30 Nisan 2013 Salı

Kan Kırmızı, Ruj Beyaz


"Sevgilim kızma sakın ve lütfen yanlış anlama,
kırmızı rujunu sürünce paramın yetmediği elma şekerleri geliyor aklıma..."
demiş Sunay Akın 'Kırmızı'sında...
Herkesin aklına isteyip de ulaşamadığı bir şeyleri düşürüyor demek ki şu kırmızı ruj.
Geçmişe götürüyor.
Yaraları deşiyor.
Rahatsızlık veriyor...
Boyamasınlar o zaman o dudakları öyle kırmızı kırmızı.
Almasınlar başımızdan aklımızı.
Durduk yerde sokmasınlar günaha insanları.
Al dudaklara imrenirken cehennemlik olmak da var.
"Nefis" malum....
****
Ah bir de adım başı öldürülen kadınlardan akan kıpkırmızı kanı durdurabilseler.
Kadın öldüren katillerin kana bulanan ellerini namus çeşmesinde yıkamaya kalkışmalarını yasaklayabilseler.
Nefis ile vicdanı, hak ile hukuku yan yana taşıyabilseler...
Ruj ne ki?
Boya işte...
Ha kırmızı ha değil...

29 Nisan 2013 Pazartesi

Çalkala Türkiye çalkala!


Yoğunluktan olsa gerek, Başbakan TUSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz'a henüz randevu vermedi ama sanki kaleyi içten fethetmek istercesine milli içeceğimiz olarak ayranı işaret ederek kendisine çapkınca bir göz kırptı...
Hadi oraları geçelim,
Şu sıralar Türkiye öyle bir çalkalanmakta ki, bu çalkantıyla yayık ayranının en alası çıksa yeridir.
Zaten Başbakanımız da onu demiş olsa gerek.
Çalkalaya çalkalaya sizi ayran kıvamına getirdim.
Hadi buyrun, afiyet olsun...
Ayranın mükemmelliği herkesçe bilinir.
Lakin bunu dayatmacı ve milli duyguları kullanarak bir anlayışla sofraya getirirseniz, kimseciklere içiremezsiniz.
Çocuk ve ebeveyn ilişkisi misali, yap denilen yapılmaz, ye denilen yenilmez, iç denilen içilmez.
Oysa ayranın bilgilendirici, özendirici ve işaret edici bir politikayla marka haline gelmesi işten bile değil...
Kolacılar, biracılar, tütüncüler ve bilumum keyif verici madde üreticileri müşterilerinin kanına bu dayatmayla mı giriyorlar sanki.
İlla ki içeceksin mi diyorlar?
Yavaş yavaş zerk oluyorlar hayatlarımıza.
Çünkü markalaşmanın güzergâhını çok ama çok iyi biliyorlar...

26 Nisan 2013 Cuma

Safdilliğin hazin sonu...

Sizi çok akil bulduk dense sizin de hoşunuza giderdi elbet.
Çok akil bulduk ve kendimize elçi ettik dense, "Sizin elçiye ihtiyacınız mı vardı ki, vekiller neyin nesi? diye de düşünürdünüz ama değil mi?
Koştura koştura gidip verilen payeyi kapmazdınız.
"Benim payem bana yeter" derdiniz.
Millet zaten elçisini seçmiş, meclisine göndermiş.
Vekillik elçilik değil de akillik mi elçilik?
Seçilip de ateşin üzerine salınan akilcikler halkın kalbinde yıllardır edindikleri yerlerini de yitirdiler.
Maşa edildiler de haberleri yok.
Gelen vuruyor giden vuruyor, kimsenin kendilerini dinlediği yok.
Görünen o ki, dinleyeceği de yok.
Halkın en sevdiklerinden medet umarken hepsini halkla karşı karşıya getirmek, kaş yaparken göz çıkarmaktan öteye gidemedi işte
Her şey tam bir Arap saçına döndü.
Debelendikçe daha da battıkları bir bataklığa saplandılar.
Halkın kendilerine el uzatması ne kelime, batağın daha da dibine itiliyorlar.
Düşünmüyorlar ki, vatanı bölmenin bir mantığı olmuş olsaydı tepedekiler zaten kendileri anlatırlardı.
Her istediklerini istedikleri gibi çevirmesini biliyorlar ya.
Onların ne akıllıya, ne akılsıza, ne okumuşa, ne okumamışa, kimseye ihtiyaçları yok.
Eyvallahları da yok...
Analarını yanlarına katıp da gönderdikleri çoooook ama çok...
Size eyvallah edip "vatan borcu, kutsal vazife" dolduruşlarıyla halkın içine salarak sizin geçmişinizi de bitirebiliyorlarsa ve siz de buna alet oluyorsanız.
Bir şey diyeyim mi?
Üzgünüm ama siz Akil Makil değilsiniz...
Belki biraz safdilsiniz...

25 Nisan 2013 Perşembe

Canlı canlı Cazcanlı

Caz deyince aklımdan bir çırpıda geçiveren sözcükler;
Erol Pekcan, Nat King Cole, Louis Armstrong, Sevinç Tevs, Ruacanlar, Durul Gence, Önder Focan, Okay Temiz, piyano, davul, saksafon, kontrbas, Afrika, zenciler, blues, eşsiz güzellikte gece manzarasına haiz bir roof, belki bir kadeh şarap.
Ve tabii meşhur Cazcı Kardeşler...

Kardeş olmasalar da caz müziğinin birleştirdiği bir üçlüyü izledim Fethiye Kültür Merkezi'nde.
Rotary 2440 Bölge Federasyonu'nun NİLSEM'in güçlendirilmesine yönelik düzenlediği etkinlik kapsamındaki Kerem Görsev Trio konseri...
Piyanoda Kerem Görsev, kontrbasta Kağan Yıldız ve davulda hemşehrimiz Ferit Odman.
Ustalığıyla izleyenleri kendisine hayran bırakan Kerem Görsev karşısındaki iki gençle müzik yoluyla konuşuyordu. Üçlünün birbirleriyle olan iletişimindeki enstruman sadece bedenleriydi.
Sahnede yaptıkları müzikleriyle atışıyor, yine müzikleriyle anlaşıyorlardı.
Bazen kontrbas giriyordu soloya, bazen piyano.

Davuldaki genç Ferit Odman bakışları üzerine toplamış, doyumsuz lezzette ritmlerle başımızı döndürüyordu.
Kerem Görsev'in mikrofonu alıp da Odman'ın geçmişiyle ilgili ettiği birkaç cümleden sonra Bursalılar olarak hayranlık ve gururla dolduk.
Odman 82 doğumlu, İnal Ertekin İlköğretim ve Bursa Anadolu Lisesi mezunu, Bilgi Üniversitesi Caz Performans Bölümü'nde tam burslu lisans ve Fulbright bursu ile de William Paterson University'de yüksek lisans yapmış.
Yüksek lisansını 4x4'lük bir sonuçla, 4 üzerinden 4 alarak tamamlamış üstelik...
Bateri çalmadaki mahareti gülen yüzüyle birleştiğinde ortaya çıkan sonuç işini ne kadar çok sevdiği ve ne kadar eğlendiğiydi.
Davuldan davula, zilden zile gezen bagetler zaman zaman görünmez hale geliyordu.
Doğallığı ve rahatlığı, eğitimine ve yeteneğine olan güveniyle de alakalıydı elbet.
Konser sonrası ettiğimiz kısacık sohbetten ve konserde edindiğim fikirlerden sonra eve gelince bir de (mübarek) Ekşi Sözlük'e sordum kendilerini.
O da benim düşündüklerimden farklı şeyler söylemedi tabi...

Kontrbastaki Kağan Yıldız'ın gözlerini kapatıp da parmaklarını kontrbasın üzerinde gezdirmeye başladığı zamanlarda cazın olmazsa olmazlarından birisinin de kontrbas olduğunu anlıyor insan.
Davulun tempolu, piyanonun bazen neşeli bazen romantik hallerini dengeleyip, ortama biraz daha cool bir hava katıyor sanki.
Öyle ağır ağır, öyle basa basa.
Lâkin bu tarz cazda dans edilemiyor.
Değişen ritm ve doğaçlama gelişen atışmalara hiçbir figür yetişemiyor...
Sadece oturulan yerde öne arkaya hafif hafif sallanan baş ve davula yetişmeye çalışan ayaklar...
****
Gönül isterdi ki bu kadar donanımlı müzisyenlerin performans sergiledikleri bir gecede salon tıklım tıklım dolu olsun.
Gelenler hem keyifli birkaç saat geçirsin, hem de geceye vesile olan etkinliğe katkıda bulunsun.
İzleyici azlığı için söylenebilecek şey, ya gecenin tanıtımı yeterince yapılamadı ya da insanların müzik tercihleri iyice farklılaştı.
Az da olsa izleyenler için söylenebilecek şeyse, hepsinin cazın keyfine varmış, ilmini almış insanlar oluşu.
Yerinde ve dozunda alkışlar yalan söylemez..
****
Davulcu'ya tekrar dönecek olursak; kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya... derler ya hani.
Böyle davulcuları görünce kızı kendi haline bırakmak ne kelime, özellikle teşvik etmeli ki davulcuyu elden kaçırmasın diyesi geliyor insanın.
Sol parmaktaki yüzüğü görünce de, kaçırmayan kıza bir aferin çekesi...

23 Nisan 2013 Salı

Başbakanım geçmiş olsun...

Duydum ki -yine- hastaymışsınız...
23 Nisan törenlerine katılamamışsınız.
Soğuk almışsınız. Sesiniz kısılmış. Doktorlarınız istirahat vermiş.
Geçmiş olsun.
E havalar atarlı bu aralar. Bir güneyden esiyor, bir doğudan, bir batıdan.
Cereyanda kalmamak lazım.
Mazallah insan hastalanıverir böyle.
Memleketin en kıymetli kutlamalarına katılamaz sonra.
Atasının çocuklara armağan ettiği bayramda çocukların yanında bulunamaz.

Neyse, siz kendinize iyi bakın.
Önümüz mayıs malum. Bahar geliyor.
Sesinizi de kendinizi de çok yormayın.
Çocukların yanında olamadıysanız da bari gençlerin yanında olun.

Yok, 19 Mayıs'ta da hasta olursanız inanın çok üzüleceğiz.
Hâttâ belki "biraz" da yanlış düşüneceğiz....

19 Nisan 2013 Cuma

Bir ummansın Sunay Akın

Nasıl bu kadar çok şey bildiğine şaşırdığım bir adam bu adam.
Daha doğrusu öğrendiği ne varsa hepsini nasıl hatırladığına.
IQUP desteği alıyor kesin...
Ya da fotoğraf sanatçısı arkadaşının dediği gibi zamanda yolculuk makinesini icat etti, geçmişe gidip gidip geliyor. Her şeye canlı canlı şahit olup, sonra da bize anlatıyor.
Ama ne anlatmak.
O anlatırken tempo bir an bile düşmüyor. Daldan dala, konudan konuya atlarken ordan buraya nerden geldik, burdan oraya nasıl bağlandık anlamıyor insan.
O ne LA!'dan Muğla'nın ULA ilçesine ışık hızıyla ulaşılabiliyor mesela.
Durduk yerde Sunay Akın da nereden çıktı diyeceksiniz.
Siz deyin, ben de size diyeyim.
Uludağ Otomotiv Endüstrisi İhracatçıları Birliği tarafından organize edilen "Türkiye Otomotiv Sektöründe 2. Ar-Ge Proje Pazarı ve Otomotiv Komponent Tasarım Yarışması" (çok uzun oldu biliyorum) kapsamında Merinos Atatürk Kongre Kültür Merkezi'ndeydi Çarşamba günü.
Zamane tasarımcılarına taş çıkartan eski tasarımcıları anlattı bir bir.
Bursa hamamlarından birinde yıkanan iki iş adamının, kurnanın başından kalkmadan hamam tasının içine koydukları sabunu birbirlerine yollamalarından esinlenip, ilk arabalı vapur olan Suhulet'i yaptıklarını öğrendik mesela.
Ha tasın içinde sabun, ha vapurun içinde araba.
Sen sonuca bak sonuca...
Klakson çalınmaz yasağının ilk konulduğu kentin İstanbul olduğunu, 1953 yılında yasağa uymayanlardan toplanan paralarla da Haseki Hastanesi Sinir hastalıkları bölümü yapıldığını öğrendik.
İç ses: Acaba hastanenin ilk sakin(!)leri fazla klakson çalanlara sinir olanlar mıydı?
Daytonlu iki bisiklet ustası olan Wilbur ve Orville Wright kardeşlerin 17 Aralık 1903'de ilk havalanışlarını ve ilk uçuşlarını yaptıklarını biliyorduk.
Ama otomobillerdeki dikiz aynasının, "Makyaj aynası benzeri bir ayna olsa da arkamızdan gelenleri görebilsek" diyen bir kadının talebi üzerine tasarlandığını bilmiyorduk.
Kendi buluşu olan su ayakkabıları ile İstanbul Boğazı'nı yürüyerek geçen Deniz Yüzbaşı Attila Hülagü'nün tasarımı zaman içinde unutulup gitmişti, hatırladık.
Eskilere gittik, Rumelihisarı'nın planına kuş bakışı bakıldığında Arapça 'Muhammed" yazdığını, imzayı atanın bizzat kendisi olması gerektiği için Fatih Sultan Mehmet'in hisarın yapımında bizzat çalıştığını anlattı, öğrendik.
Tasarımsa tasarım.
İmzaysa imza.
Hem de en ıslağından...
Hollanda'ya bir işçi ailesinin çocuğu olarak giden Cengiz Özdemir'in oradaki Madurodam (Minyatür Hollanda) bahçesini gördükten sonra Türkiye'ye de bir benzerini yapma fikrinin doğmasından çok önce, Tanzimat Dönemi bilim ve siyaset adamlarından Gaziantepli Mehmed Tahir Münif Paşa, o dönem hiçbir örneği olmayan "Minyatür Osmanlı Devleti Parkı" fikrini ortaya ilk atan kişi imiş aslında.
Hakkını teslim etmeli...
Tasarımdan bahsederken tasarımın dahisi Zihni Sinir'i ve meşhur Procelerini de unutmayalım tabi.
Sunay Akın kısa bir zaman içerisinde o kadar çok şey anlattı ki, anlatırkenki heyecanından kendi bildiği her şeyi hepimizin öğrenmesini istediğini hissettim.
İleriki zamanlarda flash bellek uygulaması tasarlanır belki.
Sunay Akın'dan herkese dosya transferi.
İşlem tamam.
Şu haliyle anlattıklarından bazılarını unutacak olsak da, yüz yüze sohbetin keyfi bambaşka...
****
Eskinin uyduruvermesi, yeninin tasarımı derken insanı yaratıcı yapanın yokluk ve hayal gücü olduğu ortada değil mi?
Varlıksa tembellik ve hımbıllık sebebi.
Büyüklerimiz hemen her şeyi uyduruverirlerdi hani.
Eski oyuncaklarımızı düşünün bir; bezden bebekler, kamıştan flütler, tahtadan atlar, bilyeli arabalar, aydöndü kafasından çemberler ve daha neler neler.
Bir de şimdikilere bakın...
Oyuncak konusunu en iyi bilen yine Sunay Akın
23 Nisan 2005'de kurduğu İstanbul Oyuncak Müzesi'nin Avrupa Konseyi'ne bağlı Avrupa Müze Forumu tarafından verilmekte olan Avrupa Yılın Müzesi Ödülü'ne 2010 yılı için aday olduğunu ve kırmızı halı öyküsünü anlattı arada.
Aday ülkelerin bütün elçileriyle hazır ve de nazır bulundukları o gecede, yalnızlığına üzülerek kendisine eşlik eden Prenses Sibilya ile yediği yemek için Türk yetkililere şükran doluydu.
Bir prensesle yemek yemek ha!
O ne LA!
****
Sahneden sesleniyor;
"Bunu da yaz Canan...!"
****
Sunay Akın'dan -yazıyı uzatmış olsam da- yazmadan edemeyeceğim bir öykü:

Ben sadece üşüyordum...
1900'lü yılların başında, Berlin sokaklarında bir Alman Yüzbaşısı dolaşıyor.
Adı Voigt...
Herkes selam veriyor kendisine.
Selam verenler arasında, sokakta devriye gezen askerler de var.
Kendisine selam veren askerleri katıyor peşine "Siz benimle gelin" diye.
Tam Köpenic Belediye binası önünden geçerken, arkasında toplanan 20'ye yakın askerle birlikte giriyor belediyeden içeriye.
Koskoca Alman Yüzbaşısı gelmiş. Ayaklanıyor Belediye.
Belediye Başkanı koşarak iniyor aşağıya. "Buyurun efendim. Bir şey mi istemiştiniz?"
"İmparatorun emri var. 4 Bin mark vereceksiniz" diyor yüzbaşı.
Alelacele toplanıyor Belediyedeki para.
Yüzbaşıya teslim ediliyor.
Yüzbaşı ise, arkasından gelen askerlere emir veriyor "Kimseyi dışarıya çıkartmayın" diye.
Ve kayıplara karışıyor. Çünkü, o gerçek bir yüzbaşı değil, bir dolandırıcı.
Yakalanıyor sonra tabi. Atılıyor hapse.
Olay, dönemin Alman imparatoru Wilhelm'e kadar gidiyor.
Merak ediyor bu parlak fikirli dolandırıcıyı.
Çağırtıyor yanına ve getiriyorlar karşısına.
İmparator "Neden yaptın böyle bir şeyi?" diye soruyor Voigt'e…
Voigt ise "Ben sadece üşüyordum" diye cevap veriyor imparatora.
Ardından da;
"Cebimdeki son para ile bit pazarından bir palto aldım. Palto, eski bir yüzbaşı paltosuymuş. Baktım, sokakta herkes askerler dahil selam veriyor bana. Tam belediyenin önünden geçerken, aklıma böyle bir şey geldi. Ama ben sadece üşüyordum" diyor.
Çok hoşuna gidiyor durum İmparatorun.
Cezasını affederek, salıverilmesini sağlıyor önce Voigt'in…
Ardından Voigt'in, satın alıp Belediye'yi dolandırdığı Yüzbaşı paltolu heykelinin Belediye Binası girişine dikilmesini emrediyor.

Son olarak da, "Sen kimsin kardeşim?" bile demeden, belediyenin 4 bin Markını sahte yüzbaşıya veren Belediye Başkanını çağırtıp, "Her sabah Belediye'ye girerken ve her akşam Belediye'den çıkarken sen ve Belediye çalışanları bu heykele selam vereceksiniz" diye emir veriyor.
Alman İmparatorunu bile güldüren bu 'müthiş zeka isteyen' dolandırıcılığın kahramanı olan Voigt'in Yüzbaşı formalı heykelinin hala Kopenic eski Belediye binası önünde durduğu ve binaya girip çıkan herkesin bu heykeli selamladığı söylenir.

Ölen, öldüren ve yaşatan

Bir yanda baba-oğul tarafından dövüle dövüle öldürülmüş iki aylık taze bir gelin; öte yanda altı yaşındaki oğlunun ölümünün ardından organlarını bağışlayan, evladının kalbinin üç yaşındaki bir kıza nakledildiğini öğrenen ve o minik cana sarılıp da oğlunun kalp atışlarını gözleri kapalı dinleyen bir baba...
Ölen gelin de bir babanın evladı.
Ölen oğul da.
Ölen oğul sebebiyle hayata tutunan kız da.
Kızı öldürülen de baba, gelinini öldüren de, oğlunun canıyla bir başka cana can veren de, o can sebebiyle kızına can bulan da...
Ağzı gözü, eli kolu var diye herkese insan deniliyor.
Lâkin bazıları özde, bazıları sözde.
Bazılarıysa o bile değil...

17 Nisan 2013 Çarşamba

Marka olabilmenin güzergâhı

İskender Bey 1867 yılında, Bursa Kayhan'da dünyaya yayılacak bir lezzetin temellerini atıyorken aklına markalaşma gelmiyordu elbet.
1930 yılında Kafkas Kollektif Şirketi'ni kurarak ilk dükkanını Bursa Atatürk Caddesisi'nde açan Ali Şakir Tatveren'in marketing sözcüğüyle bir alakası yoktu.
Onlar, yıllar içinde gösterdikleri istikrar ve gelişme neticesinde birer marka oldular.
Birçok firmanın umru değilse de pek çok firma markalaşma peşinde koşuyor artık.
Pazartesi günü Sherton Hotel'de yapılan Marketing Anadolu Mektep Eğitimleri toplantısındaki sunumlardan öğreniyoruz ki marka olmanın da belli kuralları var.
Ürününün kaliteli olması ilk kural.
Sonrasındaysa sürdürülebilirlik ve tanıtım.
Protect House ve Havas Yönetici ortağı, Marka Stratejisti Cüneyt Devrim keyifli sunumuna marka değerinin insanlar üzerindeki etkisini anlatan minik bir öyküyle başladı.

Zamanın Prusya Kralı halkına patates yetiştirmesi ve yemesi için emir vermiş.
Kimsede tık yok.
Kral akıllı, patatesin soyluların yiyeceği olduğu tevatürünü yaydırmış dört bir yana. Sarayın etrafına patates ektirmiş ve başına da nöbetçiler dikmiş. Nöbetçilerin kulağına da akşam olduğu zaman biraz kör olun, patates çalanları görmeyiverin diye fısıldatmış.
Hem soylu yiyeceği,hem de sıkı koruma altına alınmış olan patates bir anda cazip hale gelmiş.
Yıllar ve yıllar sonra da AyşeTeyze'nin "Yiyin Gari" sözüyle piyasada ünlenen cips olmuş çıkmış.

Bursa'daki pek çok firmanın rahatlık tuzağına düştüğünü ve nasılsa ben bu işi biliyorum, pazarlamaya yatırım yapmaya ne gerek var diye düşündüğünü, küçük olsun benim olsun dediğini, pek çoğunun fason üretim yaptığını söylüyor Devrim.
Küçük olmak da yeterli değil artık.
Küçüklerin arasında da farklılığı yakalamak lazım.
50 bin liralık yatırım yaparken, araştırma için 5 bin liraya kıyabilmek lazım.
****
Marka da neymiş demeyin...
Şu rekabetçi sistemde çok önemli.
Aynı kalitedeki iki tişörtten birisinin göğsüne kondurulan minik bir logo fark yaratıyor mesela.
Ya da, ederinin 1 lira olduğunu bildiğimiz bir kahveye 5 lira vermekten kaçınmıyoruz.
‘Allahın suyu'nun şişelenmişini şişenin tasarımına göre farklı fiyatlara alıp içiyoruz.
Markalaşmış bir kot pantolona bilmem ne kadar para vermeye ne gerek var demiyoruz.
Hani "Ötmezse ötmesin, illa ki tepeli olsun" derler ya, seçilen marka da pek çok şeyin göstergesi haline geliyor işte...
****
ARVAK Yönetim Kurulu Başkanı Ayhan Tezcan'ın konuşmasından da öğreniyoruz ki; markalaşmanın bir diğer ayağı olan reklam ve tanıtım tarafında en etken olan açık hava reklamlarıymış.
Açık hava reklamlarını görmek için ne bir dergi, ne bir gazete almaya, ne de televizyon izlemeye gerek var.
Tamamen bedavalar ve 7x24 ortadalar.
Otobüs durakları,metro istasyonları, bina yan duvarları, yol kenarları, yol ortaları, kavşaklar ve aklınıza gelebilecek her yer reklam panolarıyla dolu.
Trafikte giydirilmiş araçlar seyrediyor.
Bakmasak da görüyoruz.
Gördüklerimizi belleğimize atıyoruz.
Açıkhavadan kapalıya girelim;
Telefonları cevaplayan sekreterin ses tonundan, mağaza görevlisinin tavırlarına, şirket yetkililerin konuşma ve yazmadaki dil becerilerinden oturuşlarına, ürünlerin mağaza içindeki yerleşiminden mağazanın dekoruna kadar her ayrıntının marka olmakta etken olduğunu biliyoruz.
Salaş ürünler satan bir mağaza ile lüks ürünler satan bir mağazanın iç dekorasyonu farklı çizgilerde.
Dolayısıyla konsept ve sunum aynı çizgiyi yakaladığında başarı geliyor.
****
Taş yerinde ağırdır misali segment değiştirenler de ağırlıklarını kaybedebiliyorlarmış.
Bu yüzden bir isimle tanınan bir firma farklı bir ürünle ortaya çıkacağı zaman ürünün segmentine göre bir yol izlemek zorunda.
Yeni ürünün adından tanıtımına ve sunumuna kadar herşey hedeflenen alıcı gruba göre tasarlanmalı.
Ve daha bunun gibi pek çok bilgi öğrendik saatler boyu.

Bu arada, Bursa'daki medyaya İstanbul semalarından bakıldığında Olay ve Hakimiyet dışında görünen kimsecikler de yokmuş.
Yerel medyanın öneminden bahseden Local Media Group Kurucusu ve Yöneticisi Arzu Küfündür 3 büyük ili işaretlemiş haritada.
Bu üçlünün içinde de Bursa yok.
Neden yok olduğunun cevabı yine Bursa Medyası'nda olsa gerek.
Kendisini Anadolu Medyası olarak tanımlamayan Bursa yerel medyasının İstanbullular tarafından pek dikkat çekici bulunmuyor olması epey dikkat çekici aslında.
Demek ki medyanın da kendisine bir çeki düzen verip markalaşması gerekiyor.
İnternetin insanların medyayı takip alışkanlıklarını değiştirdiğini gözardı etmemesi gerekiyor.
Habere ulaşmak için ertesi günün beklenmesine gerek kalmadığını, bir tıkla alt kattaki komşuya, bir tıkla dünyanın öte tarafına ulaşılabildiğini, bilginin her yerde aynı ama markalaşmak için gereken farklılığın teknoloji, tasarım ve  köşe yazarlarının yazıları ile sağlandığını dikkate alarak kendilerini güncellemeleri gerekiyor.
Yerel medya demişken, yerelde ünlenen firmaların ünlendikten sonra yerele sırt dönmeleri ve çıktıkları kabuğu unutmaları da firmaların markalaşma yolundaki yükselişlerinde irtifa kayıplarına sebep oluyormuş...
****
Uzun uzun anlatılanları dinlerken her şeyin daha fazla üretme ve ürettiğini daha fazla tükettirme üzerine olduğunu düşündüm.
Tüketim olmazsa ürün üreticinin elinde kalır.
Sonra da "işler kesat!"
Üretim de olacak, tüketim de.
Yeter ki üretenler önce insana ve doğaya değer versinler.
Üretirken doğayı ve insanı tüketmesinler.

Ve mümkünse insanları çıldırtacak kadar da üretmesinler...

15 Nisan 2013 Pazartesi

Ellere var da bize yoh mi?


Her köşe başında her konuda kendilerine "özgürlük" isteyen, kendilerini "ifade edemediklerini"haykırmakta hiçbir beis görmeyen, vatan evlatlarının katledilmesi emrini veren teröristbaşına da kiloyla verilen "ifade özgürlüğü"; Hayyam'ın yıllar önce yazmış olduğu rubaisinden dizeler paylaşan Say'a çok görülmüş olmalı ki kendisi 10 ay hapis cezasına çarptırılmış.
Her kesime özgürlük, her kesimi kucaklama, her kesime şefkat vaatleri verilirken Hayyam kadro dışı kalmış besbelli.
Hayyamla birlikte Fazıl Say da.
Vatanseverlerden alınan ifade özgürlüğü ile, vatanın ocağına incir ağacı dikmeye çalışanlara verilen ifade özgürlüğüne bakıp bakıp "Ellere var da bize yoh mi?" diyesi geliyor insanın.

Ah Hayyam ah. Hepsi senin yüzünden.
Ne vardı sanki,
"Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun, cennet-i ala meyhane midir?
Her mümine iki huri vereceğim diyorsun cennet-i ala kerhane midir?" diyecek...

Anlayan anladı Bakan Bey, anlayan anladı!

Kanser tedavisi gören ve kendisinden ilaçlarının temini için yardım isteyen üniversite öğrencisi genç kızın cebine para koymak, "Al işte bu parayı. Başka ne yapacağım? Onları sen kendin al. Parayı al, cebinden düşürme" demek, sonra da camiye gidip namaz kılmak.
Hem vazifesini, hem de yardımını(!) yapmış olmanın huzurunu yaşamak.
Böylece cennette birinci mevkiyi garantilemiş olduğunu düşünmek.
Cami bahçesinde Bakan Bey'i bekleyen ve kendisini engellemeye çalışan polislere rağmen, "Ben dilenci değilim" diyerek parayı iade eden bir insanın halet-i ruhiyesini idrak edememek...
Ne sevgi, ne saygı, ne şefkat, ne alaka, ne ilgi, ne bilgi...
Sonra da "Kız yanlış anladı!"
Anlayan anladı Bakan Bey, anlayan anladı.....

14 Nisan 2013 Pazar

Kas gücüyle Devr-i Âlem'e var mısınız?

“Hayat yolculuğunun amacı, mezara alımlı, iyi muhafaza edilmiş bir bedenin içinde değil, tekrar tekrar patinaj yapıp tozu dumana kattıktan sonra tamamen tükenmiş, sonuna kadar harcanmış bir halde bağıra bağıra 'Vay canına, ne yolculuktu be!' diyerek varmak olmalıdır” Hunter THOMPSON
80 Günde Devri alem’i okurken biz de alemi devretmiştik Phileas Fogg ile birlikte.
Havayolunu kullanmasının yasak olması nedeniyle onunla birlikte kâh fil sırtında, kâh trenle, kâh gemiyle yolculuk etmiştik.
Ve Fogg’un bir iddia üzerine çıktığı bu yolculuğu o 80 günde, bizler de belki 8 günde, belki de 8 saatte tamamlamıştık.
Kitabın okunma rekoru kırdığına bakacak olursak, yerleşik düzene geçmezden önceki göçebelik günlerinin izleri midir bilinmez, maceraperest ruh insanın içinde bir yerlerde mevcut.
Neyse ki ömürlerini dümdüz yaşayarak tamamlayanların yanında hayat yolculuklarını -kendilerine göre sıradan- sıra dışı yaşayan insanlar var dünyada.
Onlara deliliklerini dünyaya kabul ettiren dahiler demek yanlış olmaz.
Bu deliliği kâşiflik anlamında değerlendirecek olursak; (Kristof Kolomb, Marco Polo ya da Macellan’a kadar uzanmayacağım) 1963 yılında yaptırdığı 10,5 metrelik Kısmet isimli yelkenlisiyle 1965 yılında çıktığı dünya seyahatini 3 yılda tamamlayarak, dünyayı dolaşan ilk Türk denizcisi olan Sadun Boro mesela.
Ya da Uzaklar II isimli 14 metrelik yelkenli teknesi ile 1992’de yola çıkıp, 4 yılda devrialem yaparak 22 bin millik yolculuğunda Antarktika’ya giden ilk Türk olan Osman Atasoy mesela.
2004 Mayıs'ında Mardek isimli teknesiyle dünya turuna başlamış, Macellan Boğazı üzerinden yaptığı üç yıl süren dünya turunu İstanbul’da tamamlamış olan Hakan Öge mesela.
Ve benim henüz yeni tanımaktan hicap duyduğum, Atlas Okyanusu’nu kürekle geçen ilk Türk unvanlı, Altı Zirve Projesi'nin yaratıcısı Erden Eruç mesela.

“Dünyada kararlar alınırken biz masada olmaz isek bunun bir bedeli vardır”
2007 yazında Kaliforniya’dan güneybatıya doğru devriâlem yolculuğuna başlayan Eruç, 2012’nin Temmuz ayında, 5 yıl 11 günlük bir süreden sonra tekrar başladığı noktaya geri dönüp yolculuğunu noktalayarak tarihte kendi gücüyle devriâlemi başaran ilk kişi imiş.
Geçtiğimiz aylarda Bursa’daydı kendisi. DOSABSİAD Konferans Salonu’nda Aktaş Holding’in ana sponsorluğunda gerçekleştirdiği, “Kas Gücü ile Devri Âlem” projesini anlattı bizlere uzun uzun.
Daha doğrusu KASLA GİT'i…
Konuşma öncesinde yolculuk esnasında çektiği fotoğraflardan oluşan sergiyi gezdik biraz kıskançlık, biraz da merakla. Kâh okyanusların dağ gibi dalgaları arasında, kâh bir dağın tepesinde, kâh etrafı bambaşka bir kıtanın çocuklarıyla çevrilmiş, kâh teknesinin küreklerine asılmış, kâh bisikletli, kâh yaya ve hep bir başına bir adam vardı fotoğraflarda.
Karelerden anlaşılıyordu ki Eruç’un anlatacakları dinlemeye değerdi.
Salona geçip yerlerimize oturduğumuzda konuşmasına başlayan Eruç anlattıkça anladık ki bu adam sadece dünyayı değil, hayatı da kavramış ve kavradıklarını da aktarmak için yollar açmış.
Konuşmasının ilk cümleleri özüne ne kadar sahip çıktığını anlatıyordu. “Dünyada kararlar alınırken biz masada olmaz isek bunun bir bedeli vardır. Dünyada herkes önden giderken biz arkada kalırsak bunun bir bedeli vardır.” diyordu ve ekliyordu: “Dünyadaki onca karakter içinde Türkçe karakter yoktur. Türkçe karakter kullanmadan site adı bulurken bile çok zorlandım.”
Eskiden “hayalim vardı” derken, şimdi “büyük hayalimi başardım” başlığı atabiliyorum…
“Kendimize büyük hedefler koymalıyız önce. Zaman kısa, hayat kısa. Ya seri bir şekilde küçük adımlar ya da kayda değer büyük adımlar atmalıyız. Büyük hedef olmadan hayaller gerçekleşmez.” diyor Eruç.
1961 yılında Lefkoşe’de doğan Erden Eruç, yatılı okuduğu Bornova Anadolu Lisesi’nde hazırlık sınıfında iken, öğretmenlerinin önerisiyle siyah beyaz bir TV’de astronotların Ay'da yürüyüşünü canlı izlemiş. Düşünmüş ki, “Astronot olamam çünkü Amerikalı değil Türküm!” Ve kendisinin de inandığı gibi o astronot olmamış.
“Çünkü olamayacağınıza inanırsanız olmuyorsunuz” diyor Eruç. “Devri alemi yapacağım diyerek yola çıktım yaptım. Öndeyim ve önde olan konumu korunmak zorundayım.” diyor.
“18 yaşında bize 'sınavlarda ilk yüze girersiniz' dediler, girdik. Çünkü bize inandılar ve biz de boş çıkartmadık” diyor. Boğaziçi Makine Mühendisliği’nden yüksek mühendis olarak mezun oluşunun ardından 97’de yüksek lisan için gittiği Washington’da dünya haritası üzerinde parmağını Türkiye’ye sürmüş ve adına “eve yolculuk” dediği bir hayal kurmuş. Hayalini ve heyecanını çevresiyle paylaşınca lüzumsuz sorularla karşılaşıp, hayalperest muamelesi görmüş. Ve anlamış ki; herkesle her hayali paylaşmamak lâzım. Bilenler ve bilgililerle buluşmak lâzım.
Kurduğu hayali üzerine araştırmalar yapmış, “Nasıl yapabilirim” sorularına cevaplar aramış. 96 yılında Stockholm’den Nepal’e bisikletle pedal basmış, arkasındaki treylerle dağcılık malzemesi taşımış ve Everest’e çıkmış olan İsveçli kâşif Göran Kropp’un kitabını okumuş.
Göran Kropp 2001 yazında Seattle’a geldiğinde kendisiyle tanışmış ve ona hayalini anlatmış. Eruç’u dinleyen Göran Kropp “Ne zaman başlıyorsun?” demiş ve eklemiş “Sponsorun var mı?”…
“Doğru insana gidince zor sorular soruluyor. Bir duralıyor ve cevap vermek zorunda hissediyorsunuz. Ve cevabınız yok!” diyor Eruç. “O zaman insan artık yapmalıyım! diyor.” diyor…
Eruç, Kropp ile 2002 Şubat’ta Colorado’da karşılaşınca “Başlamadın mı?” diye sormuş Kropp. Eruç bahaneler sunarak 11 Eylül olaylarını öne sürmüş.
Eylül 2002’de birlikte kaya tırmanışı yaparken Kropp düşmüş ve hayatını kaybetmiş. Bu da Eruç için bir dönüm noktası olmuş ve “hayat kısa” mesajı kafasına dank etmiş. “Artık ertelemek ve bahaneler yok” demiş. Arkadaşının cenazesinden dönerken uçakta bir kağıt parçası üzerine dünya haritasını çizip, yolunun üzerindeki Antarktika hariç diğer altı ayrı kıtanın en yüksek zirvelerini işaretlemiş ve Altı Zirve Projesi’ni doğurmuş.
2003 yılında hayata geçen Altı Zirve projesine göre, -Güney Kutbu hariç- kıtalar arasındaki okyanusları kürekle aşmış, uğradığı her kıtanın en yüksek zirvesine tırmanmış, kara yolculuklarını da bisikletle ve gerekirse yürüyerek yapmış.
Hayat hikayesine göz attığımızda ilk tırmanışını 70’lerin başında, henüz 11 yaşındayken babası ile birlikte Erciyes Dağı’nın doğu zirvesine gerçekleştirdiğini ve 2010 yılında Altı Zirve projesi kapsamında Tanzanya’daki Afrika’nın en yüksek zirvesi Kilimanjaro’ya yine babasıyla birlikte tırmandığını görüyoruz.
“Öğrendiğim en büyük ders yolculuğun kendisinin önemli olduğuydu”
“Hayalimdeki her yere uçakla da gidebilirdim, arabayla da ama o zaman bu ilgiyi görmezdim. Özel ilgi gördüm ve dünyanın her yerinde şeref misafiri oldum. Yolculuğun hakkını verdim ve tecrübelerimi paylaştım” diyor Eruç.
Onun gerçekleştirdiği bu hayalin “Devrialem” olarak tescillenebilmesi için belli kurallar varmış. Öyle tekneye atladım, gittim geldim değilmiş devri alem.
Guinness World Records’a göre dünyanın etrafını dolanmanın şartları: “Yolculuğun aynı noktada başlayıp aynı noktada bitmesi, ekvatoru ve bütün meridyenleri kesmesi, her yeni etaba bir öncekinin bittiği yerden başlaması, en az oğlak dönencesinin uzunluğu kadar, yani 36,788 km mesafe katetmesi, doğu ya da batı yönünde olmak üzere sadece tek yönde ilerlemesi, yön değiştirip tekrar ettiği mesafeleri toplamdan çıkartması” iken; devri alem olabilmesi için rotanın bunlara ek olarak bir çift antipod noktadan geçmesi de gerekliymiş.
Bu arada antipod ne diye soracak olursanız, yeryüzünde bir noktanın dünyanın zıt tarafındaki eş noktası imiş. İstanbul’dan girip merkezden geçerek dünyanın diğer tarafından çıkan büyük bir iğne düşünün. İğnenin çıktığı yer İstanbul’un antipodu oluyor. Ya da kuzey kutbunun, güney kutbunun doğal antipodu olduğu gibi.
Eğer meşru bir devrialem rotası mümkünse, kurallara uymayan rotalar devrialem olarak kabul edilemezmiş.

Erdeme yolculuk
İlk tırmanışını 2003’de Alaska McKinley zirvesine yapmış Eruç. 1-29 Mayıs arasında yaptığı tırmanışta eşiyle orada evlenmiş. 
Oranın yerlileriyle ilişkileri hayatında önemli yer tutmuş. Yerliler bu yolculuğu “erdeme yolculuk” olarak görmüşler. Kızılderili kabilesinin ilkokulundaki çocuklar ona sorular sormuşlar.
Korkmuyor musun sorusunu, niye korkayım ki diyerek cevapladığında çocuklar kendi korkularını söylemişler.
-Ayılardan korkmuyor musun?
-Kış, hepsi uyuyorlar…
-Kamyonlardan korkmuyor musun?
-Şerit değiştiriyorlar…
-Yalnızlıktan korkmuyor musun?
-Siz varsınız… diyerek korkularını yatıştırdım.
“Korkular bilinmeyenlerden doğar. korkularınızı alt etmek için bilgiyi arayıp kendinizi eğitin ya da etrafından dolanın” diyor.
“Tarihte ilk olmak tarihe adını yazmaktır”
2004 yılında kullanılmış bir tekne ile Kanarya Adaları’ndan Karayipler’e 96 gün kürek çekerek bir okyanusu kürekle geçmiş ilk Türk olmuş. Bu öz güvenle birlikte Bursalı Aktaş Grupla tanıştığında onları da hayaline ve hayaline sponsor olmaya ikna etmiş.
O günden beri de birlikteler…
“2007 Mayıs-Haziran ayında devri alem için çıkış yapabilir miyim dedim, Aktaş Grup çıkışı izlemeye geldi ama rüzgâr denk gelmedi ve çıkamadım. Bekledim, 6 Haziran’da tekrar denedim, yine çıkamadım. 10 Temmuz’da rüzgâr denk geldi ve beni 100 mil açığa attı. Güneye doğru kaçabildim ve devri alem başladı” diyor.
“Teknedeki malzemelerim, özellikle de uydu telefonum ve bilgisayarım benim için çok önemli idi. Bütün paylaşımlarım ve iletişimim onların üzerindendi.” diyor.
Eruç bu büyük hayalin peşinde koşarken eşine 3 söz vermiş. “Ölmeyeceğim, iflas etmeyeceğiz ve seni kaybetmeyeceğim”
Öncelikle ilk şartı yerine getirebilmek için kendini 6 metrelik bir ip ile tekneye bağlamış. “Çünkü tekne beni silkeler de denize düşersem, deniz tekneyi taşır götürür, yüzerek yetişemem.” diyor.
Geçen 5 yıl içinde teknede karşılaştığı sorunları sıralıyor. En basitinden; 3 kürek kırdığını. Kalan 2 küreği de kırarsa küreksiz kalacağını ve bunun için de mühendislik becerileriyle kendisine yedek kürek yaptığını anlatıyor.
Zirvelere tırmanmak için zaman zaman karaya çıktığını, Mozambik’teki iç savaşı ve her yer mayın döşeli olduğunu anlatıyor.
Yolculuğu boyunca eşsiz manzaralar gördüğünü söylüyor.

“İz bırakmayın, eser bırakın”
Balıkla beslenmediğini ama zaman zaman denize olta attığını, oltaya da balıktan çok çöp takıldığını belirtmeden geçemiyor. Anlıyoruz ki pet şişeler ölümsüzlüğü yakalamış.
Bu yolculuğu ile Kâşifler Kulübü’ne üye olduğunu gururla belirtiyor. Bu kulübe ayda yürüyen ilk insan, kutuplara giden ilk insan, okyanusu geçen ilk insan gibi insanlar üye….
“Arkadan gelenler yaptıklarını benimle karşılaştırmak zorundalar. Ben durursam onlar beni geçeceklerdir.” diyor Eruç…

2003 yılında yolculuklardan edindiği ders ve tecrübeleri -özellikle ilkokul öğrencileri ile- paylaşma düşüncesiyle kâr amacı gütmeyen, eğitim ve hayır amaçlı bir kurum olan Around-n-Over Vakfı’nı kurmuş. Eğitime bağışlar yapılmış ve 100 bin doların üzerindeki bu kampanya hayır amaçlı değerlendirilmiş.
Erden Eruç; yolculuk toplamında 876 gününü deniz üzerinde (bunun 312 günü Pasifik’te) yaşamış ve teknesinin altından 29 bin deniz mili geçmiş. Bütün etaplar ayrıntılarıyla kaydedilmiş. 66 bin kilometre yol yapmış.  Elan hayatta olan en tecrübeli okyanus kürekçisi.
Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi tarafından Fair Play Ödülü, dünyaca itibar sahibi Explorers Club tarafından Vancouver Ödülü, Zirve Dağcılık Kulübü tarafından Dağcılığın Zirve Ödülü sahibi ve tarihte üç ayrı okyanusu küreklemiş ilk, tarihte Atlas Okyanusu’nu doğu-batı yönünde yalnız başına geçen 33’üncü kişi.
****
O bunları anlatırken ve projeksiyon perdesine yaşadıklarından kesitler düşerken biz hepsini bir filmin sahneleri gibi izliyoruz.
Hâttâ belki kendisi bile.
Kürek çekerkenki dev dalgalar, karaya ayak basmadan teknede geçen günler, fırtınalar, ters akıntılar, ters rüzgarlar, yaşanan aksaklıklar… Her ne varsa hepsi onun belleğinde.
Eruç’u izleyenlerden bazıları için için “Ben yapabilir miydim?” diye düşünmüştür muhakkak.
Bazıları da “İşim mi yok!” demiştir.
Gitmek istemekle bitmiyor her şey malum.
Gidebilmek ve dönebilmekte marifet.

“Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç.
Ama olsun… istemek de güzel.”
Kim bilir,
Belki bir gün…