28 Ağustos 2011 Pazar

Bir 9 gün tatili daha

Dokuz günlük bayram tatili başladı ve biz daha ilk güne 49 yaralıyla merhaba dedik.
İstanbul-İzmir arası yolcu taşıyan bir otobüs Manisa'nın Saruhan ilçesinde sürücüsünün direksiyon hakimiyetini kaybetmesi sonucu şarampole devrilmiş.
Böylece 12'si ağır 49 yaralıyla ilk gün bilançosu olarak kayıtlara geçti.
Bunun ikinci günü var, üçüncü günü var ve dahi dokuzuncu günü var. Çeteleye atılan çentiklerin ulaşabileceği rakam şimdiden ürkütüyor insanı.
Tatili bekliyorsunuz tamam anlıyoruz da;
Bir acele etmeyin, bir sakin olun. Gideceğiniz yer kaçmıyor. Varırsınız nasılsa...
Yollarımız duble yol, arabalarımız ona keza. Hepsi birbirinden hızlı. O zaman niye kaza yapıp duruyoruz?
Yolları düzeltip, arabaları sıfırlamak yetmiyor demek ki.
Belki de en sıfırlanması gereken sürücülerin beyinleri.
Hadi artık eskilere bir şey yapamayız. En azından arkadan gelen yeni sürücü adaylarını doğru düzgün yetiştirelim bari.
Ne yazık ki yeni gelenler eskileri mumla aratır durumdalar.
****
Tatilin ikinci gününde Hakkari'nin Şemdinli İlçesi'nde PKK'lı teröristlerin askerlerin geçiş yoluna döşediği mayının patlaması sebebiyle üç askerimiz şehit oldu gitti. Üç askerimiz de yaralandı.
Twitter'da birisi "Hiç olmazsa bayram süresince terör saldırısı olmasın" yazmıştı.
İyi niyetli bir temenni olduğundan şüphem yok ama terörün bayramı-seyranı mı var?
Evlatları askerde ve özellikle de çatışma bölgesinde olanların bayram yapacak halleri mi var? Onlar zaten her gün ölüp ölüp diriliyorlar.
Kendi bayramımız zehir olmasın, tatil beldelerinde güneşlenirken vicdan yapmayalım diyeyse bu temenni, o zaman da burada büyük bir bencillik var demektir.
Savaş zaten bir kandırmaca, bir tuzağa düşürmece, bir alt etmece hali değil mi?
Ne tatili var, ne insafı. Ne merhameti var ve ne de mantığı.
Sadece hedefe kilitlen ve o hedefi ele geçirene kadar ne gerekirse yap.
Kaç kişi ölecek, kaç kişi kalacak, kaç eve ateş düşecek diye düşünme. Düşünürsen kaybeden sen olursun.
Mantıksa işte savaşın mantığı bu...
****
Bir yerlerde bu savaş verilirken diğer tarafta da bayram tatilinde daha çok nasıl eğleniriz telaşesi var.
Tatile gidenler bayramı resepsiyondaki bayram şekeri ikramında hatırlayacaklar.
Bu arada terör tatil de dinlemiyor ve Antalya'nın Kemer ilçesinde 8 No'lu Plaj'da saat 10.00'da meydana gelen patlamada 10 kişi hafif yaralanıyor.
Tatile gitmeyenlerse bayramda evimize gelenleri nasıl ağırlarız koşturmacasındalar.
Hazırlanan tatlılar, şekerler, limonatalar, kahveler.
Kıyı köşe temizlenen evler, yıkanan tüller-perdeler.
Bir de hiç ziyaret edilmeyen ıssız evler var. Kimi kimsesi olmayanlar. Olsa da aranıp sorulmayanlar. Dışarıda yaşanan bayramı kayıtsız gözlerle izleyenler. Bir kapı tıkırtısı bekleyenler.
Kapıya şeker almak için gelen tek bir çocuğu dahi o ıssızlığın ortasında bir neşe kaynağı olarak görenler.
****
Bayram herkese farklı farklı geliyor.
Gencine-yaşlısına-çocuğuna-bekârına-evlisine-evsizine-kimsesizine...
Uzaktaki sevdiklerimize özenle seçilen bayram kartlarını postalamak yerine, klişe sözlerle hazırlanmış bayram mesajlarının herkese birden toplu gönderilmesiyle bayram kutlamalarının yapıldığı zamanlardayız.
Gerçi; şimdilerde o klişe mesajları atanlar, belki de geçmiş zamanlarda aynı kartı alıp, aynı cümlelerle donatıp herkese postalayanlardır. Kim bilir...
Kişiye özel bir tınının olmadığı, soğuk ve ruhsuz her kutlama mesajının o mesajı alanın yüreğine ulaşmadığını, sadece yollayanı memnun ettiğini ne zaman anlayacağız bilmem...
****
Her şeye rağmen hayat devam ediyor ve edecek de.
Tatilde olanlara iyi tatiller ve herkese iyi bayramlar...

Nice bayramlara / 15 Kasım 2010
Bir 9 gün tatili daha / 28 Ağustos 2011
İki bayram bir arada 
/ 25 Ekim 2012
‘Dokuz Gün’ barajına takılanlar / 18 Ekim 2013
Hayvan kes(eme)me bayramı!
 / 30 Eylül 2014
Tam bir ‘kurban’ bayramı
 / 23 Eylül 2015
OLE!
 / 13 Eylül 2016
Hangi Oğlunuzu Seçerdiniz?
 / 24 Ağustos 2018
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018

26 Ağustos 2011 Cuma

Babalar ve Kızları

Dün magazin haberi olarak servis edilmiş bir haber okudum.
Okudum da; bana göre bu haber magazinsellikten ziyade hayatın tam da  içinden bir haberdi.
Haber şöyleydi:
Işın Karaca'nın babası televizyondaki çöpçatan programlarından birinde yorumcu olarak yer almış. Ardından da kendisinin de evlenmek istediğini belirtmiş. Bu arada Işın henüz 6 yaşındayken kendisinden ayrıldığını ve yıllardır da görüşmediklerini dile getirmiş.
Işın Karaca, Aysu Kayacı, Seda Sayan, Nükhet Duru ve daha niceleri. Babalarını gönüllerinden silmiş kızlar onlar. Babalarını gönüllerinden silmeleriyle birlikte de, çocukluklarındaki kötü anılarından da kurtulduklarını düşünmüş kızlar...
Oysa ki bir kız çocuğu için hayatında tanıdığı ilk erkek olan babası o kadar önemlidir ki... Bir erkek olarak onun kendisine verdiği değer, cinsiyet ayrımı yapmaması, sevgisini göstermesi, kendisini dinlemesi, anlaması...
Kendisine gösterdiği bu hassasiyeti annesine ve ailenin diğer bireylerine de göstermesi.
Lâkin her şey her zaman böyle mükemmel olmuyor.
“Baba” dediğimiz de hatalarıyla ve günahlarıyla bir insan.
Kendi ruhsal dengesizliklerini, sorumsuzluklarını ve hayata karşı olan öfkelerini evdeki ailelerinden çıkartmaya çalışan, yaşadığı zorluklardan dolayı ailesini sorumlu tutan babalar da var. O babaların olduğu evlerde ne yazık ki her şey güllük gülistan olmuyor.
Şiddet ve öfkenin kol gezdiği o evlerde evin babasının eve geliş saatinde yaşanan korku ve endişe dolu bekleyiş, nefes tutularak izlenen bir korku filminden farklı olmuyor.
Yürek ağızda, bakışlar ürkek, bedenler gergin...
Anne korkmuş, çocuklar sinmiş...
Ve tüm gerilimiyle kapıda beliren baba...
Ondan sonra yaşananlarsa kimsenin yaşamak istemeyeceği ve kimsenin de müdahale edemediği olaylar... Ne bir devlet himayesi, ne bir koruma, ne de bir inisiyatif kullanma.
O çatının altında, dört duvar arasında sıkışıp kalmış, ezilmekten harap olmuş insanlar.
Bu ortamda yetişmiş bir çocuktan evlatlık yapmasını beklemek biraz haksızlık olmuyor mu? Bir insan sadece anne ya da baba olduğu için sevilmeyi ve sayılmayı bekliyorsa bu işte bir yanlışlık var demektir.
Tabii ki şartlı sevgi olmaz. Aileleri için mükemmel şartları oluşturanlar sevgiyi ve saygıyı hak ederler diye bir şey yok.
Şartlar ne olursa olsun gözardı edilmeyecek ve esirgenmeyecek tek bir konu varsa, o da “sevgi”nin ta kendisi.
Babalarının kendileri için elinden geleni yaptığını, kazancını kendileriyle paylaştığını ve sağladığı ya da sağlayamadığı imkânlarla kendilerini ezmediğini gören çocuklar saygıyla donatılmış bir sevgi beslemezler mi O'na?
Bir baba bütün yorgunluğuna ve sıkıntısına rağmen kızına gösterdiği muhabbetin kızının ilerideki günlerini aydınlatacak bir ışık olacağının farkında olmaz belki.
Ama öyledir...
Babayla kurulan o muhabbetli bağ, gelecekte ayakları yere sağlam basacak olan bir kızın ilk yapı taşlarındandır.
Böyle yetişmemiş kızlarsa hayat içerisinde başarılı olamaz diyemeyiz. Başarılı olabilirler. Hattâ çok başarılı olabilirler.
Peki ya mutlu olabilirler mi?
Babalarından göremedikleri o sevgi taneciklerini her yerde aramazlar mı?
Karşılarına çıkan her erkeğin dönüp dolaşıp babaları gibi kendilerine zarar verebileceğinden korkmazlar mı?
Olur olmaz yerlerde babalarının karşılarına çıkıp da kendilerini “hayırsız evlat” diye nitelendirmelerine kahrolmazlar mı?
Babalarının tutarsız davranışlarından utanmazlar mı?
Ve onlar; gözlerinin ardından yansıyan derin bir hüzünle o ezikliği ömürleri boyunca içlerinde taşımazlar mı?

23 Ağustos 2011 Salı

Kazma kürek kurtar'MA!!

Ne yazık ki yaz mevsimi, trafik kazalarında ciddi artışların olduğu bir mevsim.
Uzun uzun tatiller dolayısıyla gidilen uzun uzun yolların yeterince iyi tanınmamasına rağmen tedbirli olunmaması, yola çıkılan araçların yeterince bakımlı olmaması ve değişmez kural: “en usta şoförün kendisi olması uzun yol kazalarının belli başlı sebeplerinden.
Okulların tatil olmasından mütevelli özellikle de yazlık yörelerde ehliyetsiz gençlerin ebeveynlerinin arabalarına doluşarak, müziği de sonuna kadar açarak hız denemeleri yapmaları; Scooter tarzı motosikletleriyle daracık sokaklarda olsun, caddelerde olsun çılgınca gitmeleri, bir de üstüne üstlük kask takmamaları kazalara çıkarılan davetiyelerin bir başka türlüsü.
Traktörlerin römorklarında tarlalara işçi taşımak...
Kamyonetlerin kasalarına doluşup pikniğe gitmek, düğüne gitmek?
Hepsi de olabilecek kazalarda ölüm riskini arttırmaktan öte bir şey değil.
Ya kaza sonrası yapılan kurtarma çalışmaları?
Hadi kazayı yapanlar dikkatsizlik ve tedbirsizlik sonucu bir kazaya karıştılar. Ondan sonra yapılan kurtarma çalışmaları kazadan daha beter sonuçlar vermiyor mu?
Kurtarma ekiplerinin kaza yerine ulaşma süreleri zaten başlı başına bir sorun. Bazen ekiplerin kendi içlerinde toparlanamamaları, bazen de emniyet şeridini tıkayanlar, yol vermeyenler yüzünden zamana karşı yaşanan bir yarışın en kıymetli saniyelerinin uçup gitmesi...
Bu yüzden de ekipler kaza yerine ulaşana kadar çevrede bulunanların kazaya müdahale etmeleri kaçınılmaz oluyor. Yardımsever bir millet olduğumuzdan nasıl etsek de hemen kurtarsak düşüncesine kapılıp bu düşünce etrafında organize oluveriyoruz.
Sen sağından tut, ben kenarından, haydi hop hallettik!!!
Ellerden bırakılmayan ya da ağızlardan düşmeyen sigaralarla yapılan bu kurtarma harekatının ne kadar bilinçli ve ne kadar “kurtarıcı” olduğu kurtarılan kişinin ölümüyle ya da sakat kalışıyla sonuçlanıyor.
Arabanın camına “kaza anında lütfen beni kurtarmaya çalışmayın” yazmak geliyor insanın içinden. “Karga tulumba taşımayın. Boynumu oynatmayın. Kolumu bacağımı çekiştirmeyin. Ambulans çağırın, yangına karşı ve diğer araçların kazaya karışmamasına karşı önlem alın yeter.”
“Size de yaranılmıyor!!” diyeceklerdir belki. Varsın desinler. “İnsanlık vazifemiz” diyeceklerdir. Aman mümkünse sizde kalsın.
Mesela alın size bilinçsizce yapılan yardıma bir örnek:
Antalya’da ters dönen araçta sıkışan kadının attığı çığlıklar çevredekiler tarafından aracın düzeltilmesiyle birdenbire kesiliyor.
Ve o kadın artık hayatta değil...
Şimdi bu durumda suçlu kim olacak?
Yardım etme konusundaki bu bilinçsizliğimizi yok edip yerine yeni bir bilinç koyabilsek keşke.
Ya da en azından yardım etme yöntemini bilmediğimizi bilsek ve her olayda yardım etmeye bodoslama dalmasak.
Bilirsiniz; ehliyet sınavına girenler İlk yardım Dersi’nden de mesul olurlar. Kurs ortamında o dersi ne kadar iyi görürler ya da ne kadar iyi anlarlar tartışılır. Önemsemezler bile. Sadece ilk yardım dersinden kaç alındığıdır önemli olan. Barajı geçecek kadar olsun kâfi...
Coğrafya olarak hem her daim deprem riski taşıyan aktif bir hat üzerinde yaşıyoruz, hem de trafik kazalarımız oldukça fazla. O yüzden ilk yardım konusunda ciddi anlamda bilinçlendirilmesi gereken bir milletiz.
Bu konuda hiçbirimizin yeterince bilgisi yok. Kulaktan duyduğumuz ya da orada burada gördüğümüz üç-beş hareketten fazla bir şey bilmiyoruz. Onları da lâyıkıyla uygulayamayınca edilmeye çalışılan yardım kişiyi felakete bir adım daha yaklaştırıyor.
Okul çağındaki çocuklar sınavlara hazırlanırken gerekli gereksiz o kadar çok bilgiyle dolduruluyorlar ki, en ufak bir kazada hem kendilerinin hem de başkalarının hayatını kurtarabilecek en ufak bilgilerden bihaber yetişiyorlar.
Ki öncelik CAN’dadır.
Esas olan önce hayatta kalmayı bilmektir...
Kaza anında sınavda kaçıncı olmuş olduğunun bir önemi kalmaz...
Maalesef ki sınav sonuçları hayat kurtarmaz...

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Yolculuk nereye?

“34 günde 44 şehit”
Her gün birer-ikişer giderken günlük curcuna içinde bu kadar fark edilmiyorlardı belki.
Durumun vahameti rakama vurulduğunda, karanlıkta aniden açılan yüksek voltajlı bir lambanın göze yaptığı etkiyi yapıverdi. Herkesin gözü faltaşı gibi açılıverdi.
34 gün ve 44 delikanlı…
44 anne-baba. 44 kardeş, belki 54, belki 60.
Dayılar-amcalar, teyzeler-halalar, yeğenler-kuzenler, eşler-çocuklar. Ve bizler…
Bu ateşle yananların sayısı o basit 44 sayısının çok çok üzerinde.
Ki “1"  kişi dahi olsa yangın aynı yangındır…
Bu gidişat karşısında Barış Manço'nun Abbas Yolcu şarkısındaki gibi sormadan edemiyorum: “Yolculuk Nereye?”
Yıllardır üç sizden beş bizden diye diye, sonu gelmeyen ve savaş olup olmadığından da kimsenin haberinin olmadığı bir gariplik içinde yaşayıp gidiyoruz. Düzenli bir ordunun üç-beş aylık askerleriyle, hayatını dağlarda geçirmiş ve her türlü donanıma sahip bir topluluk çatışıyor. Hâttâ çatışmaya dahi girmeye gerek duymadan pusulara düşürülüp imha ediyor.
Evlerinin rahat ortamından çıkıp dağların çetin şartlarının içine giren, ayaklarında postal, sırtlarında kilolarca yükle kilometrelerce yürüyen acemi çaylaklarla, ömürlerini kayalıklarda koşturarak geçirenlerin orantısız güç savaşı bu.
Bir taraf toprak edinmeye çalışırken diğer taraf toprağını korumaya çalışıyor.
Bir taraf sürekli taarruzda, diğer taraf sürekli müdafaada…
Oysa ki en iyi müdafaa taarruz değil miydi?
Madem ki savaş halindeyiz, yapalım o zaman savaşımızı. Bu yolla baş edemiyorsak başka bir yol bulalım. Aynı tuzaklara düşmeyelim, aynı hataları yapmayalım. Onlarca genç cana böyle umursamazca kıymayalım, kıydırmayalım.

Artık iyice anlaşılıyor ki yeni bir dünya düzeni kurulmakta. Sınırlar yeniden çizilmekte. Bazılarına vaat edilen topraklar, bazılarının kovulduğu topraklar, bazılarının da bu karmaşayı kullanarak nimetlerinden faydalandığı topraklar.
Kimilerinin halkı açlık ve sefaletten, kimileri de kendi içlerinde savaşırken kendi kendilerini yok ediyorlar. Bu kırım ve imhalar sonucunda zayıf düşüp yardıma muhtaç hale gelindiğindeyse, yani zemin hazır olduğunda, yardım etme adı altında kontrol ele geçiriliveriyor. Ondan sonra da başlıyor kaynak aktarımı.
Biz de burada hâlâ incir çekirdeğini doldurmayan mevzularla oyalanıyoruz.

Yok efendim şort giymişsin de, bacaklarını uzatmışsın da, bacağın görünmüş de, vay nasıl görünürmüş de…
Yok efendim sen benden nasıl boşanırmışsın da, nasıl bir başkasına bakarmışsın da, vay sen beni nasıl istemezmişsin de…
Yok efendim saçının tek teli göründü de, beş teli göründü de…
Yok efendim sınavlarda yanlışlık yapmışız da, ders almışmışız da, bir daha yapmayacakmışız da…

Biz bunlarla birbirimizin canını yaka duralım, öte yandan vatan toprakları parsel parsel satılmakta.
Biz çocuklarımızı vatan toprağını korumaya diye yollayalım da, korudukları o topraklar hangi topraklar?
Sakın 'bizim' dediğimiz o topraklarda işgalci konumuna düşmüş olmayalım.
Olacağına bak sen…

Herkes bilmeli ki; vatan elden gittiğinde şortlu ya da şortsuz bacaklarımızı uzatabileceğimiz bir otobüsümüz olmayacak.
Kadınlarımızın kızlarımızın namusu sizden bizden sorulmayacak.
Alnımızı secdeye koymak için bir karış toprak kalmayacak.
Ne sınava hacet kalacak, ne de o sınavları yapan kurumun başkanına…
İşleri bitip de hedeflerine vardıkları zaman öncelikle yapacakları, kullandıkları piyonları ortadan kaldırmak olacak.

Kendini martı zannederek hemcinslerini aşağılayan karganın öyküsünü bilirsiniz belki.
Kendini martı zannetmesine rağmen martı olmadığından martıların istemediği, kendilerini aşağıladığı için de kargaların istemediği ve dolayısıyla ortada kalan karga…
İnsan ait olduğu yeri inkâr edip de kendi halkına sırtını dönerse, bu yolculuğun sonunda ortada kalan kargadan pek farkı kalmayacaktır…

9 Ağustos 2011 Salı

Güç gösterisi

Çocukken Ramazan geldiğinde kahvehanelerin camlarını beyaza boyadıklarını hatırlıyorum. Bunu niye yaptıklarını önceleri anlamazdım. Sonra anladım ki içeride oturan oruçsuzların yiyip içtikleri dışarıdakiler tarafından görünmesin diyeymiş.
Ben çocuk halimle "ortası direk"li oruçlar tutmaya çalışırken, onların bu gizlenmeleri dışarıdakilerden korkup çekindikleri için değil de, onlara değer verip kendilerini gizledikleri içinmiş. Hafif utanmayla karışık bir saygıymış yani.
Kahvehanenin içindekilerin dışındakilere, dışındakilerin de içindekilere olan saygısı...
Birbirimize saygı göstermeyi unuttuğumuzdan beri içeridekiler ile dışarıdakiler kıyasıya bir kavga halindeler.
Herkes birbirinin bekçisi, savcısı, hakimi, yargıcı.
Yağlı ilmek ellerde, herkes birbirini darağacına çekmek için fırsat bekliyor.
"Ben daha namuslu, ben daha şerefli, ben daha dindar, ben daha günahsız, ben daha laik, ben daha demokrat, ben daha ekabir, ben daha soylu, ben daha asil, ben ben ben ben, daha daha daha daha..."
"Ve benim dışımdaki diğerleri; siz benim tırnağım dahi olamazsınız..."
Karşılıklı böyle düşünen insanların yaşadığı bir memleketteyiz artık.

Geçtiğimiz günlerden birinde pazar yerinde dolanırken ağzında sigarasıyla alış-veriş yapmaya çalışan bir kadına ilişti gözüm. Bu durumun; uzun ve sıcak bir Ramazan gününde, pek çoğunun oruç ağızlarıyla işlerinin başında durduğu pazarcı esnafına karşı yapılmış bir ayıp olduğunu düşündüm.
Yaşı orta yaşın üzerinde olan bu kişinin biraz daha duyarlı olmasını bekledim.
Kendine özgürlüğü savunurken diğerlerine saygı sınırının geçilmiş olması her ne kadar pek hoşuma gitmediyse de; bana göre ayıp olan bu tavır diğer bir ayıbı doğurmadı. Kimse bunun üzerinde durmadı. Günlük koşuşturma içinde eridi, geçti-gitti.
Bu minicik hareketi devasa bir büyüklüğe ulaştırıp, linç haline dönüştürmeye de kimsenin hakkı yoktu zaten. Kişinin zararı sadece kendine olduğu sürece durum sadece onu bağlar. Başkalarını değil.

Birisinin oruç tutup tutmadığı, o kişinin hakkında belirleyici bir bilgi değildir. Kişinin sağlığı elvermiyor olabilir ya da yetişkin bir kişi olarak kendi hür iradesiyle oruç tutmak istemiyordur.
Bu tavrından dolayı cennete ya da cehenneme gidecek olan kişinin kendisiyse eğer, diğer kişileri ilgilendiren bir durum da yoktur. Seçtikleri yolda kimseye zararı olmadan yaşayan insanları cezalandırma yetkisi kimseye verilmemiştir.
Kraldan çok kralcı olmak diye bir söz vardır hani, işte bu cezalandırmaya kalkışma davranışları da işgüzarlıktan öteye geçmiyor.
Dolayısıyla da değerlendirmenin ve cezalandırmanın kendilerine kaldığını düşünen insanların savundukları konulardaki bilgilerinin ne kadar yetersiz olduğu çıkıyor ortaya.
Herkes eşit şartlarda yaratılmış kullarsa eğer, birinin bir diğerine üstünlüğü söz konusu olamaz. Kimse kendi kendine kralcılık oynamaya kalkışıp da zararsız insanlara zarar vererek daha büyük günahlar işlemesin.
"Takdir-î  îlahi"ye inansın.

Orucunu tutmadığı ya da namazını kılmadığı için yapılan bu babalanmalar, ne yazık ki karısını kesenlere, el kadar çocuklara tecavüz, zavallı hayvanlara işkence ve masum insanların haklarını gasp edenlere, muhtaçlar için toplanan yardım paralarını ceplerine indirenlere, trafikte terör estirenlere geldiği zaman sus-pus olup kalıyor.
O zaman herkesin dilleri lâl, herkesin gözleri kör, herkes mülayim, herkes tevekkel...
Gözlerinin önünde yaşanan tacizlere ve saldırılara müdahale edip zavallı bir insanı koruyamayacak kadar da ödlek.
Zararlı kişilerin verdikleri zararlar "kanuna-yasaya-polise-yargıya" havale edilerek umursamazca kenara çekiliyor, ancak zararsız insanların tercihlerinin üzerine bir o kadar fazla geliniyor.
Bu neyin cür'eti, bu neyin yetkisi, bu neyin sultası?
Kendinden güçsüz bir insana ya da bir hayvana saldırarak üzerinde güç gösterisinde bulunmak ancak ve ancak aciz, aşağılık ve inançsız bir yaratığın marifetidir.
Bunu yaparken arkasına saklandığı bütün söylemler bir yana, esas olan içindeki sevgisizliğidir...

5 Ağustos 2011 Cuma

Açlık ve yardım


Şu yazıyı yazan ben ve okuyan her kim varsa; biz açlık nedir biliyor muyuz?
Ha; "Şimdi ramazan, sahur ve iftar arasında çok uzun bir zaman var, acıkıyoruz ve buna da açlık diyoruz" diyorsak biz hiç açlık çekmemişiz demektir.
Sahurda ne yesem düşüncesiyle uyuyup, iftarda ne yesem düşüncesiyle uyanan birisinin açlık çektiği düşünülemez değil mi?
Yoksulluğun ve kıtlığın sonucunda oluşmuş bir açlıktır gerçek açlık. Günlerce bir lokma ekmek yiyememektir. Günlerce bir yudum su içememektir. Eriyip tükenmektir. Ve hâttâ belki de ölmektir.
Ben kendimi bildim bileli dünyanın güney yarımküresindeki insanlar açlıktan ölmemek için mücadele veriyorlar. Yüzlerinde sinek dolaşan, bir deri bir kemik kalmış, annesinin kurumuş memesini ağzına alıp uzatmış, çaresiz gözlerle kameraya bakan çocuk fotoğraflarını kaç kez gördük.
Kim bilir o çocukların kaçı büyüdü, kaçı büyüyemedi…
O ülkelerde kendi insanlarını besleyecek tarımın yapılamamasındaki en büyük etken, üzerinde yaşadıkları toprakların bereketsizliği ve susuzluğu olsa gerek. Öte yandan iç savaşlar, etnik çatışmalar, doğal afetler sebebiyle insanların oradan oraya savrularak göç etmeleri, bir yerde sabit kalarak topraklarına sahip çıkamamaları da var. Kazanç olmayınca tarıma gereken özen de gösterilemiyor ve insanlar bindikleri dalı kesiyorlar. Kendi sonlarını kendileri hazırlıyorlar.
Dünya üzerinde herkese yetecek kadar yiyecek var aslında.
Sadece dağılım dengesiz. Bir kısım ülke obeziteden patlayacak hale gelmişken, yaşama amaçları sadece "yemek" olmuşken, bir kısım ülke de açlıktan her gün mütemadiyen ölüyor.
Tok ülkeler aç ülkelere yiyecek yardımı yaparak bir nebze olsun denge kurmaya çalışıyorlar belki ama dökme suyla dönen değirmen ne kadar düzgün dönebilir. Önemli olan devamlılığı sağlamak.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, art arda devrimlerin yapıldığı o ilk gelişme dönemlerinde "Köylü milletin efendisidir" diyerek tarıma dikkat çeken Atatürk'ü çok çok iyi anlamamız gerekiyor.
Ülke politikalarında öncelik her zaman gıda üretiminde olmalı. Gıda üretimi olmazsa, tarıma gereken önem verilmezse o zaman sanayinin ne anlamı kalır? Aç insanlar sanayi ürünleriyle mi karınlarını doyururlar?
Araba mı alırlar, deterjan mı, oyuncak mı, mobilya mı? Öncelik her zaman midenin dolu olmasındadır, arabanın deposunun dolu olmasında değil…
Bu minvalde toprak ve su her şeyin başlangıç noktası.
Bereketli toprakların otlaklarında beslenen hayvanlar ve o topraklarda yetişmiş ürünler insanların yaşama sebebi.
Onların işlenmesi ve sofralarımıza kadar ulaşmasıysa daha sonraki aşamalar.
Ekilecek toprakların imara açılarak talan edilmesiyse hangi mantığa sığar bilmem. Korkarım ki bunun sonu birbirimizi yemeye kadar gelip dayanacak.
"Türkiye Çöl Olmasın" diye canını dişine takarak çalışan insanlar da var da, o insanlara kim ne kadar kulak veriyor, kim ne kadar dinliyor, işte halimiz ortada. Ne yazık ki yurdumuz da içten içe çölleşmeye başladı...
Dünyada herkesin aynı gelir seviyesinde olması beklenemez elbette. Her ülke de aynı şartlara sahip değil. Bütün ülkelerde açlık çeken insanlar var. Kiminde daha az, kiminde daha çok.
Ve bu insanlara yapılan yardımlar var.
Bizim ülkemizde de muhtaçlara yardımlar dağıtılıyor.
Dağıtılıyor da, o dağıtım öyle bir yapılıyor ki, ortaya çıkan manzaradan utanmamak elde değil.
Dağıtımı yapanların iş bilmezliği bir yanda, hakkına razı olmayarak çok daha fazlasını kapma yarışına girenlerin hoyratlığı bir yanda derken dağıtım tam bir curcunaya ve rezalete dönüşüyor.
Oysa yardım yapmanın da bir özeni olmalı. Veren el, alan elin ruhunu mağdur etmemeli. Alan el de hakkına razı olup veren elin diğer muhtaçlara da uzanmasına izin vermeli.
Bu dağıtımlar ulu orta yerlerde yapılmak yerine belirlenen evlere tek tek teslim edilerek yapılamaz mı aslında? Yoksa o zaman yapılan o yardım diğer insanlar tarafından görülemez diye midir bütün bu gösteri?
İbadet de yardım da gizli yapılmaz mıydı hani? Hay Allah, onlar da mı değişti!!
Yüzyılın İyilik Hareketi bile "Kendine İyilik Hareketi"ne dönüşmüşken daha fazlasının olmasını beklemek de belki bizim hayalperestliğimiz.
Yardım toplama kampanyalarında toplanan yardımların ihtiyaç sahipleri yerine üç-beş kişinin kesesine girmiş olması insanların bu durumlara olan güvenlerini de sarstı. Nereye gideceğinden emin olmadıkları 1 kuruşu dahi vermekten sakınır oldular. Böylece bu yol da kendi kendisini kapatmış oldu.
İyiliksever, yardımsever, misafirperver, gönlü zengin insanlar azaldıkça azaldı. Onların yerine yaptığı her şeyi insanların gözüne sokan, kaşığıyla verip sapıyla çıkartan insanlar geldi oturdu. Üstelik yardımı alan taraf da bundan hicap duymak yerine daha beter arsızlaştı.
Ömer Seyfettin'in Diyet hikâyesindeki Koca Ali'nin öyküsünü hatırlarsınız belki.
Hacı Kasap gibilere lâyık olan cevabı verebilecek "koca yürekli" Koca Aliler kaldı mı dersiniz?

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Kaset sardı!

Ah Ceyar ah! Bütün bu işleri sen açtın başımıza. Nerde var çetrefilli iş hep senden öğrendik. Kuyu kazmayı, tuzak kurmayı hep sen öğrettin bize.
Mizansen oluşturularak yapılan kamera şakalarını oldum olası sevmedim. İnsanları faka bastırmak, küçük düşürmek, alay etmek ve onların bu durumlarından eğlence çıkartmak hep "ayıp" geldi.
Tuvaletlere ve mağazalardaki soyunma kabinlerine yerleştirilmiş kameralardan elde edilen çekimler ona kezâ...
Uyuşturucuyla ya da alkolle kendisine mukayyet olamayacak hale getirilmiş insanları en müstehcen hallerini kayda alıp, bu kayıtlarla onlara şantaj yapmak da bu 'şaka'ların birkaç adım ötesi.
Hepsi de özel hayata büyük bir saldırıyı kapsıyor.
Bu tarz kayıtlar için siz de, 'Ne özeli, kendi eşiyle değil ki!' diyorsanız, o başka…
Bence;
"Özel"den kasıt kimin "ne" yaptığıdır. "Kiminle" ne yaptığı değil. Önce bunu iyi bir ayırt etmek lâzım. Eğer ki insanoğlunun aklı sürekli kimin "ne" yaptığına takılı olarak yaşarsa çevresindeki insanların yüzlerine bakamaz hale gelir. Alt kat komşusu, mahalle bakkalı, dolmuş şoförü, anne-babası, kardeşleri, çocukları, arkadaşları, öğretmenleri, en fakirinden-en zenginine, en okumuşundan-en cahiline kadar herkes- Bu insanların hiçbirisini o "özel" durumda düşünmeyiz değil mi? Böyle bir şeyi aklımıza dahi getirmeyiz.
Etrafta koşturup oynayan o sevimli çocukların tarlalarda yetişmediklerini çok iyi biliriz. Biliriz de özel hayata olan saygımızdan dolayı teferruatını öğrenmeye kalkışmayız. Ve başkalarına anlatmayız da.

Malûm kaset olayını hepimiz duyduk. Hani şu kurgulanan tezgâha düşen hem uçkuruna düşkün, hem de tedbirsiz vekillerin başına gelenleri. Bir yandan makamlarının ve sorumluluklarının farkında olmayan insanların yaptıkları bu basit ama vahim hatalar ve kadınlara olan bakış açıları, kendilerinin o makamları ne kadar hak ettiklerini de sorgulatmıyor değil insana.
Benim esas merak ettiğimse bu tuzak ne kadar zamandır hazırlanıyordu? Bu büyük prodüksiyonda canla başla kimler çalışıyordu?
Kameraların yerleştirilmesi, başrol oyuncuları olan kadınların ayarlanması, randevulaşmalar, buluşmalar, ses, ışık, çekim, montaj... Epey organize bir çalışma ve zamanı gelince minik bir hareketle düğmeye basma. En ince ayrıntısına kadar kurgulanmış bu filmi gösterime sunma. Gururla yapılan bir gala.
Ve sonuç: Şok şok şok!!
Filmin iştahla izleniminin ardından bütün insanlar sanki kendileri birer aziz, birer azizeymişlercesine bu konunun içine balıklama dalıp ahkâm kesmeye başlıyorlar. Alın size yine yeni bir karmaşa, yine yeni bir patırdı, yine yeni bir toz bulutu. Kısacası halkı boş işlerle iştigal ettirme becerisi.
Daha başka kimlerin filmleri gösterim için sırada bekliyor, orası da ayrı konu. Zamanı geldikçe hepsini gösterime sürerler nasılsa.

Yapılan yanlışı sergileme ve herkese duyurma çabasını gördükçe, her şeyi bu kadar ortalara serme meraklılarının Mevlana'nın şu sözlerini hiç mi duymadıklarını düşünüyor insan:

"Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol,
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol,
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol,
Hoşgörüde deniz gibi ol,
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol."

Aslında bu tuzağa düşen kurbanın durumu da içler acısı.
Genç bir kızla kaçamak yapma fikri o kadar cazip gelmiş olmalı ki, genç bir kızın yaşıtlarıyla olmak yerine niçin yaşını başını almış bir adama durduk yerde ilgi göstermeye başladığını sorgulamamış bile. Belki de 'Parasıyla değil mi arkadaş!' diye düşünmüştür.
'Kurnazlar olmasa dolandırıcılar aç kalır' diye boşuna dememişler. Karşısına çıkan her fırsatı değerlendirmekte bir çekince görmeyen, yaptıklarının varacağı yeri hesap edemeyen insanların başına çorap örmek de çok daha kolay oluyor tabii.
Tarihin her döneminde erkeklerin kadınlara olan zaafları kullanılarak erkekler üzerine türlü çeşit oyunlar oynanmış. Güç ve makam sahibi erkekleri yerlerinden edebilmenin en kolay yolu da bu olsa gerek.

Samson ve Delilah hikâyesini hatırlarsınız belki.
Hikâyeye göre Samson; İsrailoğulları'nın Filistinliler'e karşı direnişinde etkin bir rol oynayan Herkül gibi güçlü bir kahramanmış. Bir başka ünü de Filistin kadınlarına olan düşkünlüğüymüş. Delilah da bu kadınlardan biriymiş. Fakat Samson, Delilah'ın kız kardeşi Semadar'a aşık olunca Delilah'ın öfkesini kazanmış. Delilah da türlü hilelerle Samson'un gücünün saçlarında gizli olduğunu öğrenmiş. Bir gece Samson'u koynunda uyutarak saçlarını kazıtmış ve onu Filistinliler'e teslim etmiş.
Doğru olup olmadığından emin olunmayan böyle bir tevatür de Baltacı Mehmet Paşa ile Katerina arasında yaşanan bir çadır gecesi aşkıdır.

Kâh yurt dışında kâh yurdumuzda bakan düşüren ilişkiler de ortaya çıkartıldı. Birlikteliklerinin ifşa olmasıyla üzülen, utanan ve utandırılan insanlar oldu. Terk-i makam ettiler. Bu birlikteliklerinin bedellerini çok ağır ödediler.
Ülkemizde tek eşlilik kanunî olarak belirlenmiş bir durum.
Çok eşliliği imam nikâhı yoluyla kendilerince meşrulaştıran insanların sayısı da az değil. İmam nikâhı kıyarak bu durumu herkese ilân ettiği zaman bir erkek acaba şunu mu demiş oluyor: ‘Diğer eşimin ve karşılıklı ailelerin hepsinin bu durumda rızası var, her şey herkesin bilgisi dahilinde, ahlâka ve namusa aykırı bir şey yok!'
Yani nikâhın her türlüsü çevreye karşı bir kadınla bir erkeğin birlikteliğinin ilân edilmesi demek. Bunun dışına çıkanlarsa her türlü cezayı ve her türlü aşağılanmayı hak ederler.
O zaman; ilk taşı hiç günah işlememiş olanımız atsın...

Kurnazlık üzerine yazılarım: