25 Şubat 2011 Cuma

Dost her zaman acı mı söylemeli?

Dost acı söylermiş, doğru mu?
Eğer o dost gerçek bir dostsa ACI'yı öyle bir tatlı söyler ki, yanlışını gösteren  bu dosta karşı gönlün şükranla dolar taşar.
Malûm; bir lâfın bin türlü söylenişi var. O anda bunlardan en doğrusunu bulabilmek de işte o dostun marifeti. Doğruyu doğru bir şekilde anlatamadığı sürece doğruyu söylemiş olmasının bir anlamı da kalmıyor zaten. Hâttâ yerine doğru ulaşmayan her kelime daha büyük yanlışlara bile sebep olabiliyor.
Yanlışını göstermeye çabaladığın kişi seni haksız yere pek çok şeyle itham edebiliyor. Dostun göz göre göre avuçlarından kayıp gidebiliyor. Üstüne üstlük belki de bir düşman kazanmış olarak çıkıyorsun bu durumdan.
Bazen de insanın etrafında Dost Acı Söyler lâfının ardına sığınarak acı söz söylemeye meraklı pek çok "sözde" dostu oluyor.
Bu "sözde dostlar" sana hatanı anlatacak, sana doğru yolu gösterecekler  ya; çok zaman asıl istedikleri senin zayıf anını yakalamışken seni taciz etmek, canını acıtmak, üzmek.
Hem; açık sözlülükle patavatsızlık bıçak sırtı değil midir?
Lâfın nereye gideceğini düşünmeden gelişigüzel konuşup, insanların onurunu kıran konuşmalar yapanlar sadece "patavatsız" olarak nitelendirilebilirler. Bunun mert bir açıksözlülükle hiç alâkası yok.
Tabii ki her acı konuşan kötü niyetli olmadığı gibi her tatlı konuşan da iyi niyetli değil.
Ağzından çıkan süslü kelimelerle karşısındakini cezbetmeye çalışan bir insanın samimiyetsizliğini az çok hepimiz anlayabiliriz. Onun sahte methiyelerine inanmayız, yalan alkışlarına kanmayız.
Dillerinin söylediği her kelimeyi yalanlayan gözleri vardır onların. Ve kendi gözlerini göremedikleri için ettikleri kelâmlarla karşılarındakini avuçlarının içine aldıklarını var sayarlar. Ama o gözleri gören karşılarındakilerdir...
Yalandan olan bir dosttansa  gerçekten olan yüz düşman çok daha güvenli değil midir? Hiç olmazsa düşman açık ve nettir. Dostsa sahte ve sinsi.
İnsan dostuyla olduğu kadar düşmanıyla da gurur duyar. Dostu da düşmanı da onun aynasıdır.
Yalan dostları tercih edenler sürekli bir onaylanma arzusu taşıyan insanlar belki de. Bir kandırmaca içinde mutluluk arayan bu insanlar, kendi gerçekleriyle yüzleşmeye cesareti olmayan güçsüz insanlar. Birçoğu kimseye dost olmamış, bu yüzden kendisine de dost olunmayacağını düşünen, dostluğun sadece karşılıklı menfaatlerle yürüyeceğine inanan insanlar.
Dost olmadan dostluk beklemek hakkaniyetli bir bekleyiş mi?
Acı sözünü acıtmadan söyleyebilen ve bu acı sözü de doğru anlayabilen insanlar, işte onlar gerçek dostlar.
Onların söylediği her sözden güven, sevgi ve sahiplenme taşar. Onların acısından zarar gelmez. Onların tatlısı tadından yenmez.
Tatlı dil yılanı deliğinden çıkartır derler ya hani, söylediğin sözden çok söyleme şeklin önemli demek ki.
Bazen hepimizin celâllendiği zamanlar oluyor. En son söyleyeceğimizi en baştan söyleyiveriyoruz. O anda kendi haklılığımıza olan inancımızla ettiğimiz bu öfke dolu sözler karşı taraftan nasıl algılanıyor hiç düşünmüyoruz bile. İçimizdekileri boşalttık ya, gerisi bizi bağlamaz.
Kavganın bile bir adabı olmalı. İnsanın aslı astarı kavgada belli olur.
Ağızdan çıkanları kulakların duymadığı böyle zamanlarda kontrolsüzce dökülen o sözler belki de saklanan gerçek düşüncelerdir. O yüzden ‘öylesine'  söylenen bu sözlere itibar edilmeli mi edilmemeli mi diye düşünmeden geçemiyor insan. Bu sözler acaba hakikaten bir öfke anında "öylesine" mi söylenmiştir yoksa gerçek düşüncelerin ta kendisi midir diye zihnini bir köşeden kemirir durur.
Yaptığı hatanın farkında olan ve bunun ezikliğini taşıyan insana bir de bizim ettiğimiz bu öfke dolu sözler, onun acısının üzerine tuz biber eker.
Hatasını anlamayan ve kabûl etmeyene neyi nasıl anlatırsan anlat zaten fayda etmez.
‘Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az' misâli tepesinde konser versen dahi yine de duymaz, görmez , anlamaz, dinlemez.
Kendisinin ‘En İyi' olduğuna inanmıştır bir kere. Onun eleştirilecek tek bir tarafı dahi yoktur. O ulaşılmazdır. O kapalıdır. Çünkü o mükemmeldir.
Yaşadığımız her an sürekli bir öğrenme ve gelişme içindeyizdir aslında. Hiçbir zaman TAM olamayız. Gördüklerimiz, duyduklarımız hamur gibi yoğurur durur bizi.
Bazen hamur biraz fazla sertleşir yoğrulamaz hale gelir, bazen de cıvıklaşır ellerimize bulaşır.
Böyle zamanlara bazen biz un olalım katılalım dostumuza, bazen de bırakalım dostumuz su olsun aksın hayatımıza...

22 Şubat 2011 Salı

Sıranı bekle!

Bir elimizde para cüzdanı, bir elimizde fatura, kim bilir kaç kez girmişizdir ödeme kuyruklarına.
Bir yanda faturadaki yüksek meblâğ, bir yanda uzayıp giden kuyruğun ürkütücülüğü derken, el mahkûm biz de takılmışızdır o kuyruğun ucuna.
70'li yılların tüp kuyruklarını da, benzin kuyruklarını da gördük. Şimdiki nesil benzin için kuyruğa girmeyi hayal bile edemez. Benzinden tasarruf etmek için yokuş aşağıya giderken insanlar arabalarında kontak kapatırlardı. Bunu yapmak oldukça tehlikeliydi ama benzinlikteki kuyruğa girmeyi ve orada saatlerce takılı kalmayı az da olsa erteleyebilirdi.
O dönemlerin filmlerinde gördüğümüz o kuyruklarda ne ateşli kavgalar yaşanırdı.
Kuyruğa aradan kaynak yapmaya çalışanlarla bunu fark edip engellemeye çalışanlar ve daha sonra da kuyruktaki herkesin karıştığı sözlü sataşmalar, 'Ayıptır kardeşim!' demeler, olmadı üzerine yürümeler derken gerilimi hayli yüksek bir ortam olup çıkıyordu o kuyruklar
Üç aylıklarını almak için kuyrukta beklerken oracıkta yığılıp can veren emekliler de çok oldu. Hep birlikte üzüldük, isyan ettik.
Neyse ki günümüzde bankalarda ve resmî dairelerde numaralı sisteme geçildi de, bu 'sıra kimdeydi' kavgaları nihayet bir son buldu.
Fakat şimdi de ATM önü kuyrukları oluştu
Bankaya girer girmez sıra numaranı alıp bir köşeye oturuyorsun.
Önce sakin sakin bekliyorsun. Sonra sıkılmaya başlayıp yavaş yavaş yerinde kıpırdanmaya başlıyorsun. Gözün sürekli ışıklı göstergede, yanan her yeni numarada kendi sırana bir adım daha yaklaşıyorsun. Yaklaşıyorsun da, bazen öyle geliyor ki yaklaşmak ne kelime gittikçe uzaklaşıyorsun sanki.
Bir ara bankada beş vezne olmasına rağmen sadece ikisinin çalışıyor olmasına dikkat ediyorsun. Diğerleri niye çalışmıyor diye düşünürken suratına memnuniyetsiz bir ifade gelip yerleşiyor.
Çalışan veznelerdeki görevlilere gidiyor gözün. Ne kadar bıkkınlar, ne kadar aheste hareket ediyorlar diye düşünüyorsun.
Bir türlü işlemi tamamlayamıyorlar, arada telefonla konuşuyorlar, arada önlerindeki bilgisayara bir şeyler yazıyorlar. Sanki ağır çekim bir filmdeler hepsi.
Eminim onlar da sıradaki müşterilerin ne kadar sabırsız ve ne kadar halden anlamaz olduklarını düşünüyorlardır.
Görülüyor ki bankonun iki tarafı da karşılıklı olarak birbirlerinden hoşnut değiller.
Sen bunları düşünürken sıra almadan doğrudan bankoya yanaşıp bir şeyler soran birisi oluyor. ‘Hop hop n'oluyo, yoksa sıramızı mı alacaklar!' derken soran kişi soracağını sorup hemen ayrılıyor bankodan. Kendi düşüncenden utanıyorsun o anda. Sanki sen minik bir şey sormak için hiç araya girmedin. Elbette ki girdin.
'Blink!
Işıklı gösterge yanıp sönmeye başlıyor.
Ha gayret, az kaldı ulaşacağız bizim numaraya.
Diğer veznedeki numara da bir türlü değişmek bilmiyor. Takıldı mı ne?
Kendin gibi sıralarının gelmesini bekleyenlere göz gezdirirken,  ‘Daha yapılacak ne kadar çok işim var ve ben burada mıhlandım kaldım!' diye hayıflanmaya başlıyorsun.
Bunları düşünürken aklına saatine bakmak geliyor. O da ne? Henüz on dakika bile olmamış geleli.
Rutin hayatında nasıl geçtiğini anlamadığın şu on dakika burada saatler sürdü sanki.
Blink!!
Hah, sıra bizde...
İşlemimiz yapılıyor nihayet. Hesaplarımızı da bir kontrol edelim. Verilen dekontlara iyi bakalım da yanlış bir şey olmasın. Biraz uzun mu sürdü işlemimiz acaba? Sırada bekleyenlerin şikayetlenen sesleri geldi kulağıma sanki.
Onlara omzumuzun üzerinden hafifçe ters bir bakış atalım, atalım ki anlasınlar burada oyun oynamıyoruz, işimiz var
Bulunduğumuz yer değişince tavrımız nasıl da değişiyor değil mi?
Çizginin bazen bu tarafında oluyoruz, sonra bir bakmışız diğer taraftayız. Şikayet ettiğimiz her ne varsa, belki daha bile fazlasını bu kez de kendimiz yapıyoruz.
Benciliz.
Her şey her zaman bizim istediğimiz gibi olsun istiyoruz.
Dünya bize dönsün, güneş bize doğsun, saatler bize çalışsın. Çocuklarımız muti, dostlarımız özverili, büyüklerimiz hoşgörülü, gelinimiz-damadımız uyumlu, eşimiz mükemmel olsun. Hepsi bizi rahat ettirsin.
Kimse bize kızmasın, kimse bizi kızdırmasın.
Peki ya biz, biz de sıfatlarımız içinde bizden beklenildiği gibi miyiz?

18 Şubat 2011 Cuma

Aşkım için yaptım Hakim Bey!

Bir üçüncü sayfa haberi; "Sevdiği kızı 37 yerinden bıçaklayarak öldürdü!"
Ne kadar çok sevmiş ki onu kimseye yâr etmemiş, helâl olsun!
Ya benimsin ya kara toprağın demiş, sen mezara ben mahpusa demiş sallamış bıçağı defalarca.
Sevdiğine yapmış bunu.
Sevmek ve 37 bıçak darbesi.
İnsan böylesine kötü bir şeye sevgiyi bahane etmese ve bu kelimenin ardına bu kadar çok saklanmasa diyorum.
Gelin şimdi 'Sevdiğim için yaptım' lâfını açalım biraz.
'Artık beni istemediğin için bunu hazmedemedim, kendi benliğimi yenemedim, terk edilmeyi ya da aldatılmayı bünyeme yediremedim. Bundan sonra beni sevdiğin gibi başkalarını da sevmemen için en kolay yolun seni ortadan kaldırmak olduğuna karar verdim. Yaptım da, şimdi içim rahat.'
Hah, şimdi daha doğru oldu sanki.
Ey bu cinayeti işleyen kişi; tamam mı, huzura erdin mi artık?
Bundan sonra sen dahil kimse ona dokunamaz. Çürüsün gitsin mezarında, yeter ki senin için rahat olsun. Hem o hak etmiştir de zaten. Sana nasıl böyle bir şey yapabilir? Nasıl başkasıyla mesajlaşabilir? Sana nasıl ihanet edebilir?
Öldürülmesi için ortada büyük bir neden vardır işte. Yetmez mi? Yeter.
Peki ya bıçaklanan kız?
Sen onun bedenine bıçağı defalarca saplarken o senin bu büyük aşkından yeterince mutlu olmuş mudur? "Allah'ım, meğer beni ne kadar çok seviyormuş!" mu demiştir? Yoksa vücuduna giren her bıçakla acıdan ve korkudan katılıp mı kalmıştır?
Ve o kızın ailesi?
Evlatlarını morgda teşhis etmek için gelen anne-baba biricik kızlarının delik deşik edilmiş vücudunu görmüşler midir?
Öyle boylu boyunca uzanmış, soğumuş, sararmış, henüz on altısında gencecik bir insan.
On altı yaşındaki bir çocuğun ihaneti mi olur, bunun için can mı alınır?
Ya öldürenin anne-babası?
Kim ister evladının bir hata yapmasını, hele hele de bir cana kıymasını.
Mağdur olan tarafın hesap soracak muhatabı vardır da, suçlu tarafın tutunacak bir tek tarafı yoktur.
Ne zaman gazeteleri okusam, ne zaman televizyondaki haberleri dinlesem her gün birkaç tane "AŞK" cinayetine rastlıyorum.
Ne yazık ki ortalığı kan gölüne döndüren oldukça 'vahşi aşklar' yaşanıyor.
Kıskançlık yüzünden çıkan kavgada insanlar duvardan duvara vurulurken "Her ne yaptıysam senin için, sevgimiz için, aşkımız için yaptım!" diyen sesler uçuşuyor havada.
Testerelerle kafalar bedenden ayrılırken yine bu aşk sözcükleri geçiyor alt yazılarda.
Adamın biri evlenmek istediği kadın kendisini reddedince, sokak ortasında tetiği çekip gözünü kırpmadan o kadını vurabiliyor mesela. Kendisinin bir karar vermiş olması yeterli ya, karşı tarafa kalan sadece bu karara riayet etmek, o kadar!
Nasıl olur da reddeder! O reddedilecek adam mıdır?
Merak ediyorum; "Çok sevdiğim için öldürdüm Hakim Bey!" deyince cezalar daha mı az oluyor acaba?
İnsan kendisine aşık olmadığını bildiği kişiyi zorla yanında tutmakla ne kazanır?
Zorlama ve şiddet uyguladıkça sevilebileceğini mi düşünür acaba?
Siz aynı şartlarda birinin yanında kalır mıydınız? Kalsanız da mutlu olur muydunuz?
Mutlu olmadığınız zaman mutlu eder miydiniz?
Aşık olunana sahip olmayı, vitrinde gördükleri bir eşyaya sahip olmakla aynı kefeye koyanlar, aşklarını 'sahip olana' kadar yaşayanlardır.
Sahip olamadıklarında çılgına dönen bu insanların, sahip oldukları anda ne aşkları kalır ne sevdaları.
Üstelik bu kez de büyük aşklarını kendi sahiplikleri içinde hırpalar dururlar.
Sahip olduklarına mı kızgındırlar, olamadıklarına bilinmez ama yaşadıkları da yaşattıkları da hep büyük mutsuzluklardır.
Aşk'a yakışansa ne ölmek ne de öldürmek.
Döne döne yanmak, döne döne sevmek...

15 Şubat 2011 Salı

Yalancı!

En son ne zaman yalan söylediniz?
Yoksa siz hiç yalan söylemeyenlerden misiniz?
"Evet onlardanım" diyorsanız, belki de şu anda en büyük yalanınızı söylemiş oldunuz.
Yok; "Arada sırada söylerim" diyorsanız, işte aramızdaki ‘Sayın Doğrular' sizsiniz. Alkışı hak ediyorsunuz.
Herkes arada-sırada yalan söyler zaten canım.
Hadi itiraf edin, o kadar da doğrucu değiliz her zaman.
‘Dürüst' bir yalancı olun en azından.
Çok kolay görünse de aslında zor iştir yalan söylemek.
Öncelikle iyi bir hafıza gerektirir.
Kime hangi yalanı söylediğini unutmayacaksın, yalanının etrafını iyice dolduracaksın, iyi organize olacaksın, yoksa bir bakmışsın ki adın YALANCI'ya çıkmış.
Yani yalanın öyle sağlam olacak ki, öncelikle kendin inanacaksın. İşin aslı astarı neydi unutacaksın.
Çok zaman durum kurtarmak için minik yalanlar söyleriz. O anda doğruyu söylemenin çok da gerekli birşey olmadığına inanıyorsak hemen başvurduğumuz bir yoldur bu. Masumdur, zararsızdır. Hâttâ çok zaman yararlıdır da.
Bazen yalan söylememek için hiç konuşmamayı tercih ederiz. Susmayı seçen birisini konuşmaya zorlamakla öğreneceğimiz şey ya o anda uydurulmuş acemice bir hikâye olur ya da hiç hoşlanmayacağımız acı bir gerçek.
İkisi de can yakıcıdır. O yüzden bazen susana saygı göstermeli ve beklemeli.
Kendisi anlatmak isterse konuşacaktır nasılsa.
Doğruları olduğu gibi anlattığımızda karşımızdakinden gelen tepkiye göre bir daha o kişiye doğruyu söyleyip söylememekle ilgili kararımızı veriririz.
Doğruyu söylediğine bin pişman olduğun an, en muhteşem yalanlarını yaratmaya başladığın andır. Bütün kalbinle anlattığın her şey üç gün sonra aleyhine delil olarak kullanılmaya başlıyorsa ya susmayı tercih edersin ya da yalanları.
Bir de mütemadiyen yalan söyleyenler vardır. Hilafsız her cümleleri yalan içerir. Onlar için ‘Nasılsın, iyi misin?' der gibi bir şeydir bu. Sürekli abartılı bir konuşma biçimi içindedirler. Herkes onları bu halleriyle kabul etmiştir, işin eğlencesini çıkartıyorlardır.
Bunlar genelde kimseyi üzmeyen, yalan bile diyemeyeceğim hafif lâf dolandırmacalardır hep.
Esas can yakan, kötülük barındıran, ocak söndüren yalanlar var ki; onları söyleyebilenleri anlamak mümkün değil.
İçlerinde bir damla dahi insan sevgisi olmayanların fütursuzca söyledikleri yalanların sebep olduğu olaylar çok büyük acılar verir insanlara.
Türlü yalanlarla kandırılarak elinden parası alınan yaşlılar, mutlu bir evlilik vaadiyle kaçırılarak ona buna peşkeş çekilen kadınlar-kızlar, bir şeker-bir oyuncak ile tuzağa düşürülen çocuklar, daha çok eğleneceklerine inandırılarak uyuşturucuya alıştırılan gençler, yalancı şahitlik sonucu hiç işlemediği bir suçun bedelini ödeyen masumlar.
Ürettikleri ya da sattıkları her şeyin içine hile karıştırıp, haksız kazanç elde edenler.
Sırf kötülük olsun diye iftira atanlar.
Evli insanların kendilerini bekâr gibi tanıtıp karşılarındakilerin ve kendi ailelerinin hayatlarını allak bullak etmeleri.
Oy peşinde koşan siyasetçilerin asla yapmayacaklarını bildikleri vaatlerle halkı büyük beklentilere sokmaları.
Ve daha niceleri...
Peki bu yalanlara inananlar kimler?
Ne yazık ki kendisi dürüst olan insanlar yalancıları ayırt edemiyorlar. Söylenen her sözün doğru olduğunu varsayıyorlar. Dolayısıyla da kandırılması en kolay insanlar işte bu insanlar oluyorlar.
"Bir yalancıyı en iyi tanıyan diğer bir yalancıdır." derler ya hani, ne kadar da doğru bir söz değil mi?..

11 Şubat 2011 Cuma

Sevgililer'e Özel

Yine geldi çattı hediye ayları.
Yılbaşını henüz yeni atlatmışken şimdi de “Sevgililer Günü'nde sevgiliye ne alsak?” telâşlanmaları başladı.
Kızlar kim bilir ne kadar zaman öncesinden hazırlamışlardır sevgililerine verecekleri hediyeyi. Kendilerine alınmış olanı da büyük bir merakla beklemektedirler.
Erkeklerse eminim hâlâ daha ne alsam diye düşünüyorlardır.
Bilirler ki bir şey alınmazsa surat edilecek, alınan beğenilmezse yine surat edilecek.
Erkeklerin işi de zor.
Doğum gününe, yılbaşına, sevgililer gününe, evlenme yıldönümüne, nişan gününe, ilk tanışma gününe derken bu hediye almaların sonunu bir türlü bulamazlar.
Hele bir de ilişkiye verilen değer alınan hediyenin bedeliyle ölçülüyorsa o zaman işler iki kat zorlaşır. Bir elindeki paraya bakarsın, bir de vitrindeki etikete.
İkisi bir türlü uyuşmaz gider.
Onların uyuşmazlığı senin sevgilinle olan anlaşmazlığının bir yansımasıdır sanki. Böyle durumlarda belki de en iyisi o sevgiliden de, o hediyeden de bir an önce vaz geçmektir..
Evlendikten sonraki özel günlerde kadınlara 'küçük ev aletleri' alınarak bu fasıl kolayca geçiştirilebilir. Evin ihtiyaçlarını sürekli bu günlere denk getirip hediye olarak sunmak biraz kurnazlık oluyor ya, neyse.
Belki karşılık olarak kadınlar da kocalarına tamir takımı gibi eve gerekli şeyler alıyorlardır.
Tencere-tavada nasıl bir mesaj varsa, tamir takımında da aynı mesaj var nasılsa.
Hediye almayı tümden reddedenler de yok değil hani. (Bu arada reddedenlerin neredeyse hepsi erkek!)
Böyle zamanlarda hediye almamak için emperyalist sistemden girer, tüketim toplumu olunmasından çıkarlar ve “Aman bırak kalsın, alma” dedirtene kadar uğraşırlar.
Hediye de neyin nesidir zaten, onların sevgisi bir hediyeye mi kalmıştır. Peh!
Kimisi Sevgililer Günü'nde tek gülünü hiç aksatmaz, kimisi nerdeyse çelenk yaptıracak kadar abartır. Kimisi parfümden medet umar, kimisi pırlantadan. Kimininse sesi soluğu çıkmaz, o günü görmezden-duymazdan gelir. Belki de bu karmaşada en salim kafalı olanlar onlardır.
Özen gösterilerek seçilmiş bir hediyenin bedeli hiç de önemli değildir aslında.
Yeter ki alınan her neyse baştan savma olmasın.
Tabi bu özen göstermenin içinde sıkı bir gözlemleme yatar. Zor iştir. Sevgili nelerden hoşlanır, hangi renk, hangi koku? Hediye beklenirken belki de esas beklenen bu gözlemlemelerin ne kadar doğru yapıldığı, kişiye ne kadar dikkat edildiği, ne kadar önemsendiğidir.
“Parasını vereyim, sen kendine ne istiyorsan al” diyerek işin kolayına kaçan 'aklı evvel' kocalar da çıkar arada. Buna verilecek en iyi cevap meblâğı biraz yüksek tutmaktır. Böylece bir dahaki sefere bu işi size bırakmayacak ve kendisi bir şey almayı tercih edecektir. Gerçi ilk teklifi bir daha yinelememe ihtimali de yok değil hani. Artık değerlendirme size kalmış.
Bence insan belirlenmiş günleri beklemeden de hediye alabilmeli birbirine. Bu belki onun sevdiği bir sanatçının albümü, belki sevdiği bir tatlı, belki elde örülmüş bir kaşkol, belki bir kitap, belki bir eldiven.
Yeter ki seni ona, onu da sana anlatabilsin.
Yıllanmış olanlar 'Bizden geçti' derler ya; oysa en güzel hediyeleri onlar hak ederler.
Bunca yaşanmış yıllara arada sırada bir de böyle teşekkür edilse fena mı olur sanki? Kadın ya da erkek herkes ne kadar sevildiğini bilse de, bazen görmek de ister.
Bunu ifade edebilmek için seçilen yollardan birisi de işte bu anlamsız görünen hediyeler olabilir.
Hem arada sırada şımartılmak kimin hoşuna gitmez ki?
Hediye paketini gördüğünde en küçüğünden en büyüğüne herkesin yüzünde şaşkınlık ve merak dolu heyecanlı bir ifade olmaz mı?
Gözleri parlamaz mı?
Siz ona hediye almasanız da o sizi sevmekten vazgeçmez.
Vazgeçmez de; “seviyorum” dediğiniz kişiye olan sevginizi bir de böyle taçlandırsanız çok da bir şey kaybetmiş sayılmazsınız değil mi?

8 Şubat 2011 Salı

Diğerleri'nin meraklıları

Her şeyin inini dibini öğrenmeye ne kadar da meraklıyız...
Ne kadar çabuk hükümler veriyoruz, ne kadar çabuk yargılıyoruz, ne kadar çabuk yaftalıyoruz...
Hoşumuza gitmeyen ya da işimize gelmeyen bir durumda çareyi hemen atıp-tutmalarda buluyoruz. Ne gerisi, ne berisi; hiçbir şey düşünmeden basıyoruz kalayı, basıyoruz karayı.
Olayların ne 'neden'inin, ne de 'niçin'inin bir önemi var nasılsa değil mi?
Zıvanadan çıkmış gibi saldırmaya başlıyoruz ağımıza takılan kurbana...
Hatırlarsınız belki; "Kim? Kiminle? Nerede? Ne zaman? Ne yapıyordu?" diye bir oyun oynardık hani.
Sütunlara ayrılarak katlanmış bir kâğıda bu başlıkları atar, her sütuna denk gelen soruya sırayla cevaplar yazardık. Bir önceki soruya bir başkasının verdiği cevabı görmeden bir sonraki soruya kendi cevabımızı yazıp, kâğıdı katlar ve o kâğıdı bizden sonrakine geçirirdik.
Cevaplar tamamlanıp da kâğıt açıldığında oluşmuş cümleyi bir kerede okur ve bu cümlenin komikliğine kahkahalarla gülerdik.
Okuduğum ya da şahit olduğum vak'aları gördükçe böyle bir oyunun içinde miyim acaba diyorum...
Yazık ki artık ne oyunlar güzel, ne de ortaya çıkan cümleler kahkahalarla gülünecek kadar komik...
****
Ortalara düşen bir konunun dilden dile dolaşırken şekilden şekile girmesi ve tamamen başkalaşması, çok zaman çirkinleşmesi, kişilerin asılması-kesilmesi-sallandırılması-gömülmesi-üzerinde tepinilmesi-suyunun çıkarılması-hâttâ suyunun da suyunun çıkarılması-sündürülmesi-posa haline getirilmesi ve son olarak da çöpe atılması.
Ve yeni bir olayla her şeyin baştan başlaması.
İnsan öğüten bir sistemdeyiz sanki...

Birisi tökezlediği anda bu sistemin bıçakları bilenmeye başlıyor. Tökezlemek düşmeye dönüştüğündeyse o bıçaklar yavaş yavaş dönmeye başlıyor. Düştükten sonra kalkmaya çalışmak için uzattığı elini tutup o kişiyi kurtarmak yerine, acımasızca savrulan tekmelerle zavallıcık çarkın içine daha büyük bir hızla itilip lime lime ediliyor.
Ne içinde bulunduğu şartlar, ne iç dünyası, ne gelmişi, ne geçmişi, ne ailesi, ne çevresi ne de başka bir şeyi düşünülüyor.
"O kendini düşünmemişse ben onu niye düşüneyim!" mantığı var ya, işte o her zaman ağır basıyor.
Oysa onun yaptığı onun, senin yaptığın senin aynandır.
Birisi herhangi bir yerde hata yapmış olabilir. Diğeriyse onun yaptığı bu hatayı fırsat bilip, allayıp pullayıp dillendirerek, bilerek ve isteyerek büyük bir KÖTÜLÜK yumağı haline getirip kendi içinde 'var olan'ı gün yüzüne çıkartıyordur.
Hata affedilebilir, kötülük asla...
****
Görüyorsunuz, son günlerde içlerindeki kötülüğü engelleyemeyen yaratıklar kalplerinde barındırdıkları karaları dillerinden kusarcasına çıkartıyorlar.
Öldükten sonra yakılarak küllerinin suya dökülmesini arzu ettiğini söyleyen sevilen ve sayılan kadın için, "ÖLEN O KADINI FIRINLAMAYACAK MISINIZ?" diye çemkiriyor birisi.
Bir diğeri de "Senin çocuğun olmaz, söyle bakalım o çocuk kimden?" diyerek hesap sorup duruyor yeni evli, medyatik ve komik adamdan.
Hatırlarsınız, bu mantığın ağababaları da bir zamanlar "Su testisi su yolunda kırılır" diyerek kendi akrabalarını aklayıp, su yolunda kırılarak ölmüş kendisini savunamayan kadını karalayarak "Oh olsun" çekiyorlardı ulu orta.
Ellerine ne geçti, amaçları neydi, beklentileri ve memnuniyetleri neyin ne olmasıyla orantılıydı bilinmez.
Rezil ettikleri insanlardan daha fazla rezil olanın esasen kendileri olduğunu da mı anlamıyorlardı, orası da hiç bilinmez...
****
Kendilerini sevip kendileriyle meşgul olan insanlar başkalarının ne yaptığıyla pek de ilgilenmiyorlar aslında.
Çevrelerindeki insanların üzüntüleriyle üzülüp, sevinçleriyle sevinebiliyorlar. Başkalarının mutsuzluklarından mutluluk çıkartmıyorlar.
Ne sitem etmeyi biliyorlar, ne de her işin arkasında bir art niyet aramayı.
Kısacası kendisiyle sorunu olmayan bir insanın diğerleriyle de sorunu olmuyor. Hayat içinde yaşarken oluşan dünyevî sorunları da kendi iç huzurlarıyla kolayca bertaraf edebiliyorlar.
Kendileriyle kavgalı insanlarsa bütün dünyayla kavgalı hele geliyorlar. Kavgalı yaşayıp yine aynı kavganın içinde bitap düşmüş olarak bu dünyadan ayrılıyorlar.
Bu insanlar ona buna sataşıp başkalarının ayıplarını deşeleyeceklerine, kavgadan kavgaya koşturup aciz buldukları herkesin üzerine atlayacaklarına durup da bir kendilerine baksalar keşke.
Güçlü olmanın zayıfı ezmek değil de, adil olmak olduğunu öğrenseler.
Hem; olur ya, gün gelip kendileri de benzer bir durumda kalabilirler. O zaman "adalet" dilenmeye yüzleri olacak mıdır acaba?
Yoksa her zamanki yüzsüzlükleriyle en çok onlar mı talep edeceklerdir adaleti?
Ben'ce;
Hayat öyle bir ilahî dengeyle ilerlemekte ki, yıllarca nahak yere atılan bütün taşlar atanın kapısına dönmek için eminim bir yerlerde birikiyordur.
O taşları atanlar hiç ummadıkları bir anda kapılarının önünde yığılmış onca taşı görünce hayretle "Bunlar da ne?" diye soracaklardır üstelik...
İşte o taşlar kendi elleriyle biriktirdikleri "kendi taşları" dır.
Kısacası;
İyilik de sahibine döner, kötülük de.

1 Şubat 2011 Salı

Öyle bir ceza ki!

RECM’i bilirsiniz...
Hani şu taşlanarak öldürülme.
Hani şu elleri arkadan bağlı olarak, yarı beline kadar toprağa gömülmüş bir insanın üzerine taş parçalarının yağdırıldığı bir zevk töreni, bir vahşet ayini.
Kefenine sarılmış halde, çıldırmış bir kalabalığın tam ortasına, en savunmasız haliyle bırakılan o insan oraya gelene kadar zaten binlerce kez ölmüştür.
Şimdi yapılacak olansa sadece ruhunu saran kabuğun, yani bedeninin ortadan kaldırılmasıdır. Belki de artık ne bir korkusu kalmıştır, ne de acıyı hissedecek duyarlı tek bir organı. Bu zulmün bir an önce bitmesini dilemekten başka seçeneği de yoktur.
Ya recmi yapacak olanlar, onlar nasıl toplanmışlardır oraya?
Sabah uyanmış, yataklarından kalkmış, ellerini yüzlerini yıkamış, kahvaltılarını etmiş, eşleriyle-çocuklarıyla şakalaşmış, akşama eve gelirken ne isterler diye sormuş, sonra pijamalarından kurtulup günlük giysilerini giymiş ve sokağa çıkmışlardır. Sanki biraz sonra savunmasız bir insanı delice bir öfke ve nefretle taşa tutacak olanlar onlar değillerdir.
Öyle sıradan, öyle kayıtsız, öyle 'HERKES'tirler...
Fırlatacakları taşları nereden, neye göre, nasıl toplamışlardır? Daha büyük, daha ağır, daha delici olanları mı seçmişlerdir? Beyaz kumaş üzerinde en büyük kırmızılığı oluşturabilmek için mi atacaklardır ellerindeki taşları? Bu olaydaki başarıları bu mudur? Mutlulukları bu mudur?
Kalabalıkla hareket edince yaptıkları işin günahını daha mı az taşırlar? Yoksa onlar o günahın cezasını vererek büyük bir sevaba mı girerler?
Buna mı inanırlar?
Recm bitip de toprağa doğru yıkılmış o insanı, o öldürdükleri insanı gördüklerinde bir iç rahatlamasına mı kavuşurlar? Arkalarını dönüp giderlerken birbirleriyle ne konuşurlar, ne anlatırlar? Şakalaşırlar mı? Sessizliğe mi bürünürler?
Büyük ihtimalle hepsi hiçbir şey olmamışcasına işlerine dönüp günlük hayatlarına devam ederler. Eğlence bitmiştir, hak yerini bulmuştur, onlar da bu hakkın yerine gelmesi için üstlerine düşeni yapmışlardır ve huzurludurlar.
Akşamüzeri olup da dükkânlarını kapatınca evin eksik gediklerini alıp dönerler sıcak yuvalarına. Otururlar akşam sofralarına, sonra da yatarlar yataklarına. Unutmuşlardır bile. Onlar için bu kadar sıradandır işte.
Khaled Hosseini’nin ‘Uçurtma Avcısı’ kitabının bir bölümünde bir recmin nasıl ve hangi bahanelerle gerçekleştirildiği anlatılır. Halkın galeyana getirilişi, recm öncesi kılınan namazla yapılacak eyleme kutsallık katılması, an be an yaşananlar. Okurken acıdan katıldığını hisseder insan.
****
Ülkemizde recm olayı bu şekilde yaşanmasa da benzerleri yaşanmıyor değil.
Kadın cinayetlerinin önlenemez artışı dur durak bilmiyor.
Bir yandan çağı yakalamış, diğer bir yandan da çağın gerisine düşmüş durumdayız. Ve bu düşüş her geçen gün daha korkutucu hal almakta...
'Recm'in bir adım gerisindeki 'linç'ten kılpayı kurtulan Demet'in yaşadıkları ortada...
14 yaşındayken amcasının oğlu Metin’le evlendirilen, 2 çocuk sahibi olan ve boşanmak isteyen 27 yaşındaki Demet, boşanmak isteyerek en büyük günahı işlemişti. Kocası Metin de bu günahı cezasız bırakmamış ve çocuklarının velayetini kendi üzerine alıp onları annelerinden kopartmıştı.
Metin bir iş kazasında ölünce çocuklarına kavuşmak isteyen Demet velayet davası açtı ve kazandı.
Al sana büyük bir günah daha...
Ahlâksız hayat sürmekle suçlayarak devletin annelerine verdiği çocukları annelerine teslim etmek istemeyen ve bunun için tedbir aldıran dede (Demet’in öz amcası) de, çocukların velayetinin kendisine verilmesi için dava açtı.
Bu dava için devletin koruması altında mahkemeye gelen kadın bir anda 20 erkeğin saldırısına maruz kaldı. Neyse ki ailenin 20 erkeğinin elinden kurtarılıp zırhlı araca bindirilebildi ve Demet şimdilik “sağ”...
Eğer ki Demet kuzenlerinin eline geçseydi, az evvel anlattığım recm olayından farklı bir şey yaşanmayacaktı orada.
Onu oracıkta paramparça edeceklerdi.
Bütün hırslarını ve bütün öfkelerini Demet’in savunmasız bedenini yerlerde sürükledikten sonra dindirebileceklerdi.
Bu ceza bir yandan da ailedeki diğer kadınlara mesaj ve gözdağı olacaktı..
Mesajı alan alır, almayanın sonu da işte budur!
Ayaklar denk alınsındır!
Demet şimdilik paçayı kurtardı belki ama bir dahaki sefere de kurtarabilecek mi, endişeliyim doğrusu.
Mahkemeyi kazanıp da çocuklarını yanına alsa da, kazanamayıp alamasa da bu öfke ve nefret Demet ortadan kalkmadıkça bitmeyecek.
Şimdi gencecik bir kadın olan Demet, yıllarca saklanarak, yıllarca korkarak, yıllarca ürkerek yaşlanacak.
Bütün hayatı yaşamakla ölmek arasında bir yerlerde tutunmaya çalışarak geçecek.
Suçu her ne olursa olsun hiç kimse böyle haysiyetsizce bir cezalandırılışı hak etmez.
En önemlisi de; böyle bir cezalandırma hiçbir kutsala mal edilip o kutsala leke sürülemez...