31 Mart 2018 Cumartesi

Arkadaşım Bipolar

Yine çıktın karşıma Vincent...
Bu kez 'Uluslararası Dünya Bipolar Günü'nde kesişti yollarımız yine seninle.
Senin de haberin oluyordur, senin doğum günün olan 30 Mart tarihinde seninle birlikte tüm bipolarları anıyor dünya her yıl
Hangi yıldızdasın bilmiyorum ama doğum günün kutlu olsun Vincent...
"Bir bipolarlı deha beynine sahiptir" sözüne en iyi örneksin sen. İhtimal ki sen de bilmiyordun bipolar olduğunu ve kendinle mücadele ediyordun durmaksızın. Zihnin çıldırmış gibi çalışırken, beynin manik ataklardan depresyonlara savrulan azgın dalgalarla boğuşurken, bedenin içindeki taşkın nehrin akışını kontrol edemiyorken daha fazla dayanamadın bu iniş çıkışlara ve çekip gittin genç yaşında.
Bipolar diye bir hastalığın varlığı bilinseydi eğer, iç dengeni sağlayacak ilaç tedavisi yapılır, belki seni darmadağın eden dibe dalışları ve arşa çıkışları yaşamaz, bu kadar yorulmaz, bu kadar erken veda etmezdin hayata.
Heyhat...
****
İntihar oranı en yüksek hastalıklardan biri olan "Bipolar" nedir ne değildir hâlâ pek bilinmiyor aslında. 
Lakin anlatılmaya ve farkındalık yaratılmaya çalışılıyor.

30 Mart Dünya Bipolar Günü'nde Nilüfer Kent Konseyi Kadın Meclisi ve Bipolar Projects İnisiyatifi iş birliğinde, Nilüfer Karaman Dernekler Yerleşkesi'nde bir panel ile sergi düzenlendi ve katılımcılara "Bipolar" anlatıldı.
Hindistan ve İstanbul'da bipolar sanatçıların, hastaların çalışmalarından oluşan eserler, "Bipolar Farklı Bir Yaşam Sergisi" adı altında Bursa'da sergilendi. 
Ukrayna'dan Tania Bohuslavska'nın, ABD'den McKenna Artistry, Kimberly Bagley ve Linda Michelle Hardy'nin, Kore'den Katya Kan'ın, Hollanda'dan Remi Van Alphen'in, İtalya'dan Giuseppe Portulano'nın, İngiltere'den Ekaterini Koliakou'nun, Türkiye'den de Esra Karakaş'ın eserleri sergi salonunda izleyicilerle buluştu.
(Bu programa bağlı destekleyici etkinlikler eş zamanlı olarak Hindistan'da da gerçekleşiyor.)

Serginin ardından "BİPOLAR - Farklı Bir Yaşam / A Different Life" paneli, Nilüfer Kent Konseyi Kadın Meclisi Başkanı Cevriye Coşkun Kayış ve Nilüfer Kent Konseyi Başkanı Fehmi Enginalp'in açılış konuşmalarıyla başladı.
İlk panelist olan Bipolar Yaşam Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Özlem Sarı, "Kabul Et, Kontrol Et, Dengeli Yaşa" sunumunda 32 yıllık bipolar hastası olduğunu ve bu hastalıkla yaşamayı nasıl öğrendiğini; Bipolar Yaşam Derneği üyelerinden Yücel Özcan, bir bipolar annesi olarak yaşadıklarını ve "Sevgi ve Destekle" engelleri nasıl aştığını; Sanat Psikoterapileri Derneği'nden Yrd.Doç.Dr. Pervin Tunç, "Bipolar Bozuklukta Sanatla Tedavi'nin Önemi"ni; son olarak da Bipolar Projects Yönetim Kurulu Başkanı Fatmagül Mutlu, "Uluslararası Alanda Yürütülen Bipolar Projeleri"ni anlattı izleyicilere.

DUYGUDURUM BOZUKLUĞU
"Bipolar Bozukluk, eski ismiyle 'manik depresif' hastalık, Türkçe'de iki uçlu ya da iki kutuplu bozukluk olarak bilinen bir 'duygudurum' bozukluğudur."
Panel sonrası akılda kalanları sıralarsak:
Hastalık genelde genetiktir, tıbbi nedenlere dayanır ve yoğun yaşanan bir sıkıntı sonucu ortaya çıkabilir. 
Hastalık dönemleri dışında, hasta günlük hayatını koruyucu tedavilerle sürdürebilir. 
Bipolar bozuklukta tanı psikiyatrik muayene ve geçmiş bilgilerin doğru biçimde toplanması ile konur. Tanı konulması için psikolojik test, beyin görüntüleme filmleri gibi işlemlerin yararı yoktur. Genellikle tiroid işlevleri ve bazı kan testleri tanı ve tedavi aşamasında mutlaka kontrol edilir.
Hastalık dönemi öncesinde uyarıcı belirtiler fark edilerek, erken müdahale ile atağın önüne geçilebilir.
(Bipolar Yaşam Derneği tarafından hazırlanan bipolar hastalarının ve yakınlarının anlatımlarından oluşmuş #Anlatkibilinsin videosunu izlemenizi isterim.)

Hastalığın mani döneminde uykusuzluk, aşırı öz güven, aşırı düşünme ve konuşma, aşırı para harcama görülür. (Vardiyalı işler bipolar hastalarına kat'iyetle uygun değildir.)
Hastalığın depresyon döneminde yoğun mutsuzluk, derin üzüntü, yaşama isteğinin azlaması, iştahsızlık, karamsarlık, unutkanlık, intihar düşünceleri ve girişimleri görülür. 
Mani döneminde oluşan aşırı enerji indirilmeye, depresyon döneminde düşen enerji ise yükseltilmeye çalışılır.
Hasta yakınları iyi birer gözlemci olmalı ve peygamber sabrı elden bırakmamalı ve hasta kişiye sevgi ve anlayışla yaklaşmalıdır. 
Hastalığın ortaya çıkarttığı davranışlar hastanın elinde değildir ve hiçbirisi hastanın suçu değildir. Beyin kimyasındaki değişimler dengelendiğinde hastalık kontrol edilebilir.
Bipolar ile yaşamayı öğrenmek gereklidir. Bunun için de önce hastalığı kabul etmeli, devamında kontrolü sağlamalı, sonrasında da hayatı yaşamalıdır. 
Ülkemizde 2 milyon kişide bu hastalık var. Dünya verilerine göre bipolar en çok 15-25 yaş aralığında rastlanıyor. İki milyonun içinde ünlülerden kimler var bilmiyoruz tabi. 
Belki de hiç yoktur...
Dünyada ise Catherina Zeta Jones, Jim Carry, Robin Williams, Marilyn Monroe, Sinead O’Connor, Kurt Cobain, Mel Gibson, Britney Spears, Ludwig van Beethoven, Vincent Van Gogh en bilinen bipolar hastaları. 
Etiketleme ile damgalamaya karşı duruş sergileyerek ve bunun yanlış olduğu mesajını vererek, bipolar insanların yanlarında olduğumuzu göstermek istiyoruz.
Hastalık zor ama onunla yaşamayı öğrenebilirsiniz.
Bipolar hastalar kendilerini sanatla daha iyi ifade edebiliyorlar. Çizdikleri resimlerin çektikleri fotoğrafların, yazdıkları yazıların, çaldıkları müziklerin hepsi içlerinde kopan fırtınaların birer yansıması.
Hastanın durumuna göre ortaya çıkan çizimler karmakarışık ve agresif ya da durgun ve dingin bir görünümde olabiliyor.
SERGİDEN
O'nun / Tania Bohuslavska
Çalışmalarında fotoğraf ve videoyu tercih ettiğini söyleyen Tania Bohuslavska, "Sanatım en uç koşulları yaşama imkanı sağlıyor. Bipolar bozukluk hayatımda belirleyici bir rol oynamadı, ancak hayatım ve sanat eserimde önemli bir rol oynuyor." yazmış çalışmasının altına.
Gözyaşları Düştüğünde / Katya Kan
Kuzey Koreli sanatçı Katya Kan; "Benim sanat yaşamım bipolar bozukluğumda terapötik bir role sahiptir ve her gün karşılaştığım ruhsal değişimlerimi dengelememi sağlıyor. Ben sanat yardımı ile bipoların durumumun üstesinden gelmek üzereyim derim." demiş kendisi için.
İpek Yolu'nun sonu / Katya Kan
Ayfer Gültekin'in "İki Ucu Boklu Değnek" kitabında dediği gibi; "Bazen de uçlar asitleniyor ve sen zehirleniyor gibi oluyorsun..."
Ayfer Gültekin / İki Ucu Boklu Değnek
Bu söz bile iki farklı cehennem arasında sarkaç misali gidip gelen bir beynin ne ızdıraplar çektiğini anlatmaya yetmiyor mu?

ARKADAŞIM BİPOLAR
Hastalığı ömür boyu sürecek bir birliktelik olarak kabul edip, onunla arkadaş olmak, onun elinden tutmak, onu anlamak, onun sesine kulak vermek, onu dinlemek ve o zorlu yolları birlikte arkadaşça yürümek lazım demek ki...
Biliyorum, yazıldığı kadar kolay değil elbet.
Ancak anlatılanlara bakarsak, imkânsız hiç değil...

Bipolar Yaşam Derneği tarafından hazırlanan bipolar hastalarının ve yakınlarının anlatımlarından oluşmuş #Anlatkibilinsin videosunu buradan izleyebilirsiniz.

28 Mart 2018 Çarşamba

Sıradanlaşan Kötülüğün Sıradan Köleleri

Bursa Tabip Odası tarafından düzenlenen 'İşyeri Hekimliği Eğitim Günleri'nin ikinci gününe konuşmacı olarak katılan gazeteci İsmail Saymaz 'İş Cinayetleri'ni gazeteci gözü ile, Avukat Can Atalay da hukukçu gözü ile değerlendirdi.
Alınmayan önlemler, uyulmayan kurallar, uygulanmayan kanunlar ve ekmek parasının peşinde ölüp giden binlerce canın ayrı ayrı iç yakan öyküleriydi anlattıkları. İş kazası fıtrat değil, düpedüz cinayetti. Yaptırımı olmalıydı, cezası olmalıydı, binlerce cana mâl olan bu vurdumduymazlığın ağır bir bedeli olmalıydı.
Kan parası, iyi hâl, hukukun boşluklarından faydalanma, cezayı paraya çevirme, kusuru başkasının üzerine yıkma gibi pek çok yol ile bedel ödenmiyor, önlemler alınmıyor, iş güvenliği uygulanmıyor, ölen öldüğüyle kalıyor, ölenin yerini hemen bir başkası alıyor, dişliler insan öğüte öğüte çarkı döndürüyordu.
"Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir" diyerek yaşarken, kalan sağlarda da hayır kalmadığını hiç kimse anlamıyordu. Bir yazımda dediğim gibi; İş güvenliğinin uzmanı çoktu, kendisi ise yoktu.
İsmail Saymaz ve Can Atalay'ın konuşmalarının ardından kısa bir konuşma yapmak için kürsüye gelen CHP Bursa Milletvekili Dr. Ceyhun İrgil"Bütün bu yaşadıklarımızın altından aslında kötülüğün sıradanlığı ve hepimizin de bu kötülüğün birer meşru aracı olma ihtimalimizin çıkması yatıyor." diyerek, bu kavramı ve kavramın nasıl ortaya çıktığını anlattı. 
Bilenler hatırlasın, bilmeyenler de öğrensin diye, insanı ve insanlığı daha iyi anlamamızı sağlayacak bu bilgileri aktarmak istiyorum ben de sizlere.
"Kötülüğün Sıradanlığı"
Nazi Almanya'sında Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Otto Adolf Eichmann, savaş sonrası kaçtığı Arjantin'de, Buenos Aires'in kenar mahallelerinden birinde 11 Mayıs 1960 tarihinde  yakalanır ve İsrail'e getirilir. 11 Nisan 1961'de Kudüs Bölge Mahkemesi'ne çıkartılır ve on beş ayrı iddiayla suçlanır. 
Kudüs'teki yargı sürecini felsefeci olarak değil, New Yorker dergisi adına izleyen Yahudi kökenli New Yorklu politik teorisyen Hannah Arendt, bu duruşmalarda Yahudilerin çektiği acıların, soykırımın ve insanlık suçunun göz ardı edildiğini, duruşmaların sadece kendisine verilen emirleri yerine getirdiğini söyleyen ve terfi etmekten başka bir şey düşünmeyen, savaşın tam ortasında Bratislava'da İçişleri Bakanı'yla bowlinge gittiğinden başka bir şey hatırlamayan Eichmann'ın yaptıklarına indirgendiğini söyler.
Arendt, Yahudi soykırımının mimarı olarak sunulan Adolf Eichmann'ın sadist bir canavardan ziyade, normal, hatta korkutucu derecede normal bir insan olduğuna dikkat çeker. Özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurgular. 
Arendt, kötülüğün sadece zalim ruhlu insanlar tarafından yapılan bir fiil olmadığını, şartlar sağlandığında ve yeterli motivasyonla sıradan insanların da korkunç zulümleri soğukkanlılıkla yapabilecek potansiyele sahip olduğunu savunur. 
Eichmann da savunmasında Hannah Arendt'in dava sonrasında ortaya attığı "sıradan kötülük" kavramının arkasına saklanıp, "Ben hiç kimseyi öldürmedim. Sadece üstlerimin emirlerine uydum. Bir makinenin çarklarının sade bir dişlisiydim. Antisemitist değilim, hatta Yahudi arkadaşlarım bile vardı. 1937'de Filistin'e gittiğimde Siyonizm projesine de hayran kalmıştım. Bana Siyonist bile diyebilirsiniz." der.
Lakin daha sonra ortaya çıkan bazı gizli belgelerde Eichmann'ın Arjantin'de yaşarken bir gazetecinin, "En büyük pişmanlığınız nedir?" sorusuna şu yanıtı verdiği ortaya çıkar: "En büyük pişmanlığım, Yahudilerin tümünü öldürememiş olmamdır". 
(Eichmann'ın bu söylediklerini dikkate alırsak; Arendt’in, "O bir şeytan değil, sıradan bir 'kötü'dür. Emirlere uymuştur, o kadar" yaklaşımı bu dünyada kendine yatacak yer bulamaz.)
Daha sonra Aralık 1944'te savaşın bitimine doğru patronu Himmler'in "Dur!" emrine rağmen toplu Yahudi cinayetlerini uygulamaya devam ettiği de ortaya çıkar!
Yazılanlara göre Eichmann dava boyunca suçsuzu oynar, 31 Mayıs 1962'de Ramla'da idam edilirken son sözleri "Holokost'un Yahudilere karşı işlenmiş tarihin en büyük katliamı olduğunu kabul ediyorum. Savaşın kurallarına ve bayrağıma sadık olmak zorundaydım. Aileme ve eşime sevgiler. Artık hazırım." olur.

Milgram Deneyi
Adolf Eichmann yargılandığı bu dava Stanley Milgram'ı harekete geçirir. Doktora tezini psikoloji profesörü Solomon Asch’ın 1951 tarihli ünlü 'uyum' deneyi üzerine hazırlayan Milgram otoriteye boyun eğip eğmeme üzerine bir deney hazırlar ve deney için (günlüğü 4 dolardan) gönüllüler bulur ve deney başlar.

Deneyde; deney odasında her defasında biri deney yöneticisi kılığında olan üç kişi bulunuyor. Aslında denek gibi davranan diğer kişi de bir işbirlikçi ve denek odadaki tek deneğin kendisi olduğunu bilmiyor, diğer kişiyi de denek sanıyor. 
Denek bir paravanın arkasına oturtulan öğrenciye elektro şok kablolarının bağlanmasına bizzat nezaret ediyor ve şokun fiziki etkisini hissetmesi için de deney başlamadan deneğe 40 voltluk hafif bir şok uygulanıyor. Öğrenci rolünü oynayacak olan işbirlikçi sandalyesine bağlandıktan sonra denek paravanın öbür tarafındaki elektro şok makinesinin başına oturtuluyor.
Denekten elektro şok makinesine bağlanan öğrenciye elindeki kağıttaki kelime eşleme sorularını sorması isteniyor. Yanlış cevapta öğrenciye elektrik şoku vermesi ve her yeni yanlış cevapta da bu şokun voltajını 15 volt arttırması isteniyor. Denek, paravanın öbür tarafındaki öğrencinin her yanlış cevapta gerçekten de elektrik şokuna maruz kaldığını sanıyor Ama gerçekte öğrenciye herhangi bir şok verilmiyor. Her voltaj artırımından sonra deneğe (daha önce kaydedilmiş olan) acı dolu çığlıklar banttan dinletiliyor.  
Voltaj derecesi yükseldikçe öğrencinin çığlık derecesi de yükseliyor. Belli bir voltajdan sonra öğrenci paravanı yumruklamaya başlıyor ve kalbinin sıkıştığını haykırıyor. Daha yüksek voltajda ise öğrencinin sesi ve tepkisi tamamen kesiliyor. Bu aşamada bir çok denek deneyi durdurup, öğrencinin iyi olup olmadığını kontrol etmeleri gerektiğini söylüyor yöneticiye. 135 volttan sonra bazı denekler, deneyin amacını sorgulamaya başlıyor. Ancak çoğunluk, sonuçlardan sorumlu tutulmayacakları garantisi verilince, öğrenciye şok vermeye ve voltajı artırmaya devam ediyor.
Denek, deneye son vermeleri gerektiğini söylediği her an, yöneticinin 4 aşamalı sözlü uyarısına maruz kalıyor. Deney yöneticisi rolünü oynayan kişi, şok vermekte tereddüt eden deneğe ilk olarak, 'Lütfen devam et' diye sesleniyor. Ardından, ‘Deneye devam etmenizi gerektiriyor’ diyor. Eğer yine tereddüt gösterirse, 'Devam etmeniz çok önemli' deniyor. Son olarak, 'Başka seçeneğiniz yok, devam etmeniz lazım' uyarısı yapılıyor. Bu son uyarıdan sonra da denek, deneye devam etmeme iradesi gösterirse, deney sonlandırılıyor. Aksi halde deney, öğrenciye verilen şokun voltajı 450 volt olana kadar devam ediyor ve bu seviyede üç kez elektro şok uygulanıyor.
Deney başlamadan önce deneklerin çoğunun bir başkasına 150 volttan fazla elektrik şoku vermeyi reddedeceği tahmininde bulunan Milgram'ın, Yale Üniversitesi'ndeki bir grup psikiyatrist ve psikolog arasında yaptığı ankette de deneklerin sadece yüzde 1'inin 450 volta kadar çıkacağı tahmini yapılır. Ama deney sonunda herkesi şok eden bir sonuç ortaya çıkar. İlk deney grubunda bulunan 40 denekten 26'sı, yani yüzde 65'i, acı içinde bağıran öğrenciye kulaklarıyla duydukları halde, otoriteye itaat ederek 450 voltaj uygulamaya kadar ulaşır. Daha da vahimi, deneklerin bir tanesi bile, 300 volt seviyesinden önce deneyi bırakmaz.
Milgram, "İtaatin Riskleri" başlıklı makalesinde, deneklerin kötülük yaptıklarını düşünmediklerini, bir zulmün parçası olan sıradan insanların, sadece görevlerini yaptığını düşündüklerini, böylece, içinde herhangi bir nefret ve düşmanlık hissetmeden de muazzam bir yıkıcılığın parçası haline gelebildiklerini söylüyor. Milgram'a göre buradaki kritik eşik, itaatin zararlı sonuçlarının oluşmaya başladığı an. Bu eşiği geçen bir kişi her kötülüğü yapmaya hazır hale geliyor.

Adolf Hitler"İnsanların çoğunun muhakeme yeteneğinin olmaması, muktedirler için ne büyük bir nimettir." demişti.
Ve tabii ki Joseph Goebbels'in hafızalara kazınmış meşhur sözlerinden birisi "İnsanların beyin tembelliğini gördükçe, her istediğimizi yapabileceğimizi anladık." idi.
Onlar bu eşiği önce kendileri atlamış, sonra da büyük kitleleri peşlerinden sürüklemişlerdi.
****
Bunları okuduktan sonra yaklaşık 60 milyon insanın öldüğü İkinci Dünya Savaşı esnasında kötülüğün nasıl bu kadar sıradanlaştığını daha iyi anladık değil mi?
Ki bu ölümler normal ölümler değildi. İnsanlar deneylerde kullanılıyor, işkence görüyor, akıl almaz şartlarda yaşamaya zorlanıyor, topluca öldürülüyor, yakıldıkları zaman ortaya çıkan yağdan sabun yapılıyor, ölüp ölmediğine bakılmaksızın topluca gömülüyor, kısacası dünya yüzünde büyük bir insanlık dramı yaşanıyor ve herkes bu drama (susarak ya da katılarak) katkı sağlıyor, büyük çoğunluklar bundan rahatsız olmuyordu.

Doğurgan kötülük
Hırsızlık, taciz, tecavüz, cinayet, iş cinayeti, kadın-çocuk-yaşlı-genç-hayvan-doğa-arkadaş-dost-akraba-komşu-evlat-anne-baba demeden herkes her türlü kötülüğü bir diğerinin üzerinde uygular oldu.
Televizyonlar, gazeteler ve sosyal medya bu haberlerden geçilmiyor.
Öyle ki bu kötülükler sıradanlaştıkça medya da dikkat çekmek için daha kanlı ve daha vahşi haber arar oldu. (Bazen mizansen bile yapar oldular)
Gazeteler ve televizyon kanalları kendilerine özel Whatsapp numaralarına gelen kayıtlar üzerinden vatandaşın ulaştırdığı canlı canlı kötülük haberlerini yapar oldu.
Bir aksaklık, bir haksızlık, bir yanlışlık haberinden ziyade "sıkı" bir kötülük haberi daha çok okunur oldu.
İyilik ve güzellik anlatan yapımlar değil, kötülük ve hainlik içeren yapımlar daha çok izlenir oldu.
Kötü haberler okundukça ve kötülük fışkıran yapımlar izlendikçe kötülük hem sıradanlaştı, hem de bu yapımlar insanlara kötülük öğreterek onları daha da kötüleştirdi.
Sıradanlaşan kötülük içinde "iyiler sıra dışı", kötü köleler ise sıradan oldu.
****
Sıradanlaşan kötülüğü iyice anladığımıza göre Milgram Testi ile ilgili bir cümleyle sonlandıralım yazımızı:
New York Times gazetesi, Milgram deneyini duyurduğu haberinde, 
"Kim bir köle gibi kendine her emredileni yapıp, milyonları gaz odalarına gönderebilir?" 
diye sorar,
ve yine kendisi, 
"Herhangi birimiz" 
diyerek cevaplar sorusunu...

27 Mart 2018 Salı

Sahnedeyiz, İnmeyiz

Tiyatro izlemeyi sever misiniz, fırsat bulup tiyatroya gider misiniz, gitseniz de keyif alır mısınız?
Ya da, bir tiyatro oyununu izlerken o oyunun hazırlık aşamalarını ve "Ve perde!" diyene kadar sahne arkasında neler yaşandığını düşünür müsünüz?
Oyun seçimi, rollerin dağılımı, kostüm belirlenmesi ve provaları, dekor uygulamaları ve dekor malzemeleri, günlerce ve gecelerce süren sahne tekrarları, oyunun yazılı metni ve tabii ki ezberler...

"Ben ezber yapamam!" diyenler için minik bir tüyo;
Hangi oyunun oynanacağından başlayarak, oyunun seyirciyle buluşmasına kadar bir oyunun o kadar çok kez provası olur ki; sadece kendi rolünüzü değil, diğer bütün rollerin repliklerini ezberlersiniz.
Nereden mi biliyorum,
Tabii ki üç yıl art arda tiyatroda rol almamdan...
****
Lise yıllarımızın en gözde etkinliklerinden birisi de tiyatroydu.
O zamanlar şimdiki gibi dershaneden dershaneye koşturma modası olmadığından olsa gerek, spordan sanata her türlü etkinliğe ayırabilecek vaktimiz oluyordu.
Bizden önceki devirlerden başlayıp bizimle devam eden lisemizdeki tiyatro geleneği daha sonra ne kadar sürdü bilmiyorum.

Küçük bir kasabanın, küçük bir lisesindeki küçük bir tiyatro etkinliğinin ne kadar özverili ve büyük bir çalışmanın sonucunda gerçekleştiğini belki hayal edemezsiniz.
Belki sadece müsamere der geçersiniz.
Lakin bizim sahnelediğimiz oyunlar pek de müsamere tadında değildi.
Bildiğimiz tiyatro oyunuydu.

Evden getirilen bardak çanaklar, konu-komşudan bulunan kıyafetler, çay yerine çay bardağına doldurulan kolalar, dekorların yenmemesi-içilmemesi için edilen tembihler, dilimize ve sesimize hakim olabilmemiz için doğru konuşma dersleri vermeye gelen tiyatrocu eğitmenler.
Ve ezberlememiz için elimize tutuşturduğu tekerlemelerle dolu kâğıtlar...
En önemlisi de; sahnede iken seyirciyle göz teması kurmama ve oyun esnasında gülmeme talimatları.
Suflöründen ışıkçısına dek, gerçek bir tiyatro ortamı.
Gülmek yasak denmemiş miydi?
Okullardaki sanat ve spor etkinliklerinin bir insanın temeline oldukça sağlam yapı taşları koyduğunu düşünürüm.
Sanatın olmadığı yerde her türlü melanetin daha kolay yaşanabileceğini düşünürüm.
Sanatçının, sanatını icra ederken geçim derdine düşmemesi gerektiğine inanırım.
Geçim derdine düşerek akıntıya kapılmasını ve sadece o akıntı yönünde ürünler vermesini değil de; kendi akımını yaratmasını, kendi akımıyla insanları yönlendirmesini beklerim.
Kendisine bahşedilen bir yeteneği özgürce kullanmasını ve insanlığa yenilikler sunmasını isterim.
Sınırlandırılan ve sıkıştırılan sanatın, sanat olmaktan başka her şeye benzediğini; sanatçının da sanatçılığından gittikçe uzaklaşarak sıradanlaştığını görürüm.
****
Şimdilerde bırakın sanatın özgürleşmesini, sanatın ve sanatçının anlamının farkında olmayan, kadını hem sanat hem de hayat sahnesinden gittikçe uzaklaştıran, akıllarınca hem sanatı hem de kadını ortadan kaldırmaya çalışan bir akıl var.
Baleyi ve operayı gereksiz bulan, resim ve heykelin ahlâka aykırılığından yakınarak eserlerin zedelenmesine teşvik çıkartan, bir müzedeki paha biçilmez resimlere soba boyası bulaştıranlara ses çıkartmayan bir akıl...

Ey akıllı akıl,
Bilmez misin ki sanatın kadını erkeği olmaz. 
Bilmez misin ki yaradılış var, ruha üflenen nefes var. 
Bilmez misin ki insan içine üflenen o nefesle doğar, onunla nefes alır, onsuz yaşayamaz. 
Bilmez misin ki bir kadın bugün sahneden indirilirse yarın insanoğlu nefes alamaz.

Ey akıllı akıl,
Gel sen sahnedeki kadından bu kadar korkma.
Gel sen sokaktaki kadından bu kadar korkma.
Gel sen seni doğuran kadından bu kadar korkma.
Gel sen erkeği-dişiyi ayrı ayrı yaratan, yarattığı her ruha ayrı ayrı üfleyen nefesin sahibine tüm benliğinle inan.
İnan ve aklını kalbindeki şeytana kaptırma...
Biz her zaman SAHNEDEYİZ, İNMEYİZ, bunu unutma...

Kapak fotoğrafı "Bir Yol" oyunundan. Tarih: 22 Mayıs 1976
Ara fotoğraf ise "Topuzlu" oyunundan. Tarih: 19 Nisan 1975

Tiyatro Yazılarım:
Ha Romalı, Ha Aromalı / 29 Eylül 2013
Savaşın öteki yüzü / 11 Mart 2015
Babaanneler unutmasın / 11 Mart 2016
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Aşk mı, Kalori mi? / 25 Şubat 2019
Orada Duruverdi Zaman / 6 Mart 2019
Aşk Varsa Sanat Var / 21 Mart 2019
Bir Dünya Tiyatro / 29 Mart 2019
Hora Hora Barışa / 20 Haziran 2019

21 Mart 2018 Çarşamba

Cıks, inanmadık...

Yani bu fikre ne desem, neresinden evirip çevirsem, neresine denk getirsem tutup bir yerlere sığdıramadım.
Hani çocukların zekası gelişsin diye oyuncaklar vardır; küp, üçgen prizma, küre gibi şekilli objeleri, oyuncak üzerindeki aynı şekilli oyuk yerlere koyma oyunu. Hah işte o oyunun ortasına sanki oyuna dahil olmayan altıgen bir obje atılmış da, onu hiçbir yere sığdıramıyormuşsun gibi. Üçgene koysan olmuyor, daireye denesen sığmıyor. 
Altı köşenin en az üç köşesi hep dışarıda.

Bir yerlere sığmayan ve yeni olmayıp eski olan bu fikir nedir derseniz; 
Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin aldığı karar ile uygulamaya koyduğu "İçki satılan yerlerde BESAŞ ekmeği satılmayacak fikri".

Belediye'den gelen açıklama şöyle:
"Vatandaşların talep ve önerilerine değer veren BESAŞ bünyesinde alınan karar doğrultusunda, 2016 yılından bu yana alkollü içecek satışı yapan marketlerin bayilik talepleri kabul edilmiyor. Vatandaşların ekmek almaya gönderdiği çocuklarının marketlerde alkolle tanışmanın önüne geçilmesini amaçlayan uygulama halktan yoğun destek buluyor."

Vatandaşlardan talep geldi ve meselenin özü de çocukların korunması diyor yazıda.
Yahu gülmeyin, vallahi öyle diyor.
Çocuklar alkolle tanışmasınlar diyeymiş bu uygulama.

Açıklamanın devamında da şöyle yazıyor:
"Devlet tarafından sağlığa zararlı uygulamalara yönelik yapılan düzenlemeler ve sosyal hassasiyetler dolayısıyla konuya titizlikle yaklaşan BESAŞ, yeni bayilik başvurularında da 2 yıldır uygulanan hassasiyeti, mevcutta alkol satışı yapan bayilerine de ulaştırdı. Bu kapsamda alkol satışı da yaptığı tespit edilen mevcut bayilere tebligat yapıldı ve yeni uygulamaya uyum sağlamaları için süre tanındı. İlgili sürenin sonunda alkol satışına devam eden bayilere ekmek sevkiyatının durdurulacağına yönelik işlemlere başlanacağı kaydedildi."

Ekmek satacaksan içki satmayacaksın. İçki satıyorsan ekmek satamayacaksın diyor yani. (Sigarayı unutmuşlar bak!) 
Uyumlu ol canımı, pardon ekmeğimi ye, ekmeğimi yedir diyor.
Satıcı bu durumda bir ekmeğe bakacak bir de elindeki şişeye, yapacak hesabını, verecek kararını.
Her aile günde en az 2 ekmek alsa, ki herkes mecbur ekmek alacak, günde şu kadardan şu kadar eder.
Her aile günde bir şişe rakı, şarap ya da viski alsa. Nerdeee, bu fiyatlarla hangi aile her gün bir şişe bir şey alabilecek?
"Ben en iyisi ekmeğimle oynamayayım da ekmeği seçeyim diyecek" diye düşünüldü herhalde. Böylece de bahaneyle alkol satışının önüne geçilecek.
Bursa'da BESAŞ'tan başka ekmek yok mu diye soracaksınız şimdi, olmaz mı, tonla...

Şeytan boş durmuyor işte, çocuğun markette alkol ile tanışmasını hayal ettim bir an;
Hem alkol hem ekmek satan markete ekmek almaya giden bir çocuk alkol bölümünün önünden geçerken bir an önce büyüyeyim de şuradan bir büyük kapıvereyim diyecek ihtimal. Bugün gözü alışınca büyüdüğü zaman kendisi daha kolay alışır. Eskisi gibi ekmek almaya giden çocuk da kalmadı ya neyse.
Zinhar yasaklayın, gidenler de görmesin.

Çocuk önce bir sağlıklı büyüyebilse
O yüzden bırakın şimdi çocuğun büyüdüğü zaman oluşabilecek ihtimaller üzerinden yürümeyi bir kenara ve önce marketlerde satılan, içinde ne menem bir yağ, ne biçim bir şeker, ne çeşit bir tuz olduğu bilinmeyen ürünleri market raflarından kaldırın. 

Artık çocukların pek çoğunun karaciğerinde yağlanma var, pek çoğu şimdiden şeker hastası, obezite desen çocuklar arasında hızla yayılıyor, kalp krizi hiç olmadık bir anda kapıyı çalıyor, kanser bir çocuğun yaşlanmasını beklemiyor.
Çocuk alkol alma çağına gelene kadar zaten alkolün verdiği zararlardan beter zararlarla savaşıp duruyor.
İşlenmiş gıdalar, dondurulmuş gıdalar, hormonlu gıdalar, boyalı gıdalar... 
Hangi birini saysam ki?
30 dakikada kapıya gelmezse parası ödenmeyen pizzalar, nasıl etlerden yapıldığı bilinmeyen hamburgerler, hangi yağlarda kızartıldığı bilinmeyen patatesler, gazlı içecekler, meyve suları, cipsler, bisküviler, içinde palm yağından mısır şurubuna kadar zararlı ne varsa barındıran tüm ürünler.

Hadi bir iyilik yapın da bunları kaldırtın ortadan.
Çocuklarımızı henüz daha bebekliklerinden, çocukluklarından koruyun.

Elimizde bir ekmek var, ki Canan Karatay hocayı dinleyecek olursak ekmeğin kendisi tümden zararlı, biz de oradan yürüdük deyip, yürüyüşün başına da (çocuklarımızı bu kadar koruyamazken) "çocuk koruma" gerekçesini koyuyorsanız,
Cıks, biz size inanmadık...
Derdimiz alkol satışı derseniz,
Unutmayın ki alkolün yasaklandığı her yerde alkol daha çok tüketilir, işin daha kötüsü ise alkol 'merdivenaltında' üretilir.

Siz elinizdeki ekmeği en doğal haliyle üretmeye bakın. Ürettiğiniz "iyi" ekmekleri halkın alabileceği makul fiyatlarda tutmaya çalışın. Bakkal market alkol satıyor mu satmıyor mu meselesini bir kenara bırakıp, ekmeklerin Bursa'nın en ücra köşesine kadar ulaşmasını sağlayın.
Ondan sonrasını ise bize bırakın...

16 Mart 2018 Cuma

Kadının Peşinde Şiir

Şair şiirini yazar da, okuyamaz her zaman.
Yüreğindeki kelimeler kaleminden kağıda kolay damlar belki, lakin okumaya kalksa yakalayamaz o duyguyu yazdığı zamanki gibi. Bazen de şiiri sahibinden başkası layıkıyla okuyamaz.
Yazmak başkadır, okumak başka.
Ha bir de, yazılanı içinden okursan başka, dışından okursan başka. 
Yazmaya benzemez okumak.
Kendine has bir ses rengi ister, uzun şiirde tükenmeyecek bir nefes ister, arada es verip derin bir nefes alış ister, dolanmayan kıvrak bir dil ister, en çok da okuduğu dizeleri hissedebilecek hassas bir ruh ister
Hissedebilecek ki kendisini dinleyenlere de o hissi hissettirebilsin.
****
Şiir kitabı karıştırmayalı epey zaman olmuştu. Epey zamandır bir şiir dinletisine katılmamıştım. 
Yıldırım Bayezıd Inner Wheel Kulübü ile Erguvan Gönüllüleri tarafından sunulacak olan 'KADIN Şiir Dinletisi'ne davet edildiğimde seve seve gideceğimi düşündüm hemen. Gün gelince gittim de.

İzzet Boğa tarafından üç bölüm olarak hazırlanan program Kadın Haftası kapsamında gerçekleşiyordu ve konusu da kadındı elbet. Şiirler, Şehit Annelerine ve Şiddet Gören Kadınlara ithaf ediliyordu.

Bu gece "Çocuk ve Kadın", "Anadolu ve Kadın", "Kent ve Kadın" şiirlerle anlatılacaktı.
Şiirleri seslendirerek onlara can verecek olan Büşra Tomaç, Fulya Parlamış, Gülçin Ermutlu, İlay Yılmazlar, Pelin Kaleoğlu ve Sanem Çetiner sahnede yerlerini aldılar ve hafifçe duyulan müzikler eşliğinde okumaya başladılar şiirleri.

Nazım Hikmet'ten, Ahmet Arif'ten, Edip Cansever'den, Sabahattin Ali'den, Gülten Akın'dan, Haydar Ergülen'den, Refik Durbaş'tan, Hasan Hüseyin Korkmazgil'den, Necati Cumalı'dan, Salah Birsel'den, Didem Madak'tan, Nahil Ulvi Akgün'den, Ahmet Oktay'dan, A. Kadir'den, Oktay Rıfat'tan, Blaga Dimitrova'dan ve Arif Damar'dan şiirler seçilmişti program için.

Nazım Hikmet'in "Hoş geldin bebek, yaşama sırası sende" dizeleriyle başladı şiirler okunmaya, "Adiloş Bebenin Ninnisi" ile devam etti. Bebeler büyüdü, kadın oldu ve Kadınlar, Analar, Suskunlar, Tezgahtar Kızlar, Küçük Hanımlar, Yoldaki Yalnız Kadın derken tüm o kadınlar sırasıyla geçti sahneden. En son Nazım'ın Hoşçakal şiiri ile veda etti kadınlar izleyiciye.
Okuyucuların, oturdukları yerden seslendirdikleri şiirlere sesleriyle kattıkları anlam, beden dilleri ve yüz ifadeleri ile dinletiyi teatral bir havada izledik program boyu. Çok zaman solo idi şiirler. Bazen de ikili, üçlü okuma ile seslendirildiler. Seçilen şiirlerdeki anlam bütünlüğü, her şiire uygun seçilen müzikler, programın akıcılığı, seslendirenlerin dikkati, ciddiyetleri ve özgüvenleri biz izleyicileri etkilemedi desek yalan olur. 
Belli ki kadınlar şiire gönül vermiş, en önemlisi de şiir okumaya emek vermişlerdi. 
Böyle bir program başka nasıl ortaya çıkardı ki?
****
Eve gelince o şiirleri tek tek okudum kendi başıma sessizce. Sesim şiirleri bozsun istemedim. Her dizeyi ta içimde seslendirdim. Şiir yazılan kadınları, kadına şiir yazan adamları, şiir yazan kadınları, kadına şiir yazdıran adamları, şiire konu olan şiirsel kadınlığı ve naif insanlığı bir kez daha sevdim.
Belki bu yazıyı okuyanlar da bu şiirleri benim gibi sessizce okumak isterler diye, o gece okunan şiirleri derledim ve aşağıda gördüğünüz üzere şiir isimlerini tıklanabilir hale getirdim. 

Nazım Hikmet Hoşgeldin Bebek
Ahmet Arif Adiloş Bebenin Ninnisi
Gülten Akın Sesli Ağıt
Sabahattin Ali "Öksüz Kız" Masalı
Oktay Rıfat Fadik ile Kuş
Hasan Hüseyin Korkmazgil Kadınlar
Ahmet Oktay Ulukışla'da Saat Beş
Arif Damar Analar
Gülten Akın Kadın Olanın Türküsü
Ahmet Arif Suskun
Refik Durbaş Dokumada Çalışan Kızlar
Refik Durbaş Tezgahtar Kızlar
Blaga Dimitrova Yoldaki Yalnız Kadın
Haydar Ergülen Eylül
Ahmet Oktay İş
A. Kadir Cibali
Nahil Ulvi Akgün Küçük Hanımlar
Salah Birsel Kamer Hanım
Necati Cumalı Emine
Didem Madak Enkaz Kaldırma Çalışmaları
Edip Cansever Çoğullama
Nazım Hikmet Hoşçakal
****
Gece boyu hissettiklerimi yazımın sonunda söylemek isterim şimdi. 
İzzet Boğa ve altı kadın arkadaşım; yıllar sonra bana tekrar şiir dinlettiğiniz için, yıllar sonra bana tekrar şiir okuttuğunuz için, yıllar sonra şiiri bana geri verdiğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Haydar Ergülen'ün şiirinden alıntıladığım ve yazıma başlık yaptığım cümlenin şiiri ile veda edelim o zaman:

EYLÜL / Haydar Ergülen
Kadın gider ve bunun şiir olduğu söylenir 
kadın gider ve bir şair doğar bundan 
(Ben hangi kadından şair olduğumu bilirim)

"Yazın bittiği her yerde söylenir"se 
kadının gittiği de her yerde söylenir 
kadın gittiği her yerde şiir diye söylenir: 
Kadının gittiği yazın bittiğidir, her yerde 
yaz biter kadın giderse, bunun sonu şiirdir, 
yazın sonu şiirdir, şiirdir aşkın sonu... 
Şehir her semtiyle yazın peşine düşse 
yaz uzar bundan ve aşklar da nasiplenir, 
yazın peşinde şehir, kadının peşinde şiir 
eylülün semtine kadar böyle gidilir 
bir gecede gittimdi hazirandan eylüle 
eylül yazdan terkedilmişti, şiirse haziranda 
kadın tarafından terk edildi o söylenceye: 
Bütün oğullar anneyi bir şiire terk eder! 
O kadın beni terkederse şair olurum 
oğul olduğum kadın sakın beni terketme, 
şiirdir söylenir, yazdır biter, kadındır gider
Bütün kadınlar şiiri bir kadına terk eder!

****
Gecenin video kaydı için tıklayınız:


Tiyatro Yazılarım:
Ha Romalı, Ha Aromalı / 29 Eylül 2013
Savaşın öteki yüzü / 11 Mart 2015
Babaanneler unutmasın / 11 Mart 2016
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Aşk mı, Kalori mi? / 25 Şubat 2019
Orada Duruverdi Zaman / 6 Mart 2019
Aşk Varsa Sanat Var / 21 Mart 2019
Bir Dünya Tiyatro / 29 Mart 2019
Hora Hora Barışa / 20 Haziran 2019