31 Aralık 2012 Pazartesi

Akıl - Sağlık - Mutluluk

Şu zamana kadar neler diledik neler.
Her yılbaşı geldiğinde dilemediğimiz dilek kalmadı.
Sağlık ve mutluluğun ardından en çok da piyangodan bir güzellik diledik.
Can sağlıklı olunca fakirlik de bilmiyor malum.
Her şeyi çekiyor.
Garibanın "Ya çıkarsa?" sorusu ile Nasreddin Hoca'nın "Ya tutarsa?" sorusu at başı gidiyor.
Bu arada ne Hoca'nın çaldığı maya tutuyor, ne de Mayaların kehaneti.
Ama yine de, "Ya Çıkarsa!"...
****
Yılbaşı geldi mi keyfi yerinde olan da olmayan da karınca kararınca farklı bir gece geçirmek istiyor.
Milyarlarca yıldır attığı turlardan birini daha bitirdiğinden bihaber dünya, bu devir daimi kendisi adına kutlayanlara pek ses çıkartmıyor.
Bu arada cüzdanlarda da bir rahatlama gözleniyor.
Alışveriş edenler bir yanda coşuyor, esnaf öte yanda.
Bankalarsa coşmalarını en sona saklıyor.
Eee, ne de olsa son gülen iyi güler...
****
Yeni yıla kalabalıklarda girenler kadar kendi başlarına sessizce girenler de var.
Tercihini yalnızlıktan yana kullananlar ya da mecburiyetten yalnız kalanlar.
Yalnızlıklarını efkâr yapanlar ya da kafaya takmayanlar.
Ya da gavur icadı deyip her şeyi tümden reddederek erkenden yatanlar...
****
Resim dersinde yılbaşı resimleri çizerdik hani.
Meyveler kondururduk çizdiğimiz masanın üzerine.
Sanki sadece yılbaşında meyve alınırmış gibi.
Ev halkı daha bir canlı olurdu o gün.
Televizyon programları da...
Hindi pişirme adeti yoktuysa da sık pişirilmeyen özel bir şeyler olurdu sofrada  illa ki.
En çok da kabak tatlısı kokardı ev.
Yemekten sonra sobanın üzerinde kestane faslı başlardı.
Gece yarısına ulaşamadan uyur kalırdı çocuk bir köşede.
Ne zaman uyuyakaldı, ne zaman yatağına yatırıldı hatırlamazdı.
Yalnızlık ne demek bilmezdi.
Sanırdı ki her çocuğun bir anne babası var.
Her evin de bir çocuğu.
****
Geçmişten bugüne dönersek.
Bu gece eğlencede tavan yapanlar belki de iç yalnızlıklarını bastırmak için bu kadar dağıtacaklar.
Bazıları da yalnızlıklarıyla yüzleşmekten korktuklarından evlerinden çıkmayacaklar.
Mutluyuz pozlarının içini doldurabilenler, yeni yılı karşılamanın tadını işte onlar çıkartacaklar.
Dolduramayanlar ise ele güne yaptıkları showlarıyla kalacaklar.
****
Yeni yıla her nerede girecekseniz, dilerim ki bu geceyi gönlünüzce yaşarsınız.
Acıları bir kenara itip, birkaç saatliğine de olsa kendinizi neşeye boğarsınız.
2013 yılı, "insanlığın farkına varılan" sevgiyle ve aşkla dolu bir yıl olsun.
Yeni Yılınız Kutlu Olsun...  :)

28 Aralık 2012 Cuma

Zamanda yolculuk zamanı

Gelmişimizi geçmişimizi öğrenmekten ziyade geleceğimizi öğrenmeye meraklıyızdır hepimiz.
Falın her türlüsüne bayılırız mesela.
Üç vakte kadar kısmet çıkacak mı, piyangoda büyük ikramiye vuracak mı, yeni bir ev alınacak mı, eldeki eskimiş araba değişecek mi ve bir dolu soru...
Falcı da daha çok geçmişten söz eder.
Şuraya gitmişsin, bunu yemişsin, onu demişsin...
Kendimizin daha iyi bildiği bu olaylardan falcının dem vurması nedense pek büyüleyicidir.
Lakin sabırsızlıkla öğrenmek istediğimiz geleceğimizde nelerin olacağını falcı bacı ne kadar bilebilir?
****
Gelecekte neler olacağını zamana bırakmak ama geçmişle ilgili tartışmalar gündeme geldiğinde o günlere gidebilmek istiyorum ben.
Bakın yıllardır Özal'ın ölüm hadisesinin ne olduğunu bir türlü anlayamıyoruz.
Eceliyle mi öldü, yoksa öldürüldü mü karar veremiyoruz. Mezarlar açıp otopsiler yapıyoruz, tahlil tahlil üstüne, yorum yorum üstüne bindiriyoruz.
Komplo teorileri mi, hastane kayıtları mı, ailenin beyanları mı, hangisi doğru?
Sonuç: Sürüp giden belirsizlik...
İzlenme oranları ciddi düzeyde olan bir dizi üzerinden Kanuni'nin harem hayatını ve kahramanlıklarını çekiştiriyoruz.
Tarihin arka odalarında dolaşıyoruz ama öğrendiklerimizden hangisinin daha gerçek olduğunu yeterince bilmiyoruz.
Hoşumuza giden kayıtlara sıkı sıkı sahiplenip, gitmeyenleri reddediyoruz.
Hem, ya tarihi yazan tarihçiler yazdıklarına kendi yorumlarını katmışlarsa!
Sonuç: 
Yaşananlardaki değişmezlik...
****
Dedim ya, zamanda yolculuk yapabileceğimiz bir zaman makinesi icat edilsin artık.
Merak edilen ve tartışılan her ne varsa gidilip yerinde görülsün.
Ve bu sayede bütün o tartışmalar bir son bulsun.
Maçların bitişinden sonra her pozisyon lime lime edilerek tekrar tekrar oynatılıyor ya hani,
Hani her  pozisyon ağır çekimde ofsayt mıydı değil miydi diye sabahlara kadar deşeleniyor ya.
Zaman içinde de geriye gidebilelim işte böyle.
Gittiğimiz zaman diliminin karanlık dehlizlerindeki konuşmaları duyalım, planları öğrenelim.
Merak ettiğimiz her şeyi sanki bir film izler gibi izleyelim.
İzlediklerimiz tarafından görülmeyelim, duyulmayalım.
Murathan Mungan'ın Üç Aynalı Kırk Oda kitabındaki gibi aynalardan geçerek başka zamanlara uzanabilelim.
****
İsterseniz yazının burasında hayallerimizin sınırlarını daha fazla zorlamadan geri dönelim;
En büyüğünden en küçüğüne bütün sorunlarda birilerinin bildiği ama diğerlerinden gizlediği bir şeyler vardır mutlaka.
Mesele doğruyu bilenlerin doğruları saklamasında.
Yanlış anlamalar ve yanlış aktarmalar sayesinde herşeyi  arapsaçına çevirmesinde.
Ki aç açabilirsen, çöz çözebilirsen...
Belki de Mungan'ın dediği gibi;
"Gerçeklik dedikleri budur zaten: Bir büyük yalanın bütün doğruları örtmesi!"
****
Ben'ce  bütün yaşananların kaydedildiği epey geniş bellekli bir sistem var bir yerlerde.
İnsanın kifayetsiz kaldığı o sistem içinde ne bir giz, ne bir sır.
Ne bir izah, ne bir bahane.
Her şey aleni ve net.
Artık o saatten sonra yaz yazabilirsen, boz bozabilirsen...
Sonuç: 
İtaat, boyun eğiş ve kabulleniş...

25 Aralık 2012 Salı

Onlar, toplu tecavüzcüler

Tecavüz vakalarının ardı arkası kesilmiyor değil mi?
Basında sürekli izliyorum ama bugün internette yaptığım kısa bir araştırma sonucunda neredeyse her güne 2-3 tecavüz vakasının düştüğünü bir kez daha tüylerim ürpererek gördüm.
Benim yazarken dahi yüzümün kızardığı bu vakaların failleri nedense vukuatlarından hiç utanmıyorlar. Galiba böyle bir kavramın varlığını dahi bilmiyorlar.
Utanmak ne kelime, tecavüz edilebilir birinin varlığını haber aldılar mı bir de birbirlerine haber edip organize oluyorlar, sıraya giriyorlar, hâttâ belki de kapıda kuyruk oluyorlar.
Kuyrukta bekleşirken birbirleriyle konuşuyorlar mı, yoksa susup sıralarını mı bekliyorlar?
Ya da mesela işini bitirip çıkan kişi, giderken kuyrukta bekleşen diğerlerine selam ediyor mu? E ne de olsa hepsi eşi-dostu-tanışı. Etmeden geçmek olmaz.
Belki de kuyruğun sonuna tekrar takılıyordur.
Nasılsa beleş…
****
Bu yazıda tecavüz edilenin mağduriyetinden bahsetmeyeceğim.
Nasılsa onun “rızası” vardır.
Ya da ne bileyim, anası-babası boşanmış, ortada kalmış, gelenin gidenin vurmasına müstahak hale gelmiş, her türlü tacizi hak etmiş birisidir.
Zaten eninde sonunda hep o suçludur.
Toplum içinde mimlenir, yaşayamaz hale gelinceye kadar çemberi daraltılır, çok zaman da nefessiz bırakılarak boğulur.
Peki ya bu vukuatı gerçekleştiren vatandaşlar? Onlar bu işin neresindelerdir?
Bir küçücük bedene tasallut edebilmek için işini gücünü bırakarak tecavüze koşturan bu insanlar kimlerdir?
Kim bilir, o kişilerden birisi belki de mahalledeki bakkalın kendisidir. Belki de çalışanlarından birisi. Ya da belki tanıdığımız saygın bir iş adamı, belki her gün selamlaşılan efendi görünümlü bir komşu, belki çocuğumuzun öğretmeni, belki apartman kapıcısı, belki köşebaşındaki simitçi, belki kahvehanedeki oyun arkadaşı, belki de yakın akrabalardan birisi…
Hâttâ ve hâttâ ağabey, kardeş ya da baba…
****
Kim olduğu ortaya çıktıktan sonra diğerleri için o kişiyle olan iletişim artık neye benzeyecektir?
Bilmezden gelinerek hiçbir şey olmamış gibi görüşülmeye devam mı edilecektir?
Reşit olmayan bir çocukla, çocuğun rızası olsa dahi (ki genelde “rıza” konusu uydurmadır) ilişkiye girebilen bir kişiyle aynı ortamda bulunmak, komşuluk ya da alışveriş etmek, yüz yüze bakmak, yan yana oturmak kabil olabilecek midir?
En yakınındaki kişi olarak, kendine malik olmayan bir kişinin zaafından yararlanabilen bir fırsatçının karısı olmaya devam etmek tecavüzcünün karısına neler hissettirecektir?
Hoş; belki de o bu durumları çoktan kanıksamış bir kadındır. Belki de bunun dik alası aile içinde yaşanıyor ve “susuluyor” dur…
O yüzden de o kadına, kendi çocuklarına musallat olabilen kocasının başkasının çocuğuna musallat olması o kadar da garip gelmiyordur.
****
Bu olaylarda suçlu ile mağdurun yerlerinin değişmesi an meselesidir. Sanki mağdur olayı tek başına gerçekleştirmiş gibi bütün suç onun üzerine yıkılıverir.
Ki aslında olay tamamen -en az- iki kişiliktir.
Maalesef ki etken ve edilgen olan taraflardan etken olan zeytinyağ gibi suyun yüzüne çıkarken, edilgen olan her türlü kara çalınmasını hak eder.
Ve edilgen taraf ulu orta ifşa edilirken, etken tarafın gizli kalıyor olması toplum için en büyük tehlikedir.
****
Sokaklarda kayıt dışı çalışan fahişeler ve travestiler yakalanıp her türlü şiddete maruz kalırken, bu olayın diğer tarafındakilerin görmezden gelinmesi ve suçun tek tarafa yüklenmesi de gönüllü alış-verişin bir başka boyutu.
Buradaki mesele toplumun ahlâkını korumakta mı, yoksa kayıt dışı yapılan bu alış-verişin vergisinin tahsil edilememesinde mi bilmem.
Bu mantıkla, eğer ki ahlâk mevzu bahis olsaydı devlet eliyle çalıştırılan genelevler olmazdı değil mi?
Sonuçta hepsi hizmet sektörü….
****
Demem o ki; herkes özel hayatını dilediği gibi yaşamakta özgür.
Yeter ki, arada gerçek anlamda bir rıza olsun. Yeter ki zorlama ve şiddet olmasın.
Yeter ki, yaşanacak her ne varsa aklına ve bedenine mukayyet olabilecek çağa gelmiş insanların arasında yaşansın.
Yeter ki, kendi inisiyatifini elinde tutamayan insanlarla her türlü rezillik yaşanıp da, sonrasında da “Kendi rızası ile” palavrasının arkasına saklanılmasın…

Şifalı sular sultanı Bursa

Bursa denilince akla gelen kelimelerde kaplıcalar kaçıncı sıralara geriledi diye düşünürüm çok zaman.
Yıllar önce şehir dışından gelerek çelik sularımızda şifa bulan bir insan, daha  sonra Bursa`ya neden uğramaz oldu?
Yoksa Bursa kendisine bahşedilen termal zenginliğin yeterince farkında mı değil ki kaplıcalarını sağlık turizminin hizmetine yeterince sunamadı?
Bursa Sağlık Turizmi Derneği BUSAT ve Bursa Valisi Şahabettin Harput, Bursa’nın bu konuda hak ettiği itibara kavuşması için çalışmalarını hızla sürdürüyorlar.
Valinin de destek verdiği BUSAT 2011 yılında 14 kent gönüllüsü tarafından kurulmuş. Dernek Başkanı Dr.Mustafa ESGİN; sağlık turizminde Türkiye gelen hasta sayısında dünya sıralamasında beşinci, gelir sıralamasında ise ABD ve Almanya’nın ardından üçüncü sırada diyor.
Sağlık Serbest Bölgeleri’nin oluşturulması halinde  ise sağlık turizminde dünya lideri olabilecek kapasitede.
Bursamız da, yeşiliyle-mavisiyle-beyazıyla, kültürel ve tarihî mirasıyla, alışveriş-konaklama ve medikal hizmetleriyle, 1500 yıllık termal bir şehir olarak bu pastadan pay alması gereken şehirlerin başında.
Tabii ki öncelikle kolay ulaşılabilir bir şehir olmak kaydıyla.
Ulaşımda Bursa`nın İstanbul`a olan yakınlığı avantaj gibi görünse de, bu yakınlıktan dolayı havaalanı uygulamasına gerek görülmemesi şehri dezavantajlı hale getiriyor.
Oysa ki yurtdışından Bursa Havaalanı`na yapılacak direk uçuşlar Bursa`daki sağlık turizminin uluslararası alanda gelişmesinde  en önemli etken olacaktır.
Bursa yerine İstanbul`a inecek bir turistin pek çok aktarmadan sonra Bursa’ya ulaşabilmesi, anlatırken bile insanı yoran bir uygulama.
Sağlık turizminde yüksek bir başarı yakalamış olan Afyon`a bakacak olursak;
Afyon`un başarısının tesadüf olmadığını Kiev’deki  Sağlık Turizmi Fuarı`na 10 civarında Afyon firması, büyük oteller, hastaneler ve Zafer Havalimanı yetkilileri ile birlikte çıkarma yapmalarından anlıyoruz…
Fizikî  yönden Afyon’dan daha şanslı olan Bursa’nın sağlık turizminde hak ettiği yere gelebilmesi için Afyon tecrübelerini paylaşmaya hazır…
Demek ki elimizde hazır olan unu, şekeri ve yağı kararak helva yapacak ellere ihtiyacımız var artık bizim.
Artık hamamlarda birbirimizi keselemenin ötesine geçmemiz lâzım.
Bunu yapacak olanlar da Bursa`nın sesini Ankara`da duyurmak için kendilerine yetki verilen vekiller, Bursa iş dünyası, Bursa basını, Bursa bürokrasisi ve Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi…
Bir yandan gelin hamamındaki eğlenceyi de, sebildeki hayırı da yaşatalım.
Öte yandan uluslararası düzeyde sunulan hizmetlerimizi yurtdışında da tanıtarak dört bir yanımızdaki potansiyel turistin şehrimizi tercih etmesini sağlayalım.
Ki o turist cebine parasını koymuş ve hangi sağlık merkezinde şifa bulabilirim diye bakınmakta…
****
Yaz ve kış turizminin belli aylarda yapılabildiği şehrimizin her mevsim turist ile  dolduğunu, hizmet sektörünün yarattığı istihdamı, gelen turistin bıraktığı dövizi ve dolayısıyla jeotermal nimetimizin gelire dönüştüğünü, sanayi ve tekstil şehri Bursa`nın bacasız fabrika olan Sağlık Turizmi ile güçlendiğini düşünün bir.
Ve Bursalılar olarak bu cennetin tam ortasında keyifle yaşayarak, sağlıkla yaşlandığımızı…

22 Aralık 2012 Cumartesi

Kaldığımız yerden devam...


Şu anda bilgisayarınızın ekranındaki internet sayfasından bu yazıyı okuyorsanız eğer, kıyamet kopmamış demektir...
O zaman kaldığımız yerden devam edelim.
Her ne kadar kıyametin kopacağına ihtimal vermemiş olsanız dahi, eminim ki içinizde bir yerlerde bir soru işaretinin acabaları zihninize çakıp çakıp geçmiştir.
Kıyametin kopmamış olmasına şaşırmamış ama bir nebze olsun da rahatlamışsınızdır.
Eee, demezler mi; Allah sevindireceği kuluna önce eşeğini kaybettirir, sonra da buldururmuş.
Kim bilir, belki bu bahaneyle biz de dünyamızı kaybetmiş olmanın senaryolarından ders alır, yeniden bulmuş olmanın sevinciyle daha düzgün yaşamak için gerekenleri yaparız.
****
Günün birinde yok olacağına kesin gözüyle bakılan dünyamızdan ayrılarak, canlı hayatı başka bir gezegende yeniden oluşturacak bir gemi tasarlandığını izledim televizyonda. 80 yıl sürecek bir yolculuk sonrasında ulaşılan gezegende hayatın tekrar kurulabilmesi için Nuh'un Gemisi misali bir gemi tasarlanıyormuş.
Canlandırmalarda gördüğüm kadarıyla aslında bu uzay gemisine gemi demek biraz haksızlık olur. Biz ona dünyadan fırlatılan gemilerin kenetlenmesiyle oluşacak yapay bir dünya diyelim.
O büyüklükteki bir geminin yüzeyden havalanabilmesi mümkün olmadığından uzayda birleştirilerek oluşturulması uygun görülmüş.
Dünyadan götürülecek tonlarca toprak ile beslenmedeki ilk sorunun çözüleceği düşünülmüş mesela.
Su sorununun hidrojenin ayrıştırılmasıyla, yakıt sorununun da nükleer enerji ile çözüleceği düşünülmüş.
Bunları izlerken şimdiye kadar yaşadığım ve çıplak gözle gördüğüm ve göremediğim bütün dünyayı düşündüm.
Meralarda otlayan kuzulardan, nehirlerdeki piranhalara, kayalıklardan süzülüp gelerek bir hamlede o kuzuyu kapan kartaldan, piranhaların birkaç dakikada kemiğine kadar sıyırdığı antilopa.
Yüzene, yürüyene, sürünene, uçana...
Bitkilerden gıda olana, kokana, batana.
Güneşe, aya, yıldızlara, kırlara bayırlara, dağlara taşlara, akan sulara, hırçın dalgalara, gökyüzünde asılı duran bulutlara...
Ve çıplak gözle göremediğimiz tüm canlı hayata.
Dünya üzerinde sayısı belirsiz derecede çok olan canlı çeşidinin nasıl olup da o gemide barındırılabileceğine akıl erdiremedim.
****
80 sene sürecek bir yolculuğun başlangıcında doğacak çocuklar dahi o gezegene ulaştıkları anda 80 yaşında olacaklardır..
Dünyadaki canlı hayatı yaşamış olup da o yolculuğa bir yetişkin olarak başlayanlarsa artık yoklardır.
Yaşanmış olan dünya kültürü ve dünya tarihi sonraki nesillere nasıl aktarılacaktır?
Gemide yaşayan farklı milletten insanlar farklılıklarını yok edip, yek vücut olabilecekler midir?
Yoksa orada da didişmeye devam mı edeceklerdir?
İşte artık yorgan gitmiştir, kavga da bitmiştir.
Parsel parsel parsellenen, bir türlü paylaşılamayan, uğruna ölünen ve öldürülen topraklar toz olup, kaçamayanlar ile birlikte uzayın boşluğuna karışmıştır.
Bu kıyametten kaçabilenler ise yeni bir dünya kurma hayaliyle bir bilinmeze doğru yola çıkmışlardır.
****
Tamam da, kanımca bu projede ufak bir sorun var.
Bence yaradan bizim kendi başımıza iş yapmamızı istemeyecektir.
O, yarattıklarını bir kalemde yok edebiliyorsa eğer, bizim gibi pek çok dünyası olduğundan ve zaman zaman içlerinden bazılarından vazgeçtiğindendir belki de.
Mesela en çok yaramazlık edenlerinden...
İyisi mi biz kaçmaya değil de kalmaya, kaldığımız kadar da uslu durmaya gayret edelim...

18 Aralık 2012 Salı

Küçük beynin büyük aklı...

Olasılıksız kitabının ilk sayfalarında biraz sıkılmış, ilerleyen sayfalarında ise gittikçe artan tempoyla birlikte kitabı elimden düşüremez olmuştum.
Kitap, beyin üzerine yapılan deneysel tedavilerin bir insana kazandırdığı öngörülerle örgülenmiş bir bilim kurgu romanıydı.
Beyin de bu romanın baş kahramanı...
****
Beynin bozulmasını tetikleyen faktörler olduğu gibi, doğal beslenmeyle ya da ek ürünlerle beyni sağlıklı tutmanın yolları var.
Bir de beynin kapasitesini arttırmak için uygulanan farklı yöntemler...
Bunların içinde IQUP'un bilimsel olarak kanıtlanmış bir sistem olduğunu Uzman Psikolog Zafer Akıncı'nın basın kahvaltısındaki keyifli sohbetinden öğreniyoruz.
Kahvaltıda konuşulanları kısaca özetlersek;
Akıncı'nın kendisinin geliştirdiği bu sistem ile kişinin dikkat-bellek ve muhakeme gibi öğrenme faaliyetleri arttırılıyor. Özellikle de öğrencilerin rağbet ettiği bu sistemden yetişkinler de faydalanabiliyor.
Bu yöntem unutkanlık ve dikkat dağınıklığına da çare olabiliyor.
Kişiler özel bir teste tabi tutularak beyinlerinin hangi bölgelerini daha az kullandıkları ölçümleniyor. Daha sonra bu bölge üzerine özel antrenmanlar yaptırılarak o bölgenin verimliliği yükseltiliyor.
Kişinin beyin kullanma kapasitesini geliştiren bu çalışmalar 90 gün sürüyor. 90 gün neticesinde yapılan ölçümlerde başarı oranı % 92'lere ulaşabiliyor...
Düşünen ve mantık yürütebilen canlı türü olmamız, beynimizin kapalı odalarını kullanıma açmamızla mümkün oluyor demek ki.
Kapısını aralayarak içini aydınlattığımız her odacık bize hazinelerimizi depolayabileceğimiz yeni alanlar sağlıyor..
Bilgisayarımızın belleğini arttırmak için yaptığımız işlemler gibi, IQUP da beyin belleğimizi arttırıyor.
Bilimi esas alan bu uygulama sayesinde kişilerin günlük davranışları da düzelmeye başlıyor.
Önlerine çıkan her problemi doğru okumayı ve çözümlemeyi, daha doğrusu öğrenmeyi ve öğrendiklerini kullanmayı öğreniyorlar.
Akıncı'ya göre insanlar beyinlerinin sadece % 5'ini kullanıyorlar. Geri kalan % 95'i ise atıl durumda...
Beynin kapasitesini geliştirmeye çocuk henüz erken yaşlarda iken başlanmalı aslında.
Sadece sınavlarda başarılı olunması için değil, günlük hayatın da doğru yaşanabilmesi için öğrenilmeli.
Malumunuz, sınav başarısı ile hayat başarısı her zaman aynı doğrultuda seyretmiyor.
Burada iğneyi biraz kendimize batıralım.
Öğretim sistemindeki başarının(!) gün gibi ortada olmasına rağmen, yeni sistemler geliştirmek için akîl hiçbir çaba gösterilmemesi ve  eğitim sisteminin siyasetin eline oyuncak edilmesi hepimizin ayıbı.
Yurt dışına bakacak olursak, onlar yüzlerce araştırma ile sistemlerini geliştirmenin peşindeler.
Ülkemizde  ise bu konuda yapılan, hem yurt içinde hem de yurt dışında onaylanmış ilk resmî  bilimsel araştırma IQUP.
****
"Çocuktur anlamaz, ne koysan yer, ne dersen dinler, dinlemezse de cennetten çıkmayı aşk edersin olur biter" demeden ilmek ilmek dokunmalı çocukların hayatları.
Çocuğum zeki ama tembel cümlesindeki zeki çocuğun niçin tembel olduğu iyice bir araştırılmalı.
Yetenek ile zekâ, zekâ ile kurnazlık birbirine karıştırılmamalı.
Çocuğa, zekâsını kullanırsa zekâsının tükenmeyeceği, bilakis daha da artacağı anlatılmalı.
Ebeveynler, çocuğun her isteğini kayıtsız şartsız yerine getirmenin başarılı bir çocuk yaratmak için yeterli olmadığını anlamalı.
Ve;
Başarısını kanıtlamış bu sistem, sadece gücü yetenin değil de, her bireyin ulaşabileceği bir yerde olup, ehil ellerde doğru uygulanmalı...

12 Aralık 2012 Çarşamba

Farkındalık Çağı başlasın artık

Ne güzel "Vur patlasın çal oynasın" diyerek yaşıyorken, biraz savaşıp biraz sevişirken nereden çıktı şimdi bu Maya Takvimi de birdenbire kıyamet senaryolarıyla karşı karşıya kaldık.
Herkesin dilinde bu konu.
Her yayında birileri bir şeyler anlatıyor.
Birileri de bir yerlere kaçışıp 21 Aralık gününü oralarda geçirme derdinde.
Mesela Şirince'de...
Hani o değil de, hepimiz batmış iken oralardakilerin batmamış olması koyar insana.
Yok öyle ayrı gayrı.
Anca beraber, kanca beraber...
Bu arada Maarif Takvimi'ni Maya Takvimi'nden eğlenceli bulanlar için yaklaşan tarih umurlarında değil.
Onlar için ne başka bir boyut, ne Foton Kuşağı, ne enerji, ne de sistem.
Varsa yoksa Bugün Ne Giysem?
Bazıları içinse paranoya derecesinde korku...

Maya Takvimi ve Marduk konusunu ilk duyduğumda 2012 senesi çok uzaklarda gelmişti bana. O zamana daha çoook var demiştim.
Sağ olanın her şeyi gördüğü gibi 21 Aralık'ı görmek de sağ olanlara kısmet olacak.
21 Aralık'ı atlatan her insan sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam edecek.
Belki de beklenen anlamda hiçbir şey olmayacak.
Konuşulanlardan anladığım kadarıyla artık Farkındalık Çağı başlayacak.
Doğayı ve doğallığı fark etme çağı...

Farkındalık demişken; artık farkına varmalıyız ki milyarlarca yıldır canlılara kucak açmış yeryüzü cennetini cennetlikten çıkartıp, büyük bir hızla cehenneme döndürüyoruz.
Üstelik bunu gayet iyi başarıyoruz.
Ve bunun için o kadar uğraşıyoruz ki, dünya bize direnmekten bitap düşüyor, yalpalıyor, savruluyor.
Bir yandan toprağa geçirdiğimiz kimyasalları sindirmeye çalışıyor, bir yandan derelere boşalttığımız atıkları süzmeye gayret ediyor.
Bir yandan da atmosfere karışan onca zehirli gazı arıtıp bize solunacak hava yaratabilmek için var gücüyle çalışıyor...
Görünen o ki, dünyamız artık bizi taşıyamıyor...
Suyumuzu süzemeyen böbrekleriyle, havamızı arıtamayan ciğerleriyle, kimyasalları öğütemeyen bozulmuş midesiyle sanki can çekişiyor.
Kokuşmuş bir deniz, ağır metal içeren deniz canlıları, gittikçe azalan yeşil örtü, toprak kaymaları, seller ve yok olan canlı türleri...
Doğadaki her canlıyı da doğayla birlikte yok ediyoruz. Onları daha dar alanlara sıkıştırarak var olma haklarını ellerinden alıyoruz.
Balkonumuzun ışığına pervane olan böceği de, duvarda gezinen örümceği de haneye tecavüz suçundan ölüme mahkûm ediyoruz.
Bulduğumuz her boş alana diktiğimiz evlerimiz ile kimin kimin hanesine tecavüz ettiğini görmezden geliyoruz...

Galiba Mayalar 2012 senesine kadar insanoğlunun dünyayı bu derece hasta edeceğini iyi tahmin etmişler.
Bence dünyamızın artık iyi bir tedaviye ihtiyacı var.
Belki itinalı bir bakım ile kendini toparlayıp bir nebze olsun eski haline dönebilir.
Bu iyileşmenin olabilmesi için neler yapmak gerektiği konusunda insanın aklına çılgınca fikirler de gelmiyor değil hani.
Hani olmaz ya; (aciliyeti olan durumlar dışında) arada bir bütün dünya şalter indirse mesela.
O gün hiç kimse arabasını kullanmasa.
Şehrin bütün vanaları kapatılsa, bir damla dahi su harcanmasa.
Ne internet, ne telefon, ne televizyon.
İnsanlara birer sihirli değnek değse ve bir günlüğüne herkes sevgi ile dolsa.
Bir günlük tatil versek dünyamıza.
Bir gün de o izin kullansa.
Belki o gün o da şöyle bir oh çeker içinden.
Ertesi gün daha bir şevkle dönmeye başlar kaldığı yerden...

8 Aralık 2012 Cumartesi

Toplumsal Cinsiyet Bilinci

Bursa-Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği'nin rutin toplantılarından birinin konuğu Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala idi.

Benim de misafir dinleyici olduğum bu toplantıda Kayıhan Pala'nın anlattıklarını daha çok kişiye ulaştırabilmek adına bugünkü yazımı kendilerine ayırmak istedim.
Pala, cinsiyetler arasında yaşanan her aksaklığa toplumsal cinsiyet açısından bakılması gerektiğini söylüyordu. Yoksa sadece kadın-erkek klişesinde değil. Bunun için de devletin sosyal bir politikası olmalıydı.
Kadın ve eğitim konusu da bu politikaların başında gelmeliydi.
Malumunuz, toplumu oluşturan bireylerin yarısı erkek ise diğer yarısı da kadın. Hepsinin kadın ya da hepsinin erkek olduğunu düşünmek dahi istemeyiz zaten değil mi?
Yaradılışa ters...
Lakin nüfus eşitliğine rağmen bu eşitliğin etkisinin memleket içerisinde yok denecek derecede az olması da tam bir paradoks.
Yarısı kadın olan memleketin kadınları idari mercilerde yeterince yer alamıyorlar.
Genel olarak ya erkekler tarafından ellerinin hamuru ile ayak altında istenmiyorlar  ya da ailenin, özellikle de çocukların sorumluluğu kendi üzerlerine kaldığı için üstlendikleri vazifelere yeteri kadar zaman ayıramıyorlar.
İşverenler de kadınlarla çalışmak istemiyorlar. Çocuklu kadını iş gücü kaybı olarak görüyorlar.
Kadının rahat çalışabilmesi için gereken şartlar oluşturulmayınca kadının verimliliği elbette ki düşüyor.
Kadın çalışan işveren için gider demek olunca kadınlara ya sürüne sürüne çalışmak ya da onca emek vererek kazandığı mesleğinden uzaklaşmak düşüyor.
Aklı evinde ve çocuğunda kalan bir kadını kapı önüne koymak tabii ki işin en kolay yanı. Zor yanıysa toplumu oluşturacak bireyler yetiştiren annelere her konuda yardımcı olmak. 
“Kadın evinde otursun, çocuğuna baksın” deyişini artık geçelim ve kadının evinde gerektiği kadar oturmasını, bu oturma esnasında da sahip olduğu işini kaybetmemesini sağlayalım. Sonra da çocuğunu güvenli ellere teslim ederek işine dönmesini...
Pala’nın sunumunda Türkiye'’nin ekonomik olarak dünya sıralamasında ilk 20 içinde, sosyal sıralamada ise oldukça aşağılarda olduğunu resmî veriler ile gördük.
Oysa ekonomisi iyi giden bir ülkenin sosyal davranışlarının da iyi gitmesi gerekmez miydi?
Bölgeler arası ve sınıflar arası eşitsizlik her konuda yüksek boyutlarda idi.
Kadın-erkek eşitsizliği gün geçtikçe artıyordu. Kadına şiddete ve kadın cinayetlerine adım başı rastlanır, üstelik de kanıksanır olmuştu.
Sanılanın aksine şiddet, eğitimli kesimlerde de yüksek oranlardaydı.
Diplomalar sınıfta kalmıştı.
Bebek ölümleri çoğalmıştı. Üreme ya da ürememe sağlığı yeterince önemsenmiyordu.
Eğitim görmüş ve belli bir sosyal refaha kavuşmuş kişiler bu konularda nispeten bilinçliydiler.
Eğitimsiz zannettiğimiz kadınlar da artık pek çok şeyin farkındaydılar ama bunları uygulayabilecek güçleri yoktu.
Yapılan istatistiklerde  kendilerine sorulan "Kaç çocuk sahibi olmak isterdiniz?" sorusuna verdikleri yanıt ile kaç çocuk sahibi oldukları arasında iki kat fark vardı.
Eğitimli kesimde ise bu fark biraz daha azalıyordu.
Eğitimli kesimde karı-kocanın ortak kararı ile yapılan ya da yapılmayan çocuklar vardı.
Diğer tarafta ise kadının adı yoktu...
Devlet, sosyal politikası gereği doğmuş çocuklara ve doğurmuş kadınlara sahip çıkmalıydı.
Devlet kişilere doğurma şeklini dayatmamalı, bu kararı doktorlara bırakmalıydı.
Devlet kişilere kürtaj hakkını belli çerçeveler içinde vermeliydi.
Devlet kişilere, istenmeyen gebeliklerin oluşmaması için almaları gereken önlemleri özellikle öğretmeliydi.
Bu sayede hiç kimsenin arzu etmediği kürtajın da önüne geçilebilirdi.
Yoksa yasaklar ve cezalar sebebiyle kürtajın karanlık mahzenlere inmesi ve bu sayede sayısız kadının can vermesi kaçınılmazdı.
Kadının eğitilmesinin, kadının yetiştireceği çocuklara yansıyacağı unutulmamalıydı.
Kadın ve erkeğin yaradılış olarak birbirlerinden farklı olmaları, haklarda eşit olmayacakları anlamına gelmezdi.
Bunların içinde en temel hak da yaşama hakkı idi.
Ve bu hakkı bir diğerinin elinden alma hakkına hiç kimsenin hakkı yoktu...

6 Aralık 2012 Perşembe

Sıcak ekmek var mı?


Henüz daha içeriye adım atar atmaz çarptı burnuma buram buram.
Biraz maya, biraz un, çokça da pişmiş ekmek kokusu.
Sonra soframıza geldi dilimlenmeden. O kadar yeni çıkmıştı ki fırından, bıçak dahi değmemişti.
Biz de böldük elimizle.
İki dilim peynir, birkaç zeytin tanesi, reçel, bal ve çay eşliğinde doyamadık yemeye. Ardından kepeklisi geldi, ardından rüşeymlisi. Patateslisi, çavdarlısı, yulaflısı, tam tahıllısı, ay çekirdeklisi bir yana dizildi; cevizlisi, haşhaşlısı,tarçınlısı, çikolatalısı öte yana.
Karşımdaki resmi geçidi görünce nasıl bir mucizedir şu ekmek ki tarladaki başaktan doğup, gelip soframızın baş köşesine kurulur dedim.
Dünyadaki ilk ekmeği kimin yaptığını merak ettim sonra.
Öğrendim ki ilk ekmek M.Ö. 3000'li yılında buğday tanelerini ezerek una dönüştüren Mısırlılar tarafından yapılmış. İlk yaptıkları ekmekler basık ve sert imiş. Bir rivayete göre  M.Ö. 2000' yılında Mısırlı bir fırıncı, hazırladığı ekmek hamurlarını güneşin altında unutmuş. Pişirilmek için bekleyen hamurlar, havada dolaşan yabani mayalı bitki tozlarının hamurun içinde bulunan şekerli maddelere tesadüfen bulaşması sonucu ekşimiş ve fırıncı bozuk gibi görünen bu karışımı pişirmek zorunda kalmış. Pişince kabaran, sert kabuklu ama içi yumuşak ve hafif bu yiyecek, lezzeti ve görüntüsüyle fırıncıyı hayrete düşürmüş.
Aynı dönemlerde kubbeli fırınlar yapan Mısırlılar ekmek pişirme işinde de ustalaşmışlar. Ardından değirmenlerin yapılmasıyla beyaz un elde edilmiş ve dolayısıyla beyaz ekmek yapılmaya başlanmış.
Toprak fırınlarda yapılan sert ev ekmeğinin kıymetini bilmeyen insanlar, şehirlerdeki fırınlarda pişen beyazlatılmış undan yapılma çarşı ekmeğine rağbet eder olmuşlar.
Çarşı ekmeğinin sağlıklılığından kuşku duyanlar ise şimdi tam bir U dönüşü ile ekşi mayalı ve beyazlatılmamış unlardan yapılan ekmeklere yönelmeye başladılar. Ekmek yapma makineleri ile kendi ekmeklerini evlerinde kendileri yapar oldular.
İnsanların değişen talepleri doğrultusunda ekmek fırınları ve ekmek fabrikaları da ürünlerini çeşitlendirmeye başladı.
****
Köşe yazarları olarak Bursa'nın ekmekçisi BESAŞ'a yaptığımız ziyaret esnasında bir ekmeğin ekmek olma yolundaki yolculuğuna şahit olduk.
Teknelerde mayalanmaya bırakılmış hamurlar, bantlarda ilerleyerek el mayası almaları için ısısı ve nemi ayarlanmış odalara giren ve girerken de üstlerine çizik atılan ekmek somunları, o odalardan çıkarak pişmek için fırınlara giren ekmek somunları ve nihayetinde kızarmış halde önümüze düşen ekmek somunları.
Lezzetini ve yoğunluğunu farklı unların karışımına borçlu olduğu söylenen BESAŞ ekmekleri yıllardır Bursa halkına ekmek üretmekte.
Kendi satış noktalarında diğer ekmeklerden daha düşük fiyatlı ama daha yüksek gramajlı olarak satılan bu ekmeklerin müdavimleri var.
Standart dışı üretimden dolayı satışa sunulmayan ekmeklerin diğer müdavimleri de Hayvanat Bahçesi'nde imiş.
****
Benim için ekmek, üzerine sürülen salçası, bandırılan yağı, ekilen kekiği ile sokaklarda yiyebildiğimdir.
Sıcağını alabilmek için kuyruklarda beklediğim, soframa misafir ettiğimdir.
Çorbama doğradığım, köftemin hamuruna kattığım, yemeğimin suyuna bandırdığım, tabağımı sıyırdığımdır.
Sobada kızarttığım, kızartırken bazen yaktığım, yanan yerlerini kazıdığımdır.
Kırıklarını kuşlarla, artanlarını kedilerle, köpeklerle paylaştığımdır.
Yere düşerse öpüp başıma koyduğum, yarım bırakırsam arkamdan ağlayacağına inandığım, sofrada kalan kırıntılar kadar çok çocuğum olacağı ile kandırıldığımdır.
Bir lokma ekmeğin kıymetini anlamak için hiç aç kalmadığım, boğazımdan geçen her bir lokma için şükran duyduğumdur...