29 Ağustos 2018 Çarşamba

Mr. Pip benim!

"Mister Pip", Papua Yeni Gine'nin Bougainville Adası'nda geçen bir film. 
Yemyeşil bir ada, cennet gibi koylar, muhteşem bir deniz ve bu adada kendi halinde yaşayan insanlar; adadaki gizemli beyaz adamın çocuklara öğretmenlik yapmaya başlamasıyla hareketlenen hayat, daha önceki yıllarda adaya gelen misyonerlerin öğrettikleri din, adadaki madenler ve madenleri kaptırmama savaşının ortasında devlet ile gerillalar arasında kalan halk...
Beyaz adam Mr. Watt'ın öğretmenlik yapmak için çocuklara Charles Dickens'ın 'Büyük Umutlar' kitabını okumaya başlaması, kitabın kahramanı Pip'in öğrencilerden biri olan genç Matilda'nın hayatına gerçekmiş gibi girmesi, Matilda'nın bu ismi sahilde kumlara yazarak deniz kabuklarıyla süslemesi, bu yazının askerler tarafından görülmesiyle birlikte askerlerin köyü basması ve aslında gerçek bir kişi olmayan Pip'in aranması:
"PIP KİM? ONU NEREDE SAKLIYORSUNUZ? ONU BİZE VERİN! İTİRAF EDİN!"

Bu baskı sırasında halka yapılan zulüm ve işlenen cinayetler, Mr. Watt'ın, Mr. Pip'in aslında yaşayan bir canlı olmadığını anlatmaya çalışması, Watt'ın yaptığı "Mr. Pip benim" ironisini anlamayan komutanın Mr. Watt'ı herkesin gözü önünde vurması ve onu adamlarına parçalatarak domuzlara yedirmesi, komutanın: "Bu olanları kim gördü?" sorusuna "Tanrı şahidimdir, ben gördüm" diyen koyu dindar Matilda'nın annesine askerler tarafından tecavüz edilmesi, ardından onun da parçalanarak domuzlara yedirilmesi...

Askerlerin gidişinin ardından ölülerini gömen halkın, askerler tarafından öldürülen iki kişiyi yiyen tüm domuzları da öldürerek onları da bir çukura gömmesi ve ölülerini yiyen bu domuzları yemeyi reddetmesi.
Ve sonrasında devam edip giden film...
****
Bilgisizlik, eğitimsizlik, körü körüne inanç, sorgulamaktan, düşünmekten, hayal etmekten uzak zihinler, sefillik, sömürge sistemi, emperyalizmin acımasızlığı ile aynı halkın insanlarını birbirine kırdırması ve dahası ve dahası...

İnternette Bougainville Adası'nı aradım, adanın tarihçesini okudum, fotoğraflarına baktım.
Google Earth'den bakınca yemyeşil, huzurlu bir ada olarak görünüyor Bougainville. Bu yeşilliği bozan tek şey ise terk edilmiş maden sahaları.

Bougainville halkı kendisini sömürenleri başından atmış, madenleri kapatmış ve özerklik ilan etmiş. Kendilerine uygulanan ambargoyu kendi akılları ile aşmış. Hindistan cevizi yağından elektrik üretmiş mesela...
Kısacası; gücünü kendi içinden almış.
****
Sinemayı ve bana öğrettiklerini seviyorum...

8 Nisan 2017 / C.E.Y.

24 Ağustos 2018 Cuma

Hangi Oğlunuzu Seçerdiniz?

Kurban Bayramı boyunca bir kez dahi televizyon açmadım.
Açsam nelerle karşılaşacağımı biliyordum. Malum, her sene aynı hikâye. 
İpini kopartıp kaçan hayvanları, kaçanları kovalayan, yakaladığında da hayvana olmadık işkenceler yapan dinden imandan habersiz "hayvanlar"ı, kan revan içinde can çekişen biçare hayvanları, din amaçlı kurban edilen diyemeyeceğim, taammüden öldürülen hayvanların kanıyla kızıla kesmiş sokakları, parça parça, hâttâ lime lime edilen hayvanları, kesmeyi bilmeyen, kurbanın anlamını bilmeyen, can almak/can vermek ne demek onu bilmeyen "hayvanlar"ı mı izleyecektim?
Hoş; açmadım da ne oldu?
Sosyal medyada hepsinin en alâsı yok muydu?
Zaten haber kanalları da Whatsapp ihbar hatlarından beslenmiyor muydu?

Tüm vahşet görüntülerinin üzerine, gebe bir koyunun kurban olarak kesildiğini, karnından çıkan minik yavrunun annesinin iç organlarıyla birlikte çöpe atıldığını görünce bunu yapanların HİÇBİR tanımla tanımlanamayacağını bir kez daha görerek, derin bir iç çekişi ile içime kapandım.
Gebe bir hayvanı satan da, alan da, kesen de, yiyen de, hepsi aynı kafadaydı.
Kurbanın koç olması gerektiğini, koyun olsa da gebe olmaması gerektiğini, kesilen hayvanın et olarak kullanılmayacak kısımlarının çöpe atılması değil, toprağa gömülmesi gerektiğini dahi bilmiyorlardı.
İhtimal ki "Ver mehteri!" diyerek kör bıçaklarla dayanıyorlardı hayvanın boğazına. Kesmeden önce de, keserken de, kestikten sonra da, parçalarken de, etleri dağıtırken de selfie üzerine selfie çekiyorlardı bir de. "Allah kabul etsin" yazıyordu insanlar bu kanlı paylaşımların altına. "Amin"ler uçuşuyordu havada.
Yaptıkları öldürmek, yaptıklarını sandıkları şey ise sevap işlemekti.

Artık cinayete dönüşen bu ritüeli Allah kabul ediyor muydu acaba?
Can çekişe çekişe can veren o hayvanlar yarın bir gün kendilerini öldürenleri Sırat Köprüsü'nden güven içinde geçirecekler miydi acaba?
Kurban etinin üçte bir payını ihtiyacı olanlara dağıtmak yerine, kestiği hayvanın tüm etini kendi evine depolayan zihniyetin omuzundaki melekler kişinin sevap-günah defterinin hangisine ve nasıl not düşüyorlardı acaba? 
Bu arada; bayramı fırsat bilip kasaplık ücretini fahiş fiyata çıkartan ve halkı kendi bildiğince iş yapmaya zorlayan kasap arkadaşları da anmadan geçmeyelim. Onların defterlerine de bir şeyler yazılıyordur elbet...
**** 
Ya görmediğimiz yerlerde, mesela mezbahalarda hayvanlar nasıl kesiliyor?
Biz kasaba "Kuzu pirzola kalem olsun" derken o kalem pirzolanın minicik bir kuzunun kaburgaları olduğunu zinhar düşünmüyoruz.
Market rafına gelmiş, parçalanmış ya da paketlenmiş etleri görünce bunların bir hayvanın parçaları olduğunu, kendi canımızın yaşaması için başka bir canın can verdiğini aklımıza getirmiyoruz ya da getirmek istemiyoruz.
Mahalle kasaplarının buzdolaplı vitrinlerinde derisi yüzülmüş, ayaklarından kanca ile asılmış, poposuna da karanfil takılmış hayvan görüntüleri de market kasaplarında yok.
Göz görmeyince gönül katlanıyor haliyle.
Hoş, görse de katlanıyor.
Yarım saat önce göz göze baktığın hayvanın ciğerini yarım saat sonra mangalda çevirirken duygusallıktan eser kalmıyor.
Damak hazzı ve mide gurultusu her şeyin üzerine çıkıyor.
Ah bir de et fiyatları bu kadar yüksek olmasa!
****
Etoburların et, otoburların ot, insanoğlu gibi her ikisi de olanların hem et, hem de ot yiyeceğini biliyoruz tabi ki.
Karşı olduğumuz ete de, ota da büyük bir saygısızlık yapılması.
Eti ve otu bize sağlayan toprağa, havaya, suya şükran duyulmaması.
Tüm doğanın hoyratça kullanılması.
Dönen bir tekerlek misali artan cehaletle birlikte vahşetin çoğalması, çoğalan vahşet ile bereketin azalması

Peki ya yarın bir gün kurban edilecek hayvan kalmadığında yaşam tekerleği tekrar başa döner mi dersiniz?
Peki ya o zaman siz hangi oğlunuzu seçerdiniz?
Nice bayramlara / 15 Kasım 2010
Bir 9 gün tatili daha / 28 Ağustos 2011
İki bayram bir arada / 25 Ekim 2012
‘Dokuz Gün’ barajına takılanlar / 18 Ekim 2013
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Tam bir ‘kurban’ bayramı / 23 Eylül 2015
OLE! / 13 Eylül 2016
Hangi Oğlunuzu Seçerdiniz? / 24 Ağustos 2018
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Bu Ne Biçim Bir Bayram Yazısı! / 9 Temmuz 2022

22 Ağustos 2018 Çarşamba

Büyük Gözler Bizi İzler

Sosyal medyada zaman zaman (ç)alıntılanan cümlelerimi, paragraflarımı, hâttâ yazılarımı yakaladığım olmuştur. Tüm okumalarını ve düzenlemelerini benim yaptığım gazeteye köşe yazısı olarak yollanan bir yazıda, henüz iki gün önce yazdığım yazıdan blok halinde alınmış bir paragrafımı yazının içinde görünce şaşkınlıktan neredeyse küçük dilimi yuttum. Ne kaynak belirtmek ne bir şey. 
Kopyala-yapıştır gitsin!

Bir ara bir dergi için yolladığım yazı(lar) için, "Çıkacak dergideki yazılardan bir tanesine siz imza atın, diğerlerine diğer arkadaşlar imza atsın" cümlesi kuruldu. Cevap olarak "Ya hepsinde imzam olur, ya biri imzalı diğerleri imzasız olur ya da bu dergide hiçbir yazı olmaz" demem üzerine biri imzalı diğerleri imzasız pek çok yazım ile çıktı dergi. Kendi yazılarımın üzerine ıslak imzamı atarak dağıttım dergileri eşe dosta.
Yazılarınıza başkaları imza atsın dendiğinde "Nasıl olur da başka birisinin yazdığı bir yazının altına kendi imzasını atmak isteyebilir ve nasıl olur da gelen övgüleri hiç utanmadan kabul edebilir insan?" diye sorguladımEsas mesele buradaydı. 
Ha bir de, dergideki o imzasız yazıların yazar(lar)ını kimse merak etmemiş miydi acaba? 
Yoksa o dergiyi kimse okumamış mıydı? 

BIG EYES
Hırsızlığın büyüğü küçüğü olmaz, hırsızlık hırsızlıktır. Ama bir de uzun süreli yaşananı vardır ki akla zarar.
Büyük gözlü çocukların ressamı Margaret Keane ve onun yaptığı resimler için "Ben yaptım" diyerek tüm eserlerin üzerine konan eşi Walter Keane'in gerçek hayat hikâyesinin anlatıldığı "Big Eyes-Büyük Gözler" filmini izlediğimde, emek ve yetenek gaspının ne kadar büyük boyutlara ulaşabildiğini ve ne kadar uzun yıllara yayılabildiğini gördümBir erkeğin sevdiğini söylediği kadının üzerinde kurduğu korku imparatorluğunun yarattığı terör kadını öyle bir köleleştirmişti ki, yaklaşık iki saat boyu kahırdan tırnaklarımın etlerini kopartıp durdum. (Ki filmde anlatılan Margaret'in 15 yılıydı.)
Hikâye şöyle:
1955 yılında Walter Keane ile tanışan Margaret, o ara kızıyla birlikte eski kocasından kaçmıştır. Resim yaparak geçinmeye çalışan Margaret'in kocası, Margaret'in kızını iyi yetiştiremeyeceğini öne sürerek çocuğu geri ister. Hem bu korkuyla, hem de Walter'ın büyüsüne kapılarak apar topar evlenen Margaret, 'büyük gözlü çocuk' tabloları yapmaya devam eder. Tabloların altına yeni aldığı soyadı olan "Keane" imzası atmaya başlamasıyla ise hayatının hatasını yapar
Daha önce de bir başkasının yaptığı Paris sokaklarını resmeden tablolara imzasını atan Walter, Margaret'in yaptığı tabloları da kendisinin yaptığını söyleyiverir. Tabloların ilgi görmesiyle ve Walter'ın para odaklı satış politikaları ile tablolar satılmaya başlar. Walter tabloları her geçen gün daha çok sahiplenir. Karısını da, kendisi olmasa tablolarının satılmayacağına inandırır. Margaret zaten çocuklu dul bir kadın ressamın tablolarının satılmayacağına inanmaya hazırdır. Yıllar böyle geçer. Margaret boyar, Walter satar ve büyük bir servet edinirler. Lakin Margaret evde ne kadar hapis ise Walter dışarıda o kadar serbesttir. Walter kibre kapılmış, şımarıklaşmış ve artık sadece emreder olmuştur. Tablolar hakkında yapılan olumlu yorumları büyük bir zevkle üzerine almaya, olumsuz eleştiriler için ise Margaret'in canına okumaya başlamıştır.
Margaret kimseyle görüşmüyor, kızı dahi çalışma odasına giremiyordur. Ta ki o bir gün kızı odaya girip de gerçeği anlayana kadar sürer bu kandırmaca böyle. Margaret kızının da desteği ile Hawai'ye kaçar. Tabi Walter peşini bırakmaz. Boşanmak istiyorsa kendisine yeni tablolar yollaması gerektiğini söyler. Walter'dan kurtulmak için beş sene boyu yeni çalışmalar yollamaya devam eder Margaret.

Artık buna dayanamayacağını anladığında ise sene 1970'tir. Katıldığı bir radyo programında tüm gerçeği ortaya döküverir Margaret. Bu suçlamayla deliye döner Walter. Kendinin daha fazla sömürülmesini istemeyen Margaret mahkemeye gider, dava açar. Karşılıklı suçlamalar ile süren davayı sonuçlandırmak için yapılacak tek bir şey kalmıştır artık. Mahkeme salonuna iki tuval ve iki boya takımı gelir. İkisi de tuvallerinin başına geçerler ve Margaret 53 dakika içinde büyük gözlü bir çocuk resmi ortaya çıkartırken, Walter kolunun ağrıdığını bahane ederek tek bir fırça dahi vuramaz tuvale.
Sonuç ortadadır.
Margaret Keane
İlahi adaletin yerini bulduğu gibi hukuksal adalet de yerini bulur. Margaret Walter'dan hem resimlerine ve hem de yaşadıklarına karşılık 4 milyon dolar tazminat alır. 
Kimse artık ona inanmasa da Walter yıllar boyu "Dünyadaki kimsesiz çocukları ben boyadım!" sözünü söylemekten vazgeçmez. Sonunda 2000 yılında sefalet içinde ölür.
Margaret ise resim yapmaya devam eder. Resimlerindeki büyük gözlü çocukları artık hüzünle ağlamıyor, sevgiyle gülümsüyorlardır. Sonunda sanat camiasında da kabul görür. Hatta Tim Burton'ın yönettiği kendi hayat öyküsünün anlatıldığı Big Eyes filminin bir sahnesinde bile görünür.
Margaret Walter ve filmde kendisini canlandıran Amy Adams
Yaşananlarda gördüğümüz üzre, yalan yalanı doğurmuş, bir küçük yalan çığ gibi büyümüş, kendini taşıyamayacak hale gelince ise patlayarak un ufak olmuştur. 'Doğru' ise yoluna ağır aksak da olsa devam etmiş, yolundan ayrılmamış ve hedefine ulaşmıştır.
Yasa ve karma bir kez daha işlemiştir.
****
Muhteşem Gatsby kitabını okumuş ya da filmini izlemiş olanlar bilirler.
West Egg ve New York şehri arasındaki muazzam bir kül çöplüğü vardır ve bütün bu farklı konumdaki insanlar bu kül çöplüğünün yanından geçmek zorundadır. Bir göz doktoru bu çöplüğe bir reklâm tahtası koymuş ve reklâmına "Görmeyen mavi gözlerle manzarayı seyreden" kör bir adamın resmini asmıştır. Afişteki adam (gözlerinin görmediği söylense de) gelen geçen herkese bakmaktadır ve insanda adeta Tanrı'nın Gözleri hissini yaratmaktadır.
Mona Lisa tablosunda da vardır bu his. Siz ne taraftan bakarsanız bakın Mona Lisa'nın gözleri hep size çevrilidir. Arkanızı döndüğünüzde bile ensenizdedir o gözler.

Kısacası, Büyük Gözler her şeyi izler. Onlardan kaçamazsınız, saklanamazsınız, eninde sonunda o gözlere yakalanırsınız.
Eğer ki o gözlerle dost olup o gözleri kendi içinde yaşatabilirseniz ve o gözlerin bakışlarını anlayabilirseniz ne kaçmanıza, ne de saklanmanıza gerek vardır.
Söyleyin bana, şu kısacık hayatta kaçıp saklanmadan yaşamaktan büyük konfor mu var ayol?

16 Ağustos 2018 Perşembe

Yakın yakın, hepsini yakın!

Bir dönem birbirine meydan okuma furyası vardı hani. Buz dolu kovalar kafalardan aşağıya boca edilmeden önce zincirin sonraki halkasındaki kişinin adı söyleniyordu. Sonra da kova başa geçiyor, kişi çığlık çığlığa buz gibi ıslanıyordu. 
Gülüyorduk tabi biz de.

Şimdi o furyanın ABD menşeli ürünleri yakma olarak gerçekleşmesini bekliyoruz.
"Ben Necati bilmemkim, Ahmet bilmemkimin meydan okumasını kabul ediyorum. Buradan Ayşe, Selma ve Serkan bilmemkimlere meydan okuyorum." 
"Haydi yak abi, yak yak yak! Ayfon mayfon ne varsa yak!" 

Trump bir yandan, Erdoğan bir yandan dünyanın üzerine şarlayınca ve bu gerilim sebebiyle doların ateşi fırlayınca millet hıncını parasını dolar üzerinden ödeyip satın aldığı iPhone'lardan almaya başladı.
Bu krizde kurban seçilen zavallı iPhone zaten yıllardır her türlü eziyete maruz kalmıştı. "Bakalım bir iPhone filin ayağının altında kalınca ne oluyor, bakalım suya düşünce ne oluyor, bakalım ateşe atınca ne oluyor?" deyip deyip biçareye olmadık işkenceler uygulanmıştı.
Zavallıcık her türlü eziyeti atlattı lakin bizim elimizde rezilliği çıktı.
Koca koca adamlar "Şu elimde görmüş olduğunuz Ayfon'u yakıyorum, kırıyorum, atıyorum" diye ilan ede ede ABD'ye kafa tutuyor.
ABD'nin de çok umurunda tabi. 
Ürününü satmış, parasını almış, artık yeni sahibi o ürünü yaksa ne yazar, kırsa ne yazar, atsa ne yazar.
Baştan almayaydın da ülkenin parasını ABD'ye kaptırmayaydın iyiydi ya neyse...

Bu arada;
Yıllardır Samsung Note 3 kullanan biri olarak (ki son olarak Note 9 çıktı, o kadar yani), milletin elindeki iPhone X'leri görünce "Allah Allah!" demedim değil.
6-7 milyarı bulan fiyatta bir ürün nasıl oluyor da peynir ekmek gibi satılıyor böyle. 
Bankalar telefonlara taksit yapmıyor, ya tıkır tıkır peşin ödeyeceksin ya da numaranın bağlı olduğu hattın faturana her ay yansıtacağı bedel ile 36 ay boyu imanın gevreyecek. Elindeki telefon eskiyecek, taksit bitmeyecek. Hesaba katılan vade farkı sebebiyle de fiyat alıp başını gidecek.
Ve bu uygulamaya rağmen insanların elinden iPhone düşmeyecek. 
Millet iPhone'nunu yakmadan önce iPhone onları zaten çoktan yakmış da haberleri yok.
E biz bu krizi çoktan hak ettik de, bizim de haberimiz yok!

İşin daha ilginci, yaktıkları telefonları birkaç gün sonra arar olacaklar. Krizi mrizi unutup yine yeni telefon almaya kalkışacaklar. Merak etmeyin, gidip yine seve seve elmayı dişleyip, yine yeni sürüm bir iPhone alacaklar.
Trump da dişlerini göstere göstere o malum hareketi çekecek...
K..... mu?
****
Arkadaş;
Dünya bu kadar düz hale gelmişken, herkes birbirine göbeğinden bağlanmışken, üstelik sen üretmeyip tüketici olmayı seçmişken kime neyin atarlanmasını yapıyorsun?
Isınmak için, doymak için, iletişim için, hatta kendi ülkende ticaret yapabilmek için bile başkalarına muhtaçsın. Birisi vanayı kapattı mı bittin!

Bu cihette bir ülkenin bir diğerinden ürün alması normal. Anormal olan dışarıya ürün satamaması.
Denge yani.
İthalat-İhracat yani.
Inport-Export yani.
Anladın?
****
Kurtuluş Savaşı'nın ardından Atatürk niçin "Asıl savaş şimdi başlıyor" dedi bir düşünün. Niçin üretime önem verdi, niçin Cumhuriyet'in ilk on yılından açık alınla çıktı o insanlar, niçin yurdu demir ağlarla ördüler, niçin kendi güçlerini ortaya sürdüler?
Biz satalım diye mi kuruldu o fabrikalar, biz satalım diye mi yapıldı o limanlar, biz satalım diye mi açıldı o bankalar, biz satalım diye mi ha, satalım diye mi?
Bir de O'na ağız dolusu lâflar ediyorsunuz ya, yazık.
Bakın tıpış tıpış geldiniz tüm dediklerine.
Lakin zarar büyük.

Buyrun şimdi Dolar'dan, Ayfon'dan yakın!
Yakın yakın, hepsini yakın!

14 Ağustos 2018 Salı

Dol Kara Bakır, dol, dol dol!

Kurdaki yükselişin ekonomide dengeleri nasıl bozacağı anlatılırken, başbakan tepki olarak "Dolar dolsa ne olur, dolmasa ne olur" deyivermişti hatırlayın. 
Aslında bu cümledeki dile gelmemiş sözlerin "Doların dolup boşalması bizi zerre kadar ilgilendirmez, bizim şekerimiz de tuzumuz da kuru, kayıran Allah sizi kayırsın" olduğunu anladı pek çok kişi. Anlamayanlarsa alkışladı delice. Açıklamayı yapan zat gevşek gevşek gülüyordu bir yandan da. Ettiği sözleri 'dolara karşı dik duruş' olarak algılayan alkışçıların 'dolara posta koyan' adamıydı o. 
Onlar da onun gibi konuşuyorlardı. "Dolar dolsa ne oluuur, dolmasa ne olur!"  
Vay be! Demek onların da tuzu kuruydu.

Dolar sene başında 3,80 lira civarıydı. Şimdi 7 lirayı gördü, 7'yi gördüğü yetmezmiş gibi 8'e gidip gidip geliyor. 
Elinizdeki 1000 dolarınız sene başında 3 bin 800 lira ederken şu anda 7 bin lira ediyor. (Hadi yine, 3200 TL kârdasınız. Kârınız kur 3.80 iken 842 dolar, kur 7 iken 457 dolar oldu. Hay Allah! Kâr ederken durduk yerde zarar ettiniz bak yine.)
Ya da şöyle söyleyelim, hesabınızdaki 7 bin lira zamanında 1840 dolar civarı ederken şu anda 1000 dolar ediyor. (Zararınız kur 7 lira ilen 5880 TL, kur 3.80 iken 3 bin 200 TL.)
Şu günü baz alırsak 840 x 7 = 5880 TL'niz buhar olup uçtu yani, üzgünüm.

Nasıl hesap şimdi bu böyle demeyin. 
Paranız dolar hesabında mı duruyordu, TL hesabında mı duruyordu, oturun kârınızı zararınızı ona göre hesap edin. Yastık altında ne dolar ne lira paranız yoksa eğer, sizden şanlısı yok. Bakın keyfinize.
Benim yakmak için bile 1 dolarım yok mesela.
Küllüm zarardayım kısacası...

Ama olsun, onların dolarları varsa bizim de Allahımız var. Tüm ödemeleri Rabbim'izin gücü ile yaparız evelallah. Yetmediği yerde imdada haciz memurları yetişir, onları da Allah'a havale ederiz. O iş de tamam.

Ah ah!
"Zalimin zulmü varsa sevenin Allah'ı var"
"Of Allahım of, nedendir hep zorla sana gelişim"
"Gidecek yerim mi var, çalacak kapım mı var?"
"Beterin beteri var, haline şükret dostum"
"Çal kemancı çal"
"Doldur be meyhaneci"
"Dol Kara Bakır, dol, dol dol, ağzına kadar dol"
"Aman bir recalim var!"
60,
70,
80,
90,
100!

10 Ağustos 2018 Cuma

Çokbilmiş Beceriksizler

Bilgisayar ekranında proje geliştirip, bu projeleri bilgisayar oyunu oynar gibi doğayı hiçe sayarak uygulamaya kalktıkça, doğa da sesini yükseltmeye başladı. 
Sen kimsin de benim akacağım yönü değiştiriyorsun dedi dere mesela. Sen kimsin de benim eseceğim yöne karışıyorsun dedi rüzgâr, sen kimsin de benim yağıp yağmayacağıma karar veriyorsun dedi yağmur.
Ağaçlarımı keserek, toprağımı deşerek, üzerime kaldıramayacağımdan fazla yük yükleyerek ne yaptığını sanıyorsun dedi.
"Sana elimin tersiyle şöyle bir!.." diyerek kaldırdı elini, sonra şimşek oldu çaktı, yağmur oldu yağdı, sel oldu taştı.
Öyle yüklüydü ki gökyüzünü kaplayan bulutlar elektrikle, ardı ardına indi yıldırımlar yeryüzüne. Ardından da delice bir yağış başladı. Gökler kızgındı, gökler küskündü, gökler hiddetle ağlıyordu.
Ne bu gözyaşlarını emecek toprak vardı şimdi, ne de bu yağıştan nemalanacak ağaç. 
Damlayan her gözyaşı damlası çıldırmış bir sele dönüştüğünde önüne ne kattıysa aldı sürükledi, hepsini perişan etti. Gözyaşları dindiğinde öfkesi de dinmişti artık. 
Aşağıda olanlara baktı sonra üzüntüyle.
"Ben böyle olmasını istemezdim" dedi gözünde titreyen son iki damla yaş ile.
Biliyordu ki yeniden yerinden edilecek, yeniden hiddetlenecek, yeniden esip gürleyecekti.
O zamana dek dinlenmeliydi sakince.
Omuzları düşük, başı önde eğik döndü gitti üzüntüyle.

Toprağa, havaya suya, güneşe aya, ağaca ve doğada yaşayan canlılara gözümüzü kapatıp, gözümüzü ekrana diktiğimizden bu yana hızla artmaya başladı bu felaketler.
300 yıl önce yapılmış köprüler sele yağmura onurlu bir dik duruşla dayanıyor iken, 3 yıl önce yapılmış bir köprü çöküveriyor sefilce.
500 yıl önce yapılmış bir bina taş gibi sağlam duruyor iken ayakta, 5 senelik bir bina an be an dökülmeye başlıyor.
Görüntüler utanç ve sorgulamayı getiriyor.
Okumaktan uygulamaya fırsat yaratılmayınca okuduğunla kalıyor demek ki insan.
Okuduklarını deneyimlemedikçe okuduklarının yeterli olacağını düşünüyor.
Hız çağında çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa geçmeye kimsenin zamanı da sabrı da yok. 
Sonuç yine teknoloji marifetiyle ekranlardan taşıp kalbimize batıyor...
****
Evlerin odaları, mutfağın dolapları hep bilgisayar ekranında şekilleniyor.
Bir ev çekip çevirmemiş, bir mutfakta iki kap yemek pişirmemiş, çamaşır makinesine çamaşır atmamış, ömründe bir tane bile ütü yapmamış, bulaşık makinesinin kapağını dahi açmamış insanların SIMS oynar gibi tasarladıkları evler hep sınıfta kalıyor. 
Mutfakta bir kapağı açıyorsun bir diğerine çarpıyor, bulaşık makinesini boşaltmak istiyorsun, makineden uzak dolap ve çekmeceler insanı Safa ve Merve tepeleri arasında koşturur gibi koşturmaktan helak ediyor. Koskoca mutfağın upuzun ama bölünmüş tezgâhında iki domatesi ağız tadıyla soyamıyor, kocaman mutfakta küçücük bir masa için dahi yer bulamıyorsun.
"Mutfakta yemeyin yemeğinizi efendim, salonda yiyin" mi dediniz?
Mutfak masası sadece yemek yemek için değildir ki a canım. Çok biliyorsunuz lakin bunu bile bilmiyorsunuz...

Kadın yazar olarak mutfaktan girdim söze haliyle. Bakalım nereden çıkacağım?
Yurt dışında bir binanın yıkımı esnasında, bina yıkım ekibinin başının yıkılan binanın etrafa sıçrayan molozları altında kalarak ölüşünü gördüm televizyonda.
Ekibin başındaki kişi bilgisayarındaki hesaplamalarından o kadar emindi ki, yıkımı binanın neredeyse birkaç metre yakınından izliyordu.
Tabi bilgisayardaki hesap çarşıya uymadı ve bina tüm hesapları alt üst ederek yıkıldı. Yıkılırken de kendisiyle birlikte hesapları yapan bilirkişiyi de yıktı yere. 
Ah keşke o kadar güvenmeseydi hesaplarına keşke. Keşke tedbiri elden bırakmayıp önlemini alsaydı. Keşke olabilecekleri de hesaba katsaydı. 
Yıktıkları binanın altında kalan kepçe operatörleri de görmüştük yurdumuzda, hatırlayın.
Yurt dışındakiler neyse de, bu ülkede yaşayıp da "Bindiği dalı kesen Nasrettin Hoca" fıkrasını okumamış insanlar da varmış demek...
Satranç diyecek olsam, o zaten tümden yasaklı...

Yapay zekânın esiri olduğumuzdan bu yana yön duygumuz da örselendi. Navigasyon cihazı olmadan gideceğimiz yeri bulamaz olduk. Yapay sesin verdiği komutlara itaat ederek döner kavşağın üçüncü çıkışından çıkıp, 50 metre sonra sağa dönüyor, 600 metre dümdüz ilerleyince hedefimizin solda kaldığını öğreniyoruz.
Cihazın kafası karışır ya da kafası kızarsa (ileride kuvvetle muhtemel) bizi nereden çıkartacağını Allah bilir!

Bir dönem çılgınlık haline gelen sanal alemde ekip biçme modası devam ediyor mu bilmem. "FarmWille"ciler ekinleri susuz kalacak diye krize giriyorlardı. Ancak cam önünde duran saksıdaki çiçek susuzluktan her geçen gün boynunu biraz daha büküyordu.
Yapay ev hayvanları ceplerde beslenirken sokaklarda yaşayan hayvanlar bir kap yemeğe muhtaçtı.
Grinin elli tonunda yaşayan insanların ekran korumaları renklerin bin bir tonunu taşıyan doğa manzaralarıydı.

Şahit olduğumuz üzere; her şeyi ekrandan gören ve ekrandan yapan ama doğal hayatta karşılık bulmayan bir hayata savrulduk şiddetle.
Bir kıtlık olsa ne ekip biçmeyi biliyoruz, ne ateş yakmayı, ne de iki koyunun memesine asılıp süt sağmayı.
Ekmek yoğurmak, yoğurt mayalamak, toprak çapalamak, ağaca aşı yapmak, kumaş dokumak, sırtına giyecek bir çaput uydurmak, ayağını çalı çırpıdan, dikenden taştan koruyacak bir ayaklık yapmak günümüz insanına çok uzak.
Etler, yumurtalar, sütler, ballar ve diğer tüm ürünlerin market raflarına gelişinin yolculuğunu bilmeyen bir nesil var şimdi.
Bir köyde yaşamamış, asabi bir horoz tarafından kovalanmamış, yemyeşil çayırlarda koşturup yuvarlanmamış, severek oynadığı minik kuzunun iki gün sonra kesilip önüne pirzola olarak gelişine şahit olmamış insanlar haliyle ne yediğinin içtiğinin, ne de yaşadığı hayatın kıymetini biliyor.

Akademisyen yetiştireceğiz diye diye, okusunlar adam olsunlar diye diye hayatın bu yanını ıskaladık biz. 
Gençlerin hem okumaları, hem anlamaları, hem de anladıklarını çevrelerindekilere anlatmaları lâzımdı oysa.
Bu amaca hizmet eden Köy Enstitüleri'nin kıymetini anlamak bir yana, bir de o cânım kurumları kapatarak o aklı da cezalandırdık. Üstelik yerine daha iyi bir akıl da koyamadık.

Şimdi artık okumuşundan okumamışına herkesin eli yaptığı işin üzerinde kalıyor.
Sıhhi tesisatçısından elektrikçisine, marangozundan mühendisine, ekonomistinden siyasetçisine herkeste bir çok bilmişlik var, ancak herkes bir o kadar beceriksiz.
İşini çalakalem yapan insanlar parasını arsızca alıp ardına bakmadan kaçıyor. Sonra ara ki bulasın...

Fıkra bu ya;
Mısır hükümeti Kızıldeniz'in altına tüp geçit yapmak için ihale açar. İhaleye İngiltere'den, Amerika'dan, Japonya'dan ve Türkiye'den de Temelin firması olmak üzere birer firma katılır. Firmaları teker teker mülakata çağırırlar ve teknik bilgi isterler. 
İngiliz firması:
- Biz iki taraftan da eş zamanlı olarak tüneli kazmaya başlarız ve denizin altında tam ortada buluşuruz. Tüneller arasında maksimum 1 metre fark olur. 30 metre enindeki tünelde de 1 metreyi rahatlıkla düzeltiriz der.
Amerikan firması:
- Biz de iki taraftan kazmaya başlarız ve tam ortada buluşuruz. Maksimum 50 cm fark olur der.
Japon firması:
- Biz iki taraftan kazmaya başlarız ve tam ortada buluşuruz. Maksimum 20 cm fark olur der.
Sıra bizim Temel'e gelir. Firması adına Temel:
- Valla biz de iki taraftan kazmaya başlarız. Ortada buluştuk buluştuk, buluşamadık iki tüneliniz olur, der. 

İmdii; bizlerin fıkradaki Temel gibi optimist olma lüksümüz hiç yok.
Kurnazlık Devri gümbür gümbür GÜM'ledi, kimsenin duyası yok.
Mızrak çuvala sığmaz oldu, kimsenin anlayası yok.
Takke düştü kel göründü, kimsenin ayası yok.

Bu gidişe bayılanlar ayılır mı bilmem ama yer altında yaşamaya hazırlıklı olsak iyi olur.
M.Ö 8. Yüzyıl'ın başlarında Nevşehir Derinkuyu'da kurulan şehirde yaklaşık 20 bin kişi yaşıyordu. Kapadokya bölgesinde 30'un üzerinde yer altı şehri olduğu biliniyor. Onlar neden yer altına indiler bunu sorgulamak lazım. Oradaki şehirciliği dikkatle incelemek lazım.
Ki 2013 tarihli bir habere göre (dünyanın canına okuyan) mühendisler gözlerini uzaydan yer altına çevirmişler bile. 
Norveç'e bağlı Svalbard takımadalarında buzların içinde adeta bir Nuh'un Gemisi yaratılıyor. Küresel Tohum Deposu ile önemli tohumların felaketlerde güvenliğinin sağlanması amaçlanıyor. 

Demem o ki dünya bir kıyamete hazırlanıyor.
Kıyametin sebebi ise yine o çok bilmiş beceriksizler.
Peki ya sen-ben, biz-siz bu çok bilmişliğin ve beceriksizliğin neresindeyiz?
Hadi bakalım gel çık işin içinden...

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Bunun sonu açlık!

Soner Yalçın bugünkü yazısında "Krizin Asıl Sebebi"ni anlatmış.
"Soğuk savaş döneminde yetişmiş, değişimi kabul etmeyen, alışkanlıklarından vazgeçmeyen politikacılar gelişmeleri kabul etmiyor. Bilmediğinden korkuyor; ya yasaklıyor ya da hapse atıyor.", "Mesele sadece Erdoğan ve AK Parti değil, siyaseti kökten değiştirmek gerekiyor.", "Erdoğan'ın bu ekonomik-siyasi krizdeki vebali büyük. Ama günahları yapısal sorunlarımızı görmemize engel olmamalı." demiş. 
Ta 18. Yüzyıl'dan başlayarak dünyanın bilim ve teknolojideki ilerlemesini ve bizim bu gelişmeleri nasıl ıskaladığımızı anlatmış bir bir. Dövizin artışını ve ekonomik krizin sebeplerini hiç anlamayarak safsatayla zaman geçirecekler yüzünden canım ülkemizin benzer krizleri hep yaşayacağını söylemiş yazısının sonunda da.

Malum; (çoğu) elindeki akıllı telefonu dahi layıkıyla kullanmayı bilmeyen "akıl"lar tarafından yönetiliyor ülke. 
Teknolojiyi anlamadıkları gibi insanı da anladıkları yok. Keza ekonomiden de, tarihten de, sosyolojiden de, felsefeden de, sanattan da, spordan da, çevre bilincinden de, dinden de, imandan da anlamıyorlar.
Anladıkları tek bir şey var.
PARA!..
Para nasıl ve nereden gelirse gelsin fark etmez, sadece gelsin, yeter ki gelsin diyorlar.
Kazanç uğruna kimlerin üzerine basılmış, kimler ezilmiş, kimler çizilmiş umurları değil.
Aç ruhları bir türlü doymuyor.
Üç kuruş ya da otuz üç kuruş ya da üç bin üç yüz otuz üç kuruş ya da üç milyon üç yüz bin üç yüz otuz üç kuruş ne fark eder, öte tarafa götüremeyecekleri para uğruna ülkeyi harabeye çeviriyorlar.
Bu tarafta o para ile yaşadıklarını kâr sayıyorlar.
Midelerinin aldığı kadar yiyiyorlar oysa, yüz bin odalı sarayda da yaşasalar bedenlerinin kapladığı kadar yerde uyuyorlar, araçları ne kadar çok beygirli olursa olsun aynı trafikte sıkışıp aynı kahrı çekiyorlar.
****
Soner Yalçın'ın yazısında bahsi geçen "Oy getirmeyecek yatırımlarla uğraşmamanın" bedelini ödüyoruz hepimiz.
Oy getirecek yatırımlar ise malum, hepsi çöküp duruyor.
O yatırımlara harcanan paralar da haliyle buhar olup uçuyor.
Uçan paralar birilerinin cebine inerken o birileri hadsiz zengin oluyor, geri kalan büyük çoğunluk ise nahak yere fakirleşiyor. Maaşlar hariç her şey dolar üzerinden değer bulurken ceplerdeki para her geçen gün gittikçe eriyor. Pek çok insan açlık sınırında yaşıyor.

Bunun sonu açlık!
Aç insanın neler yapabileceği malum. 
Açlık sofuluğu bozar malum.
Aç insan önce onurundan yemeye başlar malum.
Hele bir de aç insan zincirinden boşandı mı bir kere, önce en yakınındaki "açın halinden anlamayan tok"un yemeğine saldırır. O yemekle doymazsa eğer, tokun tombul etlerine saldırır sonra da. Ki dünya tarihi açlık ve vahşetin kol kola gezdiği kapkara sayfalarla doludur.

İnsanları açlığa sürüklemenin de bir amacı var demek ki o zaman.
O amaç ülke ekranının altından hızla geçen şu cümlede yazıyor aslında. Hızlı geçtiği ve yazı boyu küçük olduğu için okuyamadıysanız ben yazıvereyim hemen:
"YİYİN BİRBİRİNİZİ ULAN!"