23 Nisan 2024 Salı

Vefatının 60. Yılında Musa Ataş

Bursa Grubunun dışarıya açık düzenlemiş olduğu üçüncü etkinlik, Musa Ataş’ın 60. ölüm yıldönümüne istinaden, Bursa Gazeteciler Cemiyeti katkılarıyla Basın Kültür Sarayı, Nilüfer Sahnesi'nde gerçekleşti.
Bursa’nın en eski gazetecilerinden, aynı zamanda BGC kurucu başkanı olan Musa Ataş’ı, kızı Serap Ataş Öztat’ın anlatımlarından ve bana teslim ettiği arşivinden oluşturarak bir sunum haline getirdim.
Araştırmacı Yazar Deniz Dalkılınç ve Gazeteci Yazar Hacı Tonak arkadaşlarım da Musa Ataş’ın hayatından kesitler sundu.
Bursa ve dünya tarihini hem yazarak hem de fotoğraflayarak anlatan Musa Ataş’ı anlamaya ve anlatmaya bir ömür yetmez.
O yüzden ben, elimdeki bu arşivi zaman içinde dijitalleştirerek, Bursa araştırmacılarına miras bırakmak istiyorum. Bir yandan da onu kitaplaştırmaya çalışıyorum. 
Daha önce Ataş’ı anlatan biyografik bir kitap yazılmamış.Birkaç yıl önce Dr. Öğretim görevlisi Şafak Etike, Musa Ataş hakkında bir makale yazmıştı.  “Bir Gazetecinin Kaleminden Cumhuriyet Bursa’sı - Musa Ataş’ın Bilinmeyen Hâkimiyet-i Milliye Yazıları” başlıklı o makaleyi aynı isimle kitaplaştırdı ve okuyucuya sundu.

Musa Ataş sağken kendisini tanımadığımdan, onu hep anlatılanlarla, anlatıldığı kadar biliyordum. Babam dayılarını dilinden düşürmezdi. Her yıl muhakkak beni artık hayatta olnmayan Musa Ataş'ın evine, yaşayan ailesine götürürdü. Onlarda çok zaman geçirirdim. O evi çok severdim. Ama çocuktum ve babalarını sormayı akıl etmezdim.

Bir insanı en iyi kendi ağzından, kendi anlatımlarından tanıyabiliriz. Ben de onun arşivleyerek sakladığı yazılarını okurken ve bir yandan da onları bilgisayara dökerken, kendisini tanımaya ve anlamaya başladım.
Onu, kendi el yazısı ile anlattığı hayatı, Kurtuluş Savaşı günleri, Atatürk, İnönü, Cumhuriyet’in kuruluşu, Bursa’nın gelişmesi üzerine yazdığı yazılar, Merinosçuluk ve Merinos Fabrikası, Çelikpalas, Uludağ, kayak turizmi, gazetecilik anıları, Cemal Nadir başta olmak üzere dostları, arkadaşları, İkinci Dünya Savaşı günleri, Demokrat Parti dönemleri, hayat ve dünya üzerine yazdığı ve her satırında kendi özünden yansımalar taşıyan yazılarla tanıdım. Karşısında oturmuşum da sohbet ediyormuşuz gibi okuduğum yazılarında, insan yanını ortaya koyduğunu, toplum için ne kadar yenilikçi ve ne kadar mücadeleci olduğunu gördüm. (Son zamanlarda onun alkolle olan dostluğuna bakıp, zaman içinde bu mücadele onu ne kadar yormuş olmalı ki, yorgunluğunu gidermenin ya da yanlışları görmezden gelmenin yolunu birkaç kadehte bulmuş diye düşündüm.) 

Musa’nın 1901 yılında Dağıstan’da başlayan  hayat yolculuğu, 23 Nisan 1964’te Bursa’da son bulmuştu. Bursa gazetelerinde muhabir olarak çalışmış, ayrıca köşe yazarlığı yapmıştı. Yıllarca Cumhuriyet ve Hürriyet gazetelerinin Bursa temsilcisiydi. Bursa'da sporun, sanatın, eğitimin, sanayinin ve turizmin gelişimiyle ilgilenmiş, Stad müdürlüğü ve kayak ajanlığı görevlerinde bulunmuştu. Basın şeref kartı alan ilk gazetecilerdendi. Aynı zamanda Bursa Gazeteciler Cemiyeti'nin de kurucu başkanıydı.
Bunca sene içinde; 1944 yılında “Bursa Kılavuzu”nu, 1948 yılında “Tarih ve Tabiat Şehri Bursa”yı,  1949 yılında “Bursa Sanatları”nı, yine 1949 yılında “Dünya Cenneti Uludağ”ı, 1960 yılında “Elli Yıl Önce Bursa” kitabını, 1952 yılında da “Bursa Kaplıcaları ve Otelleri Broşürü”nü yayımlamıştı. Gazete küpürleri içinde 1948 Turistik ve Ekonomik Bursa broşürü reklamı da gördüm. Çıkıp çıkmadığını bilmiyorum.

Yazılarını; Fıkra, Görüşler Düşünceler, Doğuşlar, Bir iki satırla, Bursa Mektupları, Memleket Mektupları, Siyasî İcmâl gibi başlıklar altında toplamıştı.

Gazete küpürlerini okurken 1948 yılına ben de onunla birlikte, Musa Ataş’ın o dönem çalıştığı Hacıağa gazetesinin bodrum katında (bodrum palasta) gazete çalışanları ile birlikte, radyo başında girdim.  Havaların ve insanların eskisi gibi olmadığını, bunun sebebinin de atom bombası olabileceğini anlattığı ironik yazısında, tüm o etkilerin hâlâ daha devam ettiğini düşündüm.
Henüz 19 yaşlarındayken Birinci Dünya Savaşı’nı da, Kurtuluş Savaşını da cephede yaşamıştı. İkinci Dünya Savaşı’na girmemiştik ama o yazılarında hep savaşa hazır olmamız gerektiğini savunuyordu. İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra yazdığı yazılarda da bu endişesini ve ordumuzun da ülkemizin de güçlü olması gerektiğini sık sık dile getiriyordu.
Yazılarını giderek, görerek, konuşarak, dinleyerek, sorarak yazmasının yanında, yurt dışı haberlerini radyodan dinleyerek yazıyordu. Bir yazısında Moskova’daki 1 Mayıs Bahar Bayramı’nı radyodan dinleyerek anlatmıştı.,
Bir yazısında onunla ve Hacı Ağa gazetesi sahibi Lütfi Can ile birlikte ben de Yalova’ya gittim. Otomobilleri Yalova’ya vardığında vapur kaçmıştı ve Musa Ataş İzmit körfezini dolanarak yaptıkları ızdıraplı yolculuğu öyle muzip bir dille anlatıyordu ki, gülmemek kâbil değildi.

19 Dakikada İstanbul
"Musa Ataş 19 Dakikada İstanbul’a nasıl uçup gittik" yazısına, “Hayatta ‘heyecan’ kadar sevdiğim bir şey yoktur.” cümlesiyle başlamış. Kurtuluş savaşında girip çıktığı muharebelerden beri heyecanlı hareket ve hadiselerden hoşlanmayı adet edindiğini, kayak sporu ve dağcılıktan bunun için çok zevk aldığını söylemiş. Yazısında, ilk defa 1932 yılında Bursa’da ad konma töreni yapılan bir askerî tayyare ile uçtuğunu, Türk Hava Kurumu’nda Basın temsilcisi bulunduğu için o zamanki reisin kendisinin uçmasını istediğini, bindiği tayyarenin pilotunun Eskişehir hava mektebinde uçuş muallimi üsteğmen Azmi olduğunu, Azmi’nin ona türlü çeşit akrobatik hareketler ile uçuş keyfini yaşattığını, fakat o günkü tayyarelerin bugünkü tayyarelerin yanında sivrisinek kadar küçük kaldığını anlatmış. Yolculuk için biletleri iki gün önce almışlar, 13:15’te Buntaş önünden hareket edip 13:30’da havaalanına varmışlar. Uçak 21 kişilikmiş. Koltukların önünde, (diğer koltuğun sırtında), birer kese kâğıdı varmış. Emniyet kemeri bezdenmiş. Hareketten önce kulaklar için birer parça pamuk dağıtılmış. Ama o yüksekliğe dağcılıktan alışık olduğu için pamuğu kullanmamış. 13:55’te motorlar çalışmaya başlamış. Tecrübeli pilot B. Basri’den uçağı Bursa üzerinde bir tur ettirmesini rica etmiş. Pilotun Bursa üzerinde attığı turu, uçağın Mudanya’ya yönelişini, Marmara’dan geçerek Yeşilköy’e inişini an be an anlatmış. Uçuştan o kadar memnun kalmış ki; “19 dakika süren bu yolculukta pantolonumuzun ütüsü bozulmamış, iskarpinimiz toz olmamıştı” diyor. İnişten sonra Devlet Havayollarının bir otobüsünün kendilerini Yeşilköy istasyonuna bıraktığını, oradan trenle Sirkeci’ye gittiklerini, bu yolculuğun ise 35 dakika sürmesinin can sıkıcılığını yazıyor.
Bursa –Yeşilköy 19 dakika, Yeşilköy–Sirkeci 35 dakika diyor.

Ben yazıların içinde böyle kaybolurken kendi el yazısı ile not tuttuğu küçük defter imdadıma yetişti. Kendi hayatını yine kendisi yazarak anlatmıştı. Benim için en önemli kaynak o defter oldu. 

Onun defterlere yapıştırarak sakladığı yazılarından bazıları zaman içinde yapışkanı kuruyarak sayfadan ayrılmış ve ben o sayfaların arkalarına da baktım. Sayfa arkalarındaki döneme ait yazılar da okunmaya değerdi. Her yazı adeta geçmiş zamanlar elçisiydi.

Bir haberin başlığı, “Zeytinyağı satışlarının tanzimi - Tüccar ihracatın dolarla yapılmasını istiyor”, yanındaki haberde Tayyareci Vecihi Hürkuş’un ilkokul ve ortaokul öğrencilerine sivil havacılığı anlatmak üzere okul ziyaretleri yaptığı yazıyor. Müzeyyen Senar babasını ziyaret etmek için şehre gelmiş, Ticaret Bankası Müdürü Zeki Ulay vefat etmiş, Avrupa’da harp korkusu varmış, havacılık sporunu geliştirmek maksadı ile kurulan Kanatlılar Cemiyeti şehrimizde şubesini kurmak için yedi kişilik müteşebbis bir heyet faaliyete geçmiş, Erkek Lisesinde Namık Kemâl günü düzenlenmiş… Ve dahası…

Kalbini samimiyetle açarak kaleme alan Musa Ataş’ın yazılarında, hayat felsefesini anlamaya çalışmak, acısıyla tatlısıyla yaşadığı hayatın izlerini sürmek, klavyede her harfe dokunurken onun daktilosuna dokunan parmakları olmak, her cümlesini birlikte kurmak, onun yazılarından dönemin isimlerini öğrenmek, dedikodularına kulak vermek, meslektaşlarıyla olan tatlı atışmalarını gülümseyerek dinlemek, dertlendiği mevzuların hâlâ devam ettiğini içim burularak görmek, bu yolculukta Musa Ataş olmak hem çok keyifli hem de çok ama çok anlamlıydı. Adeta zamanda yolculuktu.

Yazılarını elektronik ortama tek tek aktarırken ben O oluyordum. Sonra O herhangi bir anda benim bedenimde canlanıyor ve yaşamaya başlıyordu. “Bak Musa dayı,” diyordum, “hani sen böyle böyle anlatmışsın ya, şimdi onlar şöyle şöyle oldu. Bak senin yürüdüğün caddeler şimdi böyle, bak tek katlı bahçeli evlerin yerinde sıra sıra apartmanlar var, bak eski Çelikpalas hâlâ yerinde ama daha sonra yapılan otelin yanında Gulyabani gibi upuzun camlı bir otel diktiler. Üzüleceksin ama Uludağ’a eskisi kadar kar yağmıyor, trafik keşmekeşinden kurtulup Bursa’dan çıkabilirsek Mudanya’ya gitmek 15 dakika, gelsin diye çok mücadele ettiğin tren ise hâlâ Bursa’ya gelmedi.”
Kâh o anlatıyor ben dinliyorum, kâh ben anlatıyorum o dinliyor. Bazen gülümsüyor, bazen hınzırlığına şapka çıkartıyor, bazen onun o naif anlatımı ile hüzünleniyor, çok zaman da “Ne kadar haklısınız Musa Dayı.” diyorum.
Biz konuşurken babam bizi kenardan izliyor. Zaman zaman söze girip, “Aferin benim kızıma!” diyor. “Hep resim yapardın, sana sergi açalım derdim ama böyle yazdığının farkında değildim. Madem yeteneğini Musa Ataş’tan aldın, onu anlatmak da sana düşer. Aferin, durma anlat!” diyor. Ben daha çok yazıyorum.
Durmaksızın yazarken, babamın, dayısı Musa Ataş’tan bahseden cümleleri çıkıp geliyor aklıma derinlerden. Babamın sesi ile Musa’nın yazıları birbirine karışıyor.
Ben tam 1 yaşımdayken göçmüş bu dünyadan Musa Ataş. Ben doğduğumda “Ali’nin bir kızı daha olmuş” deyişini hatırlıyor kızı Serap. O gün doğan o kız şimdi büyüdü ve seni yazılarından tanımaya, tanımayanlara tanıtmaya, unutanlara hatırlatmaya çalışıyor Musa Ataş.
Musa, ablası Fatma’ya (babaanneme) ne kadar düşkünse, yeğeni (babam) Ali’yle de o kadar yakın. Babamın fiziksel benzeyişinin dışında el yazısı da Musa dayısına benziyor. İlkokulu ikinci sınıfa kadar Siği/Kumyaka köyünde okuyan bir adam olan babamın, okumaya, yazmaya ve kitaplara olan düşkünlüğünün altında dayısına olan hayranlığının yattığını söyleyebilirim. Ve tabii ki benim de…
eserek defterlere yapıştırmış ve böylece ardında koskoca bir arşiv bırakmış. Bu arşivdeki yazıları ben de tek tek bilgisayarda yazmaya başladım. Yazarken çok zaman Musa Ataş’ın parmakları oldum, dili oldum, sözü oldum, sesi oldum. Artık cümlelerin sonunu nasıl getireceğini, söze nasıl başlayacağını biliyordum. Derin hislerle okuduğum yazılarından sonra Bursa’ya olan bakışım değişti. Bu sefer de ben onun gözleri oldum, ona Bursa’nın yeni halini gösterdim.

Yazılarını okurken ne kadar adil yazdığını, yanıldığı zamanlarda yanılgısını nasıl kabul ettiğini, her zaman hakikatin peşine düştüğünü gördüm. Vefalıydı, hakikatliydi, çalışkandı, muzipti, duyguluydu, nüktedandı, vatanseverdi, ateşliydi, tutkuluydu, sıkı bir entelektüeldi.

Musa Ataş’ın “Türk Milletinin makûs talihini yenen Birinci İnönü” başlıklı yazısını kayda geçirirken bir baktım ki günün tarihi 11 Ocak 2024. Birinci İnönü 6-11 Ocak 1921 tarihleri arasında gerçekleşmişti. Musa Ataş bu yazıyı savaşın 19’uncu yılında, yani 11 Ocak 1940’ta yazmıştı. Yazının yazılışının üzerinden geçen 84 yılın ardından yazı kitaba alınmak üzere yine aynı günde elektronik ortama aktarılıyordu.

Kitap çalışması boyunca bu ve bunun gibi pek çok kesişme içimi ürpertti, Mesela; benim hayatımda önemli yer tutan rakamların, (üstelik sırasıyla), onun basın kartının numarası olduğunu gördüğümde yaşadığım hayreti tahmin edersiniz…

Yazmaya başladığı 1920’lerden 23 Nisan 1964’teki vefatına kadar olan süredeki Bursa cemiyet hayatını, iş hayatını, kültür hayatını, Ankara ve İstanbul ile olan temaslarını ilk ağızlardan dinleyerek, görerek, yaşayarak kalem almıştı. Onun yazılarında, dönemin tarihe mal olmuş isimlerine rastlamak ne kadar da sıradandı.

Türkçesi zengin, dili edebî, yazı dili ise şimdiye göre farklı. Televizyonun henüz olmadığı, insanların havadisleri radyolardan ve gazetelerden öğrendiği zamanlar. O yüzden gazeteciler her olayı detay detay anlatıyor, adeta resmediyor. Yazılar genelde uzun, bazı yazılar ise tefrika halinde. İnsanlar okumaktan haz alıyor, çünkü okurken her şeyi kendisi de yaşıyor.
****
Hep zamanda yolculuk yapmak ister ve benim olmadığım dönemlerde neler yaşandı acaba diye düşünürdüm. Bu vesile ile 30’larda, 40’larda neler yaşandığını gördüm. Yazıların yazıldığı tarihlerdeki mevzuların kimisi eskimiş, kimisi hâlâ günceldi. O günlerde tahmin edilmeye, öngörülmeye çalışılan gelecekte yaşıyordum şimdi ben. Onların tahayyül ettiği her şey olmuş bitmişti.

Mesela 30’lu yıllardaki yazılarda konu en çok dünyanın içinde olduğu büyük çalkantıydı. O günlerde onlar İkinci Dünya Savaşı’nın başlayacağını ve savaşta 60 milyon kişinin öleceğini, savaşı bitirmek için Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılacağını henüz bilmiyorlardı.

Ama ben 30’lu yılların yazılarını okurken neler olacağını biliyordum. Dünyanın önündeki 15 yıl çok büyük acılarla geçecekti.

O, Demokrat Parti’yi ve Adnan Menderes’in muhalif tutumunu eleştiriyor; 26 Ağustos Büyük Taarruz’u anlatırken, “Afyon taarruzundan korkunç tablo” yazısında; “Ve şüphesiz biz böylece bugün kaldırıma düşen bir demokrasi (!) için harp etmiyoruz.” diyordu.
Ben ilerleyen yıllarda o meydanlara darağacı kurulacağını biliyordum.

Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış, Cumhuriyet dönemine emek vermiş biri olarak; “Bizler 19 yaşında gençler, kamyon kasalarına doluşmuş harbe gidiyorken aklımızda sadece vatan vardı” diyor ve vatanına olan bağlılığını gösteriyordu.

Keşke yazılarla değil gerçekten de zamanda geri gidebilseydik ve gidişatı değiştirebilseydik diyor insan, sonra da kendi arzusunu kendi çürütüyor. “Bu gidişlerin sonu mu var? Hadi İkinci Dünya Savaşı’nı önledin, ya Birinci Dünya Savaşı’nı, ya öncesini, ya daha öncesini, ya çok öncesini? Hangi birini nasıl düzelteceksin? Belki birini düzeltirken diğerini bozacaksın. Sen en iyisi geçmiş zamanları düzeltmeyi bırak da, kendi çağında barışı sağlamaya bak!”

Yazımın başında Şafak Etike’nin kitabından bahsetmiştim. Etike’nin kitabının tanıtım yazısı Musa Ataş’ın kısa bir özeti aslında:
“Bağımsızlık savaşında bir kurtuluş destanı yazanlar, Cumhuriyet'in ilk yıllarında da bir kuruluş destanı yazmaktaydılar… Musa Ataş, Bursa'da o destanın hem anlatıcısı hem de yazıcılarındandır. Musa Ataş, Cumhuriyet kadrolarının yazdığı Bursa destanını anlatmaktadır… Kurtuluş Savaşı'na katılmış bir Türk aydını, Bursa Gazeteciler Cemiyetinin kurucu başkanı, duayen gazeteci Ataş'ın 1928-1934 yılları arasında Hâkimiyet-i Milliye'de yayınlanan “Bursa Mektupları” sadece Bursa'yı anlatmaz. Yüz yıl önce Cumhuriyetimizin nasıl kurulduğunu, buğdayı bile dışardan alan bir milletin kendi ipeklisini üretir hâle nasıl geldiğini bize en canlı biçimde göstererek geçmişle bugün arasında köprüler kurar… Ataş'ın Hâkimiyet-i Milliye yazılarından herkesin öğreneceği şeyler vardır. Gazeteciler, halk için ve kamu yararı için nasıl gazetecilik yapıldığını öğrenirler. Valiler, belediye başkanları ve diğer yöneticiler, o en zor yokluk zamanlarında yolların, hastanelerin, fabrikaların ve okulların nasıl inşa edildiğini, modern kentlerin imkânsızlıklar içinde nasıl kurulduğunu okurlar. Doktorlar, sıtma ve diğer hastalıklara karşı hiç karşılık beklemeden verilen büyük mücadelelere tanıklık ederler. Öğretmenler, yüzlerce yıl karanlıklar içinde kalmış bir halkı aydınlatma savaşının nasıl verildiğini görürler. Ve bu mektupları okuyan herkes, en önemlisi de gençler, Cumhuriyet'in nasıl kurulduğunu öğreneceklerdir. Ataş'ın satırlarında o ruh, yüz yıl sonra yeniden hayat bulacaktır…”

MEORİNOS FABRİKASI
*** Yazılarında Merinos fabrikasının ülkemize sağlayacağı faydaları enine boyuna anlatan Musa Ataş’ın Merinos fabrikasının başka bir boyutunu anlatan bu yazısını o kadar sevdim, o kadar etkilendim ki, buraya da koymak istedim. Şehirle röportaj yapmak kimin aklına gelebilirdi? Kim sabahın erkeninde gördüğü bu manzarayı bu kadar etkileyici anlatabilirdi? Hem duygularını, hem bilgisini böyle insanın içine zerk olacak derecede kim harmanlayabilirdi? O Musa Ataş’tı…
Şehirden Reportaj / Sabahları Merinos fabrikasına akan insan nehri…
“Karacabey’den sabaha karşı Bursa’ya dönüyoruz. Tan yeri henüz ağarıyor, Uludağ, şehrin üstünde haşmetli bir silonet halinde yükseliyor. Bursa derin bir sessizliğe gömülmüş uyuyor... 
Yalnız Merinos fabrikasına giden asfaltın üstünde bu sessizliği bozmayan sessiz bir insan nehri akıp gidiyor. Kadın, erkek, genç, ihtiyar yüzlerce ameleden mürekkep karmakarışık bir insan yığını yürüyor... Bunlar fabrika işçileridir. 
Kiminin koltuğunda çantası, kiminin nevalesini saklayan bir paketi var. Sabahın ayazında pardesülerinin yakalarını kaldırmış kimseler, alaca karanlık içinde zor seçilen tipler, sabah uykusunun tatlı mahmurluğunu bozmaya çalışır gibi ağır ağır ilerliyorlar... Altıparmağı dönüyoruz, Kuruçeşme’ye çıkıyoruz. Elân bu insan nehrinin arkası alınmamış bulunuyor. Evlerinde yavrularını uykuda bırakmış genç analar, belli ki: Onların maişetini kazanmak için uykularını terk etmişler... Fecirle birlikte fabrikaya gidiyorlar. Manzara görülecek haldedir. 
Merinos fabrikasının, bu memlekete hiç bir şey kazandırmadığını farz etsek, yalnız orada çalışan yüzlerce insanın geçindirdiği binlerce nüfusun bu yüzden mayişetlerini kazanması bile bu muazzam devlet müessesesinin kuruluşunda Bursa lehine kaydedilen hikmeti işarete kâfidir. Kaldı ki: Bursa’dan Çanakkale’ye kadar uzayan engin meralarda yetiştirilen Merinos sürüleri mevcudiyetlerini sadece bu fabrikaya medyun olmasınlar.  
Büyük sanayide devletle birleşmenin memlekete temin ettiği en büyük kazanç da budur. Çünkü: Böyle milyonluk fabrika kuracak aramızda kaç vatandaş vardır? 
Nehir akıyor ve ben bunları düşünüyorum. Bursa, bu manzarasile hakiki bir sanat şehri yaşıyor... Yolunuz düşer ve sabahın o saatinde uyanabilirseniz, Merinos asfaltının başında durup bu azametli tabloyu siz de seyredersiniz.

”FIRTINA (4 Aralık 1935) . 
“Üç günden beri fırtınayla kucak kucağayız. Yalnız kucak kucağa değil, hatta göğüs göğüseyiz. Pençeleşiyoruz. Yakamızı şapkamızı sımsıkı tutuyoruz. Buna rağmen yenimiz, eteğimiz açılıyor; ensemizden giren bir tutam toz, soluğu sırtımızdan belimizde alıyor, kaşınıyoruz, mustarip oluyoruz; evimizde sallanarak bizi rahatsız eden, uykumuzu kaçıran camı, dörde bükülmüş kâğıt parçalariyle sıkıştırdığımız halde o; bu camı isterse top gibi yerinden koparıp alıyor ve bin parça ederek uzaklara götürüyor.
Bunun adına (Lodos!) diyorlar. Bence bu bir lodos değil, tabiatın insanlara verdiği bir hayat ve ibret dersidir.
Yüz binlerce yıllık tabiat hayatı içinde insanın bir tutamlık hayatı da işte böyledir.
Günlük güneşlik ve bulutsuz geçer gibi görünen hayatı günün birinde müthiş bir fırtına ile karşılaşacağı zaman insan iki hal ile baş başa kalır! 
Birincisi; eğer bu fırtınaya karşı göğüs gerebilirse mücadeleyi kazandı gitti demektir.
İkincisi; onun ortalığı kasıp kavuran sağanaklarına dayanamadığı gün; tıpkı Setbaşı köprüsünden yuvarlanıp giden şapkalar gibi bu hayat mücadelesinde göz göre göre partiyi kaybetmiş olur. 
Tabiatın verdiği her ders; küçüklerden tutunuz da büyüklere kadar herkes için en kuvvetli ibret levhasıdır.”

BU YAZIYI YAZDIĞINDA, GÜN GELİP HAYATININ SETBAŞI KÖPRÜSÜNDEN YUVARLANIP GİDEN ŞAPKALARA BENZEYECEĞİNİ BİLİR MİYDİ?

23 Nisan 2024 / C.E.Y.


29 Mart 2024 Cuma

"Medenî Kanun Sil Baştan Yazılamaz!"

Bursa Barosu Kadın Hakları Merkezi tarafından düzenlenen ve MEF Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Av. Nazan Moroğlu tarafından verilen bir konferanstaydım bugün. BAOB Ortak Salon'da gerçekleşen konferansın konu başlığı "Medeni Kanun, 6284 Sayılı Kanun ve Kadınların Kazanımları" idi ve konferansta "Kadının İnsan (OLMA) Hakları" konuşulacaktı.
Av. Nazan Moroğlu
Av. Nazan Moroğlu'nu daha önce Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği'nin İstanbul'da düzenlenen "Önder Kadın Ödül Töreni"ninde tanımıştım. Bu kez canlı dinleme fırsatını buldum. Sayın Moroğlu, kadın hakları üzerine yaptığı çalışmalarla pek çok saygın kurum ve kuruluş tarafından defalarca onurlandırılan, pek çok kadına ışık olan, pek çok kadına el uzatan, 2021 yılında da Uluslararası Üniversiteli Kadınlar Federasyonu’nun (GWI) 100. yılına özel hazırladığı GWI Pioneers: Dünyanın 100 Öncü Kadını Listesi'nde yer almış, İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi bir kadın, bir kadın avukat ve bir kadın öğretim üyesi. Kadın sıfatını özellikle bastırarak söylüyorum; çünkü o; kadın haklarını savunurken kadınlığından ödün vermeyen ama kadınlığını kimsenin gözüne sokmayan, fikri hür, vicdanı hür, mücadeleci, kazanımların da, henüz kazanılmamışların da, kaybedilmişlerin de farkında, insan gibi insan bir kadın.
Ve ben bugün adeta onun dersinde bir öğrenciymiş gibi büyük bir hazla dinledim kendisini...
Konferansa Bursa Barosu Başkanı Av. Metin Öztosun'un yanı sıra, genç kadın avukatlar katıldı. Avukat hanımlar sordukları sorular ve konulara olan hakimiyetleriyle içimdeki umutları yeşerttiler.

Konu malum: KADIN...
Hani şu, konuşmaktan bıktığımız, hak aramaktan usandığımız ve neden "yok" sayıldığımızı anlamadığımız konu. İnsan seçmediği bir durum için nasıl yüceltilir ya da nasıl aşağılanır değil mi? 
Kadın konusu sakıncalı ancak AİLE KURUMU baş tacı. Kadın olmadan aile nasıl olunacak sorusunu sormayın, cevap yok! 
Yazıma Av. Nazan Moroğlu'nun konuşmasından kısa başlıklar alıntılayarak devam ediyorum:
1990 yılında kurulan "Kadın Bakanlığı" 8 Haziran 2011 tarihinde kaldırılır, yerine "Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı" kurulur, 2018 yılında, "Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı" olarak yeniden yapılandırılır. 21 Nisan 2021'de adında ve politika alanında "kadın olmayan" "Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı" kurulur. 

Kadın yok, aile var!
Kadın ortalarda dolanmasın, erkekten rol çalmasın, insanı günaha sokmasın, haddini bilsin, evinden çıkmasın, kocasına KADINLIK, çocuklarına ANALIK yapsın! Hak mak, eşitlik meşitlik karıştırmasın.

Hele siyasete hiç bulaşmasın!
Moroğlu, konuşmasında siyasette kadın oranına dikkat çekti. 1935 yılında dünya ikincisiyken 2023 yılında 105. sıraya düşmüşüz. Dünya ülkeleri kadın siyasetçi oranlarını hızla yükseltirken biz yerimizi koruyamamışız. Üstelik seçme ve seçilme hakkına dünya ülkelerinin pek çoğundan önce kavuşmuş bir ülke iken...

Nisa taifesi gözü açılmadan erkenden evlensin!
Kadınlarda evlenme yaşı 1926 yılında 18 iken, 1938'de 15 ya da 14'e çekildi. 2002'de 17, olağanüstü şartlarda ise 16 yaşa alındı. Yüz senede epey ilerleriz derken...
Not: 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun (TCK) 6/1-c maddesi uyarınca 18 yaşını doldurmamış kişi çocuktur. Çocuğun "kendi rızası" olmaz!

Evlense ayrılmasın, ayrılsa nafaka talep etmesin!
Halk arasında nafakanın süresiz olduğu algısı söz konusu fakat yoksulluk nafakası ile iştirak nafakası birbirine karıştırılıyor. Hukukta 'süresiz nafaka' yok. Nafaka, kadının çalışmaya başlaması, yeniden evlenmesi veya bir başkasıyla fiilen evli gibi yaşaması durumlarında kesiliyor. Ayrıca nafakayı illa kadın talep edecek diye bir şey yok. Yoksul olan kimse o talep ediyor. Genelde de erkekler eşlerinin çalışmasını (ki bir zaman bu bile kocanın iznine tabiydi) istemedikleri için onları mesleksiz ve gelirsizliğe, yani kendilerine mahkûm ediyorlar. Sonra da taşıdıkları yük ağırlaştıkça bunalıyorlar. Yeni bir hayata geçiş yapmak isteyince kadını kapının önüne dımdızlak koymaya kalkışıyorlar. 
Haliyle kızılca kıyamet kopuyor.  
Mümkünse acıkmasın, susamasın, nefes almasın!
E ya çocuklar? Onlar da mı hiçbir şey talep etmesin?
Evin ihtiyaçları için eve para bırakmaktan ödü kopan erkekler için de çözüm var diyor Moroğlu. "Evin geçimi için gereken parayı doğrudan kadının hesabına yatırtabiliyoruz. Böylece kendisine evin dışında  bir hayat kurmaya çalışan erkek iki evi birden idare edemeyince "el mahkûm" evine, yuvasına(!), dönüyor." diye ekliyor. Eve "el mahkûm" dönen kocaya ne yapılacağı evdeki kadına kalmış artık...

Miras meselesi
Kocası ölen kadın yasal olarak kocasına ait varlıkların dörtte birine sahip oluyor. Mirasın dörtte üçü çocuklarına kalıyor. Çocukları yoksa miras, ölenin ana-babasına, kardeşlerine diye devam ediyor. Moroğlu burada da "katılma payı"ndan söz ediyor. Sağ kalan eşin mirasın yarısına, sonra da yarısının 1/4'üne sahip olabileceğini söylüyor. 

Soyadlarına özgürlük!
Biliyorsunuz, evlenince soyadı değişen kadın oluyor. Aslında bu zorunlu değil. Karşılıklı anlaşmayla kimin soyadının kullanılacağına karar verilebiliyor. Tansu Çiller-Özer Uçuran Çiller çiftini hatırlayın. Soyadının evlilikle değişmesi de şart değil, isteyen bir kişi adını olduğu gibi soyadını değiştirmek için de mahkemeye başvurabiliyor.

Önce önlem, sonra mücadele
Koruyucu sağlık hekimliğindeki gibi, aile içi şiddette de önce şiddeti önlemenin yolları aranmalı, bunun için eğitime çok erken yaşlarda başlanmalı. Eğitimde geç kalınmış vakalarla da yılmaksızın mücadele edilmeli. Ediliyor da. 4320 ile 6284 sayılı kanun ve kadını da erkeği de bu açmazdan çıkarmayı kendine ilke edinmiş hukukçularla edilen mücadeleler başarıya ulaştıkça kadınlar birbirlerine yol gösterir oluyor.

Şiddet Çeşitlerimiz
Şiddet sadece fiziksel değil. Ekonomik, cinsel, ruhsal, sosyal ve dijital şiddet de var. Şahıslar şiddeti ihbar ve koruma kararı almak için karakola, jandarmaya, kolluk amirine, mülkî amirliğe (vali, kaymakam), aile mahkemesine ve baroların Adli Yardım ve Kadına Yönelik Şiddet Bürolarına başvurabilirler. Şiddet mağduru kişilerle karşılaşan sağlıkçılar vakayı hastane polisine bildirmekle mükelleftir. 
****
Hepimizin büyük bir alaka ile dinlediği konferansın sonunda Genel Sekreter Av. Yener Poroy, Av. Nazan Moroğlu'na anı plaketi verdi. Sonra da hep birlikte kameralara böyle poz verdik.
Hukukçuların hukuk diliyle konuştukları, sorunlara kanunlarla çözüm aradıkları bu toplantıda ilerlemeleri ve gerilemeleri bir arada gördük. Bir yasanın 9 yıl çık(a)mamasına şaşırdık. Nazan Moroğlu gibi öncü kadınların ömürlerini kadın haklarına ve eşitliğine vakfetmelerine büyük bir minnet ve saygı duyduk.
Diyanet İşleri'nin "Koca izin vermezse kadın çalışamaz" söylemi, müftülere resmî nikâh kıyma yetkisinin verilmesi, hükümetin hep bardağın dolu tarafını gösterip yapılmayanları söylememesi ve medenî kanunun sil baştan yazılmaya çalışılması bizlere, laik hukukun simgesi devrim yasamıza ve medenî hukukumuza sahip çıkmamız gerektiğini gösteriyor.
Yolumuz, "Medenî Kanun Sil Baştan Yazılamaz!" sloganı ile yola çıkanların yoludur...
29 Mart 2024 / C.E.Y.

KADIN üzerine yazdığım yüzden fazla yazıdan sadece birkaçı:
Hesapta biz de varız! / 5 Aralık 2016
Eşitlik Berekettir / 7 Mart 2017
İzin verme, BEKLET! / 4 Ocak 2018

18 Mart 2024 Pazartesi

'Nisan Balığı' kimi yutacak?

Bursa
Yerel seçimlere çok az bir zaman kalmışken adaylar heyecan içinde kendilerini ve projelerini anlatma derdindeler. Halkta ise aynı heyecanı görmek zor.

O yüzden bu yazı biraz 'gel-git'li, biraz 'amalı çımalı' bir yazı olacak.
Malum; insanlar ne öylesine ne de böylesine inanıyor.
Hiçbirine inanmıyor, çünkü hiçbirine güvenmiyor. Güvenmiyor çünkü kerelerce hayalkırıklığına uğradı ve yine uğrayacağını düşünüyor.
Büyük çoğunluk kendini bir partiye ait hissetmiyor.
İnsanlar adaletsizlik ve hukuksuzluk içinde yaşamaktan yorgun.
İnsanlarda eski coşku ve heves yok. 
İnsanlar seçim değil geçim derdinde.
İnsanların seçimi kazananın geçim derdine derman olacağına inancı yok.
İnsanlar, 'aday dediğin seçilene kadar konuşur, seçilince unutur' diyor.
Şu anda belediye başkanı olup partisi tarafından yeniden aday gösterilenler sanki yıllardır belediyeye hükmetmiyormuş gibi koştur koştur yeni icraat peşinde.
Diğerleri ise daha iyisini biz yaparız deme derdinde.

Bursa'nın Birkaç Adayı
İYİ Parti Bursa Büyükşehir Belediye Başkan adayı Selçuk Türkoğlu, "Dip dalga olarak geliyoruz, anket sonuçlarını alt üst edeceğiz!" diyor.
Yeniden Refah Partisi Bursa Büyükşehir Belediye Başkan adayı Sedat Yalçın yola, ‘Ahlaklı Belediyecilik’ sloganı ile çıkıyor.
Cumhuriyet Halk Partisi Bursa Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mustafa Bozbey, hangi siyasi görüşten olursa olsun halkın sosyal belediyecilik için Bozbey İttifakı’nda buluştuğunu söylüyor ve şimdi de Buralıları gülümseteceğiz diyor.
Ak Parti Bursa Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan mevcut başkan Alinur Aktaş "16 bin sosyal konut inşa ediyoruz, vatandaşlarımızı ev sahibi yapıyoruz.” diyor.

İlçelerde de durum farklı değil... 
93'ten bu yana yaşadığım Nilüfer, bir memleketim Karacabey, bir diğer memleketim Mudanya, Osmangazi, Yıldırım, Gemlik, İznik ve diğer ilçeler de tüm ülke gibi hummalı bir dönemde. 
Ramazana denk gelen bu dönemde adaylar, iftar ve sahur davetlerinde kendilerini anlatmaya çalışıyor.
Yani bu aralar büyük katılımlı iftarlar düzenlemek, aniden(!) gidilen evlerde ya da yurtlarda çoğunlukla yerde(!) hazırlanan sofralarda oruç açmak ve sahurda menemen(!) pişirmek pek bir "trend"...
Yaz günü menemeni anlarım da; domatesin kilosu şu kadar, biberin kilosu bu kadarken kış günü menemen pişirmek de ne? Tencereyi koydukları ocak da yanmıyor üstelik... Doğalgaz kesik ihtimal...

Vaat vermek kolay
Size adayların vaatlerini tek tek anlatamam. Üç aşağı beş yukarı hepsi aynı şeyi konuşuyor.
Mesela, muhalefet adayları iktidar belediyelerinden daha iyi çalışacakları üzerine; iktidar adayları da kendilerine muhalefet ederek kendilerinden daha iyi çalışacakları üzerine konuşuyor. 
Her bölgenin hizmet önceliği farklı. Kimi belediyeler ilçede okuma-yazma oranını yukarı çekmeye çalışıyor, kiminde ise vatandaş resim sergisi açacak galeri bulmakta zorlandığı için hayıflanıyor. Düzensiz göçmenler ve mülteciler ise her kentin, daha doğrusu ülkenin en birinci sorunu. Bu konuda kimsenin ağzını bıçak açmıyor.

Bir Nilüferli Olarak
CHP'nin Nilüfer Belediyesi adayı Şadi Özdemir'i, yine CHP'nin Bursa Büyükşehir Belediyesi adayı Mustafa Bozbey'i ve YRP'nin Bursa Büyükşehir Belediyesi Sedat Yalçın'ı değil ama YRP Başkanı Fatih Erbakan'ı canlı dinledim. Adayların tüm davetlerine icabet edemesem de gelen basın bildirilerini okudum. Cumhur İttifakı'nın Ak Partili Nilüfer adayı Celil Çolak'ı Cüneyt Özdemir'in programında Kenan Taş ile yaptığı sohbette izledim. 
* Bozbey Bursa'nın trafiğinden deprem riskine, hava kirliliğinden eğitime, Kent Anayasası'ndan ekonomiye ve Bursaspor'a kadar geniş bir yelpazede yenilikler vadediyor.
Mustafa Bozbey
15 yıl boyunca Nilüfer'i yöneten ve Nilüfer'e bir kimlik kazandıran Bozbey'i daha dingin ve daha kendine güvenli gördüm. Geçen seçimlerde "Mustafa" olarak çıktığı yolda kaybetmiş ve bu kez yola "Bozbey" olarak çıkmıştı. Eğer ki bu seçimi kazanamazsa "Yenilen pehlivan güreşe doymaz" misali mi davranır yoksa elini eteğini siyasetten çekerek kendine yeni bir boyut mu kazandırır bilmem.
* Geçtiğimiz dönem Sedat Yalçın Ak Parti'nin büyükşehir adayıydı. Kendi tabiriyle kendisi "Zor zamanların adamıydı." Bu kez YRP'nin adayı. Basınla buluşmasında yaptığı konuşmayı YouTube üzerinden dinledim. Fatih Erbakan'ın katıldığı toplantıda ise kendisi hiç konuşmadı. 
Fatih Erbakan
Erbakan salona kalabalık bir kitle ile girdi, konuşmasını adeta kıtalar arası bir uzaklıktan ve kimsenin yüzüne bakmadan, tamamladı. Soru soranlarla soru sorarken de, sorulan soruları cevaplarken de kimseyle göz teması kurmadı. Erbakan konuşması boyunca ayaklarını periyodik olarak topukları yerde sabit olmak kaydıyla yukarıya doğru çekti. Galiba kendisi biraz gergindi.
LGBT olayını dış güçlere bağlayarak biz LGBT'ye karşıyız dedi. Sonra geldiği gibi kalabalık bir kitle eşliğinde salonu terk etti. 
YRP Nilüfer'e Zeynep Candan Albayrak'ı, yani bir kadını aday göstermiş. Zeynep Hanım Erbakan'ın toplantısında hepimizle tek tek merhabalaştı. Genç ve güler yüzlü bir kadın. Ardından gelen parti yetkilisi ise kadın olduğumdan dolayı benimle tokalaşmak istemediği için elini göğsüne götürdü. Ben ısrarla elimi uzatınca ben dahil tüm kadın konukların elini sıkmak zorunda kaldı. Eğer ki kendisinin abdesti bozulduysa sebep olan kadınlar olarak solumuzdaki melekler defterlerimize gereğini yazmıştır herhalde. Takdir-i İlahi...
* Celil Çolak'ı dinliyorum; Nilüfer'de yönetim anlayışı değişmeli diyor ve Nilüfer'deki rantı Nilüferlilere dağıtacağız diye ekliyor. Sosyal medya paylaşımlarında yanında Recep Altepe ile birlikte yürüdüğünü görüyorum, Tüm sözleri bir anda anlamını kaybediyor. 
2017 tarihli bir haberde Orhan Sarıbal'ın alt alta sıraladığı, Recep Altepe'nin kente karşı işlediği 18 suç maddesi aklıma düşüyor. Doğduğuna bin pişman Doğanbey konutları, Bursa ovasının imara açılması, yıkılıp yeniden yapılmak istenen sitelere 0,50 emsal artışı ve kat artışı verilmesi, İnegazi'de yeni kurulan ve Kestel'de kapasitesi artırılan çimento fabrikaları, yıllarca bitmeyen ve Mudanyalıyı canından bezdirerek pek çok esnafa dükkân kapattıran Mudanya sahil projesi, Dağyenice'nin Termal Turizm'e açılma onayı, STK'lar tarafından gerçekleşmesine izin verilmeyen DOSAB Termik Santral projesi, Kayapa Çöp Depolama ve Yakma projesi ve daha nicesi... 
En önemlisi de Cumhurbaşkanı tarafından belediye başkanlığından alınarak yerine İnegöl'den Alinur Aktaş'ın atanması...
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demez mi insan? Der... Demeli de... 
Hatta belki bunu tüm adaylar için dile getirmeli...
Onlar bizim balık hafızalılığımıza güveniyolar ama bu teknoloji çağında ve şu devasa "dijital dünyada" hiçbir şey unutulmuyor...

Gülmek Herkese Yakışıyor
CHP'li adaylar "Gülümseme" üzerinden kapsayıcı bir program yürütüyor. 
"Gülümseyin Nilüfer'desiniz"den, "Gülmek Nilüfer'e yakışıyor"a uzanan slogan Bozbey ile "Tüm Bursalıları gülümsetme"ye evrilmiş. 

Şadi Özdemir
CHP'nin içinde gelen, bir dönem CHP İl Başkanlığı yapan ve CHP tarafından son anda aday gösterilen Şadi Özdemir'i halk yeterince tanımıyor. O da kendini tanıtmak için soluksuz çalışıyor.
 Şadi Özdemir "100 Güldüren" 100 projesini şu 10 başlık altında detaylandırıyor:
“Dijital Dünyada Hep Online Nilüfer”
“Depreme, Afete, Krize Direnen Nilüfer”
“Ortak Vicdana İnanıp, Dayanışmayı Büyüten Nilüfer”
“Tohumuna, Toprağına Sahip Çıkan Nilüfer” 
“Yaşattığı Çevresiyle Nefes Alan Nilüfer”
“Kent Hakkı için Söz Hakkını Savunan Nilüfer” 
“Kültürün Başkenti Nilüfer”
“Sonsuz Merakını, Öğrenerek Doyuran Nilüfer”
“Sporun Enerjisiyle Hareketlenen Nilüfer”
“Kendi de Genç Olduğu için Gençleri Çok Seven Nilüfer” 
Şadi Özdemir
Bu on başlığın içinde cinsiyet eşitliği, personel alımında cinsiyet kotası, CHP Osmangazi Belediye adayı Erkan Aydın ve Mustafa Bozbey ile birlikte imzaladıkları "Kadın Eşitliği" projesi, çalışan ya da çalışmayan kadınların çocuklarını birkaç saat bırakabilecekleri çocuk bakım evleri (ki bu tarz evlerin yaşlılar için de birkaç saat ya da birkaç gün bırakılabilecek  şekilde olmasını öneririm), dönüşümde kamu lehine olma önceliği, çok amaçlı kültür merkezi (ki koskoca Nilüfer Nâzım Hikmet KM, Uğur Mumcu KM ve BAOB salonlarına sıkışmış durumda), yurtlar, kent lokantaları, kreşler, barınaklar, soğuk hava depoları gibi 100 adet Yüz Güldüren proje mevcut.
Malum; kentin farklı bölgelerinden Nilüfer'e göç devam ediyor. Çünkü o vatandaşlar Nilüferli profilinde yaşayıp, Nilüferli gibi gülümsemek istiyor. Onlar da kendi semtlerinde gülümseyebilirlerse belki Nilüfer'e akın bir nebze olsun engellenmiş olur. Yoksa yeni Nilüfer eski Nilüfer'i çok aratır ve Nilüferli eskisi gibi gülümseyemez olur...
Dönüşüm curcunası içinde yükselen binalar, artan nüfus ve artan trafik Nilüfer'i Nilüfer olmaktan çoktan çıkardı desek, o da yalan olmaz... 
Bu seçimin sonucunda gülümseme teması yerini "yar saçların lüle lüle, yarim sana güle güle"ye bırakabilir. Onu da az bir zaman sonra öğreneceğiz.

Nisan Balığı
1 Nisan günü pek çok kişi Nisan Balığı ile karşılaşacak. Balık kimine av, kimine avcı olurken, kimi de Nisan Balığı'nın kendisi olacak.
Kimi oltasına takılan 'Nisan Balığı'nı pişirip afiyetle yutacak, kimisi de zokayı kendisi yutup 'Nisan Balığı'nın akşam öğünü olacak. Kiminin yüzü gülerken, kiminin yüzü yerlere düşecek. 
Olsun, varsın düşsün. Seçimlerde aslolan halkın yüzünün gülmesidir. 
Hoş, yıllardır bırakın anamızı, yedi ceddimizi ağlatan bir düzen içinde yaşayıp gidiyoruz. Daha ne kadar ağlatabilirler, daha ne kadar kötü olabilir diyoruz, onu da başarıyorlar. Biz yine de bu kahpe düzene inat gülümsemeye devam ediyoruz.
Ernesto Che Guevara'nın dediği gibi:
Gülmek devrimci bir eylemdir. Dik dur ve gülümse. Bırak neden güldüğünü merak etsinler.” 

Vatanla cüzdan arasında bir yerde
Bir kısım insanın keyfi yerinde, paraya para demiyor.
Bir kısım fakirleşmiş, elindeki üç kuruşla ay sonunu değil, haftayı nasıl çıkartacağını hesap ediyor.
Bir kısım ise "cafelerde kahve içebiliyor duruma yükselmiş olmaktan" memnun yaşıyor.
Anlıyoruz ki onların dolapları yardımlarla doluyor, ceplerine birkaç kuruş konuyor, insanlar üretmeden gelir sahibi olmaya fena alışmış ve "parayı veren düdüğü çalar" mantığı ile hareket ediyor. 
Seçim ve geçim dedim ya yazının başında; kiminin derdi vatan, kiminin derdi cüzdan. 
Ne diyelim... 
Biliyoruz ki bunlar hep uzun soluklu bir politikanın "başarılı" sonuçları...
****
Derdi vatan, vicdan, ahlâk, hak, hukuk, adalet, hizmet olan; komplekssiz, eski kalıpları kırabilmiş, "protokol şeylerine" takılmayan, yola yeni bir anlayışla çıkmışlara ve yeni bir anlayış talep edenlere selam olsun...
1 Nisan'da, yani doğum günümde pastayı üfleyene kadar hoşça kalınız.
18 Mart 2024 / C.E.Y.

Nisan Balığı nedir?
1564 yılında Fransa kralı IX. Charles yılbaşını 1 Nisan’dan 1 Ocak'a aldırır. Bu arada 1 Nisan’ı sene başı olarak kabul etmeye devam edenlerle alay etmek amacı ile yapılan şakalar, bir süre sonra gelenek haline gelir. 1 Nisan’ı yılbaşı kabul edenlere ise “Nisan Balığı” adı verilir. 
Kaynak: Wikipedia

2 Mart 2024 Cumartesi

Bursa'nın Zamansız Kadınları

Tarih araştırmalarını “Kurtuluş ve Kuruluşta Kadın Kimliği” üzerine yapan Araştırmacı Yazar İlknur Güntürkün Kalıpçı, 1919 ve 1938 yılları arasında dünyaya ilkleri yaşatan ve birbirinden farklı alanlarda imzası olan kadınları yurdun dört bir köşesine, hatta sık sık da yurt dışına çıkarak, durmaksızın, bıkmaksızın anlatır. 
Kendisini Bursa'da defalarca izledim, dinledim, yazdım, anlattım.

Bu kez ise izleyici tarafında değil, sahnedeydim...
Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Aylin Sabancı  beni arayıp da bu projede yer almak isteyip istemeyeceğimi sorunca, hemen kabul ettim ve acaba hangi karakteri canlandıracağım diye merakla beklemeye başladım.
Gelen haber tam da benim hayalimdeki kadındı. Çünkü ben bu aralar bir çalışma dolayısıyla kendisiyle sık sık 30'lu yılların gazetelerinin sayfalarında karşılaşıyor, onu dinliyor, onunla konuşuyor, onun yaptığı konuşmalara şahit oluyordum.
O kadın, Zehra Budunç idi...

Tiyatral Konferans
Cumhuriyetimizin 100. yılına ithafen TÜKD Burşa şubesi tarafından ikinci kez sahnelenen "Bursa'nın Zamansız Kadınları Tiyatral Konferansı", bir kez daha Bursa'nın iz bırakan kadınlarını zaman tünelinden geçirip bugünlere getirdi.
Bir ilki başararak dünyada kendisine "Tiyatral Konferans" tanımıyla yer bulan ve litaratüre geçen bu anlatımda, o dönemin kadınlarını bu dönemin kadınları canlandıracaktı.  Günümüzde her biri kendi alanında ayrı bir değere sahip kadınlar, kendilerine atfedilen karakterleri büyük bir gururla sahiplendi.
Dönemin kıyafetleri ve aksesuarları titizlikle seçildi. Kuaförler saçları dönemin modasına göre tasarladı. Bunlarla birlikte, canlandırdığımız kadınların duruşları, bakışları, edaları hepimizin üzerine adeta o dönemin kokusu gibi sindi.

Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği Kurucularına TÜKD Bursa Şubesi üyesi kadınlar can verdi. 
* 1928 yılında avukatlık ruhsatını alarak Türkiye'nin ilk avukatı olan, ayrıca kadınların lokantada yemek yiyebilmesinin önünü açan Süreyya Ağaoğlu'nu (1909-1989) Aysel Alpaslan
* Türkiye'nin ilk kadın Roma Hukuku Profesörü Türkan Rado'yu (1915-2007) Hande Özgüven
 Türkiye'nin ilk kadın kimyacısı, Sorbonne Üniversitesini bitiren ve aynı üniversiteden doktora derecesi alan ilk Türk kadını Remziye Hisari'yi (1902-1992) Tevhide Boğazkesenli
* Türkiye'nin ilk kadın gökbilimcisi, İstanbul Üniversitesi kayıtlarında 1 numaralı doktora alan kadın bilimci Nüzhet Gökdoğan'ı (1910-2003) Ruşen Ildız
* Türkiye'nin ilk botanikçisi, ilk kadın Zooloji Profesörü ve Türkiye'nin profesör unvanlarına sahip ilk kadını Fazıla Şevket Giz'i (1903-1981) Feyza Karaaslan
* Türkiye'de okuyarak doktor olan ilk kadın doktorlardan Müfide Küley'i (1904-1995) ise Nuran Özbilgin canlandırdı.
Fotoğraf: Serap Ataş Öztat
* 1919 yılında Bursa'da"Bizim Mektep" adında özel bir okul kuran, Millî Mücadele yıllarında "Muhaberesiz muharebe olmaz" taktiğiyle Bursa'daki istihbarat faaliyetlerinde etkin rol alması sebebiyle savaş sonrası İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen, Türkiye'nin ilk kadın belediye başkan yardımcısı ve CHP Bursa milletvekili (1946-1950) Zehra Budunç'u bendeniz Canan Ekinci Yılmaz
* Türkiye'de mimarlık diploması alan ilk iki kadından birisi (diğeri Münevver Belen) ve İstanbul Mimarlar Odası’na kaydolan “Bursa Evleri” konulu tezi ile doçent unvanını alan, ilk kadın mimar Leman Cevat Tomsu'yu (1913-1988) Ülfet Öztürk
* 1932 yılında katıldığı güzellik yarışmasında, 28 jüri üyesinin 25'inin verdiği oy ile Dünya Güzeli seçilen Keriman Halis Ece'yi (1913-2012) Ece Eker
* Galatasaray Spor Kulübü’nün kürek takımının lisanslı sporcusu (1926), Türkiye'nin ilk kadın spor kulübü başkanı, İnegöl İdman Yurdu Kulüp Başkanı, öğretmen Vahide Birkey'i (1909-?) Benek Bilge;
* Bursa'da ilk araba kullanan, Türkiye'nin ilk kadın sanayicilerinden, iş hayatında 36 yıl başarıdan başarıya koştuktan sonra 80 yaşında Açık Öğretim Fakültesi'ne devam eden Muzaffer Tolon'u (1927- ....) Mine Rana Kahramanoğlu;
* 1933 yılında Cumhuriyet gazetesinin organize ettiği Türkiye güzellik yarışmasına katılmak üzere Bursa’da il çapında düzenlenen güzellik yarışmasını kazanan Leman Sadullah SaydamMediha Aşçıgil
* Bursa'da ilk tiyatroya çıkan, Gürsu'da öğretmenlik yapan ve Türkiye'de bir ilçeye isim veren (Gürsu) ilk kadın olan Muazzez Kutluay'ı (1912-.?) Selma Çetinkaya Türker
* Atatürk tarafından 43 kadın ve 700 erkekten oluşan bir müfrezenin başına getirilen ilk kadın müfreze reisesi (Üsteğmen) Fatma Seher Erden'i, nam-ı diğer Kara Fatma'yı (1888-1955) Selda Tekman
* Çanakkale Cephesi'nde 70. Alay Komutanı olan Halit Bey'in çocuk yaşta annesiz kalan, dört yıl boyunca cephede büyüyen, 12 yaşında onbaşı rütbesi alan kızı Nezahat Onbaşı'yı (1908-1994) Nevra Batı
* Maksem köprüsünü yakmak için kendisinden gazyağı isteyen düşman askerine gazyağını vermediği için yaylım ateşine tutularak katledilen, Bursa'nın ilk şehidesi Atiye Hanım'ı (ölüm: 1922) Ayşenur Sayan; (Küçük bir not: TÜKD Bursa Şubesi üyeleri bu akşamki programdan bir gün önce Bursa'nın şehideleri için 100. Yıl Mahallesinde oluşturulan "Zamansız Kadınlar 100. Yıl Hatıra Parkı"na fidan dikti. Ayşenur Sayan da o mahallenin muhtarıydı.)
* Mimarlık fakültesini ilk bitiren kadınlarımızdan (diğeri Leman Tomsu), şimdiki adı Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu olan binanın ve Bursa PTT binasının mimarı, Bursa Dağcılık Kulübü üyesi Münevver Belen'i (1908-1973) Şule Uyar
* Bursa Posta İdaresi'nin ilk kadın memuru Müveddet Homriş'i (1900- 1986) Şeyda Örçün Şençayır
* Bursa Kız Muallim Okulu'nda okuyan ve öğretmeni Gevher Hanım'ın gayretleriyle bir dönem Eyüp'te bir ilkokula öğretmenlik yapan ses sanatçısı Safiye Ayla'yı (1917-1998) Filiz Furuncuoğlu Başıbüyük;
* Solo Türk Akrobasi Takımı'nın ve Türk Yıldızları'nın mimarı ve annesi, New York'ta toplanan 180 havacı arasında tek kadın pilot olan, Türkiye'nin ilk akrobasi pilotu ve paraşütçü Edibe Subaşı'yı (1920-2011) Nevra Eker
* Bursalıların Hakime Annesi Mürüvvet Yener'i (1913-1994) Sibel Özbudak
* Bursa'da doğan, Bursa Amerikan Koleji'nde Türkçe öğretmenliği yapan, İstanbul'da yapılan 12. Uluslararası Kadın Kongresi'nde görev alan, Malatya'nın ilk kadın milletvekili Mihri İffet Bektaş'ı (1895-1979) Sibel Özer;
* Bursa Kız Öğretmen Okulu'nda resim, Bursa Necatibey Kız Enstitüsü'nde Fransızca öğretmenliği yapan ve dünya çapında pek çok ilkleri olan kadın ressam Hale Asaf'ı (1905-1938) Sabriye Şen bugüne taşıdı.
(* İlknur Güntürkün Kalıpçı'nın "Düşten Düşünceye Zamansız Kadınlar" ve "Bursa'nın Zamansız Kadınları" kitaplarında Bursa'da, Türkiye'de ve dünyada iz bırakmış kadınların öykülerini tüm ayrıntılarıyla okuyabilirsiniz. TÜKD Bursa Şubesi için özel olarak yazılan ve basılan bu kitapları temin etmek için dernekle irtibata geçebilir, üniversite öğrencisi kızlarımıza bu anlamlı vesileyle de destek olabilirsiniz.)
Fotoğraf: Selda Tekman
Canlandırdığımız karakterler olarak sahneye çıkmadan önce İlknur Güntürkün Kalıpçı izleyiciye o karakterleri tanıttı. Bursa'da doğmuş ya da yolu Bursa'dan geçmiş, Bursa’ya katkı sağlamış, iz bırakmış, döneminde ilkleri başarmış ve tarihe adını altın harflerle yazdırmış Bursa’nın Zamansız Kadınları kimdi, neydi, nereden gelip nereye gitmişlerdi, Bursa'ya ve ülkeye nasıl izler bırakmışlardı; hepsini bir bir anlattı... (Bu kez izleyici koltuğunda olmadığımdan o anları fotoğraflayamadım.) 

Sahneye gelişlerimize, unutulmaya yüz tutmuş kadın bestecilerin eserleri eşlik etti. Akdeniz Marşı (Leyla Saz) gibi, Sanatçının Kaderi (Esin Afşar) gibi...
 
Programın başında sahneye ilk sırada çıkan Doğancı Köyü Kadınları Dayanışma Derneği'nden Fatma Şanlı, Meral Aydın Yılmaz ve Habibe Algın, Kurtuluş Savaşı Kadınlarını canlandırmıştı. 

Sahneye son çıkanlar ise Ata'mızın annesi Zübeyde Hanım, başka bir deyişle Zübeyde Anne ve Gazi Mustafa Kemâl Atatürk oldu. Atatürk anasının elini öperek yanına oturdu.
Ana oğul birbirlerinin gözlerine hasretle bakarak, "Ah benim güzel anam, ah benim kahraman oğlum" der gibi hafif hafif konuşmaya başladı. O adam o an hem küçük Mustafa, hem koca Atatürk'tü...
Zübeyde Hanım karakterindeki Füsun Önen ve Gazi Mustafa Kemâl Atatürk karakterindeki Ozan Işık'ın yarattığı duygu yoğunluğu hem izleyiciyi hem de kulisten kendilerini izleyen bizleri sarıp sarmaladı. 
****
Gecenin sonunda İlknur Güntürkün Kalıpçı kitaplarını TÜKD Bursa Şubesi'nin bursiyerleri yararına imzaladı.
O gece Bursa'nın Zamansız Kadınları zamansızlıklarını bir kez daha kanıtladı ve varlıkları ile Bursa'da okuyan üniversite öğrencisi kız çocuklarına yarar sağlandı.
Çünkü bu gecenin geliri tamamıyla onlara aktarıldı...
Gecenin gerçekleşmesine emek veren TÜKD Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Aylin Sabancı'ya, Yönetim Kurulu Üyeleri Burcu Burkay, Ebru Yaycıoğlu Akçalı, Rezan Altunbaş, Şirin Yenginer ve Nalan Tüzel'e;
Bu özel projede yer alan Bursa'nın gelecekteki zamansız kadınlarına;
Ve tabii ki en çok da İlknur Güntürkün Kalıpçı'ya sonsuz teşekkürler... 

Yazımı, 20 Mayıs 2022 tarihinde yazdığım ve "Bursa'nın Zamansız Kadınları" tiyatral konferansını anlattığım, "Zamansız Kadın Anadolu" yazımdan bir paragrafla sonlandırmak isterim:
 
Yansız, Yalansız, Zamansız
İlknur Kalıpçı'nın dediği gibi;
"Onlar, göze girmek ile göze almak arasındaki farkı iyi bilen, yoklukta var olup, yokluktan var eden, yansız, yalansız, zamansız kadınlardı. Doğaları, doğruları ve doğallıklarını yitirmeyen, Kurgu İnsan olmayı kabul etmeyen değerlerimizdi. Yarışan değil kaynaşan, nazik olmanın acizlik olmadığını kanıtlayan, kendini beğenmiş değil kendini beğenilir kılan, zaaflarından çok metanetlerine şahit olduğumuz, kopmak yerine kucaklaşan, durmak yerine koşan, sonuçta değil süreçte çabalayan, bölmeden bölüşen, pay etmeden payidar eden, her şey ile hiçbir şey arasındaki fark olan, kendi benliklerine yakın oldukları için kendi bencilliklerine yabancı olan kadınlardı."

2 Mart 2024 / C.E.Y.

Gözünü aç Türkiye! / 29 Kasım 2016
Hesapta biz de varız! / 5 Aralık 2016
Zamansız Kadın Anadolu / 20 Mayıs 2022