdi? Masadaki kız yemekleri beğenmeyip mızmızlanıyordu durmadan. Babası kaşlarını çatıyor, yaptığı yemeği kızına beğendiremeyen annesi kızın sofradan aç kalkacak olmasına üzülüyordu. Diğer çocuklar yangından mal kaçırırcasına saldırıyorlardı yemeğe. Bir kargaşa, bir telaşe, bir heyecan, bir hayat vardı masada.
Ne kadar sıradan ve ne kadar özel bir aileydiler yarabbi!

Camdan yüzünü çekip, başka bir sokağa geçiyordu usulca. Kararan sokağı ardında bırakıp, önünde aydınlanan sokakta yürümeye başlıyordu. 
Yeni doğan kardeşi için süt almaya giden bir kız çocuğu vardı bu sokakta. Kız çocuğunun kendisi de küçüktü ama kardeşi daha küçüktü ve ona süt lazımdı. Yollara döküp saçmamaya dikkat ederek süt kabını elinde taşıyan o kız çocuğunun başını okşadı karşıdan. 
Daha şimdiden ne kadar anaç bir ablaydı bu kız yarabbi!

O sütünü taşıyadursun, diğer sokaktaki kız kedi köpek peşindeydi. Öğlen arasında okuldan gelir gelmez kasaba koşturup ciğerdi kemikti ne varsa toplamış, bir hışım eve girmiş, getirdiklerini hayvanlara pay ediyordu. Acelesi vardı. Yeniden okula dönecekti besbelli. 
Ne kadar yerinde duramayan bir kızdı bu yarabbi!

Gözlerini araladı tekrar. Neredeydi anlamaya çalıştı.
Sokaklarda değil yatağındaydı. Doğrulup kalktı, önce gözüne gözlüklerini taktı, sonra ayağına terliklerini geçirdi. Filmlerde bile ihtiyaç molası verilmez miydi? Rüya arasında da verilmeliydi tabi.
Hacetini görür görmez o sokaklara bir an önce kavuşmak istercesine attı kendisini yatağa.
Sokaklarda gördüğü kız bir küçülüyor bir büyüyor, bir ağlıyor bir gülüyor, seviyor seviliyor, evleniyor, çoluk çocuğa karışıyor, gün geçtikçe büyüyüp olgunlaşıyordu. 
Bu delice koşuda kızın peşinde sokak sokak koşturuyordu şimdi. Kız arada ardına bakıp çapkınca göz kırpıyordu ona. "Koşu daha bitmedi!" diyordu.
Ne kadar da çabuk geçiyordu zamanlar yarabbi! 

Zaman içinde kızın adımları yavaşlamaya, hareketleri ağırlaşmaya başladı. 
Belli ki kız çocuğu yorulmuştu. Belli ki kız çocuğu yaşlanıyordu. 
****
Rüyadan gerçeğe dönerken düşündü de; sokaklarda gördüğü kızın her halini sevmişti o. 
Yaşlanıp yitip giden anne babasının şimdi çok uzaklarda kalmış genç hallerini rüyasında gördüğüne çok sevinmişti. O hep sanmıştı ki, onlar hep yaşlıydılar, hattâ sanki onlar yaşlı doğmuştular.
Bir insanı en son haliyle hatırlamak ne kadar büyük haksızlık yarabbi!

Kendisi şu an yaşlı bir kadın iken, sokaklarda gördüğü o kız yüzlerce kez çocuk, binlerce kez genç olmamış mıydı? Onu da son haliyle hatırlayacaktı çocukları ve torunları işte böyle.

"Hayde!" dedi, "Hayde vire! Kalk bakalım koca kız! Kalk giyin, bütün o kız çocuklarının ve genç kadınların elinden tut, öyle otur bu yılbaşı sofrasına."
Kalktı çabucak. Bedeninde yaşlılıktan bir eser yoktu şimdi.
Hazırlanırken aynada gözlerinin ta içine baktı. Tüm kız çocukları ve tüm kadınlar da kendisine bakıyordu aynadan. Gülümsediler birbirlerine karşılıklı. Yunus'un dizeleri takıldı diline o an.

"Severim ben seni candan içeri,
Yolum vardır bu erkandan içeri.
Beni bende demem bende değilim,
Bir ben vardır bende benden içeri.
Nereye bakar isem dopdolusun,
Seni nere koyam benden içeri." dedi.

Dizeler akıp giderken giyinip süslendiler hep birlikte. Saçlarını topuz yapıp, küpelerini taktılar, en güzel elbiselerini giyip eteklerini savura savura çıktılar odadan. 
Salona girdiği anda tek bir bedende binlerce kadındı şimdi o.
Sofraya oturduğunda, peçeteyi kucağına sererkenki zarafet dahi yüzyıllar ötesinden gelmiş gibiydi.

Masadakiler hayretle bakıyorlardı ona ve adeta onlar da kadının içinde yıllardır yaşayan ve onu bugünlere taşıyan tüm kadınları görüyorlardı. 
Büyülü bir andı.
Bir yılbaşı daha bir arada kutlanır mıydı bilinmez ama şimdiye kadar kutlanmış tüm yılbaşılar onun yanı başındaydı.
Her anı mutlu geçmese dahi 100 yılbaşı yaşamış olmak ve pek çoğunu hatırlamak ne büyük bir mutluluktu yarabbi!

31 Aralık 2018 / C.E.Y.

21 Aralık 2018 Cuma

Kokuşizm!

Ne kadar romantik, ne kadar uzaklara bakan, ne kadar uzaklardan bakan yazan yazılar yazıyordum hep değil mi? 
Romantik ve duygusal değildim aslında, sadece duyguluydum.
Uzaklara bakmıyordum aslında, ta en derinlere bakıyordum.
Uzaklardan bakmıyordum aslında, sadece yukarılardan bakıyordum.
Çünkü olanlar ve olacaklar yukarılardan gayet net görünüyordu.

İnsanın içindeki öze dikmiştim gözümü. Orada gizlenen sinsi uşağın fırsat bulduğunda neler yapabileceğini gözlüyordum. Gün geçtikçe cesaretlenen ve gün yüzüne çıkma vaktinin geldiğini düşünen uşak, maharetlerini büyük bir meydan okuma ile gözler önünde sergiler oldu sonunda.
Üstelik alkışı aldıkça daha da küstahlaşarak kendi içine hapsettiği şeytanının iplerini çözdü attı.
Matruşka gibi, içindeki her kilit açıldıkça o zindanların içinden daha kötü birer canavar çıktı.

Sokaklarda kendi halinde yaşayan kediler köpekler futbol topuymuşcasına tekmelendi, minicik kafaları ayaklar altında böcek ezer gibi ezildi, karga yavruları su dolu yalaklara batırılıp batırılıp çıkartıldı, koca koca balıklar göz göre göre denizde kurşunlandı.
Kendisine faydası ya da zararı olmayan hayvanları "spor" niyetine avlayanlar yeterince acımasızken, bir de üzerine işkenceciler türedi.
Türedi demek de yanlış aslında, bu işkenceciler hem artık kendilerini saklamaya hacet duymadıklarından, hem de teknoloji marifetiyle daha görünür hale geldiler.
Onlar vahşet sundukça kendisini izleyenler daha fazlasını istiyor, izleyiciler daha fazlasını istedikçe o daha fazlasını sunuyordu.
Kendilerinden güçsüz buldukları her canlıya gizli gizli eza ederken, sonunda iş geldi kameralar önünde işkence "SHOW"una döndü.
Sonuç;
El kadar papağan Bahtiyar'ın ümüğünü sıkıp cayır cayır bağırtan, ayağını kıran, bunu da sosyal medyada paylaşmaktan haz alan garip bir insan. O insan şimdi 21 gün akıl hastanesinde kalacak. Adamın "eğlence" dediği bu zulümden kurtarılan ve ameliyat edilen Bahtiyar ise hayata daha fazla tutunamadı ve yaşadığı stres sebebiyle öldü. 
Hadi doğal ortamından aldın evine getirdin, bari zulüm etme değil mi! Bırak mutlu olsun. Onun mutluluğu ile sen de mutlu ol. Onun varlığı sana arkadaş olsun, yoldaş olsun. Hayvanı bağırtarak mı eğleniyorsun?
Ne diyelim; mutlulukla hiç tanışmamış kişilerden mutluluk yaşamasını ya da yaşatmasını beklemek de bizim ahmaklığımız olsun.

Sirklerden Marketlere

Sirklerde güle oynaya izlediği hayvanların o hale gelene kadar nasıl bir şiddete maruz kaldıklarını canlı canlı gören insan gibi insanlar, insanlıklarından utandılar. 
Hayvanı kendine benzetme, bırak derken onun canını yakma, bırak onu doğasına, doğduğu gibi, yaratıldığı gibi yaşasın dediler.
Hayvana zulmeden zalimdir, bir canlıya bunu yapabilen her canlıya yapabilir, hayvan konuşamıyor diye ona bu kadar rahat zulüm ediyor bu yaratıklar, bunlar insana da aynı zulmü eder ve onları da sustururlar, onlar susturamadıklarından korkarlar, onlar konuşandan korkarlar, onlar bir kötülüğü yapmaktan değil, ortaya çıkmasından korkarlar, onları alkışlamayın, cesaretlendirmeyin, onları iyi halden salıvermeyin, hayvanı önemsiz görmeyin, yasalar çıkartın, bu zalimlere ağır cezalar verin, dediler.
Çocukları yetiştirirken hayvanlarla bir arada yetiştirin, hayvanın da bir canı olduğunu, üzüldüğünü, sevindiğini, acı çektiğini, özlediğini öğrensinler dediler.
Besin zincirindeki hayvanların etlerini market raflarındaki halinden çıkartıp, minicik sevimli mi sevimli bir kuzuya, koca cüsseli bir ineğe, telâşeli bir tavuğa, paytak paytak yürüyen bir ördeğe ait olduğunu göstererek, o etin bir canlının eti olduğunu, insanoğlunun yemesi için o hayvanın canını verdiğini, o yüzden çocuklara hayvana eziyet etmek bir yana, şükretmesi gerektiğini öğretmeye gayret ettiler.

Doğanın Dengesi

Doğa böyle avlar ve avcılar ile dolu ve besin zincirinin en altında en çok üreyenler var. 
Besin zincirinin üzerindeki canlılar teker teker üreyip kolay kolay büyümezken, bir tavşan bir batında 8-10 yavru verebiliyor. 1 aylık bir gebelik sonunda dünyaya gelen yavrular da 5-6 ay sonra çiftleşmeye hazır hale gelince tavşan ailesi korkunç bir hızla genişliyor. Fareler, böcekler, kaplumbağalar, kuşlar, memeli olmayan balıklar ona keza.
Neyse ki doğanın kendi içindeki dengesi bu hızlı üretimi aynı hızda bir tüketim ile dengeliyor.
Yeter ki işin içine "insan" girmesin.
****
Akil insanlar sorunun kaynağına odaklandıkça diğerleri "YOL YABDIK!" dedi durmadan.
O yollardaki trafikte terör esiyormuş, insanlar araçlarında pompalılarla ya da beyzbol sopalarıyla geziyormuş, kim kimi sıkıştırırsa onun üzerine çöküyormuş haberleri olmadı. Onlar sadece pusu kurdu ve ceza kesti.
"Kadın namusumuzdur" dediler, her türlü namussuz arzularını kadının bedeninde söndürdüler.
"Çocuklar geleceğimizdir" dediler, çocuklara uyguladıkları "eğitim" ile onları pimi çekilmiş bomba misali toplumun içine yerleştirdiler.
"Kurban kesmek sevaptır" dediler, sevap kazanmak uğruna hayvanlara ettikleri eziyetler ile günahların en büyüğünü işlediler.
****
İnsanın ve dolayısıyla toplumun bozulduğu üzerineydi tüm yazılarım.
O duyarsızlık, o adamsendecilik, o adam kayırmacılık, o kabalık, o riyakarlık üzerineydi.
Tüm bunları alkışlayıp tepemize çıkardılar, televizyonu, sinemayı kullanarak toplumu daha nasıl bozabiliriz derdine düştüler, biz televizyonu kapattık, o filmleri protesto ettik.
Gördük işte; yaptıkları yollar çöktü, tren vagonları birbirine girdi, binalar yıkıldı, insanlık değerleri yerle yeksan oldu.
2023 hedefine vardığımızda kendi pisliğinde iyice boğulmuş bir ülkenin ortasında kalacağız ihtimal.
Barbaros Şansal bunu böyle açık seçik söyledi diye linç etmeye kalkıştılar hatırlayın, lakin b.k seviyemiz gittikçe yükseliyor.
Tam bir kokuşizm içinde yaşarken bunlar koku da mı almıyorlar, yoksa ülkeyi saran bu kesif kokuyu kendi kokularından dolayı mı duymuyorlar anlamadım ki!

Siz de hayvan sevenlerden misiniz? / 14 Ekim 2010
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Hayvana zulmeden zalimdir / 25 Şubat 2016
Harambe'ı neden vurdunuz? / 8 Haziran 2016
Kuyudan ders çıktı / 15 Şubat 2017
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018 
Tavşan Kaç! / 13 Ağustos 2019
Aman avcı, vurma beni! / 5 Şubat 2019
Siz Niye Oturuyorsunuz? / 27 Ekim 2019
Had Safhada Vahşet Dönemi / 25 Kasım 2022

19 Aralık 2018 Çarşamba

Rampa ile bitmiyor

Bir konsere, sinemaya, tiyatroya ya da benzeri bir etkinliğe gittiğimde gözüm hep akülü aracıyla etkinliğe katılan engellilere takılır. 
Genelde konserlerde araçlarıyla salonun sağ ve sol cenahına yerleştirilen engelliler sahneyi en dip köşeden görmeye çalışırlar. Öndeki boşluk alana gelseler, hem arkada oturanların görüş açısını bozacaklardır, hem de sahneyi hiç göremeyeceklerdir. Salonun ortasındaki koridorda dursalar, zaten dar olan koridoru kaplayacak ve geçişleri engelleyeceklerdir. 
O yüzden en rahatsızlık vermeyecekleri yer olan duvar dibine geçer ve oradan izlerler konseri.

Sinemada deseniz, tekerlekli araçları ile birlikte yine öndeki boşluğa yerleşip filmi adeta perdeye yapışmışçasına izlemekten başka çareleri yok.
Salonun girişi en üst sıranın olduğu taraftansa eğer, araçları ile en son basamakta durup filmi yukarıdan izleyebilirler. Tabi o loş ortamda gelen geçen herkesin kendilerine çarpma ve araçlarıyla birlikte merdivenlerden yuvarlanma riskini unutmamak lazım.
Engelli kişiyi aracından alıp sinema koltuğuna koltuğa yerleştirmeyi deneseniz, o ayrı zor. Zor değil hâttâ imkansız. 
Gözünüzün önüne bir sinema salonunu getirin. 
Loş ortamda merdivenlerden çıkarak ya da inerek hangi sırada olduğumuzu aradığımız, sırayı bulduktan sonra hangi numaralı koltuğa oturacağımızı zar zor bulduğumuz, koltuğumuza oturduktan sonra numarası bizden sonra olan kişilerin önümüzden geçerken bacaklarımızı ne yapacağımızı bilemediğimiz, yanımızda oturanlarla sürekli dirsek temasına maruz kaldığımız bir salon sisteminde engellilere yer yok.
Efendim onlar da sinemaya gitmeyiversinler. Oturup evlerinde film izlesinler. Öyle mi?
Öyle değil işte.
Evde izlediğimiz film ile sinemada izlediğimiz film aynı mı? 
Evlerinde sinema sistemi kurup da keyfini çıkartanlar bir yana, sinemanın dev perdesi ve ses sistemi ile hangi mütevazı bütçeli evin hangi televizyon ekranı ile, hangi ses sistemi boy ölçüşebilir.
Hem sinema sadece film değildir ki. 
Sinema buluşmadır, sinema heyecandır, sinema sosyalleşmedir, sinema iletişimdir, sinema evden çıkmaktır, sinema başka bir aleme dalmaktır. 
Bir salon dolusu insan ile birlikte aynı heyecanı yaşamak, birlikte nefesini tutmak, birlikte gülmek, birlikte ağlamaktır. Ara olup da ışıklar yandığında film üzerine kafa yormaktır. Sinema çıkışı bir çay-kahve eşliğinde film üzerine konuşmaktır.

"Ağır Özürlüler"
Hoş, sinema kültüründen bihaber "ağır özürlüler" sebebiyle ağız tadıyla bir film izleyemediğimiz de doğrudur. Bir türlü kapatılmayan telefonlar, o karanlıkta ışıl ışıl yanan ekranlar, birbiriyle sesini kısmaya hacet duymadan konuşan kankalar, salona girer girmez filmin başlamamış olmasını fırsat bilerek o sessizlikte uzun uzun telefon konuşması yaparak diğerlerini o konuşmayı dinlemek zorunda bırakanlar, üstelik uyardığınızda "Ama henüz film başlamadı ki!" diyerek kendini savunanlar, filmde en yoğunlaştığınız anları ağızlarına attıkları patlamış mısır sesleri ile yerin dibine sokanlar. Hangi birini saysam ki...

Uygulanmayan Uygulamalar
Nasıl ki park alanlarında özürlü araçları için yer ayrılıyorsa (o alanlar ağır özürlüler tarafından işgal edilse de), nasıl ki kaldırımlar tekerlekli sandalyesi ile sokağa çıkanlara kolaylık sağlıyorsa (o geçişler ağır özürlüler tarafından gasp edilse de), nasıl ki toplu taşıma araçları engelli bireylere uygun düzenlendiyse (engelliler ağır özürlü şoförler tarafından otobüse alınmasalar da), yine de uygulamalar mevcut.
Benzer uygulamalara sosyal alanlarda da gidilmesi lazım artık.
Engellilere bir gösteriyi herkesle birlikte, eşit şartlarda izleyecekleri alanlar yaratılmalı salonlarda. 
A-B-C-D diye giden basamakların orta yerinde bir sıra komple onlar için ayrılmalı mesela. O sıranın koltuk aralığı geniş olmalı ve o sıra tamamen boş bırakılarak engellilerin gösteriyi tekerlekli sandalyelerinde ya da yine o geniş alandaki koltuklara oturtularak izlemeleri sağlanmalı.
En önemlisi de, öncelikle o basamağa sandalyeleri ile ulaşabilmeleri için salonlara birer rampa sistemi kurulmalı. 
O rampalara da fizik kanunlarına uymalı. Öyle açılı rampalar gördüm ki o rampalardan ne çıkılır, ne inilir.
Yapmışlar işte...
****
İnternette "engelli ve sinema" araması yaptığımda engellilerle ilgili filmler olduğunu ama engellilerin film izlemek için sinemaya gitmelerinin büyük sorun olduğunu gördüm.
İstanbul'da engellilere özel bazı sinema salonları varmış ancak hem bu salonlara ulaşmak zor ve hem de uygulama yeterli değilmiş.
****
Engelli bireylerin toplum içinde engelsiz yaşayabilmeleri için öncelikle "ağır özürlü" kafaların değişmesi lazım. 
Eğitim diyeceğim ama o kafalar eğitim ile pek değişmez. Bu değişim için onları en azından bir hafta "engelli bir birey" gibi yaşatabiliriz mesela. Her gün sayısına ya da yükseliğine aldırmadan koşa koşa geçtiğin bir tanecik basamağın bile ne demek olduğunu belki o zaman anlayabilirler.
Eğitime açık yöneticiler için de engelliler üzerine yurt dışında nasıl çalışmalar yapıldığını anlatabiliriz. Mesela Engelsiz Şehir olma yolunda olan Stockholm'deki uygulamalar gibi.

Hasta'dan Yurttaş'a
İsveç hükümeti 2000'lerde "hastadan yurttaşa" şiarıyla engelli politikasına yeni bir perspektif getirmiş. İsveç Enstitüsü'nün davetlisi olarak Brezilya, Ukrayna, Gürcistan ve Türkiye'den dört gazeteci İsveç'in engelli politikasını yerinde görmek için Stockholm'e gitmişler ve ortaya böyle bir yazı çıkmış: İsveç'ten ne öğrenebiliriz?

Görüldüğü üzere, engellilerin sorunları sadece "rampa" yapmak ile hallolmuyor. 
Onların da herkes gibi, hayatın her alanında engelsizce yaşayabilmeleri için önce kendi koyduğumuz engelleri bir bir kaldırmamız gerekiyor...

17 Aralık 2018 Pazartesi

Ne varsa eskilerde mi var?

Bana ayrılan koltuğun yanında güzel mi güzel, ışıltılı bir kız çocuğu oturuyordu.
Göz ucuyla süzdüğüm kadarıyla eldivenlerinden saçlarına kadar süslüydü de.
Önce eldivenlerine lâf attım sohbet için. Yarım parmaklı, üzerinde payetlerden kalp desenli siyah eldivenler annesininmiş ama o takıyormuş. Bu geceki konserde sahneye çıkacak olan korist hanımlardan birinin kızıymış.
Kaç yaşındasın dedim, 9 dedi.
Kaça gidiyorsun dedim, parmaklarıyla 3 yaptı.
Senin sesin de annen gibi güzel mi dedim, bilmiyorum ama hiçbir şarkıyı ezbere bilmiyorum dedi.
Büyüdükçe öğrenirsin dedim.

Yıllar içinde duya duya, dinleye dinleye, söyleye söyleye ezberliyor insan şarkıları nihayetinde. 
Adının Hayat olduğunu öğrendiğim kızımız ile konser başlayana kadar konuştuk usul usul. Sonra da bir fotoğrafımız olsun birlikte dedim. Kameraya böyle baktık gülümseyerek.
Mudanya Musiki Derneği'nin 10. Yılına özel hazırlanan konseri beklerken Hayat ile ettiğimiz kısacık muhabbette ne güzel bir enerji yüklenmiştim. 
****
Konser, Mudanya Musiki Derneği'nin ebediyete intikal eden kurucu şefi Mustafa Can'ın perdeye yansıyan görüntüleri ve sesi ile, daha doğrusu vefa ile başladı
Sonra sazlar ve koristler yerlerini aldılar. Şarkılar ardı ardına gelmeye başladı. 
Şef Salih Berkmen yönetiminde sahneye çıkan koro, Türk Sanat Müziği'nin unutulmaz eserlerini seslendirdi. Sololarda Osman Nuri Şalgam, Banu Dinler, Ahmet Yaşar Binay, Seza Ayan, Abdülkadir Özözen, Mutlu Türkyılmaz, Mustafa Er ve Salih Bilgen sahne aldılar. 
Hareketli şarkılarda koristler ayrı, sazlar ayrı, izleyici ayrı coşuyordu.
Özellikle de Bir Gece Ansızın Gelebilirim şarkısı söylenirken sazların şiddetli temposunu duyunca, üzerine bir de şarkının sözlerine odaklanınca, Viyana kapılarına yeniden dayanıyoruz sandım ben. 
Şaka bir yana, soloya çıkan koristlerin her biri amatör bir korodan beklenmeyecek derecede iyi okudu eserlerini. Belli ki bu söyleyişlerde hem emek vardı, hem de şarkılara duyulan sevda. Üstelik de sahnede çok eğleniyorlardı. Sahnede böyle iseler çalışmalarda nasıllar diye merak da etmedim değil hani...

Gençlere Yer Açın
Genelde amatör korolar belli bir yaşın üzerindeki kişilerden oluşur malum. Lakin Mudanya Musiki Derneği Korosu'nun içinde her yaştan korist var. O koristlerin içinde yaşının diğerlerinden epey küçük olduğunu anladığım bir delikanlı vardı. Böyle bir koroda göremeyeceğimiz kadar gençti. Ve o gençliği ile benim dikkatimi çekmişti.
Onun adının da Deniz Çiçek olduğunu öğrendim. Koroya bu sene katılmış Deniz. İkinci bölümde sahneye çıkan Gökhan Sezen'in bazı parçalarına eşlik edememesi o yüzden normaldi. Hem koroda yeniydi, hem de henüz çok gençti.
Hayat gibi, o da pek çok şarkıyı ezbere bilmiyordu besbelli.
Olsun, duya duya, dinleye dinleye, söyleye söyleye öğrenirdi.
****
Konserin ikinci bölümünde sahneye çıkan Gökhan Sezen tam bir profesyoneldi. TRT'de aldığı eğitim Allah vergisi sesi ile birleşince, bir de üzerine "star" ışığı eklenince biz de onu dinlemelere doyamadık elbet. 
Şarkı aralarında yaptığı konuşmalarda, TRT'nin eski TRT olmadığını, orada istediği parçaları söyleyemediğini, bu yüzden TRT'den istifa ettiğini, artık kendisini sahnelerde dinleyebileceğimizi söyledi Gökhan Sezen. 

Ne varsa eskilerde var!
Konserin repertuvarına bakınca bu söz geçti içimden. Eski dönemlerde yapılmış her şarkının sözlerinden zarafet ve letafet taşıyor dedim. Her dizede aşka duyulan saygı, özlem, hasret, kabulleniş, serzeniş, sitem var. Besteler de sözlerle ahenk içinde. 
Efkâr basıp da içimizden sanat müziğinden bir şeyler söylemek gelirse Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine'den ya da Üzgünüm Leyla'dan ya da Dönülmez Akşamın Ufkundayız'dan başlıyoruz hemen. İlk aklımıza gelenler onlar oluyor. Sonrasında da tüm o klasikleşmiş eserler bir bir dökülüyor dilimizden.
Türk Sanat Müziği'nde son dönemlerde dillere pelesenk olmuş bir eser bestelendi mi bilmiyorum. En son Lâle Devri'nde mi kaldık? Peki ya onu Türk Sanat Müziği eseri sayabiliyor muyuz? Ondan sonra yeni bir şarkımız oldu mu hep bir ağızdan söyleyebileceğimiz? 

Moda olan şarkılar malum, hepsi atarlı giderli. "Aramazsan arama çok da umrumda" ya da "biri olmazsa biri daha" tadında şarkıları söylüyor bir kısım gençlik.
Sanatın hayata yansıması mı diyelim bu değişime, hayatın sanata yansıması mı diyelim, yoksa Yeni Türkiye mi diyelim, varın siz karar verin.
Bu değişim her ne ise, Lâle Devri çocuklarına "Ne varsa eskilerde var!" dedirtiyor.
Çünkü onlar bize, şimdilerde çok özlediğimiz, eski zarif günleri aratıyor. 

Nesilden Nesile
Dede Efendi'den Münir Nurettin'e, Münir Nurettin'den Mustafa Can'a, Mustafa Can'dan Gökhan Sezen'e, Gökhan Sezen'den Deniz Çiçek'e, Deniz Çiçek'ten Hayat İşalmaz'a uzanan yolda Türk Sanat Müziği meş'alesi elden ele taşınıyor işte böyle.
Eskide olan ne varsa yeni nesillere geçiyor usulca.
Gençler de şarkıları dinleye dinleye o şarkılara aşina oluyor ve bu sayede aşkın naif haline şahit olup o güzelliklerden feyiz alıyor.
Bu güzelliklerden bihaber olanlar da kaba saba hallerde yaşamayı marifet zannediyor.
****
Bana gelince, ben o gece söylenen neredeyse bütün şarkıları biliyordum.
Yıllar içinde duya duya, dinleye dinleye, söyleye söyleye pek çok şarkıyı öğrenmiştim.
Ne kadar yılda öğrendiğimi sormayın, zinhar söylemem... 😊

Gecenin fotoğraflarını görmek ve şarkılarını dinlemek için tıklayınız:

14 Aralık 2018 Cuma

Labirentin İçindeki Özgür Fare

Tüm canlılar türlerini devam ettirmek için üremek zorundadır. Doğa bunu görsel albeniyle, salgıladığı hormonlar ve kokularla, taşkın enerji ve davetkâr beden dili ile halleder her zaman. Çiftleşme dönemine giren hayvanların erkekleri dişilerine kur yaparlar, etraftaki rakiplerini ortadan kaldırırlar, en güçlü ve en süslü kalana kadar süren bu mücadelede kazanan ödülü hak eder. Dişiyle çiftleşir ve onun rahmine bıraktığı tohumlar ile kendi genlerini devam ettirir.
Memeliler böyle ürerken diğerleri de farklı farklı biçimlerde ürerler. Bir erkek balık, binlerce yumurta bırakan dişi balığın yumurtalarının üzerine spermlerini bırakır.
Bitkiler birbirinden renkli çiçekler açarak, çiçeklerinin ortasında ballı usareler saklayarak arıları, kuşları davet ederler üzerlerine. Davete icabet edenler, tozlaşmayı sağlayarak üremeye katkı sağlarlar. Yazılı olmayan bir anlaşma ile her iki taraf da kazanmıştır şimdi.
Doğa, hayatta kalmaya, üremeye ve dünyaya yeni geleni korumaya programlanmıştır.
Hormonlar çalışmayıp çiftleşme olmasa, üzerine bir de dişilerde annelik duygusunu sağlayan salgılar salgılanmasa hiçbir canlı neslini devam ettiremez. 
Malum, sevgi ve bağlanma hormonu olarak bilinen oksitosin hormonunun seviyesi hamilelikle birlikte yükselmeye başlar.

İnsanlar da memeliler familyasından oldukları için çiftleşerek ürerler. Lakin bu eylemi hayvanlardan ayıran nokta, bu çiftleşmenin öncesi ve sonrası, içinde barındırdığı aşk, sevgi, bağlılık, güven duyguları, gelecek hayali, anılar, aile olma, birbirine dayanma, birbiri ile yaşlanma beklentisidir.
Kadınlar gelecekteki annelik günleri düşünceleri ile birlikteliklerine daha temkinli yaklaşıp, erkeklerini seçmek için daha dikkatli davranırken, erkekler daha çok üretim için kendilerince münasip buldukları her dişinin rahmine tohumlarını ekmek isterler.
İşin içine ahlâk ve toplumsal kurallar girince işler hiç de hayvanlar dünyasındaki gibi işlemez. 
Lakin içerilerde bir yerlerde o hayvan hep yaşar.
****
Yazıyı okurken bugünkü dersimiz Biyoloji, konusu da üreme herhalde diye düşündünüz değil mi?
Değil, değil.
Bugünkü konumuz "üreme ve çevre" konusunun işlendiği, Margaret Atwood'un distopik ve feminist romanı "Damızlık Kızın Öyküsü"...
Atwood kitabında bir çevre felaketi sonrasında azalan nüfus ve üreme özelliğini yitiren kadınları, üreme özelliğini kaybetmemiş kadınların damızlık olarak nasıl kullanıldıklarını, bu üremede insanî boyutların ortadan kalktığı ve çiftleşmenin ruhsuzlaştığı, dünyaya gelen bebeklerin anneden alınarak sistemin eline bırakıldığı, kadınların sınıf sınıf ayrıldığı, doğurganlığını kaybetmiş kadınların ya ortadan kaldırıldığı, ya pis işlerde çalıştırıldığı ya da doğurgan kadınlara gardiyanlık ettiği bir sistemi, bu sistemin sorgulayan ve düşünen hiç kimseyi sevmediğini, kitapların zararlı bulunarak okumanın yasaklandığı bir dünyayı anlatmış.
En basit kadınsal davranışların bile yasak olduğu bu dünyada kendi hemcinsinle dahi göz göze gelerek konuşamaz, ellerine sürecek tek bir krem dahi bulamaz kadınlar. Bir kalem, bir kâğıt, bir dergi, ayna, mayo, çengelli iğne gibi sıradan ve basit şeyler yasaklıdır onlara.
Çiftleşmeleri esnasında sadece gerekli bölgeleri açıkta bırakılır damızlık kızların. Üzerlerindeki erkek ile göz göze gelemezler. Zaten o esnada damızlık kızların kafaları erkeğin eş'inin kucağında, elleri ve kolları eş'in ellerindedir. Erkek işlemi sonlandırınca damızlık kız hamile kalmış olmayı umarak ayrılır odadan. 
****
Kötü geldi size bu anlattıklarım değil mi? 
Kötü zaten...
Gerçi, zaman zaman üreme üzerine verilen beyanatları düşündüğümüzde, böyle bir dünyanın henüz içinde olmasak da pek de dışında olduğumuzu söyleyemeyiz. Sınırlarda dolaşıyoruz diyelim en iyisi.
Kürtajın zorlaştırılarak önüne geçilmesi için her türlü kanunun çıkartıldığı, tecavüze uğramış bir kadının dahi kürtaj yaptırmasının engellenmeye çalışıldığı, kadının çocuğu aldırmamasını, doğurmasını ve devletin şefkatli ellerine bırakmasını salık veren açıklamaları hatırlayın.
El ele tutuşmanın ahlâksızlık olarak nitelendirilip, 3-5 çocuk yapmak gerektiğini söyleyen açıklamaları hatırlayın.
Hamile bir kadının göbeğinin ortada sokaklarda dolaşmasının kınandığı açıklamaları hatırlayın.
Kadının giyiminin kuşamının, her türlü süsünün püsünün makyajının "kaportası bozuk kadınlara" ihale edildiği, kadınların tümden örtünmeleri gerektiği konuşmaları düşünün.
Kadının kadınlığını belirtecek hiçbir şeyi olmamasını, erkeklerle aynı ortamda bulunmamasını, araba kullanmak gibi hadsizliklere kalkışmamasını savunan açıklamaları düşünün.
Kadının doğurma ya da doğurmama hakkını kullanma hakkının olmadığını, sair diğer haklarla birlikte kadının hiçbir şeyde hakkı olmadığını söyleyen kafaları düşünün.
Kadın dediğin, Atwood'un dediği gibi "İki Ayaklı Rahim"den öte bir şey olmamalı.
O sadece tohum ekilecek bir tarla olmalı.
Onun ruhu, aklı, bedeni, duyguları bulunmamalı.
O sadece erkeğe kadınlık yapmalı. 
Yaparken de erkek ile eşit olmamalı, hep aşağıda, hem de çok aşağılarda olmalı.
Kadının adı dahi olmamalı. (Kitapta kadınlar kendi isimleriyle değil, hangi erkeğin malı oldukları isimle anılıyorlar. Fredinki gibi. Gleninki gibi. Ahmetinki gibi)
Duygu Asena demişti ama Kadının Adı Yok diye bir zamanlar. Ne kadar da haklıymış...

"Vat iz Matriks ulan bu!"
Kadınları bu kadar da zorlamaya gerek yok ki. Üremeyle ilgili sorun Matrix filmindeki gibi çözülebilir aslında. 
Tabi burada da minik bir sorun var; kadına da erkeğe de gerek olmayan bu üretimde üretilecek olan cins kadın mı olacaktır, erkek mi? Yoksa o tarlalarda cinsiyetsiz androidler mi üretilecektir?
Sevgi ve aşk yasaklanarak hınçla doldurulan insanların yerini de şiddet yüklemesi yapılmış androidler alacaktır elbet.
Peki bu üretimi yapacak olanlar kimlerdir? 
Onlar da mı androidlerdir?
****
İşler gittikçe karışıyor değil mi?
Yazı uzadıkça insan nesli tümden yok oluyor. 

Hani bizim gençliğimiz, güzelliğimiz, enerjimiz, albenimiz? Hani sevdamız, hani hasretimiz, hani özlemimiz, hani aşk dolu sevişmelerimiz? Nerede o bakışmalar, nerede o nefesini tutmalar, nerede midede uçuşan kelebekler, nerede küt küt çarpan kalp, nerede yazılan mektuplar, nerede atılan mesajlar, nerede aşk kokan şarkılar, nerede nazlı darılmalar, nerede tatlı barışmalar?
Bunların hepsi neden yasak?

George Orwell 1949 yılında yazdığı "1984" kitabında bu davranış modelinin nedenini açıklamış zamanında:
"Seviştiğin zaman içindeki enerjiyi boşaltırsın. Sonra da kendini mutlu hisseder ve hiçbir şeyi iplemezsin. Ama senin bu halin onların hiç hoşuna gitmez. Her zaman enerji yüklü olmanı isterler. Bütün o yürüyüşler, bağrını yırtarcasına bağırış çağırışlar, bayrak sallamalar, ekşiyip bozulmuş cinsellikten başka bir şey değildir. Gönlün ferah, keyfin yerindeyse Büyük Birader'miş, Üç Yıllık Plan'mış, İki Dakika Nefret'miş, bütün o iğrençlikler neden kendinden geçirsin ki seni?" 

Mesele şimdi anlaşıldı.
"Savaş yapma aşk yap" değil, "Aşk yapma savaş yap"!
Ki içindeki aşksızlık ile giriştiğin her savaş acımasız olsun.
Yurtlardaki minicik çocukları kız erkek demeden insanfsızca taciz et. Et ki, ruhları olmayan acınası zavallılardan oluşmuş ezik ve çürük bir toplum yarat.
Televizyonlara en avam kişileri çıkart, çıkart ve onları evlerin içlerine öyle bir sok ki, insanlar o avamlığı mübarek bir şey olarak kabul etsinler.
Aşk diye, evlilik diye, sevgi diye öyle rezillikler sergile ki, insanlar aşktan, evlilikten, birliktelikten tiksinsinler.
Çünkü biliyorsun ki, derin aşk ve sonsuz sevgi ile iyileşir her şey.
O yüzden önce aşkı yasakla, sonra da bırak gelsin gerisi.
"Bir fare de dilediği yere gitmekte özgürdür, labirentin içinde kaldığı sürece."
Öyle mi?
****
Damızlık Kızın Öyküsü'nü okurken kitabın sayfalarındaki pek çok cümlenin altını fosforlu kalem ile çizdiğim doğrudur.
Kitap Kurtları ile birlikte üst üste (Fahrenheit 451, Damızlık Kızın Öyküsü) ve aralarda kendi kendime okuduğum (1984, Biz, Cesur Yeni Dünya) distopik kitapları ile ruhumun karardığı doğrudur. 
Bu sayede içinde yaşadığımız günleri ve geçmiş zamanlarda uygulanmış yaptırımları daha iyi anladığım da doğrudur. 

Kısacası;
Okumak anlamaktır, o yüzden baskı rejimlerinde okumak ve anlamak yasaktır.
Henüz daha okuyabiliyorken okuyalım okuyalım okuyalım ve anlayalım anlayalım anlayalım.
Belki anladıklarımız ile korkunç bir kâbusun üzerimize çökmesini engelleyebiliriz.
Kim bilir, aşk için savaşa savaşa aşkı bulur ve o gün savaş sözcüğünü sözlüklerden çıkartabiliriz.
****
Edebiyat Kulübümüz olarak bir sonraki okumamız Gabriel Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabı olacak.
Bakalım o kitap ile neleri anlayacağız.
Hepinize iyi okumalar...

12 Aralık 2018 Çarşamba

Hepsi Geçecek

2007'de Ümraniye'de bir gecekonduda bulunduğu söylenen 27 el bombası iddiasıyla başlayan ve binlerce sayfalık iddianamesi ile tarihe geçen "Ergenekon", ardında çeşit çeşit suçlamalar, suçlanarak içeri alınan, içeride hasta olan, içeride ölen ya da suçlamayı kendine ar edinerek kendini öldüren kişiler bırakarak çöktü gitti.
Yıllarca süren dava, Kasım 2018'e gelindiğinde, mahkemenin verdiği "Ergenekon adlı bir terör örgütünün varlığı ispat edilememiştir." kararı ile aradan geçen 11 yılı ve 11 yılda zarar gören devlet ile insanları "Ne oldu şimdi?" sorusu ile baş başa bıraktı. 
Geçen kötü günler ve giden canlar geri gelmese dahi "Ergenekon" uydurması ile zarar gören tüm bireylerden özür dilenerek itibarları iade edilebilirdi. 
Dilenmedi, edilmedi...

"Ergenekon"un fetö uydurması olduğunu söyleyerek o günlerde bu suçlamalara karşı çıkan isimler bugünlerde fetöcülükle ya da fetönün ekmeğine yağ sürmekle suçlanıyor bir bir.
Biliyoruz ki mesele bu kişilerin fetöcü olup olmamalarından ziyade, fetö ile yollarını ayıran ve kendi başına yol alan tarafta yer almamalarında ve bu yolun da yanlış olduğunu söylemelerinde.

Yollar ayrılsa da yol yine aynı yöne gidiyorsa, bu yolun yanlışlığını (eskisi gibi) savunmak ile diğer yolun sahibine fayda sağlandığı çıkarımını yapmak ve kişileri diğer tarafa hizmet ile suçlamak nasıl bir aklın işidir insan hayretler içinde kalıyor.
Mesele kervanın başındakinden ziyade, yolculuğun istikameti değil midir? 
İstikamet aynı ise kervan başının ne önemi var?
Doğru her zaman doğru, yanlış her zaman yanlış değil midir?

Emin Çölaşan ve Necati Doğru'nun da fetöye hizmet ettiği iddiası ile fetö davaları akla zarar bir boyuta ulaştı sonunda.
Dik durup her dem doğruyu söyleyenler suçlana suçlana hâl oluyorken, fetösevicilikte sınır tanımayanlar ise bu kez de fetödüşmanısevicilikte sınır tanımayarak vazifelerini yerine getiriyorlar. (Gönlü ve mezhebi geniş bu sevicilerin yarın bir gün kimi sevecekleri de tartışılır tabi.)
Bu sayede mevzu gittikçe sulanıyor. Herkes durup durup "OHA!" oluyor.
Hele de yıllar süren bir Ergenekon davası "FOS" çıkmışken kimse artık hiçbir şeyin doğruluğuna inanmıyor.
Toplumun aklı ile alay ediliyor, vicdan ayaklar altına alınıyor, insanlar ezildikçe eziliyor.
****
Oydu buydu derken göz göre göre "iki geri bir ileri" gidiyor ve Cumhuriyet kazanımlarımızı bir bir kaybediyoruz. 
Ekonomiden özgürlüklere kadar uzanan yelpaze intiharlar, tacizler, tecavüzler, cinayetler, adaletsizlikler adeta sıradanlaştı.
Acayip acayip kişiler acayip acayip açıklamalarla yer aldıkları her mecradan her an zehir saçıyorlar. 
Dinden imandan bihaber olanlar din pazarlıyor, en ahlâksızlar ahlâk satıyorlar.
"Yapmayın, etmeyin, yazıktır" diyenler suçlu, "Yapın, edin, canına okuyun" diyenler muteber kişi oluyorlar.
Hak'ka inandığını söyleyerek her türlü haksızlığa iman edenlerhakkın ve hukukun üstünlüğüne inananlara üstünlük taslıyorlar. 
Sindirilmiş nesiller sinmeye devam etsin, kimse sorgulayıp düşünmesin diye eğitim sistemini evire çevire itinayla çağdan uzaklaştırıyorlar.
Ülkeyi uçsuz bucaksız bir uçurumun kenarından karanlıklara yuvarlayabilmek için delice bir hırsla diğerlerine bileniyorlar.
Diğerleri dedikleri sanki aynı ülkenin vatandaşları değil de, düşmanları...
****
Dünya yüzyıllar boyu çok savaş, çok eziyet, çok zulüm, çok haksızlık gördü. 
Kötü günlerin ardından gelen güzel günlerin ise kıymeti hiç bilinmedi.
Nesiller değiştikçe hafızalar silindi ve tarih her seferinde tekerrür etti.

Bu kadar haksızlık ve bu kadar kötülük de sonsuza dek sürmeyecek elbet. Hepsi geçecek.
Ezilen halk gün gelip kendisine kara yazı yazan her kim varsa hepsini üzerinden silkeleyecek, kan emici asalakları bertaraf edip, elinden alınan tüm hakları yeniden eline geçirecek.

Mustafa Kemâl Atatürk'ün, "Gençler, Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve yaşatacak sizsiniz." sözlerindeki gibi, hakları geri aldıktan sonrasında iş.
Mesele gelecek nesillerde.
Mesele gençleri tekrar cesaret, terbiye ve irfan, insanlık ve medeniyet, vatan sevgisi ve fikir hürriyeti ile yetiştirmekte.
Mesele kazanımları tekrar kaybetmemekte.
Mesele kazanımları üretmekte, büyütmekte, çağa uydurarak geliştirmekte.
Mesele akıllı olup, düzen bozuculara tekrar tekrar itibar etmemekte...