29 Temmuz 2012 Pazar

Bizim hiç Olimpiyatımız olmadı Amca...!

Bu sorunun cevabı bu kadar açık ve net karşımızda dururken birilerinin bu soruyu soruyor olabilmesi çok garibime gitti doğrusu.
Soru mu ne?
Hemen diyeyim...
"Olimpiyat niçin müslüman bir ülkede düzenlenmedi?"
Londra üç kez, Madrid ve Tokyo ikişer kez yaptı. Bu ülkeler 2 kez, 3 kez yapmışken ve Türkiye 5 kez finale kadar gelmişken niçin hâlâ böyle bir olimpiyata ev sahipliği yapamadık?
Niçin bizim dışımızda da olsa herhangi bir müslüman ülke olimpiyata ev sahipliği yapamadı?
Zenginlikse zenginlik, ihtişamsa ihtişam, şaşaaysa şaşaa.
Yolsa yol, hem de en dublesinden. Rezidanssa rezidans, hem de en çok katlısından. Plazalar, AVM'ler, Tower'lar, TOKİ'ler, Fransız balkonları, en lüks arabalar, en iddialı markalar, ayakkabılar, çantalar, pırlantalarla bezeli saatler, en son teknoloji cep telefonları, Ipad'ler, ipodlar, Iphone'lar....
Daha ne olsun?
80 bin kişilik stadımız yoksa onu da yaparız evelallah....
Onların şimdi olimpiyat yaptığı demonte stadlara beş basarız.
En âlâ hocaları getirtip, en iyi sporcuları da yetiştirtiriz.
Parasıyla değil mi efendi?
Paraysa para, sporsa spor....
****
Ama neden olmuyor? Niçin müslüman ülkeler tercih edilmiyor da ekonomik yönden yeterince iyi durumda olmayan memleketler tercih ediliyor?
Haçlı dayanışması mı dersiniz?
Bilemem....
Bildiğim şu ki insanî yönden sınıfta kalmış bir ülkeye kimse sporcularını göndermek istemiyor.
Turist olarak arzu eden geliyor, lâkin mecburî olarak kimse gelmiyor.
Şöyle düşünelim;
Siz olsanız mahalleye yeni taşınmış, çocuğunuzla akran çocukları olan, zengin ama evinde hırı gürü bitmek bilmeyen, görgüsüz göreneksiz  bir ailenin evine çocuğunuzu yollar mısınız?
****
Spora gelirsek;
Kız takımlarının maçlarını izlemek için maça giden sporsever gençlerimizin pek çoğunun o maçların umurlarında olmadığını biliyorsunuz değil mi? Dertleri zorları mini şortlu kızları "izlemek".
Yüzme sporuna gönül veren gençlerimiz de havuzlarda ve sahillerde mayolu-bikinili kızları kesmekle sporseverliklerini gösteriyorlar.
Atletizm ona keza. Ve diğer sporlar...
Kendi sporcu kızlarını türbanlara sararak yarıştıran bir zihniyetin, türbansız kızların her türlü tacizi hak ettiğine inanması son derece normal tabii.

Müslümanlıklarının içindeki mezhep ayrılıklarından dolayı insan yakabilen insanların yaşadığı ülkeye farklı dinden bir grubun gelmek istememesi pek de anormal değil doğrusu.

Bir festivalde alkol alımını yasaklayan ve festival mahalli dışında alkol alan gençleri kapıda sopalarla bekleyen insanlar var bu memlekette.
Dünyayı bisikletiyle gezmeye niyet etmiş yalnız bir yabancı kadına tecavüz ederek öldürenler var.
Kendi karılarını, kızlarını, kardeşlerini taciz edenler, parayla satanlar, töre diyerek öldürenler var.
Oruç tutmadın, camiye gitmedin, sahura kalkmadın diyerek insanları boğazlamaya meraklı insanlar var.
Birbirinden ihtişamlı AVM'lere birbirinden lüks arabalarıyla gelerek üç kişilik yere yayıla yayıla park edenler var.
Temizlik imandan gelir sözünün iman kısmını yakaları fırfırlı, bedene zımbazıp oturan, etekleri yerlerin pisliğine bulanmış mantolar giymek olarak algılayan, sözün temizlik kısmından bihaber yaşayan insanlar var.
Bol güvenlikli, bol sosyal tesisli sitelerinin yollarına şap diye tüküren, hınk diye sümküren insanlar var.
Market arabalarının içine çocuklarını ayakkabılarıyla koyarak gezdirenler var.
Yürüyen bantlarda ya da merdivenlerde sağa yanaşarak sabit durmak yerine olduğu yeri ortalayan, acelesi olup da soldan geçmek isteyenlere yol bırakmayı akıl edemeyen insanlar var.
Yaya geçitlerinde sağda bekleyip kendilerine yeşil yandığı zaman sakince karşıya geçmek yerine, kaldırımın karşılıklı kenarlarına tek sıra dizilip meydan muharebesine çıkar gibi Allah Allah sesleriyle itiş kakış karşıya geçme savaşı verenler var.
Belediyelerin spor yapmaları için halka açtığı spor alanlarını lunapark zannederek çocuklarını spor aletlerine bindirip, kendileri de oturdukları banktan ellerindeki çekirdekleri çitleyerek spor yapan insanları seyreyleyen insanlar var.
Yürüyüş kulvarında yürüyüş yapmaya çıkmış nisa taifesinin ardına takılıp da –onların tabiriyle- "karı-kız" dikizleyenler var.
Yürüyüşe gelirken nasıl bir giysi tercih edeceğini bilmeyen insanlar var. (Ki bundan uzunca bir köşe yazısı çıkar)
Denize girerken nasıl bir giysi tercih edeceğini bilmeyen insanlar var. (Bundan da)
Camiye girerken nasıl bir giysi tercih edeceğini bilmeyen insanlar var. (Ve bundan da...)
Modernliğin anlamını her tarafını teşhir etmek olarak algılayanlar var.
Muhafazakârlığın anlamını sadece saçını örtmek olarak algılayanlar var.
Duble yollarda, altlarındaki son model araba ile trafik kurallarını hiçe sayarak slalom yapanlar ve kadın şoförleri sıkıştırmayı marifet sayanlar var.
Avuç dolusu para sayarak özel okula yolladığı çocuğunun öğretmeninden tut da servis şoförüne kadar herkesi o çocuğun hizmetkârı zanneden insanlar var.
(Yazının daha fazla uzamaması adına bundan ötesini sizin gözlemlerinize bırakıyorum)
Kısacası, kazancı bol fakat kazandığı parayı hazmedememiş, insanlıkla uzaktan yakından alâkası olmayan 'insanlar' var.
Diğer zengin müslüman ülkelerdeki manzaralar bu saydıklarımdan farklı mıdır bilemem.
Fakir olanlar zaten terör ve ateş altındalar.
Onların olimpiyat düzenlemekte hiç şansı yok. Bırakın düzenlemeyi, çoğunun katılımı dahi yok...
****
Anlıyoruz ki bir olimpiyata ev sahipliği yapabilmek için öncelikle o ülkenin huzurunun, güvenliğinin, temizliğinin, kısacası medeniyetinin yüksek seviyede olması tercih ediliyor.
Varsın statlar demonte olsun.
Yeter ki o statların içinde gerçek anlamda spor yapılabilsin, gerçek anlamda spor izlenebilsin...
****
Şu dünyada parasız ve medenî insanlar var. Bir de parayla medeniyeti yakalayamayanlar var.
Galiba biz paramızla medeniyetten gittikçe uzaklaşanlardanız ki kimse böyle bir organizasyonu bize emanet etmek istemiyor...
****
Bu arada;
Duyduğuma göre Londra'daki 2012 Olimpiyat Oyunları'nda 10 bin 500 sporcuya 150 bin prezervatif dağıtılacakmış.
Bu olimpiyat bizim ülkemizde düzenlenmiş olsa zinhar böyle bir dağıtıma girmezdik herhalde.
Üstüne üstlük koç yiğitlerimizi kamplara salar, doğacak çocukları da devlet himayesine alırdık.
Eminim ki bizim yiğitlerimiz böyle bir vazife için kanlarının son damlasına kadar ellerinden geleni artlarına koymazlardı...

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Oruç başa vurunca...


Hava sıcak, gün uzun, hele de içiyorsan üstüne bir de sigarasızlık.
Kolay değil tabi.
Bütün bunlar yetmezmiş gibi insanlar da üzerine üzerine geliyor değil mi?
Durduk yerde seni zıvanadan çıkartıyorlar. Zaten canın burnunda....
Akşam iftarda evde ne yemek var acaba?
Eve telefon etsen de değişik bir yemek mi istesen? Giderken bir de yumurtalı pide yaptırırsın. Tatlı da almak lâzım. Şöyle bol şerbetlisinden hani...
Eve gitmek ne kadar asap bozucu bu trafikte. İnsanlar yetmezmiş gibi tüm arabalar da üzerine üzerine geliyorlar sanki. Kimse sana yol  vermiyor. Halbuki bir çekilseler, bir açılsalar, iftara yetişecek oruçlu bir insan var şurada...
İnşallah evde de sofra hazırdır. Çorba da tam kıvamındadır. Yoksa evdekilerin vay haline...!
E biraz asabiyiz haliyle.
Malum oruç....
****
Orucu açlık ve mahrumiyet olarak algılayanların oruçlu halleri işte tam da buna benziyordur eminim. Bahaneleri de ramazan...
Oruç dediğin bir nefis terbiyesi ve bir arınma değil midir aslında?
Hem bedenini hem de ruhunu dinler insan bu bir ay boyunca. Oflaya puflaya, her önüne gelene çata çata da tutulmaz ki oruç dediğin. Oruç halleri başa vurur tamam da, bunun acısını çıkartmak için neden diğer insanlar kurban seçilir anlamadım.
O insanlar oruç tutmuyorlar mıdır? Oruç onların başına vurmuyor mudur? Onlar niçin nefislerine sahiptirler? Niçin kimseyi kırıp incitmezler? Niçin oruçlarını başkalarının gözüne sokmazlar?
Dinim, imanım, müslümanım diye diye insanların ahını almak caiz midir?
Nahak yere edilen lâfa geçirilen bir iç, söyletilmeyip yutturulan tek bir kelime, gözlerden akıtılan tek bir damla ile kazanıldığı zannedilen bütün sevaplar toz olup havaya uçmaz mı?
Miden nasıl sabır ediyorsa, yüreğin de öyle sabır etsin.
Yok edemiyorsa bırak sen boşu boşuna aç dolaşmayı.
Koy çayını, yak sigaranı. Hiç olmazsa kendi halindeki insanların canını yakma.
Kimse senin -arkasına saklandığın- orucunun şımarıkça streslerini hazmetmek zorunda değil.
Bakar mısın bir kendine, serseri mayın misali nerede, ne zaman ve kime  patlayacağın belli değil...
****
Bütün bu agresif hallerine rağmen hâlâ oruç tutmakta ısrar edenler olduğu gibi, sağlık sorunlarına rağmen oruç tutmakta ısrar edenler var.
Hamilelikte oruç tutmayı marifet zannedenler mesela.
Şeker hastaları mesela.
Kalp hastaları mesela.
Böbrek hastaları mesela. Ve benzerleri...
Oruç tutabilmek için sağlıklı olmanın ilk şart olduğunu gözardı edebilecek kadar sevap kazanma yarışına giren bu insanlar göz göre göre canlarını tehlikeye atıyorlar.
Ben'ce, oruç tutulduğunda can bu derece tehlike altına giriyorsa, burada sevabın ve günahın adı geçmeyecektir.
İnsanın öncelikle kendi bedenine karşı da bir sorumluluğu vardır. Öncelikle onu ayakta ve sağlam tutması gerekir.
Sonra da aynı özeni ruhuna gösterip, ruhunun yansıması olarak da davranışlarını kontrol edebilmelidir.
Orucun anlamını ve mantığını bilenlere diyecek sözümüz yok. Allah oruçlarını gani gani kabûl eylesin. Ki vücutlarının ve ruhlarının gerçek anlamda arınmış olması kabûl gördüklerinin aynasıdır...
Bu arada; ramazan duamızı da unutmayalım:
Midesinin gurultusundan gözleri kör, kulakları sağır, dilleri pabuç olan insanlardan eyleme bizleri ya rabbi...!

19 Temmuz 2012 Perşembe

İşaretler işaret ederler...

Hayat bazen der ki, 
Yapma!
Yaparız...
Yapma denileni yapmaya inatla devam eder, o yolun sonunun nereye varacağını kestiremeyiz.
Yolun sonu -sıfır-dır. Hatta bazen -eksi-...

Hayat bazen de der ki, 
Yılma!
Yılarız...
Çıktığımız yolda karşılaştığımız zorluklar bizi yıldırdığında yolumuzdan döner, kabuğumuza çekiliriz.
Bu yolun sonu  da yine-sıfır-dır. Ve hatta çok zaman -eksi-...

Gittiğimiz yolu engellemek adına etrafımızda işaretler belirir bazen. İşaretleri doğru değerlendirip yol haritamızı yeniden değerlendirirsek olabilecek tatsızlıklardan paçamızı kurtarabiliriz belki.
Ya da gittiğimiz yolda pişmemizi sağlamak adına yolumuza çıkartılan engelleri gördüğümüzde yolumuzdan caymaz, engellerin üzerinden atlar, olmadı yanından dolaşır, olmadı altından geçer devam ederiz yolumuza.
Baş koyduğumuz o yol bizi "baş" yapar çok zaman.

Peki ama ne zaman Yapmamalıdır, ne zaman yılmamalıdır?
Zor olan da işte bunu ayırt edebilmektir...
****
Bir gazete haberine göre;
"İnegöl'den Gemlik'e denize girmek için yola çıkan ailenin arabası yolda bozuluyor. Aile, bozulan araçlarının yerine başka bir araç temin ederek yollarına kaldıkları yerden devam ediyor. Gemlik'e yaklaştıkları sırada olan oluyor, kaza gerçekleşiyor.
İkinci araçla yaptıkları o kazada bir ölü var. Araçtaki diğer yolcular ise yaralı..."
İlk araçlarının bozulmuş olması "Yapma!" demek miydi acaba diye düşünüyor insan.

Ya da her şey bu fıkradaki gibi mi?
Azrail gelir ve kaptan pilota der ki:
- Haydi, vakit tamam gidiyoruz.
Kaptan cevaplar:
- Aman! Olay benim için tamam da, arkada 287 kişi var. Müsaade et bu işi inişten sonra halledelim.
Azrail cevaplar:
- Sen neden bahsediyorsun be adam! Ben onların hepsini arkaya toplayana kadar yedi yılımı harcadım...”

Eminim ki bunun gibi bir uçak kaza(!)sında bazıları uçağı kıl payı kaçırıp hayatta kalmıştır, bazıları da uçağı nefes nefese yakalayıp ölümle buluşmuştur...
Kader dediğin tam bir bıçak sırtı...
****
Çok istediğimiz bir şeye kavuşamadığımızda; "Her işin olduğunda olmadığında bir hayır var, her şeyin hayırlısı" der büyükler. İçin için kızarız bu sözlere belki. Lâkin onların ettikleri her lâf zamanın imbiğinden süzülüp gelmiştir. Dikkate alınmalıdır...
Yaş aldıkça biz de görürüz ki olmasına çok sevindiğimiz bir durum felaketlere açılan bir kapı olabiliyormuş.
Ya da tam tersi, olmadı diye üzüldüğümüz bir durumda önümüze çıkarılan engeller aslında bizim kurtarıcımız oluyormuş.
"Hayata direnmek mi yoksa teslim mi olmak?" sorusu geliyor insanın aklına değil mi?
****
Yaşını başını almış ve toplumda belli bir yere gelmiş kişilerin hayat hikâyelerine dönüp baktığımızda ne kadar meşakkatli yollardan geçtiklerini görürüz. Sabırla ve dirayetle aştıkları o engeller onları yudum yudum olgunlaştırmış ve zirveye taşımıştır.
Zorlukları aşarken attıkları adımlarda zaman zaman önlerine ödül misali güzellikler çıkmıştır ve bunlar sanki onlara yılmamalarını söyleyen birer işaret olmuştur.
Gelen o küçük küçük ödüllerin farkına varabilen insanlar "Yılma!" mesajını doğru değerlendiren insanlardır...
Hem belki karşılarına çıkartılan zorluklar onları aslında olmaları gereken gerçek yola sokmak içindir. İçlerindeki cevheri açığa çıkartabilmek içindir.
Kul sıkışmadan Hızır yetişmezmiş ya, galiba herkesin Hızır'ı kendi içinde yaşamakta...
Bir insanın hayattaki gerçek görevinin ticaret değil de sanat ya da herhangi farklı bir şey olduğu gerçeğiyle yüzleşebilmesi için ticarette bozguna uğraması gerekir belki.
Ya da iyi bir esnaf olup babasının işini devam ettirebilmesi için üniversite sınavını kazanmaması...
****
Ben'ce hayatın akışında sürüklenirken karşımıza çıkan işaretlerin farkına varabilmeliyiz.
Teşvikleri ve engelleri doğru değerlendirip, teşviklerle ısrarlı, engellerle tedbirli bir istikamette gitmeliyiz.
Yine de, bütün bunlara rağmen kaderden kaçış yok mudur dersiniz?

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Yüksek Ökçeler’in dayanılmazlığı

Orta 1'deydim. (Şimdinin 6. sınıfına tekabül eder)
Yazdığım bir kompozisyon üzerine Türkçe öğretmenimiz Hakkı Vural, sınıfımız 1-B adına iki kitap hediye etmişti bana.
Kitaplardan birisi Ömer Seyfettin'in Yüksek Ökçeler'i, diğeri de Mahçupluk İmtihanı idi.
Son senelerde moda olan aşırı yüksek topuklu platform ayakkabıları gördükçe, aklıma hep o Yüksek Ökçeler öyküsü gelir.
Ömer Seyfettin Yüksek Ökçeler isimli hikayesinde topuklu ayakkabı giymeyi seven bir kadından bahseder.
Küçük yaşta evlendirildiği ve zerre kadar hazzetmediği kocasının ölümünden sonra düzene ve namusluluğa olan aşırı düşkünlüğünü, evinden ve evinde çalışanların nizamından çıkartan bu kadın, evin içinde sürekli yüksek topuklu ayakkabılarla geziyor. Ev de çalışanlar da son derece düzenli bir şekilde yaşayıp giderlerken evin hanımında bacak ağrıları ve baş dönmeleri hasıl olmaya başlıyor ve evin hanımı doktor tavsiyesi ile topuklu ayakkabılarına veda etmek zorunda kalıyor. Yüksek ökçelerin ortadan kalkmasıyla evde bir düzensizlik, bir ahlâksızlık alıp başını gidiyor. Bunun sebebini merak ederek çalışanlarını izlemeye başlayan evin hanımı, bir gece çalışanlarının konuşmalarına şahit oluyor. Gözetlendiklerinden habersiz kendi aralarında konuşan çalışanlar, hanımın yüksek ökçeli pabuçlarından vazgeçişinden ve artık topuk seslerinin olmamasından dolayı hanımın yanlarına yaklaştığını fark edemediklerinden öykünüyorlar.
Evin hanımı o an bütün o nizam ve bütün o düzenin yüksek ökçeler sayesinde varmış gibi göründüğünü anlıyor.
Hikâyenin sonunda; evin hanımı sağlık sorunlarına rağmen yüksek ökçeli ayakkabılarını tekrar ayağına geçiriyor, evin -görünen- düzenini tekrar sağlıyor, görünmeyenleri de görmezden gelmeyi tercih ediyor...
****
İlk çağlarda, ayağı taştan-topraktan-dikenden korumak için avlanan hayvanların kurutulmuş derilerinin ayaklara bağlanmasıyla başlayıp, şimdinin birbirinden gösterişli ayakkabılarına kadar varan bir yolculuktur ayakkabının yolculuğu
Ayağı zeminden koruma işlevinin ikinci plana düştüğü, ayakkabının vazgeçilmez bir aksesuar olduğu, rengarenk, model model ayakkabılarla dolu bir dünyayız çok uzun zamanlardır.
Tabi bu ayakkabı dünyasının içinde en ön sırayı yüksek topuklu olanlar alıyor.
Topuklu ayakkabıların kadın dünyasında ve dolayısıyla erkek dünyasında ne kadar önemli bir ayrıntı olduğunu hepimiz biliriz. Ayağa giyilen bir ayakkabıyla çirkin bir ayak dahi cazip bir hal alabilir.
Ve ufak bir sır: bir kadının hiçbir zaman yeterince ayakkabısı olmaz. Muhakkak hep bir eksiği vardır.
Genelde de o eksik acilen(!) telafi edilmelidir...
****
Magazin dergilerindeki yer alan cemiyet hayatı haberlerinin fotoğraflarına göz attığınızda ya da herhangi bir alışveriş merkezinde dolaşan hanımlara dikkat ettiğinizde hepsinin ayağında inanılmaz yükseklikte topukları olan ayakkabılar görürsünüz.
70'li yıllarda apartman topuk modası vardı hani.
Şimdiki modanın adı da rezidans topuk olsa gerek.
Pek çok kişinin üzerinde durmakta zorlandığı ama inatla giymeye devam ettiği bu "rezidans" topuklar sayesinde insanların duruşları da bir garip görünüyor. Rahat yürüyemediiklerinden dolayı üzerlerine giydikleri kıyafet, özenle tarattıkları saçları ve özenle yaptıkları makyajları bir anda buhar olup uçuyor.
Sindirella'nın üvey kardeşleri misali ayaklarını tepiştirdikleri ayakkabılarda ızdırap çeken ayakları, dizlerinin bükülmesine ve bellerinin eğrilmesine sebep oluyor.
Duruş bu hale gelince de karizma yerle bir oluyor.
Yine de yüksek topuk her şeye rağmen hepimiz için vazgeçilmez bir nimet.
Biliyoruz ki insanlar için biraz uzunca bir boy pek çok şey ifade ediyor.
Kimse konuştuğu kişinin göz hizasının altında olmak istemiyor.
Kişinin giydiği ayakkabı makul yükseklikte ve ayağının yapısıyla uyumlu ise o kişinin duruşu ve dolayısıyla kendisine olan güveni de perçinleniyor.
Görsel olarak da beğenilerin ayağa odaklanmasıyla beğenilmenin hazzı iyice yükseliyor.
Siz bakmayın dost başa düşman ayağa denildiğine. Eskiler düşmanlarının yüzüne bakamayacak kadar edeplilermiş. Şimdi herkes herkesin gözünün içine baka baka...
Bizim dediğimiz anlamda ayağa bakmak ahenkli bir görünüm adına
****
Her ne kadar güzel olursa olsun sürekli yüksek ökçeli ayakkabılarla dolaşmak sağlık açısından oldukça sakıncalı.
Ben'ce, çeşitli yüksekliklerde ayakkabılar giyilerek kasların esnekliği kaybettirilmemeli. Sürekli yüksek topuklu ile dolaşanlar bir zaman sonra belli bir yüksekliğin altında ayakkabı giyemez hale geliyorlar.
İyi giyinmenin en önemli noktasının yerine göre giyinmek olduğunu var sayarsak, ayakkabı seçimi de bununla bağlantılı olarak kendiliğinden oluşacaktır.
Bu arada;
Yüksek ökçeli ayakkabıların sadece kadınlar için üretildiğini düşünmeyin, erkekler için de gizli boy uzatıcı ayakkabılar var.
Eskinin "ağır abilerinin" arkalarına basarak giydiği yumurta topuklu ayakkabıları da unutmayalım
Onlar da rakiplerine bir topuk boyu dahi olsa boylarıyla fark atmak istiyorlardı demek ki... :)

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Kaybedenler Partisi’nin Seçim Sonuçları

Yaa işte evladım.
Biz seni boşuna mı yedirdik içirdik, okuttuk büyüttük, yurtdışlarına gönderdik. İntihalle dahi olsa profesör bile ettik.
Sonra da getirdik tepelerden birine kondurduk. Boşuna mıydı sanırdın sen hep bunları?
Tabii ki değildi.
Tabii ki vakti zamanı  geldiğinde bizim elimiz kolumuz ol, ağzımız dilimiz ol diyeydi hepsi.
Vakit tamamdır evladım.
Haydi bakalım şimdi sıra sende.
Bizim sana sunduklarımızı ödeme zamanlarındasın şimdi. Yıllardır sana verdiğimiz vazifeleri eksiksiz yapıyorsun maşallah. Yine pek farklısını yapmayacaksın. Merak etme...
Biraz söylentilere karşı duracaksın. Biraz basını ve milleti oyalamak için birkaç kelime edeceksin. Ötesi kolay.
Nasılsa yine unuturlar. Unutmazlarsa da biz ne yapar ne eder bunu da unuttururuz.
Orda burda "İstifa et" diye bağrışanların lâflarına da bakmayasın hiç. Tabii ki istifa etmeyeceksin. Tabii ki vazifenin başında kalacaksın.
Çok değil, birkaç sene sonra bu oyunlara ihtiyacımız da kalmayacak nasılsa. Senin gibi sınavlarda yüksek puan alan seçilmiş insanlar birkaç yıl içinde görevi devralacak pozisyonlara gelecekler.
Hadi biraz daha sık dişini...
****
Kimden bahsettiğimi anlamışsınızdır az çok.
KPSS söylentilerinin ardından kimseleri tatmin etmeyen açıklamalar yapmak zorunda kalan yetkili kişiden bahsediyorum. Ali Demir'den yani...
Doğrusu ya, kendisini televizyonlarda izlerken ülkemizde Şeytanın Avukatı adıyla gösterime sunulan Devil's Advocate filmini hatırlıyorum.
Bir yandan da Emre Yılmaz'ın "Şeytan'ın Fısıldadıkları" isimli kitabından bazı cümleler düşüyor aklıma.
İçinde bulunduğumuz durumla alakalı olarak kitaptan birkaç cümle paylaşmak isabetlidir diye düşünüyorum.
"Şeytan kimseyi dürtmez. Elinden tutar usulca ve kulağına eğilip bir şeyler fısıldar. Önce gülümser, sonra gülersiniz. 
Tehlikeli bir ihanet oyununa başlayanlar sanırlar ki sadece kaybederlerse bir bedel ödeyecekler.
Halbuki tehlikeli ihanet oyunların ters bir kuralı vardır:
"Kazananlar her zaman kaybedenlerden daha çok bedel öderler."
Üstelik çoğu zaman herkesin ödeyeceği bedel apaçık ortadadır.
Tehlikeli oyunları bu kadar cazip kılan ise, bedellerin asla peşin istenmemesidir.
Kader, verdiği hazza kıyasla en fahiş bedeli işte bu yüzden ihanet oyuncularından talep eder.
Ve oyuncular en ağır senetleri çarçabuk imzalar ve atlarlar sahneye."
Ve biz; "Fiziksel olarak en pis işlerde çalışanlara en düşük ücretleri öderiz. Ruhen en pis işlerde çalışanlara ise en yüksek."
****
İnsan ruhunu bir kez satmaya görsün, ondan sonra artık bu yoldan dönüş namümkün görünüyor.
Demek ki bir kez o pazarlığa oturdun mu, bir kez o anlaşmayı yaptın mı artık cayma hakkın yok. Ondan sonra önüne ne konulursa paşa paşa ya da belki de seve seve her söylenileni yaparsın.
Biz ve bizim gibiler de yanlış olduğuna inandıkları her konu üzerine kendi fikirlerini beyan ederler.
Bazen kendi kendilerine konuştuklarını düşünseler de yine de kendilerini konuşmaktan alıkoyamazlar.
Yazdığım eski bir yazıya bakıyorum da, geçen yıldan bu yıla yine hiçbir şey değişmemiş.
Yine tartışmalar, yine şüpheler, yine iddialar, yine yalan, yine dolan...
Ben'ce, malum çivi çoktan yerinden çıkmış...
Bugünlerde birisi akıl edip de Kaybedenler Partisi'ni kursa keşke. Nasılsa potansiyel kitle hazır durumda...
Benden söylemesi...
****
İlkokuldan itibaren içinde bulundukları eğitim hayatlarında üniversitede okumaya hak kazanmış, lâkin okudukları üniversiteden aldıkları yeterlilik belgesi olan diplomalarının yetersiz(?) bulunduğu, kamuda çalışabilmeleri için bir de kamunun kendi sınavından başarı(?) gösterme zorunluluğunun olduğu, bunun için paralar denkleştirilerek dershanelere gidildiği -ki üniversiteden mezun olmuş ama işsiz bir insanın dershane ücretini yine ailesi ödeyecektir-, üstelik üniversiteye giriş sınavından dahi çok çalışıldığı ve bütün bunların sonucunda sınavlardaki şaibelerle burun buruna kalındığı bir anlayışın elinde kıvranan insanlar...
Ve onların ellerinden alınan hakları...
Ve onların veballeri...
Ve onların ahları...
Galiba bütün bunlara değecek kadar büyük kazanımlar var ortada.
Varsa da bu dünyada.
Kimse sanmasın ki öteki dünyada...

5 Temmuz 2012 Perşembe

Subasmanınızın kotu nedir?

Müteahhit mantığıyla yapılan konutlar 99 depremiyle nasıl elimizde patladıysa, aynı mantıkla yapılan TOKİ'ler de pimi çekilmiş, patlamaya hazır birer bombalar gibi patlayacakları günü bekliyorlar sanki.

İşte sel sebebiyle Samsun'da yaşanan felaket capcanlı karşımızda...
"Samsun'un Canik ilçesinde Mert Irmağı'nın taşması sonucu, yapımına 2010 yılında başlanan Kuzey Yıldızı TOKİ Konutlarındaki apartmanların zemin katlarını su bastı. Beşi TOKİ konutlarında olmak üzere 9 kişi hayatını kaybetti."
Haberin devamını okumak için tıklayınız:
Buradan anlıyoruz ki, olması an meselesi olan bir deprem anında toplu konutların toplu mezarlara dönüşmesi de an meselesi.
Orada hâlâ gecekondular olmuş olsaydı, felaket daha büyük olacaktı değil mi? Doğru...
Demek ki oralar yerleşmeye namüsait yerlermiş ki aklı selim insanlar yerleşmek için tercih etmemişler. Önünü ardını hesap edemeyen insanlarsa gelip oralara konuvermişler.
Siz de onları dönüştüreceğiz hevesiyle o yanlışı daha da büyütmüşsünüz.
Devlet, yerde yaşayan insanları yerden göğe kaldırarak bu felaketi kısmen önledi. Lâkin yerin dibinde kalanlar için yapacak birşeyleri yoktu. Onların da kaderleri buymuş. N'apalım artık...
Amaç oraların her yönden islahı ise rantın bir kenara bırakılıp, oraların doğasıyla bütünleşen evler inşa edilmesi gerekmez miydi?
3 daire daha fazla yapmak adına bodrum katlara meyledilmeseydi keşke.
Madem ki dönüşüm, madem ki gelişim, madem ki değişim;  gerçek anlamda dönüşüp gelişerek değişseydiler keşke.
****
İnşaatlar yapılırken "bir subasman" hadisesi vardır bilirsiniz. Hatırlayın, eski evlere her zaman birkaç basamak çıkılarak girilirdi. Şimdiyse birkaç basamak inilerek ya da sıfır kot...
Bir okuyalım bakalım neymiş bu subasman kotu...
1. Su Basman Kotu Binanın oturduğu tabii zeminden itibaren zemin kata kadar olan şakuli mesafedir. Su basman kotu parselin cephe aldığı yolun trotuar üst kotuna göre (kırmızı kot) belirlenir. Belediyenin su basman seviyesindeki yetkililerce yerinde tespit edilir.
2. Su Basman Kotu Türkçemize yapı eteği olarak çevrilen ama bu çevirisi kullanılmayan, Fransızca'dan geçme kelime. Fransızca yazılışı soubassement olup, sous = alt ve bassement = zemin sözcüklerinin ulanmasıyla elde edilmiş olma ihtimalini hafife almamak gerekir. Nitekim subasman da yapıda zemin kotunun (sıfır kotu, giriş kotu) altında kalan, ama toprağa gömülü olmayan bölümü ifade eder. Bu bölüm yapının üzerine oturtulmuş olduğu bir döşeme, bir kaide olabileceği gibi, basitçe  bodrum katının yüzeyde kalan kısmı da olabilir.
Binanın zemin kotunu doğal zeminden daha yükseğe yapmaktaki amaç, yapıyı doğal etkilerden, nemden, sudan vesaireden korumaktır. Her binada illa subasman bulunması gerekmez, arazi koşullarının gerektirdiği durumlarda subasman yapılır.
Telaffuzunun bize çağrıştırdığının aksine bu sözcüğün su basması-basmaması meseleleriyle hiçbir ilgisi yoktur. Olay tamamen ses benzerliğinden ibarettir. Yine de, tuhaf bir şekilde, elverişsiz arazilerde inşa edilmiş binalarda subasman kotunu daima su basar. (Kaynak için tıklayınız)

Su basman ve su baskınları için önlemler:
"Öncelikle; Dere yatağında, su yollarında, su basması muhtemel yerlerde inşaat yapmayınız. Tepeler bu açıdan en güvenilir alanlardır. Mümkünse inşaatlarınızı tepelere yapınız" diyor bir site de.
Bizim kolayca ulaştığımız bu bilgileri inşaat işiyle iştigal edenler bilmiyor olamazlar değil mi?
O zaman niyedir bu yıkımlar, o zaman niyedir bu kayıplar?
Binalar yapılırken yapılacağı yerlerin coğrafi koşulları göz önüne alınmaz mı? Zeminin yapısından tutun da esen rüzgarların hızına kadar her şey hesap edilmez mi? Oluşabilecek doğal afetler aklın bir tarafında tutulmaz mı?
Ya da şöyle soralım, ediliyorsa da edilen hesaplar niye hiç tutmaz?
İki kere ikinin dört ettiğini bilmeyen nesillerin ellerinde miyiz yoksa?
****
Dönüşüm diye diye, pejmürde görünen tek katlı binaları yerle bir edip, yerine ulu ulu kuleleri dikmek ve o soğuk, o ruhsuz kulelerin içine insanları tıkıştırmak marifet midir, hiç anlamadım.
O insanlar hem görsel olarak göz zevkine aykırı, hem de donanım olarak yetersiz olan bu binalarda yaşamaya can mı atıyorlar, yoksa mecbur mu bırakılıyorlar, hiç anlamadım.
Pek çok kişi apartman tepelerinden toprağa yakın iki katlı evlere geçmeye çabalarken, toprakla iç içe yaşayanları alıp yukarılara kondurmak hangi akla mantığa sığar, hiç anlamadım.
Ha şirket eliyle, ha devlet eliyle, sonuç itibariyle ön araştırmasından son çivisine kadar her aşamasının "insan" dan geçtiği her yapı dayanıklılığını da çürüklüğünü de o "insanlar" a borçludur.
Ben'ce; doğayı inkâr ederek yapılan her eylem, doğa tarafından bozulacak ve doğadan çalınan her toprak ya da her su doğa tarafından geri alınacaktır.
Siz'ce, bunu anlamak için daha kaç kez yıkılmamız, daha kaç kez boğulmamız, daha kaç kez yanmamız lâzımdır?

Fotoğraf Sabah Gazetesi'nden alınmıştır
Daha fazlası için tıklayınız: