29 Haziran 2016 Çarşamba

Hoplayıver çekirge

Bir öyle bir böyle konuşmalar konusunda yüksek lisans yapan ve cübbeyi sırtına geçirip kep fırlatması gereken Cumhurbaşkanımız satışlardaydı yine.
Bu kez de Mavi Marmaracıları sattı iyi mi?
Bana mı sordunuz giderken dedi. Kime sordunuz dedi. Biz zaten yardımımızı yapıyorduk, size n'oluyor dedi. Kısacası gitmeseydiniz ve ölmeseydiniz dedi.
İyi güzel dedi de; niye o gün demedi de bugün dedi? Niye bunca yıl Mavi Marmara'nın ekmeğini yedi?

Ne oldu şimdi de onca senenin Mavi Marmara delirmeleri güme gitti?
Boş yere mi işgal edildi onca gündem? Boş yere mi yazıldı çizildi onca yazı? Boş yere mi edildi köşelerden kavgalar? Boş yere mi bölündü millet için için? 
Boşa mıydı o efsane "One Minute(s)"?

"Davos'u da unuttuk, Mavi Marmarayı da."
"İsrail bizim canımızdır, Yahudi vatandaşlar bizim ciğerimizdir."

Altı yıl sonra bir anda ani bir fren ve motorlar tam yol tornistan...

Uluslararası ilişkilerde duygusallığa yer yoktur, herkes ülkesinin menfaatini düşünmek zorundadır.  
Bunun için de sıkı bir siyaset, sağlam bir politika ve güçlü bir devlet adamlığı gereklidir.
Kankalık da, düşmanlık da kişiselleşmektir. 
Hele ki bir öylelik bir böylelik "itibarın" dibini görmektir...

"Padişahım çok yaşa!" diyenler düşünsün bakalım şimdi kara kara bu ani manevra karşısında nasıl pozisyon alacaklarını. Düşünsünler bu ani manevranın yarattığı dalgada alabora olan teknelerinden düştükleri denizde boğulmaktan nasıl kurtulacaklarını.
Malum, söz uçar yazı kalır. 
O kadar çok yazı yazıldı ve o kadar çok tweet atıldı ki Mavi Marmara hakkında, sil sil bitmez. 
İster misin bir de o yazılar değişen bu yeni rotada "suç" teşkil etsin de tüm yazanlar "suçlu" ilan edilsin. 

Görünen o ki;
İpiyle kuyuya inilmez kişilerle kuyuya inmeye çalışanlar kuyunun dibinde kalmıştır.
Kuyu derindir, ip kısadır, kişi o kuyudan çıkmak için çok ama çok iyi zıplamalıdır.

Hadi bakalım,
Hoplayıver çekirge, 
Zıplayıver çekirge, 
Benim canım çekirge...

18 Haziran 2016 Cumartesi

Babanızı seçemezsiniz ama evladınızı yetiştirebilirsiniz

Biliyorum, hepimizin babaları çok kıymetli.
Hepsi birbirinden özel, hepsi birbirinden yakışıklı, hepsi birbirinden güçlü.
Hele de öte dünyaya göçmüşlerin hepsi birbirinden badem gözlü.
Değil oysa.
Tüm insanlar gibi onların da hataları var, onların da bilmedikleri çok, onların da bilinmeyenleri çok.
E insan baba olarak doğmuyor haliyle. Babalığı da evlatlarıyla yaşaya yaşaya öğreniyor. Öyle ki; geçtiği yollarda her evladının gözünde başka bir baba oluyor.

Lakin babalığının yanı sıra karısının kocası, ana babasının evladı da oluyor.
Bazen aile içi çekişmelerde ortada kalıyor, bazen karısını kıskanan deli fişek bir koca, bazen yoldan geçen bir afetten gözlerini alamayan çapkın bir erkek oluyor.
İnsan olmanın tüm gereklerini yaşıyor kısacası.

Bu Babalar Günü'nde insan olma sınırlarını zorlamış babaları ve çocukları yazalım istedim biraz.

Malum memleket iyice çıldırmış bir durumda ve sokaklarda olsun, kapalı kapılar ardında olsun inanılmaz bir vahşet yaşanmakta.
Bu vahşetin başrollerindeki insanlarla iç içe yaşamaktayız üstelik. 
Bir katil markette ürün seçerken yanımızdan geçiyor belki, belki dolmuşta yanımızda bir tecavüzcü oturuyor, belki de eve gidip bir an önce ev halkını hizaya sokmak için acele eden bir adamın haşince kullandığı bir araç ile birlikte yol almadayız trafikte.
Kimin içinde kimin yaşadığını bilmiyoruz.
Yol kenarında gözünüze ilişen, geceleri eğlence mekânlarında alkışlayıp gündüzleri taşladığınız transseksüel beden işçisinin müşterisi kim?
Yan komşunuz mu?
Her gün selamlaştığınız mesai arkadaşınız mı?
Ya yanı başınızdaki suçlu kim? 
Dayı, amca, enişte, yeğen, kuzen, ağabey, kim bilir, belki de babanız mı?
****
Suçlu bir babanın evladı olduğunuzu düşünün bir, ya da suçlu bir evlada sahip bir baba olduğunuzu.
Babanızın suçu yüzünden utandığınızı düşünün, ya da evladınızın suçlu olmasında kendi hatalarınızı aradığınızı.
Başarıyı sahiplenip gurur duymak kolay elbet.
Soralım o zaman:
Bir baba çocuğunun suçundan dolayı suçlanmalı mıdır, bir çocuk babasının suçundan dolayı utanmalı mıdır?
Böyle yazıyorum da; gittikçe yozlaşan toplumda utanma duygusunun da yitip gittiğini gördükçe "Kimden bahsediyorum ki ben?" diye sormuyor değilim kendi kendime.
Sadece tohumlarını saçtığı için baba olmuş ve babalığın sorumluluğunun farkında olmayan, kendi çocuklarından başlayarak tüm dünyaya karşı sevgisiz, ilgisiz, merhametsiz bir insanın babalığı mı olur?
O ortamda yetişen çocukların içinde baba sevgisi mi olur?
Daha kötüsü, o ortamda yetişen çocuklara o baba nasıl bir "rol model" olur?
Peki ya "iyi aile çocukları" nasıl olur da azılı birer suçlu olur?
Ve toplum tarafından linç edilen azılı bir suçlunun "iyi aile babası" olarak yaşamak nasıl olur?
Güllük gülistan değil işte her şey.
****
Babalar Günü hayatını sevgi içerisinde geçiren insanlar için "hatır-gönül-şükran" günü olarak kutlanıyor hep.
Arkalarında hoş sadalar bırakarak giden babalara selam ederek bitirelim yazımızı o zaman.
Babalığı layıkıyla yaşayanları ve babalığı yeni öğrenmeye çalışanları da zamanın kollarına bırakalım...
Unutmayın;
Babanızı seçemezsiniz ama evladınızı yetiştirebilirsiniz...

12 Haziran 2016 Pazar

Sizi bize seriyle mi verdiler yahu?

Ne kadar sevdik seri katilimiz Atalay Filiz'i. 
Ne kadar bağrımıza bastık. 
Hatta ne kadar hayran kaldık kendisine.
Sanki insan öldüren bir katil değilmiş de Hollywood filmlerinden fırlamış bir karaktermiş gibi meşhur ettik zavallıyı(!). 

Günlerdir medyada başlıklar hep aynı: Seri Katil aşağı, Seri Katil yukarı. 
Yakalanmamış olması ne kadar da müthiş bir olay. 
Ne kadar takdir etsek azdır seri katilimizin zekasını.

"Türkler'den seri katil çıkmaz, çünkü seri cinayetler zeka işidir" diyorlar ve hani biz Türkler'i aşağılıyorlar ya, bunu kendimize ar etmişiz besbelli. İlk seri katilimiz Türk milletinin zekasını yerlerde sürünmekten kurtardı çok şükür. Neredeyse boynuna sarılıp sarılıp öpeceğiz. 

Oysa adam seri katil bile değil.
Hangi seri katil üç yıl arayla cinayet işler diye düşünmüyor kimse.

Seri katil dediğin tasarlayarak, taammüden öldürür kurbanlarını. Öldürdüğü kişileri belli özelliklerine göre seçer. Cinayet aletleri neredeyse hep aynıdır. Cinayetleri ile ilgili izler bırakır ardında, ki polisle kaçma kovalamaca oynasın ve polisleri atlatarak yakalanmasın. 
Hakikaten zekidir yani. 
Zeki insan iyi insan olmuyor işte her zaman. Bazen zeka dolu kafasını insanlığın hayrına kullanmak yerine insanlara bela olmak üzerine çalıştırıyor.
Nasıl bir ruh haline sahipse artık...

Üç kişinin katili olduğu iddia edilen Atalay Filiz'in aldığı eğitime bakarsak, zekası epey yerinde.
Yakalandıktan sonraki hallerine bakarsak, adının seri katile çıkmış olmasından epey memnun.
Baksanıza; kendisini yakalayan polisler bile kendisine üç yıl "yakalanmadığı" için saygı duyuyorlar ve kendisiyle güle oynaya "selfie" çekiniyorlar. (Seri katil vurgusuyla medyada üst üste fotoğrafları yayınlanan suçlu vatandaşın ihbarı olmasa daha bir üç yıl yakalanmazdı belki de.)
Elleri arkasından kelepçeli olmasına rağmen polislerle birlikte kameraya seve seve poz veriyor bizim seri katilimiz de. (İzlemek için tıklayın:)
Hani insanın içinden "Sizi bize seriyle mi verdiler yahu?" demek geçiyor görüntüleri gördükçe...
"Sizin bir yakınınızı öldürmüş olsa yine böyle şen şakrak "selfie" çekilir miydiniz acaba?" demek geçiyor...
"Delirdiniz mi Allah aşkına, halinize bir bakın" demek geçiyor...

Ne diyeyim;
Siz üç yıldır yakalayamadığınız bir suçluyu zeki buluyorsunuz ya;
"Çocuğunuz size zeki geliyorsa kendi zekanızdan şüphe etmelisiniz" diyorum ve sizi kendi zekanızla baş başa bırakıyorum...

8 Haziran 2016 Çarşamba

Harambe'ı neden vurdunuz?

Geçtiğimiz günlerde ABD'nin Ohio eyaletindeki Cincinnati Hayvanat Bahçesi'nde gorilin yaşadığı alana üç yaşında bir çocuk düştü ve 10 dakika boyu goril ile baş başa kaldı. 
Anne diğer çocuklarıyla ilgilenirken üç yaşındaki ufaklık nasıl ettiyse etmiş ve demir parmaklıklardan 17 yaşındaki Harambe isimli gorilin yaşama alanına geçmişti. Fotoğraflarda ve video çekiminde gördüğümüz kadarıyla suyun içindeki çocuk ve yanı başında duran goril birbirlerinden korkmakta, goril ne yapacağını bilmez bir halde çocuğa hamle ederken (ihtimal ki çocuğu kucağına almak istiyor), çocuk da korku dolu çığlıklar atmakta. Parmaklıkların ardında ise çocuğu bir an önce oradan çıkartabilmek adına adeta bir can pazarı yaşanmakta.
Şimdi siz burada hangi karakter olmak isterdiniz?
a-) Gorilin karşısında korku içinde savunmasız kalan çocuğun annesi olmak,
b-) Karşısında koskoca tüylü bir yaratıkla burun buruna kalan bir çocuk olmak,
c-) Önüne düşen minik bir yaratık ile ne yapacağını bilmez bir halde kalan bir goril olmak.
d-) Çocuğu kurtarmak için gorili öldürmek zorunda kalan bir görevli olmak.
e-) Hiçbiri...
****
Biz çok bilmiş insanlar, doğal ortamından kopartıp yarattığımız "yapay" doğal ortamlarda numunelik olarak yaşatmaya çalıştığımız hayvanatı para karşılığı gösteriyoruz isteyenlere.
Bak evladım, bu aslan, bu zürafa, bu da fil.
Hayvanat bahçelerinin en özgür hayvanları börtü böcekler olmalı. Onları da gören yok...

Hayvanat bahçesine kapatıp karnını doyurduğumuz hayvanlar ormanda daha mı mutluydular sanki, değil mi? Av peşinde koşturup duruyorlardı ha bire. Bir de sürü liderliği için birbirleriyle çarpışıyorlardı. Biz ise karınlarını doyuruyoruz, dalaşmalarına mahal vermiyoruz. 
Ekmek elden su gölden keyif keka bir hayat sunuyoruz onlara. 
Ele geçirilecek alan desen, iki oda bir salon bahçenin neyini paylaşamayacaksın. 
Üreme zamanı geldi mi o da çantada keklik. 
Kısacası, "Üç dönüm bostan yan gel Osman"...
Yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarında, peki ama o zaman niçin stres yapıyor şimdi bu hayvanlar? 
Niçin yıllardır kendilerine yemek veren bakıcılarını bile parçalayabiliyorlar?
Niçin fırsatını buldukları anda kaçıyorlar?
Nasıl böyle "nankör" olabiliyorlar? 
O zaman "Vur gitsin!"
****
Harambe'ı 17 senedir kapalı tuttuğunuz yetmezmiş gibi en ufak bir kaosta vurdunuz.
Harambe nankör müydü de vurdunuz?
Harambe o çocuğa saldırmış mıydı da vurdunuz?
Harambe kafesinden kaçmış mıydı da vurdunuz?
Hani sizin uyuşturucu iğne atan silahlarınız vardı, hani sizin risk anında uygulayabileceğiniz Z planlarınız vardı...
Neresinden tutsan elinde kalacak bir durum bu da.

Vahşi hayvan görmeyi çok istiyorsanız o hayvanların doğal ortamlarına yolculuk yapın derim ben.
Onları değil, kendinizi kafeslere kapatarak yapın bu yolculukları ki başınıza bir haller gelmesin.
e-) seçeneğinde kalmak için a-), b-), c-), d-)'lerin hiçbirisinde yer almayın...

Siz de hayvan sevenlerden misiniz? / 14 Ekim 2010
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Hayvana zulmeden zalimdir / 25 Şubat 2016
Harambe'ı neden vurdunuz? / 8 Haziran 2016
Kuyudan ders çıktı / 15 Şubat 2017
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018 
Tavşan Kaç! / 13 Ağustos 2019
Aman avcı, vurma beni! / 5 Şubat 2019
Siz Niye Oturuyorsunuz? / 27 Ekim 2019
Had Safhada Vahşet Dönemi / 25 Kasım 2022

6 Haziran 2016 Pazartesi

Çocuk sayını söyle bana porsiyonunu söyleyeyim sana


Ah Cumhurbaşkanım ah, ne kadar haklısınız. 
Yeni nesil nisa taifesi hiç çocuk doğurmak istemiyor artık. Varsa yoksa iş iş iş. Dünyayı onlar kurtaracak sanki...
Siz ki dünyaya dişi olarak gelmişsiniz, yapmanız gereken sadece üremek, "Üremeyeceğim işte" demek de ne demek?
Daha düne kadar "Çocuk da yaparım kariyer de" diyordunuz hani?
Çocuk yapmak kariyer yapmaktan daha mı zor geldi de çocuk yapmaz oldunuz?
Sizi okutmakla hata ettik biz hata! 
Okuyacağım derken ne ev işi, ne el işi, ne bir şey öğrendiniz.
Okullar bitince haliyle bir de çalışmak istediniz. Çalışınca da çoluk çocuğa karışmak zor geldi tabi.

Şimdi evleneceksin, evliliğin kahrını çekeceksin, üstüne bir de üreyeceksin, sonra da evde oturup çocuk büyüteceksin. Üstelik sen evde çocuklarla boğuşurken kocanın nerelerde gezdiğini hiç bilmeyeceksin. 
Gün gelecek yaptığın bu fedakârlıkların hayat içinde karşılık bulmadığını göreceksin.

Bir de ne diyor Cumhurbaşkanımız:
"Sen kadın olarak okumasan da olur, çalışmasan da olur. (Hatta sen evden dışarıya hiç çıkmasan daha güzel olur) Senin en has vazifen çocuk yapmak." 
(* Merak ettim, İnsan Yetiştirme Çiftliklerini ne zaman kuracaksınız?)

Demiyor ki dünyanın diğer ülkelerinde erkeklerle omuz omuza çalışan kadınlar o çocukları nasıl doğurup nasıl büyütüyor?
Demiyor ki çocuk doğurmakla bitmiyor iş, doğuran kadından doğan çocuğa kadar her bireyi güvence altına alalım. Anne işinden olmasın, çocuk da annesinden uzakta kalmasın. 
Bunu başarabilen ülkelerin neler yaptığına bakalım. Kadını eve kapatmadan, ona destek olarak, onun işini kolaylaştırarak, çocuğun toplumun geleceği olduğu bilinciyle, kadın erkek el ele vererek büyütelim çocuklarımızı. Çocuğun sorumluluğunu sadece kadının üzerine yıkmayalım. Anneliği bu kadar kutsallaştırmayalım. 
Çocuğun anneye ihtiyacı olduğu su götürmez bir gerçek lakin, anneyi de toplumdan uzaklaştırmamak lazım.
Kadına "doğur" demeden önce; doğan çocukların insanca yaşama hakkını, eğitim hakkını, çalışma hakkını, sosyal hayat hakkını layıkıyla sağlayalım önce biz. 
Çocuk tecavüzleri ve kadın cinayetleri ile anılan bir ülkeyiz nihayetinde...
****
Çalışmak isteyen ya da çalışmak zorunda olan annelerin en büyük sorunu olan "çocuk bakımı"na bir çare olarak; emekliliğini yakalamış, boş zamanı bol, akıl ve beden sağlığı yerinde, eğitimli, bilgili ve birikimli insanlar niçin çocuk bakıcılığı yapmaz? Ev kadınları ya da üniversite öğrencileri ona keza.
Tabii ki görev tanımını iyi yapmak lazım. Yoksa çocuk bakıcılığı anında "evin her işini yapıver"ciliğe dönüşebiliyor...

Daha büyük düşünürsek;
İş yerleri kendi bünyelerinde kreşler açabilir.
Ki bu konuda Bursalı bir firma olan Yeşim Tekstil'i örnek göstermeden geçemeyeceğim. 
Firmanın, çalışanlarının 0-6 yaş grubu çocuklarına hizmet veren 1000 çocuk kapasiteli kreşinden şu an 250 çocuk yararlanıyor.
Firma, 2010 yılında Bursalı İş Kadınları Derneği BUİKAD tarafından “Kadın istihdamına en çok değer veren firma” ödülüne layık görülmüş. 
2014 Mayıs ayında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Çalışma Genel Müdürlüğü tarafından yürütülen “Çalışma hayatında toplumsal cinsiyet eşitliğinin geliştirilmesi” çalışmaları kapsamında yapılan yarışmada Türkiye’de en iyi 2. firma seçilmiş.
Benim de çalışmalarını yakından izlediğim ve Uludağ Soroptimist Kulübü ile birlikte kadın çalışanlarına yönelik yürüttüğü “Kelebeğin Dünyası Projesi" ile 2015 yılında, Avrupa Uluslararası Soroptimist Eylem Fonu’ndan 5 bin Euro fon almaya hak kazandı.
Demek ki isteyince ve yapınca oluyor.
Çalışan kadının çocuğuna sahip çıkılınca kadının aklı çocuğunda kalmıyor, böylece verimlilik her iki taraf için de artıyor...
****
Bir kadının hayatının tek amacı boy boy çocuklar, bal dök yala bir ev, ocağın üzerine dizi dizi dizilmiş tencereler, mum gibi ütülenmiş gömlekler olmamalı.
Yemek de yapılmalı bir evde, ütü de, temizlik de. Lakin bunlar kariyer için değil de çarkın dönmesi için yapılmalı. 
Bu işleri kendisi yapmak isteyen kadına "beş porsiyon", kendisi yapmak istemeyen kadına "yarım porsiyon" muamelesi yapılmamalı. (Ya da tam tersi)

Siz şartları sağlayın, bırakın çalışmak isteyen kadın çalışsın, çalışmak istemeyen çalışmasın.
Ve kadın evde çalışacaksa eğer, çalışmasının karşılığını alsın.

Birileri porsiyon hesabı yapacak diye kadın hayat içerisinde solda sıfır kalmasın.
Hayat akıp giderken ve siz hayatınızı hiç kısıtlanmaksızın yaşarken fedakâr kadın, geçen yılların ardından hayal kırıklıklarıyla dolu gözlerle baka kalmasın...
****
Kapak fotoğrafındaki kalabalık aile Hindistan’da yaşıyor. 181 kişilik ailenin reisi Ziona Chana, yılda 10 kadınla evleniyor. Sonuç: 39 eş, 94 çocuk, 33 torun.
Nasıl, yeterince kalabalık mı?

3 Haziran 2016 Cuma

Ne çektin be dostum!

Ağabeylerim ablalarım, dostlarım, kardeşlerim, arkadaşlarım;
Sanatla haşır neşir olmak ne kadar güzel bir şey, değil mi?
55. Bursa Festivali boyunca ne kadar çok sanatçı izlediniz yine, değil mi?
Ama pek çoğunuz bu güzellikleri telefonlarınızın ekranından izlediniz, değil mi?
Gözünüzü ekrandan bir tık yukarıya kaldırmış olsaydınız oysa, adeta sanatçının kendisi ile göz göze gelecektiniz.
Soru kendiliğinden çıkıyor işte; 
"Madem tüm konseri ekrandan izleyecektiniz, o zaman konsere niçin geldiniz?"

Akıllı telefonları kullana kullana aklımızı kaybeder olduk sonunda.
Hadi itiraf edelim, bu telefonlarla ilk tanıştığımızda hepimiz hafiften bocaladık. 
Makine telefona benziyor ama değil. Ne desen yapıyor, ne söylesen dinliyor, ne sorsan söylüyor. 
E şımardık tabi. 
Hele bir de selfie icat olunca işin rengi hafiften değişmeye başladı. Hatta selfie sevdası köpek balığından daha çok can aldı.
Ama lütfen artık yeni oyuncaklarımıza alışalım ve onları adabınca kullanalım.

Dijital tarih dersini bir kenara bırakalım da Sosyal Bilgiler dersinden devam edelim.
Sosyal olmak saygılı olmayı da yanında getiriyor malum. Lakin bu konserlerde herkesin fotoğraf ya da video çekme sevdası saygısızlıkta sınır tanımıyor.
İnsanlar yüz yıl geçse de izlemeyeceği kayıtları yaparken bir yandan da telefonunun hafızasının canına okuyor. 
En çok olan da konseri canlı olarak "gözleriyle" izlemek isteyenlere oluyor.
Maalesef bu durum şu anda festivalde tavan yapmış durumda.
Öyle ki, oturduğunuz yerden sahneyi görmeniz mümkün değil. Sadece pek çok ekran görüyorsunuz karşınızda, başka da bir şey görmüyorsunuz. 
Uyarıyorsunuz birkaç kişiyi, ama nafile...
Bu şartlarda karşınızdaki ekran görüntülerini beyninizde montajlayıp konserden bir şeyler anlamaya çalışıyorsunuz.
Sesi de görüntülerin üzerine bindiriyorsunuz. 
Yine nafile...

Çekin ama çektirmeyin...
Dostlarım, kayıt almayı çok arzu ediyorsanız telefonunuzu göğsünüze en yakın yere tutsanız da öyle yapsanız diyorum çekimlerinizi. Hem ekranı titretmemiş olursunuz böylece, hem arkanızdaki kişiler ekranınızın ışığından rahatsız olmazlar, hem telefonunuz sahnenin görüntüsünü engellememiş olur. 
Telefonunuzu hızla bir o tarafa bir bu tarafa hareket ettirerek yaptığınız çekimlerin kalitesi ortada. Ses var; görüntü, eh işte, flu mlu var bir şeyler. 
Bir de mümkünse flaşsız yapınız çekimlerinizi. Onca güçlü ışık altında sizin telefonunuzun flaşı hiçbir işe yaramayacaktır malum. Sahnedeki insanları ise çok ama çok rahatsız edecektir.
Hele de telefonunuz sessizde değilse fotoğraf çekim sesleri herkesin sinir tellerini gerim gerim gerecektir.
Fotoğraf çekmeyi ve kayıt almayı en çok seven birisi olarak söylüyorum bunları. 
Yapmayın demiyorum, usulünce yapın.

Haşlama, Taşlama
* PERYÖN Zirvesi'nin kapanışında sahne alan Ali Poyrazoğlu, izleyici koltuklarının ikinci sırasında telefonuyla ilgilenen hanım kızı kendi üslubunca haşladı hafiften: 
"Beni her zaman görürsün tabi, sen telefonunla ilgilen." 
Haşlama hafif kalınca işe de yaramadı ne yazık ki. Kızımız söyleneni duymadı ihtimal. Ya da anlamadı. Ya da sallamadı. Telefonu bir an bile elinden bırakmadı...
* Bursa Festivali'nde sahne alan Candan Erçetin de ön sıralarda sürekli kayıt alan bir izleyiciyi "Konserin kayıt hakkını mı aldınız yoksa?" diyerek takıldı önce ve sonra kendi üslubunca uyardı: 
"Siz beni her zaman görebilirsiniz ama ben sizin yüzünüzü görmek istiyorum. Aramıza ekran sokmayınız lütfen." 
Bu sözleri de kayda almıştır herhalde kaydeden kişi gülerek. Ya da utanıp bırakmıştır telefonu elinden, kim bilir...
**** 
Yıllar önce Çeşme Açık Hava Tiyatrosu'nda Cem Yılmaz'ı izlemeye gittiğimizde tüm telefonlar kapıda alınmış, gösterinin bitiminde sahiplerine iade edilmişti. Öyle bir uygulama mı yapılsa acaba diyorum? Telefonlarımızdan iki saatçik ayrı kalsak ölmeyiz nasılsa. Madem ki kullanmayı bilemiyoruz... (Yapılan bir araştırmada insanların telefonlarından en fazla 90 cm uzaklaşabildiklerini okumuştum.) 
Olmadı; konser başlamadan önce herkese (uçuş öncesi hosteslerin yaptığı gibi) konseri nasıl izleyecekleri hareketlerle tarif edilsin.

S.O.S.
Festival boyu Bursa Açıkhava Tiyatrosu'nun eskimişliğine ve yetersizliğine şahit oldum en çok.
Biletler daha çıkar çıkmaz tükeniyordu ve pek ama pek çok kişi bu konserlere ulaşamıyordu. 
Tiyatronun beton zemini sıkıntılıydı. Tam önümde duran şişmiş ve patlamış zeminde kim düşecek diye yüreğim ağzımda konser dinledim. Hele bir de bu zeminde stilettoları ya da devasa yüksek platform topuklu ayakkabıları ile arzı endam eden kadınlar gelip geçtikçe ve pek çoğu da bu tümsekte tökezlendikçe... Elektrik kablolarının altına saklandığı yükselti ona keza...
Demem o ki, Bursa şehrinin her ilçesinin ayrı ayrı birer "Kongre Kültür Merkezi", "Sanat Galerisi" ve "Açık Hava Tiyatrosu"na ihtiyacı var.
AVM'lere ve Arenalara bu kadar yatırım yapılacağına biraz da işin bu kısmına bakılsa iyi olacak...

Görgü Kuralları Kitapçığı güncellensin
Görgü kurallarında tiyatroda, sinemada vb nasıl davranılması gerektiği yazardı hatırlarsınız. İhtiyaç hasıl olduğundan dolayı bu kurallara konser vb yerlerde iken telefonun ve dolayısıyla da sosyal medyanın nasıl kullanılması gerektiği eklenmeli. 
Hoş; diğer kurallar bu kadar unutulmuş iken yenilerini kim öğrenir bilmem. 
Neyse; biz yine de demiş olalım..

Sosyal Medya ve Dijital Dünya Yazılarım
Teknoloji / 16 Ekim 2010
İnternet Çocukları / 10 Mayıs 2011
Kaset sardı! / 3 Ağustos 2011
Doğuştan Dijitalgillerden misiniz?
 / 7 Nisan 2012
Her çıkışın var inişi / 16 Ekim 2012
Dijital Teşhir Çağı / 19 Ekim 2012
İnternet Çocukları ‘TIK’ladı / 2 Haziran 2013
Star Wars ‘OUT’, Siber Wars ‘IN’ / 28 Eylül 2013
İnterneti değil elektriği yasaklayın, rahatlayın!
 / 17 Ocak 2014
Ey ahali, bir bakın buraya!
 / 30 Ocak 2014
Yasaklara uyalım, uymayanları sallandıralım! / 8 Şubat 2014
Sosyal Medya Çöplüğü / 29 Mart 2015
Örgüden ayakkabı, kumaştan kaporta, ağdan bahçe / 12 Nisan 2015
X, Y ve Z’nin değerlerini bulunuz
 / 24 Mayıs 2015
Facebook Mezarlığı / 22 Temmuz 2015
Duyarsız Duyarlı / 12 Eylül 2015
Takdir alsan ne yazar / 27 Ocak 2016
Like and Share
 / 2 Şubat 2016
Zaytung dükkânı kapatsın! / 3 Mart 2016
Bilişim kaçıyor, hukuk kovalıyor
 / 23 Mart 2016
1. Robot Kaynakları Zirvesi ne zaman abi? / 1 Haziran 2016
Ne çektin be dostum!
 / 3 Haziran 2016
Dış çekim şeysi / 2 Ekim 2016
Çuvaldız Lazım Çuvaldız!
 / 24 Aralık 2016
Ey inananlar, korkmayın!
 / 9 Ocak 2017
İnternetime dokunanı buldum! / 25 Ağustos 2017
Roadster’ı alan Üsküdar’ı geçti / 7 Şubat 2018
Dijitalleşmeye Mecburuz! / 14 Kasım 2018
Bugünün Ötesi Neresi? / 31 Ekim 2018
Öğretmenler, dünya koptu gidiyor! / 22 Kasım 2018
‘Misinformation’larınızı kendinize saklayınız / 2 Aralık 2018
Kozan Demircan ile Geçmişten Geleceğe / 13 Aralık 2018
ZOOM’dan ZONK’a / 13 Mayıs 2020
Eyyy Sosyal Medya! / 2 Temmuz 2020