30 Haziran 2015 Salı

Çıkmaz sokak

"Hiç kimse işe yaramaz değildir, en azından kötü örnek olabilir"e örnek bir hayat hikâyesi sürüyor gözlerimizin önünde.
Acımak bir yandan, kızmak bir yandan, kınamak ve önlem alınması için yol aramak bir yandan.
1983 doğumlu bir çocuk Onur Özbizerdik...
Annesi gözlerinin önünde üvey babası tarafından vurdurtulmuş.
Üvey babası yeraltı dünyasının ünlü bir ismi.
Annesinin babası olan dedesi ona keza.
Anne de o o ortamda büyümüş. Henüz dokuz yaşındayken silah kullanmaya başlamış, öğrenimini yarıda bırakarak 1981 yılında daha lise birinci sınıfta iken Adanalı gece kulübü sahiplerinden İhsan Özbizerdik'in oğlu Uğur'la evlenmiş, geçimsizlikten dolayı boşanmış, 1991 yılında babasıyla ters düşmesine rağmen Alaattin Çakıcı ile evlenmiş, 1994 yılında boşanmış, 1995 yılında Uludağ'da Çakıcı'nın tetikçisi tarafından öldürülmüş...
Neden öldürülmüş derseniz; Kılıç'ın ölümüne giden yolculukta yaşananlar internette en ince detayına kadar mevcut...

Hal böyle olunca dedesinin himayesinde büyümeye başladı Onur.
Onur'un adı dedesi öldükten sonraki bir buçuk yıl içinde ard arda üç olaya karıştı.
Her seferinde serbest bırakıldı.
Çünkü yaşı 16'ydı...
Basın ona "Küçük Baba" adını takmıştı.
O da bu isme layık olmak için elinden geleni ardına koymamıştı.

Ya Onur'un öz babası? Onu gören var mıydı?

Onur'un yaşı şimdi 32.
Ve o hâlâ suç işlemeye devam ediyor.
Polis de onu gözaltına alıp alıp salıvermeye...
Salıverildikten 45 dakika sonra yine suç işliyor Onur.
Bu kez iki buçuk aydır flört ettiği Melis Çakır'ı "darmadağın" ediyor.
Melis Çakır'ın dediğine göre; "Kaybedecek hiçbir şeyi olmadığını, en fazla 30 yıl yiyeceğini, sürekli para verip serbest kaldığını, son serbest kalışının da 400 bin dolara patladığını söyleyerek ve bir yandan da 'Annem gibi öleceksin!'" diyerek...
****
Melis'in onunla ne işi olduğunu sorgulamayın.
O ayrı bir mevzu.
Melis olmasa Esra, Esra olmasa Ayşe, Ayşe olmasa Tülin...
İçinden çıkamadığı bu girdabın odak noktası Onur. Esas sorgulanması gereken kişi Onur.
Onur etrafta nerede patlayacağı belli olmayan pimi çekilmiş bir el bombası gibi dolaşıyor.
Öfke kontrolü olmamasının ardında, her durumdan sıyrılabilme güvenci ve korkusuzluğu yatıyor.
Annesinin ölümü sırasında yaşadığı travmanın etkisinde belki. Ya da onun ardına saklanıyor.
Sebebi her ne ise, yaşadıkları ve yaşattıklarının bahanesi olmamalı.
Birileri artık görmeli ki Onur'un durumu emniyetlikten ziyade tedavilik...
Daha fazla geç olmadan. Daha fazla can yakmadan.
Yuvarlanan bu testi "su yolunda" kırılmadan...
****
Toplumda Onur tek değil elbet.
Kadına şiddet uygulayanların pek çoğunun derdi kendisiyle.
O yüzden kimselerle olamıyorlar.
O yüzden kaplarına sığamıyorlar.
O yüzden şiddet üzerine şiddet uyguluyorlar.
Kadına, çocuğa, yaşlıya, hayvana.
Kendinden güçsüz olan her canlıya.
Hatta eşyalarına...
Hoyrat, öfkeli, huysuz, uyumsuz ve korkusuz.
Aslında derinliklerde sevilmek isteyen ama sevgiyi bilmeyen.
Sevmek isteyen ama sevmeyi bilmeyen.
Aşk dediği takıntıları ile zarar veren.
Dizginleyemediği egosu ile zarar veren.
Çaresizliğine çare olmayı bilmeyen.
Adeta bir çıkmaz sokakta duvarlara çarpa çarpa kendisiyle birlikte dokunduğu her şeyi tüketen...
Acınası,
Acınmakla kalmayıp yola sokulası...
Ama nasıl?

25 Haziran 2015 Perşembe

Cam açık, perde sıyrık...

Yaz mevsimi...
Arada yağsa da havalar güzel.
Kapı cam açık. Efil efil esiyor dört bir yandan.
Sineklikleri takmadım henüz.
Fırsattan istifade camdan içeriye dalanlar oluyor tabii.
Tek tük sivrisinek, minik kelebekler vesaire.
Kahverengi ve irice bir kelebek girdi içeriye iki gün önce.
Çıkartmaya çalıştım, çıkartamadım. Camı açık bıraktım ki kendisi çıksın.
Akşam, hatta gecenin ta üçünde, bir kanat sesi...
"Ah" dedim, "Çıkamamışsın!"
Pati ile bakıştık. İkimiz de sesin geldiği yeri bulmak için kulak kabarttık.
Uyumuşuz sonra...
Arada bir iki kanat sesi duyuyorum. Uyku ile uyanıklık arasında kelebeğin can çekiştiğini, aç ve susuz kaldığını, uçmak için çabaladığını ama güçsüzlükten uçamadığını, yerlerde debelendiğini düşünüyorum.
Kalkıp bakıyorum. Ses kesiliyor.
Öyle böyle sabah oldu.
Uyanıp kalktıktan sonra gördüm kelebeği.
Tavana çarpıp duruyor, adeta tavanı delip gökyüzüne ulaşmaya çalışıyor.
Tavanın beyaz kireç badanalı sathı aydınlığı ve güneşi hatırlatıyor olmalı ona.
Camı açtım, perdeyi sonuna kadar sıyırdım.
Uç hadi, aydınlığa uç...
Gitti cama kondu.
Üç parmak ötede özgürlük, o ise üç parmak beride hapis...
Bir el atayım hafiften de, açık camdan uçsun gitsin dedim, odanın içine geri döndü.
Bıraktım...
Cam açık, perde sıyrık...
****
Döndüm kendi hayatlarımıza sonra.
Çaresizliklerimize, ümitsizliklerimize, gözümüzde büyüttüklerimize.
Hepimiz çıkışın bir adım berisindeyiz belki.
Görmüyoruz.
Cama yapışmış bir halde dışarıya çıkmak için debelenip duruyoruz. Aynı yerde, aynı pozisyonda, insanüstü bir mücadele ile sadece ama sadece kendimizi tüketiyoruz.
Başka bir yol yokmuş gibi davranıyoruz.
Oysa var.
Bundan kötü dahi olsa var.
Bak, biraz geri çekil ve bak.
Çok da uzakta olmamalı çıkış. Bakarsan göreceksin...
Yerinden kıpırdamadıkça, camda vızıldamaktan bitap düşerek ölen sinekler gibi cam önünde can vereceksin sen de.
Uçarsan da öleceksin evet.
Lakin uçarken öleceksin...

24 Haziran 2015 Çarşamba

Pi re kare...

Yer sofrasından kalkalı çok olmadı aslında.
Hala daha yastağaç ya da sini üzerinde yemek yiyenler mevcut.
Yer sofrasını günlük hayatlarında kullananların dışında, otantik ve nostaljik konsept uygulayan mekânlar da yere sofra kuruyorlar.
Bağdaş kur otur fakat uyuşan bacakların yüzünden kalkama...
Masayı keşfedip de masanın rahatlığını görünce; nasıl oturacağını, ayaklarını nereye sığdıracağını bilmez halde yemek yemekten vazgeçiyor insan tabi.
Yer sofrasında sofraya yanaşmak zor.
Yanaşamama sebebiyle kaşıkladığın çorbanın ya da kopardığın ekmeğin ağzına varana kadarki yolculuğunda dökülenleri toplamak için sofra altına yayılan sofra bezi kucağında, sırtın iki büklüm, miden sıkışmış, boynun eğrilmiş, dizlerin bükülmüş....
Masada ise duruş dik, tabak önde, ekmek yanda, mide rahat, bacaklar ona keza...

Evlerimizde masa bol...
Oturma odasının bir köşesinde lüzum ettiğinde ortaya çıkan açılır kapanır masalar, mutfakta kenarda duran ufak tefek masalar, balkonda keyif çatmak için kullanılan pratik masalar, bir de salonun baş köşesine kurulmuş "misafirlik" masalar...
Kare, dikdörtgen, oval, yuvarlak, asimetrik, çeşit çeşit...

Yuvarlak masanın diğerlerinden ayrı bir yeri var elbet.
Yuvarlak Masa Toplantısı demez miyiz önem arz eden bir toplantıya.
Bu sözün nereden geldiğini merak ederseniz; Galler Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri efsanesinde her şövalyenin krala eşit değer taşıdığını göstermek için yuvarlakmış masa ve 'masanın başı' diye bir şey yokmuş.

Günümüzün en yuvarlak ve en ses getiren masası ise Cumhurbaşkanı'nın verdiği iftar davetinde yer alan 29 kişilik masa oldu.
Mimarlar Odası saraydaki iftarın detaylarını anlattı uzun uzun.
Masa örtüsü altlığı 70 metrekare civarında imiş mesela ve üst kapak da 45 metrekare civarına. Kısacası 115 metrekarelik bir masa örtüsü yayılıymış masada.
Yedikleri içtikleri kendilerinin olsun, iftarın maliyet hesabını de kendileri versin.
Ben birkaç ayrıntıya takıldım.

Birincisi, masada niçin bir tane bile kadın yoktu?
İkincisi, bu devasa masayı hangi marangoz yapmıştı?
Üçüncüsü, herkes illa ki tek bir masada mı yemek zorundaydı? Şövalyelerden ilham alınarak, "Görmüş olduğunuz 28 kişi de Cumhurbaşkanı'na eşit derecede yakındır" mı demekti bu? O yüzden mi ayrılamamışlardı birbirlerinden? Küserler miydi ayrılsalar? Darılırlar mıydı?
Dördüncüsü, fotoğraf karşıdan çekildiği için 'masanın başı' olan Cumhurbaşkanı görülebilsin diye Cumhurbaşkanı'nın karşısına denk gelen sandalyedeki kişi nereye gitmişti? "Fotoğraf çekeceğiz, biraz sıkışın arkadaşlar" denmiş ve o kişi de kenara bir yere mi kaynamıştı?
Beşincisi, kişi sayısı çoğaldıkça çapı genişleyen masada karşı yakaya ses duyurmak namümkün olacağından herkes sadece yanındakiyle mi konuşmuştu?
Altıncısı, o masada oturanlar o masada oturmaktan en çok hangi anlamda memnundular? "Bitse de gitsek" durumunda olan var mıydı mesela? Ya da fotoğrafta yer almaktan ve eşe dosta nazire yapmaktan gizli gizli haz duyan? Belki bazıları da "Teravih'i kılıp gelelim, sahuru da eder öyle gideriz" demişlerdir.
Hazır gelmişken, değil mi ama?
Yedincisi,
Bir daire olan masanın alanının formülü yazının başlığındaki gibiydi.
Ya masanın "çapının" formülü neydi?

Neyse;
Bende sorular bitmez.
Keşke sıcak, samimi, doğal ve mütevazı bir görüntü görseydik iftar sofrasında.
Hani dinimizin emrettiği gibi...

Gerçi;
Yakışmazdı ama değil mi öyle bir sofra da "koskoca" bir saraya...

23 Haziran 2015 Salı

Büyük Türk milleti önünde!

......ant içerim!
Hem de namusum ve şerefim üzerine...

Meclis'e girebilmek için bizden vekalet alan 25. Dönem Milletvekilleri, bunu siz söylüyorsunuz. Biz değil...
Neler dediğinize vakıfsınız değil mi?
İsterseniz kelime kelime bakalım 'yemin'e...

"Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim."

Hepsini tek tek sindirdiniz değil mi içinize?
Her söylediğinize inanıyorsunuz değil mi?
Yemin ederken ayaklarınızdan birini hafiften kaldırmıyorsunuzdur umarım.
Biz buradan göremesek de kaldırdığınızı, zaman içindeki icraatınızdan anlaşılacaktır yemini ne kadar inanarak ettiğiniz.
"Namus ve şeref" diyorsunuz yeminin sonunda, bir kez daha hatırlatalım!
****
Eminim ki her milletvekili günlerdir bu metnin provasını yapıyordur kendi kendine.
Kâh aynalar karşısında tek başına, kâh yakınları karşısında maaile...
Adeta bayram merasiminde şiir okuyacak çocuk gayretinde.
Gırtlak temizlenecek, ses kendine getirilecek, vurgular yerinde vurgulanıp, es'ler es geçilmeyecek...
Kısacık bir metin deyip geçmeyin, yeminin hem anlamı büyük ve derin, hem de milyonlarca göz üzerinde iken edilecek...

Yaklaşık 10 saat sürmesi beklenen yemin töreninde milleti ilgilendiren ise;
Yeminin edilmesinden ziyade edilen yeminlerin tutulması.
Malum; yıllardır gelen ediyor, giden ediyor.
Tutanlara bakarsak, onlar bir elin parmaklarını geçmiyor.

Nasıl inansın halk şimdi edilen bu yeminlere?
Nasıl 'Dereyi geçene kadar....' mı acaba hissine kapılmasın...
Nasıl 'Minareyi çalan....' deyimini hatırlamasın...

Vekaleti veren 'halk'ın kendisi olduğuna göre el mahkûm edecek yine umudunu.
Bulamazsa da umduğunu, "Kendim ettim kendim buldum" diye dövünecek.
Ve her zaman yaptığı gibi;
Umutlarını bir dahaki seçimlere erteleyecek.
Bu arada atı alan da Üsküdar'ı geçecek...

Ben derim ki;
Bu kez verdiğimiz vekâlete sahip çıkalım..
Bu kez o makamın 'çiftlik' olmadığını yüzlerine haykıralım.
Bu kez 'Başım ağrımasın' diye ettiği yemini tutmayanın başını biz ağrıtalım...

18 Haziran 2015 Perşembe

Söyle Atam, dedin mi demedin mi?


"Bir tane aptal dostum olacağına yüz tane akıllı düşmanım olsun" sözüyle başlamak istiyorum yazıma.
O akıllı olsun ki benim beynim onunla baş edebilmek için strateji üzerine strateji üretsin. Eğer ki ben haklıysam haklılığımı kabul etsin, yok eğer haksızsam haksızlığımı göstersin. Kısacası aklınla beni yukarıya çeksin. Hiçbir işe yaramayan dostlar gibi insanı yerlerde süründürmesin. Etrafımda gölge etmesin...
Esprilerinden de, hiddetinden de zekâ ve incelik aksın. Komikliği avamlık, aykırılığı kabalık saymasın.
‘Akbaba'lar dönemini saymıyorum bile; biraz Gırgır, biraz Penguen, biraz Leman'a göz atmış olsun.
En azından Gezi olayları sırasındaki pankartlara ve tweetleri göz önüne alsın.
Lafı gediğine koymanın da, ironi yapmanın da, alttan üstten yetmez, aparküt çakmanın da bir adabı var.
Kalkıp da en embesil seviyeden söylersen lafı, o laf da gelir oyar adamı.
****
Sorular: "Kim demiş, ne demiş, kime demiş, kimi kaynak göstermiş?"
Cevaplar: İddiaya göre; "İnegöl Milli Eğitim Müdürü Mustafa Karaarslan demiş, "Orucu bırakmayın, burası daha sıcak" demiş, sosyal medyadan herkese demiş, kaynak olarak da Atatürk'ü göstermiş..."

Vay vay vay vay....!
Bunu yazan kişi hem cehenneme gitmiş, hem yanmadan çıkmış, hem Atatürk'ü görmüş, hem sohbet etmiş...
Belki de mail atmıştır Atam kendisine.
"La oğlum, söyle memleket ahalisine tutsunlar oruçlarını. Bak ben tutmadım yanıyorum cayır cayır" demiş olmalı mailinde. Arkadaş da halka hizmet olsun diye cemaate forwardlamış o nadide maili besbelli.
Olmuş aralarında telekom-in-ik bir durum açıkçası, ama anlamadık nasıl olmuş...
****
Sıkıldım diyeyim siz anlayın;
Hani insan bazı şeylerin geyiğini bile yapmak istemiyor. Çünkü mevzu ne tarafından tutsan elinde kalıyor. Vıcık vıcık tüm parmaklarına yapışıyor. Oraya buraya bulaşıyor.
Ciddiye alsan bir türlü, almasan başka türlü...
Her hareketi, her söylediği, her düşüncesi insanın aynasıdır malum.
Yazan kişi de kendini yansıtmış naçizane.
Lafı şurdan bir sallayayım, gitsin münafıklara kapak olsun demiş.

Oldu mu, oldu?
Ama kime kapak oldu?
Tabii ki dibi kara tencerelere oldu....
E hadi, afiyet olsun o zaman...
****
Bu arada Karaarslan kendisini; "Sosyal medyadan öğrendiğim ve bilgim dışında gerçekleşen etiketleme olayından büyük rahatsızlık duyuyorum. Twitter hesabım olmadığı gibi Facebook hesabımı da sürekli kullanmıyor ve paylaşımda bulunmuyorum. Dolayısıyla Facebook'ta yapılan paylaşımlar, terminoloji ve kullanım şekilleri konusunda herhangi bir bilgi sahibi değilim. Bu talihsiz durum bilgim dışındadır ve 35 yıllık devlet çalışanı olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk hakkında böyle bir paylaşımda bulunmam söz konusu bile değildir." sözleri ile savunmuş.
Benim de yakın bir kaynaktan aldığım duyum bu minvalde...
Bursa Eğitim-İş Şube Başkanı Özkan Rona da konuyla ilgili savcılığa başvurmuş.
Bakalım yargı ne yargıya varacak...
Bekleyelim, görelim...

Ve şimdi;
Bunu yazan her kim ise yukarıda yazdığım her kelime tek tek kendisine gitsin...
Bir işler karıştıracaksa da az da olsa kafasını kullansın.
Böyle aciz bir paylaşım yapan kişi bulunsun, memleketin en hassas günlerinde milletin ayarlarıyla oynamasının hesabı sorulsun...

Bu gidiş son gidiş

1965'den 1993'e uzanan bir siyasî hayat, sonrasında 1993'den 2000'e dek süren Cumhurbaşkanlığı, 1924'den 2015'e süren 90+1 yıllık bir ömür...
Bir anı bile boş geçmemiş, meralardan zirveye çıkmış, hep zirvelerde dolaşmış, en büyük hazları yaşamış, bir yandan da en ağır suçlarla suçlanmış bir insan.
Dün vefat eden Süleyman Demirel'in 91 yıllık hayat yolculuğunun neredeyse yarılarında katılmışım bu yolculuğa ben de.
Benim Demirel'i tanıma dönemlerimde o, en parlak, en iddialı, en güçlü günlerindeymiş. O günlerin görüntülerini şimdiki yaşımda izlediğimde bunu daha iyi anlıyorum.
O zamanlar gazetelerde, mecmualarda, radyolarda, gelişen çağla birlikte televizyonlarda görürdük hep. Biz çocuktuk, o büyüktü. Hatta bize göre yaşlıydı. Değilmiş...
Hararetli konuşmaları, biraz hınzır bakışları, her zaman cebinde hazır olan cevapları vardı.
Karikatüristlerin ise baş kahramanıydı...

O dönemlerde bizim evde "Kır At" ile "Altı Ok" çekişirdi seçim zamanları.
İnönü'nün kulaklıklı yaşlı halleri, Ecevit'in Karaoğlan günleriydi.
Ha bir de kadayıf tepsisinin sahibi ile bozkurt efsanesi var idi.
Aklımda kalan bazı görüntülerde Cevdet Sunay'lar, Nihat Erim'ler, Cemal Gürsel'ler varsa da, silik.
Fahri Korutürk ise daha bir bilindik.
Hele 12 Eylül öncesi günlerle gelen Evren ve ardından da Özal dönemi hepsinden bilindik...

Hepsi geldi, hepsi geçti...
Öte tarafta bildiklerimizin sayısı bu tarafta bildiklerimizden ziyade hale geldi...
Hani insanın içinden "Bugünlerde bu tarafta kurulamayan koalisyon öte tarafta kurulur mu acaba?" diye geçmiyor değil.
Neyse;
Bırakalım şimdi politikayı ve wikipedia bilgilerini bir tarafa da öyle bakalım Demirel'e.
Onca yıllık hayatında yaşadıkları; vicdanı, insafı, zorunlulukları, pişmanlıkları, dostları, düşmanları....
İnsan yanına bakalım yani.
Fotoğraflarında bir karede çocuk Süleyman, köyünde davar peşinde. Bir karede üniversitede. Başka bir karede evlenmiş.
Kocasının başbakanlığı döneminde tüm kadınların imrenerek izlediği 'First Lady' Nazmiye Hanım'ı unutmak ne mümkün?
Hep bakımlı, hep şık, hep modadan, hep göz önünde...
Karı-koca gençliklerinin zirvesinde, memleketin kâh dışında, kâh içinde koşturup duruyorlar.
Sesleri geliyor o günlerden;
"Saçım iyi olmuş mu Süleyman?"
"Hangi kravatı takayım Nazmiye?"
****
Siyaset bu; bir öyle bir böyle. Demirel oyunun bir dışında, bir içinde. 'Altı kez gidip, yedi kez gelmek' de her faniye kısmet olmaz. Öyle de sadık, öyle de vefalıdır Türk halkı...
Gidiş geliş aralarında iktidara oturunca iş de yapmak lazım elbet. Yapıyor da; köprüler, barajlar...
Alkış alan, unutulmayan, memleketin çehresini değiştiren icraat üzerine icraat...
Kararlar da vermek gerekiyor arada; Deniz, Yusuf, Hüseyin...
Kalp kıran, iç acıtan, tüm kavramları sorgulatan kararlar...
O zamanın doğruları, şimdinin yanlışları...
Gencecik üç fidanı kopartmanın özrü var mıydı?
Doğru ne kadar doğruydu? Ya şimdi yanlış ne kadar yanlış?
Şimdi artık değişen değerler, değişen Türkiye, değişen dünya...
Aktif siyaset hayatının ve devletin zirvesindeki görevinin bitimiyle Güniz Sokaktaki evinde yaşayan, yaş alan ama zihnen yaşlanmayan bir Demirel.
Ve sonra, birlikte geçen 65 yılın sonunda hayat arkadaşından zoraki ayrılış.
Baba'nın geleni gideni bitmez, yanı yamacı boş kalmaz, ama Nazmiye Hanım da olsaydı yanında iyiydi...
****
Şimdi; şapkası, kendine has mizah anlayışı, pratik zekâsı, pervasız ve eğlenceli yanı ile unutulmaz aforizmaları kalacak hatıralarda... Üzerine yapışıp kalan Çoban Sülü'lüğü hiç unutulmayacak. ABD'ye gidişi ve dönüşü ise hep sorgulanacak...
En çok da; sırlarla dolu beyni merak edilecek Baba'nın.
Bedeni isyan edip 'hadi gidelim artık' demese o beyin daha çok yaşayacaktı belki...
Ki vefatı açıklayan doktoru öyle dedi. Son ana kadar normal sohbetini yapmış, mutlu görünüyormuş...
****
Çocukluğumuz, gençliğimiz ve bugünlerimize kadar uzanan epey uzun bu zaman diliminde hep vardı o.
Sayesinde yaşadıklarımız ve sayesinde yaşayamadıklarımız oldu.
O günlerdeki pek çok kararı ile bugünleri oluşturdu.

Hepsini bilelim, lakin bildiklerimizi unutmadan, sahte methiyeler düzüp, haksız beddualar etmeden yolcu edelim kendisini...
Gidenler hesabını öte tarafta verir mi bilmem ama kalanlar dersini bu tarafta alsın...
Bu gidiş son gidiş,
Mümkünse unutulmasın...

16 Haziran 2015 Salı

‘Oğlanı bulana kadar devam’ galiba…

Şimdi de var mı bilmiyorum ama Yurttaşlık Bilgisi dersimiz vardı bizim bir zamanlar hani.
Hani o derste bir yurttaş olarak haklarımızı ve vazifelerimizi öğrenir, devletin işleyişi hakkında bilgi ve fikir sahibi olurduk.
Seçim öncesinde ve sonrasında o kitap takıldı aklıma hep.
Başbakan’ın görevi neydi, bakanların görevi neydi, Cumhurbaşkanı’nın görevi neydi?
Cumhurbaşkanı tarafsızlığını ve taraf olduğu partinin başkanını, yani memleketin Başbakanı’nı bir tarafa bırakıp meydanlarda muhalefet aleyhine bas bas bağırıp -adeta- oy istemeli miydi mesela?
Seçimin ardından çıkan sonucu ‘kendisine ihanet’ olarak algılayıp sarayına kapanıp vatandaşa küsmeli miydi?
Yıllardır sandıktan çıkan sonuca arkasını yaslayarak konuşmuştu hep oysa…
Sandıktan koalisyon çıktığını gördükten sonra, koalisyon kuracak partileri saraya davet etmeli miydi?
Yoksa Meclis’i oluşturacak partilerin listelerini bekleyip onları onaylamalı ya da onaylamamalı mıydı?
Resmî olarak Başkan olamayacağının göstergesi olan seçim sonuçlarına bakmaksızın oynadığı Başkanlık oyununa hala daha bildiği gibi devam mı etmeliydi?
Oysa yeni hükûmetin kurulma süreci Meclis’te seçilmişler ve seçilmiş temsilciler üzerinden işlemesi ve işletilmesi gereken bir süreç değil miydi?
Ha; Cumhurbaşkanı doğal sorumluluğu gereği çeşitli krizlerle karşı karşıya kalındığında ön açıcı bir rol oynar, hakem rolünü devreye koyabilirdi.
Ama tek kişilik dev kadro ile de tek kale maç yapılmaz değil mi?
Hoş; eski Cumhurbaşkanı da saha kenarından oyuna dahil olmaya bakıyor da; tek adamın eskisi-yenisi kimseyi oyuna alası yok…
“Top da benim, saha da, kale de!”

Ya Başbakan?
Sahi, artık bizim bir başbakanımız yok. Seçimin ardından Cumhurbaşkanı’na kendisinin ve Bakanlar Kurulu’nun istifasını vermiş, Cumhurbaşkanı istifayı kabul etmiş, lakin yeni Bakanlar Kurulu oluşuncaya dek devam etmelerini söylemişti.
Görevine devam eden Başbakan seçimi kendisiyle değil de rakipleriyle mukayese edince ‘Seçimden zaferle çıktık’ demişti.
Aradan geçen altı gün sonunda sesi ancak çıkan Başbakan hâlâ aynı görüşte…
%60’ı oluşturan rakipler ise koalisyon yolunda bazen güçlü, bazen de belli belirsiz sinyaller vermeye başladıysa da kimin kiminle koalisyon yapacağı hala bir muamma.
Koalisyonu öyle ya da böyle oluşturdular diyelim, uyum içinde çalışmalarını beklemek en sıra dışından bir hayal.
Hayali kuran da olsa olsa Pollyanna…

Eee, ya ne olacak mı dediniz?
Erken seçime gidilecek ihtimal…
İstenen oy çıkmadığı takdirde bir kez daha gidilecek.
Olmadı bir kez daha.
Olmadı bir kez daha.

Oğlanı bulana kadar ‘devam’ yani…
Kısacası olan yine halka olacağına göre,
“Zevkini çıkartın” mı diyeyim, yoksa “Allah sabır versin” mi bilemedim…