29 Ekim 2017 Pazar

Bu bayram hepimizin

Doğduğum gün, 40 yaşında genç bir devlete gözümü açtığımı bilmiyordum elbette.
Ne 40 yıl öncesinden haberim vardı, ne de daha öncesinden.
Dünya benim doğumumla dönmeye başlamıştı sanki.
Sokaklarında koşup oynuyor, okullarında okuyor, bayramlarını kutluyordum.

Büyüdükçe önce evde konuşulanlardan, sonra da okuduğum kitaplardan öğrenmeye başladım geçmiş günleri. 
Benim olmadığım günlerde neler yaşanmıştı böyle.
Benim büyüdüğüm şehirlerden kimler gelip geçmişti yüzyıllardır.
Kimlerin izleri vardı bu topraklarda? Kimlerin alın teri, kimlerin kanı, kimlerin canı ile gelmiştik bugünlere? 
Tarih dipsiz bir bir kuyuydu ve yaşananların tümü o kuyunun içinde eriyip gidiyordu.

Ben Atamı biliyordum
Kendisi de bir Osmanlı subayı olan Mustafa Kemâl, yaşanan gidişattan Osmanlı'nın uçuruma sürüklendiğini, 'İstanbul'un saltanatı kurtarmak için Anadolu'yu gözden çıkarttığını ve yoksul ve eğitimsiz halkın celladın önüne boynunu uzatmış bir kurban misali çaresizlik içinde bekleştiğini görünce Anadolu'ya geçmiş ve bir milletin kurtuluş harekatını başlatmıştı.
Milletin büyük çoğunluğu bu harekata katılmış, memleket topyekun bir mücadele ile kendisine layık görülen kaderden kurtulmuştu. 
Kitaplardaki tarih, büyüklerimden dinlediğim anılar ile daha bir detaylanıyor, her şey gözümün önünde bir bir canlanıyordu.
****
29 Ekim 1923 günü ilan edilen Cumhuriyet'ten 40 yıl sonra, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bireyi bir Türk çocuğu olarak doğmuştum ben.
Lakin Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki kadar şanslı değildim.
Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki o coşku, o heyecan ve o ivme, benim büyüdüğüm yıllarda yerini tökezlemelere bırakmıştı.
Su uyumuş düşman uyumamıştı.
Galiba bu filmin alt yazısında "Aydınlık ve medeni olmak sizin neyinize" yazıyordu...

Atatürk gençliğinin aydınlığından korkan her kim ise, aydınlığa düşman, ülkesine düşman, milletine düşman çocuklar yetiştiriyordu derin karanlıklarda.
O çocuklar ne Dünya tarihini, ne de Cumhuriyet tarihini okumuyor, hiçbir şey araştırmıyor, hiçbir şey sormuyor, hiçbir şey sorgulamıyor ve kendilerine belletilenlerin tek doğru olduğunu varsayıyorlardı. 
Bu cenahı yetiştirenler, kıvama gelen gençleri birer birer ortaya salıp, ülkenin profilini yavaş yavaş değiştiriyorlardı ve ülke gittikçe Araplaşıyordu...
Dünya devletleri eski imparatorluklarını eski halleriyle diriltmeye çalışma peşinde değilken ve varlıklarını bilim, sanat, spor, kültür ve ekonomileri ile kanıtlarken, bizim Osmanlıcılık oynamaya kalkışmamız, bilime, sanata, spora ve kültüre vebalı gibi bakmamız, ekonomiyi ise Arap parasıyla ayakta tutmaya çalışmamız epeyce bir paradoks yaratmıyor muydu?
****
Biliyoruz ki bu coğrafya zor bir coğrafyadır ve bu coğrafyada sadece Türkler bin yıl yaşamıştır. 
Bu devleti yaşatabilmek için ayrıştırmaları bir kenara bırakmak, gücünü kendi halkından almak ve devleti yaşatmaya odaklanmak lâzımdır.

O zaman ayrışma ve ayrıştırma meraklılarına soralım:
Biz Atatürk gençleriyiz, ya siz kimin gençlerisiniz?
Biz vatana ihanet etmedik, ya siz neyin peşindesiniz?
Ey efendiler,
BU BAYRAM HEPİMİZİN,
Bırakınız artık bu hezeyanları,
Vatan elden gidiyor, kendinize geliniz...

25 Ekim 2017 Çarşamba

Parmak

Eski Roma'da savaş esirleri ve kölelerden oluşturulan ve Romalı insanları eğlendirmek amacı ile birbirleri veya vahşi hayvanlarla dövüşmek zorunda bırakılan Gladyatörler vardı bilirsiniz.
1959 yapımı, 11 Oscar ödüllü Ben-Hur filmi 'gladyatör' dendiği zaman akla ilk gelen filmlerdendir. 
1960 yılı yapımı Spartaküs ve 2000 yılı yapımı Gladyatör filmleri ona keza.

Bugünlerde Gladyatör filmlerinden sahneler yaşanıyor sanki gözlerimizin önünde.
İmparator başparmağını aşağıya indirdiği anda kılıç kalkıyor ve öldürücü darbe iniyor. Adeta her şey imparatorun parmağının durumuna göre şekilleniyor.

Gerçekten de öyle mi diye şöyle bir göz attım gladyatör konusuna.
Gladyatör, Latincede 'gladius', yani kılıç ustası demekmiş. Roma İmparatorluğu döneminde ise profesyonel dövüşçülere verilen isim olmuş. Gladyatörler çoğunlukla köle veya suçlu insanlarmış.

Okuduğum yazılarda der ki:
"Etrüsklerdeki cenaze törenlerinde birtakım dövüşler yapılırdı ve bunlar ölümle biterdi. Bu dövüşlerdeki amaç, ölen kişiye öbür dünyada silahlı bir hizmetkar sunmaktı. Sonraları bu uygulama bölgesel olarak yayıldı ve nitelik değiştirdi. Söz konusu yerler Roma İmparatorluğu'nun yönetimine geçtikçe gladyatörlük benimsendi.
Roma’da dövüşler karşılıklı gelen iki kişi arasında yapılıyordu. Çiftlerin sayısı ilk günlerde üç idi. Sonraları bu çiftin sayısı üç yüze kadar yükseldi. Zamanla daha da arttı. Öyle ki MS.107 yılında beş bin çift dövüşmüştü.
Gladyatör bir işveren emrinde çalışan işçidir. Onun emek olarak sunduğu iş dövüşmektir. Ölüm de bu işin kaçınılamaz sonucudur. Arenaya çıkan birisinin yapacağı tek şey ölümüne dövüşmektir. Korkan veya tereddüt eden kişi, kamçıyla ve kızgın demirle dövüşe zorlanırdı. Yaralanan birisi, hasmının insafındadır. Hayatta kalabilmesi için işaret parmağını havaya kaldırır (sonraları bazı tarihçiler, bunun tam tersi olduğunu iddia ettiler)
İlk zamanlarda yaralının yaşaması veya ölmesi kararını, gösteriyi düzenleyen kişi verirdi. Sonraları bu karar izleyici olan halka bırakıldı. Bu karar, mendil sallamak veya çeşitli parmak hareketleri yolu ile verilen işaretlerdi.
Arenadaki gladyatör dövüşlerinde genellikle hareketli müzikler çalar, ölen gladyatörün cesedine kimse sahip çıkmazsa ceset vahşi hayvanlara atılırdı. Gladyatörler kazandıkları dövüşlerde palmiye yaprağı ile ödüllendirilirdi. Gladyatörlerin ne kadar başarılı olduğu palmiye yaprağı sayısından anlaşılırdı. Ayrıca dövüşü kazanan gladyatörler halkın arasına karışıp para toplayabilirdi ya da Lanistea kazanan gladyatöre bir miktar para verebilirdi. Gladyatör dövüşlerinin en fazla rağbet gördüğü Neron zamanında dövüşçülere ev, arsa gibi ödüller verilmiştir.
Başarılı olan gladyatörler arasında ün sahibi olanlar, toplumda önemli yerlere gelenler olmuştur. Hatta siyasette bile yer aldıkları görülür. İşin içinde ticari kazanç olduğu için iflas etmiş iş adamları bile gladyatör olmuştur. 
Bütün bunları bugünkü bakış açısıyla değerlendirmek hatalıdır. İnsan hakları, yaşam hakkı gibi değerler elbette o dönemlerde söz konusu değildir. Gladyatörlerin büyük çoğunluğu köle olduğu için bu değerler zaten olamazdı. Zira kölelik, o dönemlerin kabul ettiği, aksinin düşünülemediği bir sosyal kurumdu."
****
Son paragraf, 'o günleri bugünlerin bakış açısıyla değerlendirmek hatalıdır' dese de, pek de bir farklılık yok aslında. 
Belediye başkanlarının birer birer istifa et(tiril)mesi ve uzun süren bu istifalar sürecinde kurbanların kimisi savaşmadan teslim oluyor, kimisi dövüşe dövüşe gidiyor, kimisi ayak diremeye ve elindeki kozları oynamaya devam ediyordu.
Sonuçta hepsi imparatora hizmet ediyordu.
İmparatorun kendinden güçlülere olduğu kadar, kendi gücünü zayıflatanlara da tahammülü yoktu.
O yüzden arenada savaşanlar ölümüne savaşacak ve hayatta kaldığında da imparatorun önünde diz çökecekti.
Kimse kendi gücüne güvenmeyecekti.
Nihayetinde o gücü ona veren imparatorun ta kendisiydi.
****
Bugün şimdi, yerinden edilen başkanların yerine gelecek olan isimler yine aynı merci tarafından seçilmiş kişiler olacaktır.
Gelenler gidenlerden ibret alacak, adımlarını ona göre atacaklardır.
Kimsenin büyük hedefe kitlenmiş bu yolculuğu yavaşlatmaya hakkı yoktur.
****
Bu gidiş-gelişler üzerine arenadaki halkın yaptığı ise 'kim gider, kim kalır, kim gelir' üzerine bol bol konuşmak, bahis oynar gibi tahminlerde bulunmak ve gidene bay bay, gelene hay hay demekten öteye gitmiyor.
Giden için aşağıya bükülen baş parmak, gelen için yukarıya kalkıyor.
Gideni parçalayan eller, geleni alkışlamak için hazır bekliyor.

Dünya düzeni işte, değişen pek bir şey yok.
Parmak yüzyıllardır bir aşağı bir yukarı inip kalkıyor...

22 Ekim 2017 Pazar

Taşları yerinden oynatan kadınlar

Bursa Soroptimist Kulübü tarafından 21 Ekim 2017 gecesi düzenlenen 60. yıl kutlamasında, 60 yıla emek verenler, 60 yılda yapılan çalışmalar ve bu zaman zarfında Bursa'ya atılan imzalar bir kez daha anıldı ve anlatıldı.
1957'den bu yana Bursa'ya nefes olan kadınlar, Bursa'nın sosyal ve kültürel yüzüne ışık olmuşlardı.
İşinde ve mesleğinde belli bir varlık göstermiş kadınların kabul edildiği kulüpte tanıdık isimlerin olması hoştu da, kulübü kuran, ilk harcı karan ve bugünlere uzanan yollara taşları ilk döşeyen kadınları tanımıyor olmak bana kendimi epey eksikli hissettirdi.
Araştırdım ben de:

Dünya - Türkiye - Bursa
Dünyadaki ilk Soroptimist Kulübü 1921 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde, Kaliforniya eyaletinin Oakland şehrinde kuruldu.
Türkiye'deki ilk Soroptomist Kulübü, 1948 yılında İstanbul’da, yazar Müfide Ferid Tek tarafından kuruldu. Bunu Ankara(1952), İstanbul Boğaziçi(1955) ve İzmir(1961) Kulüpleri takip etti. 
Müfide Ferid Tek
Bursa Soroptimist Kulübü ise 1957 yılında Türkiye’nin dördüncü soroptimist kulübü olarak, İstiklâl Marşı'nın bestecisi Osman Zeki Üngör'ün kızı olan, Türkiye'nin ilk hukukçusu Avukat Beraet Zeki Üngör rehberliğinde kuruldu. İlk başkan Peruhan Sayman oldu.
Beraet Zeki Üngör
Kurucu üyelerden Şermin Vardar, Tomris Özçetin, Zerrin Revak, Sevim Baydar, Nermin Ekinci, Nebahat Bulucu, Sevim Gürlük, Güzide Özüzger, Peruhan Sayman, Mesude Pars, Müşerref Çengeloğlu, Fehiman Aydıngün, Neriman Gülmen, Mesadet Koşar, Kamuran Onay, Leman Onurkan ve Emel Ersu gibi isimler, o dönem Bursa'nın iş ve meslek yaşamında başarılı olmuş kadınlarıydı. 

Yazının burasında sözü Soroptimist Kulüp üyesi Zerrin Tığlıoğlu'na bırakalım ve kulübün hizmetlerini onun anlatımı ile aktaralım:
"Bursa Soroptimist Kulübü kurulur kurulmaz halka açık ücretsiz okuma yazma ve tamir kursları açtı. Doktor ve hemşire üyelerinin özverili çalışmaları sonucunda ana-çocuk sağlığı bilinci oluştu. Bu bilinç daha sonra Ana- Çocuk Sağlığı Merkezleri olarak yaşama geçirildi.
1973- 1974 yılında Köy Ekmeği Projesi sadece Bursa’da değil, Türkiye’de de bir ilkti. Üyemiz Huriser Terzioğlu’nun başkanlığında yürütülen bu projenin doğal beslenme bilincinin oluşmasında öncü olduğunu söyleyebiliriz. Bu proje o kadar yoğun bir ilgiyle karşılandı ki, sattığımız ekmeklerden elde ettiğimiz gelirle Altıparmak’ta kendimize bir çalışma ofisi aldık. 
1965-1970 yılları arasında lise öğrencilerine meslekleri tanıtan konferanslar verdik. O yıllarda gençlere yönelik bu tarz çalışmalar son derece azdı. Okullarda rehberlik çalışmalarının henüz yeni yeni yapılmaya başlandığı yıllarda bu konferanslar gençlerin meslek seçiminde ve kendilerini tanımalarında yol gösterici bir çalışma oldu.
1973 yılında Muradiye’de yapılan çocuk parkı bir sivil toplum örgütü tarafından yapılan ilk çocuk parkıydı ve Cumhuriyetimizin 50. Yılında Bursalı çocuklarımıza armağanımızdı. 
Cumalıkızık evlerinin gündeme gelmesi yine kulübümüz sayesinde oldu. Yıldırım Belediyesi ile yapılan işbirliği ile Cumalıkızık evlerinin restorasyon çalışmalarına başlandı ve köye gelir getirici faaliyetler düzenlendi. Köyde çok sayıda kestane ağacı dikildi. Birçok konferans, panel ve kongre katılımcıları köye yönlendirildi. Bursa dışından gelenlere de Cumalıkızık tanıtıldı ve Cumalıkızık'ın koruma altına alınması için yoğun çaba harcandı. 
Üyelerimizden Necla Kitay Yazıcıoğlu İlköğretim ve Ayten Bozkaya İlköğretim okullarında uzun yıllar Çiğdem Kağıtçıbaşı'nın projesi olan Anne - Baba Okulu uygulaması yapıldı. Okuma yazma kursları açıldı, sağlık konusunda konferanslar verildi. Resim ve kompozisyon yarışmaları düzenlendi. Anne Baba okulu daha sonraları başka kulüpler tarafından da çalışma programlarına alındı. Çiğdem Kağıtçıbaşı’nın bu projesini sahada uygulayan ilk kulüp olmaktan da gurur duyuyoruz.
Birçok okula eğitim malzemeleri desteği sağladık. Birçok okulda sınıfların fiziksel şartlarını iyileştirdik. 60 yılda binlerce genç kızımıza eğitimlerinde destek olduk.
Toplu nikahlar yaptık. Mesleki kurslar açtık, kadınların meslek sahibi olmalarını önemsedik, resim sergileri açtık, defileler düzenledik. Bursa Valiliği Kadının Statüsü Birimi Koordinatörlüğünde, sivil toplum kuruluşları ile Evlilik Okulu ve Aile İçi Şiddeti Önleme konularında çalıştık. 
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Kliniği, Çocuk Ruh Sağlığı ve Kadın Doğum Klinikleri'ne katkıda bulunduk. 
Huzurevinde kalan yaşlılarımızla yakından ilgilendik
Hasta Bakım Kursları ile kadınlarımıza iş imkanı sağladık.
Şehrimizi Temiz Tutalım kampanyasını başlattık.
İlaç Toplama kampanyasını başlattık ve bu kampanyayı bir yıl süreyle  başarıyla uyguladık. Bu kampanya ile  zor durumda olan dar gelirli hastalara katkı sağladık. 
1999 yılında ülkemizi derinden sarsan Yalova depreminde çok özverili saha çalışmaları yaptık.
Üyemiz Feyha Çelenk Yönetiminde kurulan tiyatro grubumuz, amatör tiyatro kulüplerinin  kurulmasına öncülük etti. Uzun Yıllar Bursa Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nda Müdürlük yapan, Bursa Şehir Tiyatrosu’nun kurucusu, ödüllü sanatçı Feyha Çelenk’in Bursa ve Uludağ Soroptimist Kulübü'nün amatör üyeleriyle gerçekleştirdiği bu çalışmadan elde edilen gelir, AYDINLIĞIN GENÇ KIZLARI PROJESİ'ne aktarılarak, yüzlerce kızımıza eğitimlerine destek oldu ve olmaya devam etmekte. 
Kulüp üyelerinden Zerrin Tığlıoğlu’nun yazdığı ve Feyha Çelenk’in yönettiği, Bursa Soroptimist ve Uludağ Sorptimist kulüp üyelerinin rol aldığı SAVAŞ KİMİ VURUR adlı oyunla, Bursa ve Uludağ Kulüpleri Tiyatro Topluluğu Uluslararası Ethos Tiyatro Festivali'ne davet edildi ve burada gösterdiği performansla takdir topladı.
Yine bir  dönem üyemiz olan Berrin Kulya Balkanlar, Türkiye’de yine bir ilki gerçekleştirdi ve İşitme Engelli Çocuklara Tiyatro çalışması yaptırdı. İki perdelik oyun Devlet Tiyatrosu sahnesinde  sahnelendi ve çok büyük  ilgi gördü. Bu projeyle birlikte işitme engelli çocuklarımızın özgüvenlerinin  arttığını, sadece oyunda rol alan öğrencilerin değil, onları izleyen arkadaşlarının ve velilerinin de o özgüveni ve mutluluğu yaşadıklarını gördük.
Berrin Kulya Balkanlar önderliğinde, Sırameşeler Çocuk Yetiştirme Yurdu'nda da tiyatro çalışmaları yaparak, orada  yaşayan çocuklarımızın sosyal ve kültürel yaşamlarına katkıda bulunduk.
Çevreye her zaman duyarlı olduk. Orman Bölge Müdürlüğü ve DSİ ile birlikte Demirtaş’ta 7000 ağaçlık Soroptimist Ormanı Projesini gerçekleştirdik. Ağaç Sertifikalarıyla kulübümüze gelir sağladık.
Bu proje Atina’daki Guvernörler Toplantısında Avrupa Birliği Başkanı tarafından örnek proje olarak gösterildi.
Ayten Bozkaya Spastik Çocuklar Okulu'nun kuruluşunda üyelerimizin katkısı yadsınamaz.
Bursa Soroptimist Kulübü  olarak, 1987 yılında Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu'nun Yurtta Barış, Dünyada Barış adlı uluslararası projesine de ev sahipliği yaptık. 
Erzurum Horasan ilçesi Yıldıran Köyü’nde Halk Eğitim Merkezine halı tezgahları aldık ve Halıcılık Kursu açtık. Kovan ve oğul arıları gönderilerek arıcılığı teşvik ettik. Daha sonra halıcılık kursları işitme engelli vatandaşlarımız için Bursa’nın Dağdibi ve Akçalar köyünde, üyemiz Fatoş Öztürk’ün özverili çalışmaları ile sürdürüldü. 
Üyemiz Deniz Gökçen’in girişimiyle Gökçen İş Hanı'nda on yıl süreyle Kadın Emeği Standı açtık. Bu yolla kadın el emeği değerlendirdik ve on yıl süreyle kadınlara ekonomik destek sağladık. Yine üyemiz Deniz Gökçen’in girişimiyle Pala kilim projesini hayata geçirdik ve bu yolla da  kulübe ciddi gelir sağladık.
Çevre köylerini önemsedik. Dağdibi köyünde çocuklara eğitim desteği verdik. Köydeki öğretmen lojmanını onardık. Köyde yaşayan kadınlarımızın ürettiği bal reçelini satarak onlara gelir sağladık. Dağdibi köyü kadınlarına ekonomik desteğin yanında sağlık alanında da destek verdik. Kadınlarımızı Bursa’da ağırlayarak onların kültürel gelişmelerine de katkıda bulunduk.
Köyümden Büyük Hayallerim Var Projesi, kulübümüzü heyecanlandıran projelerden biri oldu. Bursa’nın dağ köylerinde seçilen iki pilot okulla, Akçasaz ve Karaağız köylerinde yapılan çalışmalarla öncelikle okulların fiziksel şartları iyileştirdik. Okula başta bilgisayar, tablet olmak üzere  eğitim malzemeleri desteği verdik. Büyük şehrin kültürel olanaklarından yoksun olan çocukları Bursa’da tiyatroya, sinemaya, müzeye, lokantaya götürdük. Bu projeyi çok önemsiyoruz. Büyük şehrin olanaklarına  köylerimize götürmek imkanımız yoksa, orada yaşayan çocukları büyük şehre getirerek  çocuklarımızın ufuklarını genişletmek, onların hayal güçlerine katkı sağlamak, çalışma ve başarma hırslarını kamçılamak istiyoruz.
Sayısız konferanslar ve paneller düzenledik. Kadınlarımızı doğum kontrolü konusunda bilinçlendirdik,  kermesler yaptık, eğlenceler düzenledik, ulusal bayramlarımızı coşku ile kutladık. Atatürk ilkelerinin ve devrimlerinin her zaman savunucusu olduk.
60 yılda sayfalara sığmayacak işlere imza attık. Bu anlattıklarım yaptığımız işlerin kısa bir özetidir. 
Bugün, 50 yıldır aynı heyecanla çalışan üyelerimiz var."

Üyelerimiz, ödüllerimiz
Türkiye Yaşlılar Kurumu tarafından eşi  Bilgen Taneli ile birlikte Örnek Kıdemli Vatandaş Seçilen Üyemiz: Suna Taneli
Nilüfer Belediyesi tarafından ödüllendirilen üyemiz: Fatoş Öztürk 
Açtığı birbirinden başarılı sergilerle ve atölye çalışmalarıyla Bursa’da resim sanatının gelişmesinde büyük payı olan üyemiz: Ayşe Birsen İlter
Yurt içinde ve dışında sergiler açan üyemiz: Banu Biçen
Yazdığı oyunlarla birçok ödül alan yazarımız: Zerrin Tığlıoğlu
Nilüfer Belediyesi tarafından verilen Ezber Bozan Kadın ödülünü almış üç üyemiz: Aytaç Toker, Feyha Çelenk, Zerrin Tığlıoğlu
Bursa’nın son 100 yılına damga vurmuş ve Bursa’nın yüzü olmuş 100 kadından dokuzu  kulübümüzün üyesidir: Necla Kitay Yazıcıoğlu, Ayten Bozkaya, Mefharet İnal, Sevim Ertekin, Feyha Çelenk, Aytaç Toker, Ulviye Özer(ayrıldı), Zerrin Tığlıoğlu, Nebahat Bulucu
****
Bursa Soroptimist Kulübü'nün 60. yıl kutlama gecesine Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu Başkanı Nilgün Pekkan, geçmiş dönem Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu Başkanı Şenay Önder, Türkiye Soroptimist Kulüpleri Federasyonu Yönetim Kurulu üyeleri, TKSF Yönetim Yayma Komisyonu Başkanı Ayşegül Topdemir, Bursalı Soroptimistler ve davet edilen konuklar katıldı.
Hande Gençosman'ın zarif sunumlarıyla ve geceye katılan Trio'nun enfes müzikleri ile samimi bir havada geçen kutlama gecesinde, burada toplanan kadınların taşı yerinden oynatmak üzere taşın altına ellerini koydukları işleri, kadını ve dolayısıyla toplumu yüceltme adına yaptıkları çalışmaları görünce, zamanını boşa geçiren ne kadar çok kadın var diye düşündüm.
Ve o kadınların boşa geçirdikleri zamana ihtiyacı olan ne kadar çok kadın ve çocuk var dedim.

Şikâyet etmekle zaman öldüreceğine taşın altına elini koymak lazım demek ki.
Bugün taş yerinden oynar, bir bakmışsınız yarın yuvarlanıp gitmiş. 
Önce taşlar yuvarlanır, ardından kayalar gelir.
Marifet eylemi sürdürebilmektedir...

18 Ekim 2017 Çarşamba

Ne nikâh bağlar bizi, ne mahkeme ayırır

Medenî Kanunu'nun olmadığı dönemlerde kadı nikâhı geçerli sayılıyordu. 
Evliliklerde Kadı'nın yaptırımları uygulanıyordu.
Medenî Kanun'un ardından da devam etti imam nikâhı geleneği.
İnançlarla ilgili bir konuydu bu artık. Arzu eden resmî nikâhın ardından imam nikâhını da kıydırıyordu.
Ancak geçerli olan ve evliliği koruyan Belediye Nikâhı idi.

Her şeyin olduğu gibi imam nikâhının da içi boşaltıldı sonra. 
Bir gecelik nikâhlar kıyıldı mesela.
Yasaların izin vermediği evlilikler imam nikâhı ile yapıldı.
Arkadan dolanıldı açıkçası.
Bu dolanmalar ile devlet mi kandırılıdı, Allah mı aldatılıdı, yoksa insanlar birbirlerini Allah ile mi aldattı diye sormak lâzım.

Şimdilerde "müftüler de nikâh kıyabilsin" konusu tartışılıyor memleketimde.
Sanki bu konuyu halletmemişiz gibi.
Sanki konuyu halletmemizin üzerinden bunca zaman geçmemiş gibi.
Sanki milletin bundan bir şikâyeti varmış gibi...

Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ, müftülere nikah kıyma yetkisi veren düzenlemeye ilişkin yaptığı açıklamada bu yasanın kadınları hukuken daha fazla koruyacağını söylüyor. "Verilen yetki ve görev, il veya ilçe müftüsünün belediye başkanı, belediye başkanının yetkilendirdiği memur, dış temsilcilikteki görevli konsolos gibi resmi nikah kıyma yetki ve görevidir." diyor ve yeni düzenlemeler ile bu yetki ve göreve sahip olanlar arasında il ve ilçe müftülüklerinin ilave edileceğini söylüyor. İstemeyen müftlükte nikâh kıydırmaz diyor.
Ah bir de inanabilsek samimiyetinize ve iyi niyetinize...
****
"Birbirinizle evlenmek istediğinizi bize yazılı olarak bildirdiniz. Yaptığımız araştırma sonunda evlenmenize engel bir durumun bulunmadığı tarafımızdan tespit edilmiş olup, şimdi bir kez daha misafirler ve şahitler huzurunda sözlü olarak evlenmek istediğinizi beyan ederseniz evlenme akdinizi gerçekleştireceğim.
Siz Sayın X Hanım, yanınızda oturan nişanlınız Sayın Y Bey'i hiç kimsenin etkisi ve baskısı olmaksızın, özgür iradeniz ile eş olarak kabul ediyor musunuz?
Siz Sayın Y Bey, yanınızda oturan nişanlınız Sayın X Hanım'ı hiç kimsenin etkisi ve baskısı olmaksızın, özgür iradeniz ile eş olarak kabul ediyor musunuz?
(Ki cevaplar genelde 'evet'tir)
Ben de sizi Medeni Yasa'nın ve Belediye Başkanı'nın bana verdiği yetkiye göre karı koca ilan ediyorum." 

Bu konuşmayı hepimiz biliriz.
Bunun anlamı, buradan yapılan sözleşme ve atılan imzalar ile kadını ve erkeği yasalar çerçevesinde işleyen bir kurum haline getirmektir.
Aile olmanın ve bu çarkı layıkıyla çevirmenin ya da daha fazla çevirmek istemeyecek olanın da yasalar dahilinde kurum birlikteliğini bozmasının teyididir.
Bir nevi şirket sözleşmesi gibidir yani...

Kıyılan resmî nikâh ile devlet ve toplum tarafından onaylanan kişiler zorla değil de severek ve isteyerek evlenmişlerse eğer evliliği şirket boyutundan alıp aile boyutuna taşırlar.
Birbirlerine zoraki değil gönüllü mahkûm olup aile olmaya baş koyarlar.
Birbirlerini geçim ya da işini gördürme ya da ihtiyaç giderme kapısı olarak görmezler.
Bir hayatı paylaşmak, hayatın hazlarını ve zorluklarını birlikte yaşamak, istenirse çocuk sahibi olmak, doğmuş çocuğu el ele ve layıkıyla büyüterek aile kavramının içini doldurmaktır dertleri.
Lakin bazen hayat hep aynı akmaz.
Bugün atılan imza ile yasalarla korunmuş olmak, ilerleyen günler içinde bir tarafın değişime uğrayarak diğer tarafı mağdur etmesini önler.
****
Mağduriyetin sebebi vardır.
Kadın çalışmaz, kadın evde oturur, koca ona bakar.
Bakar ama genelde de canı istediği kadar bakar. 
Kadının evdeki emeği yok sayılır, görmezden gelinir. 
O evde kadının ne adı vardır, ne de hakları...

Kimse kimseye muhtaç olmamış olsaydı oysa, senin-benim lafı edilerek evin bereket kaçırılmasaydı, gelirler ve giderler ortaya konulup akıllıca bir bütçe yapılsaydı ve kadın hayatta kalabilmek için erkeğin gelirine muhtaç olmasaydı (bırakılmasaydı), birliktelikte de ayrılıkta da bu kadar kavgaya gerek mi kalırdı?
Malum; bir tarafın "kurnazlığından" kopar kıyamet hep...
Yasa da der ki; "Dur bakalım!"...
****
Kadın dediğin kedi enceği midir ki hem, kapının önüne bırakıveriyorsun hemencik
Ki onu bile atamazsın sokağa öyle, ona bile hakkın yoktur.
Yıllardır para kazanmasını ya da birikim yapmasını engellediğin kadından kaşık düşmanı olarak bahsetmek, onun ruhunu aşağılamak, kadın senden gitmek isterse onun canını almak, kendi canın sıkılınca ise kadını başından atmak ya da onun üzerine bir başka kadın getirip onu o kadınla yaşamaya zorlamak bu kadar kadar kolay mıdır?
****
Kim kimin nikâhını nasıl kıyacak tartışmalarında boğulacağımıza insanların birbirlerine ve evliliğe bakış açılarını güncellesek diyorum.
Gelin olma hayali ile yanıp tutuşan kızlara evliliğin sadece evlilik merasimlerinden ibaret olmadığını anlatsak mesela.
Evlendiği kadın ile gün gelip yollarının ayrılabileceğini anlatsak erkeklere.
Karı koca birbirinden boşansa da çocuklardan boşanılmayacağını söylesek.
Dizi aşklarından kopartıp hayatın içindeki gerçeklerle yüzleştirebilsek insanları.
Aşk bitti yapı paydos olmasa evlilikler.
O zaman Ümit Besen'in şarkısındaki gibidir hayat: 
"Ne nikâh bağlar bizi, ne mahkeme ayırır"...

11 Ekim 2017 Çarşamba

Bir kızım olsaydı eğer

Hep saldırgan ve tepeden bakan olmak nasıl bir duygudur bilirsiniz belki ama hep savunmada kalan biri olmak nasıl bir duygudur bilemezsiniz.
Hem de sadece elinizde olmayan sebeplerden ötürü korumaya çalışıyorsunuzdur kendinizi.
Dişi doğmuş olmanız en büyük sebeptir bu savunmada, daha büyük sebep aramayın.
Doğduğunuz andan itibaren işlemeye başlayacaktır o sebep.
Önce anneniz koruma altına alacaktır sizi, 
Hatta belki evdeki erkek bireylerden koruyacaktır önce.
Sonra mahalleden, okuldan, köyden, kasabadan, şehirden, ülkeden, dünyadan...

Kendinden ve cinsinden haberi olmayan bir kız çocuğu sokakta ip atlamaca oynarken, malum gözler onu süzmeye başlayacaktır.
Malum gözlerden korunsun diye küçük kızın eteğinin altına pantolon giydirilecektir, mümkünse başı da örtülecektir.
Malum gözün gözleri ise etek altındaki pantolonu ve baştaki örtüyü delip geçecektir.

Sürüp gidecektir sonra tembihler.
Akşam olmadan evde ol, karanlığa kalma, tenha sokaklarda dolaşma, sana birisi şeker vereceğim derse kanma, dolmuşta ya da otobüste son yolcu sen kalma, ulu orta gülme, erkeklerle dolaşma, yürürken oranı buranı oynatma, kimsenin gözünün içine bakma, kısacası kimselere "kuyruk sallama".

Okula bile gönderilmeyecektir belki o kız.
Okuyup da ne olacaktır hem. 
O önce evdeki kardeşlerine baksın, sonra da münasip bir kısmet çıkınca evlenir, kendi çocuklarına bakar.
Yaşı geçip evde kalırsa başa bela olur. 
Ne mahallenin erkekleri rahat bırakır kızı, ne de evdekiler.
Sevda mı? O da ne?
En iyisi ilk isteyene varıp kurtulmak baba evinden.
Ya o göz göze geldiğinde içinde kelebekler uçurtan delikanlı?
Koşup ona mı varmalı?
Hoş; onunla evlensen de hep aynı değil mi hikâye?
Hem evdekiler seni bırakır mı sandın öyle bilâbedel...
****
Her aile böyle değil elbet. 
Erkek çocuklarıyla aynı şartlarda büyütülen kızlar da azınlıkta değil.
Lakin sokağa çıktıklarında eşitleniyor hepsi.
Cinselliği ön plana çıkartılmadan büyütülen ve kendini korumak için bir neden görmeyen kız çocukları malum gözlere daha kolay av oluyorlar belki.
İşin garibi;
O evlerde büyüyen erkek çocukları da tüm erkeklerle aynı sepete atılıp, tehlikeli ve korunulması gereken yaratıklar olarak görülüyor.
Kimin ne olduğunu nereden bileceksin, kimin içinden ne geçiyor nasıl öğreneceksin.
Her iyi yetiştirilen iyi olmadığı gibi, her kötü şartlarda yetişen de kötü olmuyor.
Ancak istisnalar da kaideyi bozmuyor.
Demem o ki; Eğitim Şart...
****
Bir ülkenin kız çocuklarının yaşıtları, sadece başka coğrafyalarda doğdular diye zulüm altında ya da özgürlükler diyarında yaşayabiliyor.
Özgürlük haktır da, zulüm neden diye soruyor insan o zaman.
Neden korkuyorsunuz kadınlardan diyor.
Niçin bizi korkutuyorsunuz diyor.
Niye biz hep sizden korunmak zorundayız, yoksa siz bu kadar kötü müsünüz diyor.
Namusumuza sahip çıkarken kimi kimden koruyorsunuz diyor.
Bu vesile ile kendi kötülüğünüzü tasdik etmiş olmuyor musunuz diyor.
****
Her geçen gün kadının eve hapsolması, toplumdan ayrışması, sadece kadınlarla yaşaması ve sadece erkeğine hizmet etmesi için dönüyor çarklar.
Atamızın bize verdiği haklar ve özgürlükler alınmaya çalışıyor elimizden.
Küçük kız çocukları nerelere sürüklendiklerini bilmeden büyütülüyor, henüz tam büyümeden de evlendiriliyor.
Her ülkenin ve her yörenin kendi gelenekleri olsa da gerçek tektir oysa.
UNICEF der ki; 18 yaş altı her çocuk gelin olmaya hazır değildir.
Bekleyin, bekletin...
****
Bir kızım olsaydı eğer,
Onu hayatta kalacak gibi yetiştirirdim.
Hem koluna bir altın bilezik geçirsin, hem mutfağa girip kendi karnını doyurabilecek aşı ateşe koysun, hem de kendi söküğünü dikecek kadar iğne iplikle muhabbeti olsun isterdim.
Markadan başka bir şey konuşmayan, okuduğu okul ile havalanmayan, herkesin aynı şartlara sahip olmadığının farkında olan, kendini prenses sanmayan, her şeye mızmızlanmayan, minicik böcekten korkmayan, ilk tanıdığı erkeğin boynuna atlamayan, önce insan sonra kadın olmayı öğrenmiş bir kız.

Bunun için de çok uğraşmama gerek kalmazdı aslında.
En iyi öğrenme organı göz olduğu için, hayat içinde onunla birlikte hareket eder, dayatmak yerine söylediklerimi yaşatırdım.
Ki bunu yapabilen kadınların sayısı da az değil.
Ancak yapamayanların sayısı daha çok...

Bir kızım yoksa da iki oğlum var dünya nüfusuna dahil ettiğim.
Kuzguna yavrusu şahin görünür derler de; tarafsız bir gözle bakıyorum da, kız çocuklarının korkmadığı erkekler onlar.
Kötülük yapmak için yaşamayan erkekler.
Kimsenin namus bekçiliğine soyunmaya kalkışmayan erkekler.
Kendilerini idare edebilen, iki yumurta kırmak, üç gömlek ütülemek için bir kadının varlığına gerek duymayan erkekler.

Onların böyle olması için çok uğraşmama gerek kalmadı aslında.
En iyi öğrenme organı göz olduğu için, hayat içinde onlarla birlikte hareket ettim, dayatmak yerine yaşattım.
Ki bunu yapabilen kadınların sayısı da az değil.
Ancak yapamayanların sayısı daha çok... 

11 Ekim 2017 / Dünya Kız Çocukları Günü / C.E.Y.

5 Ekim 2017 Perşembe

Puntila Ağa ve Uşağı Matti

Bursa Devlet Tiyatrosu 2017-2018 sezonunu yönetmenliğini Ümit Aydoğdu'nun yaptığı, Alman şair, yazar, yönetmen ve kuramcı Bertolt Brecht'in "Puntila Ağa ve Uşağı Matti" oyunu ile açtı. 
Yılmaz Onay tarafından Türkçeleştirilen oyun, hem psikolojik hem de sosyolojik içerikliydi. 

Oyunda; engin toprakları ve büyük bir ormanı olan gizemli ülkenin gizemli çiftliğinin ağası Puntila Ağa, çalışanlarına nasıl davranacağına bir türlü karar veremiyordu. Sadece çalışanlarına mı, kızını nasıl biriyle evlendireceğine de karar veremiyordu. 
Basiretsiz, gevşek ve kendi parasında gözü olan konsolos ile mi evlendirmeliydi kızını, yoksa doğruları olan ve o doğrularından ödün vermeyen müdanasız uşak ile mi?
Kızının gönlü Uşak Matti'ye çoktan kaymıştı aslında. Puntila da farkındaydı bunun. Ah ama o dayatmacı kurallar yok muydu ah!
Sarhoşken insan yanı ağır basıyor pamuk şekeri gibi bir adam oluyordu Puntila Ağa, ayıldığında ise acımasız bir kapitalist olmakta sınır tanımıyordu.
Sarhoşken kızını Matti'ye veriyor, ayılınca alıp konsolosa teslim ediyordu.
Sarhoşken çalışanlarıyla birlik oluyor, ayılınca hepsinin tepesine çöküyordu.
Sarhoşken bir gecede dört kadınla birden nişanlanıyor, ayılınca hepsini kapısından kovuyordu.

Ve bu iki ayrı karakteri de Puntila Ağa rolündeki Halil Balkanlar son derece başarılı canlandırıyordu.
Puntila Ağa'nın dengesizliklerini dengeleyen Uşak Matti'yi canlandıran Ali Volkan Çetinkaya ise hem oyunun, hem de sahnenin hakimiydi. 
Uşak Matti'nin dışında ne çalışanlar biliyordu ne yapacaklarını, ne de kızı. 
Sadece Matti...
****
Müziklerini Oktay Köseoğlu'nun yaptığı oyunda sahneler değiştikçe dekor da değişiyordu. Dekor dediğim uçları sahnedeki seyyar kutulara bağlı bir kaç beyaz bez perde.
Yerdeki kutuların yer değiştirmesi sayesinde yukarıdan aşağıya salınan büyük bez perdelerin aldığı şekil ve üzerine düşen ışık ile değişen dekor, zaman zaman gölge oyununa da ev sahipliği ediyordu. 
Ayık ya da sarhoş olma durumuna göre sanki biraz Hacivat ya da biraz Karagöz'dü perdenin ardındaki Puntila...
Hele de o oyun tüm heyecanıyla akıp giderken bir köşede mantar üzerine sohbet eden iki kadın işçi yok muydu? Sanki onlar bu dünyada yaşamıyordu...
Halil Balkanlar Puntila Ağa'nın sarhoş hallerini canlandırdığı zamanlarda Metin Akpınar'ın 'Yasaklar' oyunundaki alkol testine girmiş sürücü tiplemesini gördüm ben.
Oyununun ayık-sarhoş teması Kemal Sunal ve Kamuran Usluer'in baş rollerinde oynadığı En Büyük Şaban filmine götürdü beni. İyi Adam-Kötü Adam git gellerinde Dr. Jekyıll Mr. Hyde'ı hatırladım.

İnsan her dönem aynıydı işte.
İçinde bin bir insan taşıyordu.
İçindeki sese kulak vermek istiyordu da veremiyordu.
Olduğu gibi görünmek istiyordu da görünemiyordu.
Göründüğü gibi olmak istiyordu da olamıyordu.
O zaman, gelsin lingo lingo şişeler.
Lakin içki de şişede durduğu gibi durmuyordu...

Bir bedende yaşayan iki farklı karakter vardı oyunda.
Ayık karakter insanlıktan ne kadar uzaksa, sarhoş karakter insanlıkla yan yanaydı.
Hangisi daha gerçekti derseniz, elbette ki sarhoş olandı gerçek olan.

Sarhoş oluğunda iyilik, hoşluk ve neşe çıkıyorsa içinden, ayık zamanlarında ürkekliğinden ya da toplum baskısından dolayı içindeki o çocuğu ortaya çıkartamıyorsun demektir.
Alkolü biraz kaçırınca kötülük ve kabalık çıkıyorsa içinden, ayık zamanlarındaki kibar adam epey iyi bir oyuncuymuş demektir.
İçince neye dönüşüyorsan sen aslında osundur kısacası. 
Sarhoşun yaptığı, ayığın düşündüğü değil midir nihayetinde? 
****
Bursalı olarak bizim; bu kadar kıymetli ve sosyal içerikli bir oyuna Bursa Devlet Tiyatrosu repertuvarında yer verdiği için Bursa Devlet Tiyatrosu Müdürü Ömer Naci Topçu'ya ayrıca teşekkür etmemiz lazım.
Bu oyunu izlemeye gitmemiz lazım, izlememiş olanların izlemesini sağlamamız lazım.

Tüm sezon boyunca Bursa Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenecek olan oyunun sahnelenme zamanı, sahnelenme mekânı ve izleme bedeli o kadar uygun ki, izlemezseniz ayıp olur derim ben. Biletleri internetten de alabiliyorsunuz üstelik.

Ben kendi adıma; açılış gecesi izlediğim bu oyunu ilerleyen zamanlarda tekrar izlemek isterim doğrusu...

Tiyatro Yazılarım:
Ha Romalı, Ha Aromalı / 29 Eylül 2013
Savaşın öteki yüzü / 11 Mart 2015
Babaanneler unutmasın / 11 Mart 2016
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Aşk mı, Kalori mi? / 25 Şubat 2019
Orada Duruverdi Zaman / 6 Mart 2019
Aşk Varsa Sanat Var / 21 Mart 2019
Bir Dünya Tiyatro / 29 Mart 2019
Hora Hora Barışa / 20 Haziran 2019