29 Eylül 2015 Salı

Kaymak gibi Aspendos!

Ergenliğe geçiş döneminde gençler saça başa pek dikkat ederler malum.
İsyan etmiş tek bir saç teli dahi kanı deli akan insanın depresyona girmesine yeter.
Hele de yanlış bir kesim 9 şiddetinde kriz sebebi...
O sebeple 10'lu yaşlarının sonunda olan oğlum saç kestirmek için erkek berberine gittiğinde tıraşının tarifini şöyle veriyordu:
"Saçı şimdi keseceksin ama sanki 15 gün önce kesilmiş de kendine gelmiş gibi görünecek."

İşte ben bu mükemmel tarifi buradan Kültür ve Turizm Bakanlığı'na iletiyorum.
Görüyorsunuz restore edeceğiz diye girdikleri her işi ilk günkü halinden daha parlak hale getiriyorlar.
Bin yıllık eser oluyor sana bir günlük eser.
Sanki daha kırmızı kurdelesi kesilip açılışı yapılmamış.
O kadar cillop!
Bu aralar neye el attılarsa ellerinde kaldı.
Açıkçası insan soruyor bunu mahalledeki fayansçıya götürü usulü mü havale ettiniz diye.
Hani bunun Mimarı, hani bunun Sanat Tarihçisi, hani bunun Arkeoloğu?
Hepsi var da, galiba onları sallayan yok.

Bakınız Sünger Bob'a benzetilen Şile Kalesi'nin restorasyon hikayesine.
Koceli Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi kurucu Dekanı Prof. Dr. Kamuran Öztekin ile yüksek mimar Tevfik İlter, Şile'de bulunan 2 bin yıllık Ocaklı Ada Kalesi'nin restorasyonunda gerek proje bazında, gerek projelerin uygulanmasında hiçbir şekilde kendilerinin hazırladığı projelere uyulmadığını söylemiş. Yaklaşık bir yıl süren çalışma sonrası gerekli projeleri tamamlayarak Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu'na sunduklarını, ancak kurulun projelere bakış açısı ve değerlendirmeleri uygun bulunmadığından ekibin işi bıraktığını belirtmiş.
Uygulanan projeler İstanbul Büyükşehir Belediyesi bünyesinde yer alan Bimtaş-Boğaziçi İnşaat Müşavirlik A.Ş. tarafından hazırlanmış ve İstanbul Kültür ve Tabiat Varlıkları 6 Numaralı Koruma Bölge Kurulu tarafından onaylanmış. Projenin uygulama aşaması ihale yoluyla değil, hizmet alımı yönetimi ile Bekirayoğlu İnşaat Restorasyon San. Ve Tic. A.Ş. ile sözleşme yapılarak gerçekleştirilmiş.

Yani sanat manat, tarih marih tatava, işi yapmayı kim kaparsa o okuyor bakara makara...

Neredeyse Afyon Kaymağı ile kaplanmış gibi görünen, şu taşlarda iki su mu dökünsem, yoksa birazını alıp evdeki mutfağa tezgâh mı döşesem dediğimiz UNESCO Dünya Miras Listesi'ne aday ve dünyanın en önemli kültürel eserlerinden Aspendos Antik Tiyatrosu'nun yenilenen basamakları için Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan bir açıklama geldi:
"Söz konusu tiyatronun orijinal taşları yaklaşık 2 bin yıllık olup, çevresel etmenlerle (yağmur, rüzgar vb.) yıpranmış ve üzeri grileşmiştir. Geçen zaman içinde renk ve doku deformasyonu, taşın içine kadar nüfuz etmiştir. Restorasyonda kullanılan taşların rengi iklim ve tabiat şartlarının etkisiyle zamanla değişerek patina oluşturacak ve orijinal taş malzemenin rengini alacaktır. Bu itibarla yerinde yapılan tüm uygulamalar, restorasyon projesine ve Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararlarına uygun tamamlanmıştır."
Hani "Ölme eşeğim ölme" tabiri vardır ya, işte öyle.
Allah ömür verir de en azından bin yıl yaşarsak göreceğiz bakalım aşınmayı ve yıpranmayı.
Ufak bir sorun var yalnız;
Tamam yenilenen taşlar aşınacak, lakin eski taşlar da yerinde durmayacak, onlar da aşınacak.
Peki o zaman ne olacak?Keşke siz bu tarihî eserleri oldukları gibi bıraksaydınız ve kendi bildiğinizce yenilerini yapsaydınız.
En azından "yeni" derdik.
Darılmayın ama biz bunlara ne diyeceğimizi bilemedik.

Antalya Kent Konseyi Turizm Çalışma Grubu Başkanı Recep Yavuz restorasyonun amacını ne güzel söylemiş:
"Restorasyon hissedilmeyecek. Yaklaştıkça, belki el sürünce veya iyice yakından bakınca anlaşılacak."
Restorasyonda sonradan eklenen bölümler anlaşılacak, orijinaliyle birebir aynı olmayacak.
Bizim oğlanın tıraş tarifindeki gibi yani.
Kaymak gibi değil, tıraş olmuş ama üzerinden on beş gün geçmiş gibi görünecek.
E bunu da taşeron firma değil işin ehli bilecek...

28 Eylül 2015 Pazartesi

Kurnaz Arap’ın aptal şeytanı

Hacıya gidebilmek ne kadar zor ise, dönebilmek ondan da zor.
Kutsal bir yolculuğun yolunda ölmek insanı yücelten bir olgu belki.
"Hacılıkta ölelim de cennete direk geçelim" diye düşünenler için de ideal.
Lakin doymaz bir şeytanın karnı daha da şişsin diye güvenliği yeterince sağlanmamış yollarda heba olmak neyin nesi?
Bir değil, iki değil...

Osmanlı döneminde Kabe'nin korunması amacıyla inşa edilen Osmanlı Ecyad kalesi yıkılıp, onun yerine Kabe-i Muazzama'nın yanı başında kondurulan 100 katlı Zemzem Towers'ın, yani Saat Kulesi'nin fotoğraflarını görmüşsünüzdür.
Google Earth'de güney yönünden baktığınızda Kabe'nin görüntüsünü kapatan bu binalar ve Kabe'nin çevresine sürekli yapılan yeni gökdelenler sayesinde Kabe gittikçe görünmez hale gelmekte.
Beş yıldızlı oteller "krallar gibi" Hacılık hizmeti veriyor malum.
Tavaf etmek için aşağıya inmene bile gerek yok. Otur odandan bak aşağıya. Gözünle et tavafını istersen. Yorma kendini. Şeytan taşlamak için de sapan kullan. O kadar yüksekten atarsan nasılsa tutar birkaçı.
Ben bu yazı için Mekke'yi Google Earth marifetiyle çepeçevre dolaştım mesela. Kabe'nin etrafında da döndüm epeyce. Hacı olmuş sayılır mıyım bilmem...
Olacak iş değil elbet ama akla da gelmiyor değil.

Yine tepeden gördüğüm kadarıyla çevredeki diğer konaklama yerleri ve çadırkentler de Kabe'nin etrafını sarmış durumda.
Amaç; daha çok kişiyi Kabe'ye çekmek. Daha çok kişiyi Hacı etmek.
Hacılık Hacı'nın kazancı, Hacıyı hacı edenin kazancını ise varın siz hesap edin.

Şeytan taşlama ritüelinin daha fazla kişi tarafından yapılabilmesi için sunulan imkânlara bakınca aklıma bir fıkra düştü. Fıkra bu ya;
Of'lu Hoca Cuma namazında içki içenleri fena azarlıyordu:
"Paranızı sokağa atıyorsunuz! Kazanan kim? Meyhaneci... En büyük dükkan kimin? Meyhanecinin... En güzel ev kimin? Meyhanecinin... Ya en güzel araba? Meyhanecinin. Bu paraları veren kim? Ha sizin gibi kafasızlar..."
Aradan iki hafta geçer, bir adam koşarak hocanın yanına gelir ve ellerine sarılıp öperek:
"Allah razı olsun Hocam, senin verdiğin içki vaazı sayesinde hayatım kurtuldu..."
Hoca memnun: "Aferin, içkiyi bırakmanın mükafatlarını ahirette de göreceksin oğlum." der.
Adam düzeltir: "İçkiyi bırakmadım hocam, MEYHANE AÇTIM!"

Şeytanı kötüleyip taşlatanlar daha fazla insan Kabe'ye gelsin, daha fazla insan Kabe'de kalsın, daha fazla insan para harcasın, daha fazla insan taş atsın, daha fazla daha fazla diye diye Kabe'yi cehenneme çevirdiler.
Öte yandan kendileri de adeta şeytana dönüştüler.
Ve sonunda işler iyice çığrından çıktı.
O kadar hacının hacılık vazifelerini yerine getirme organizasyonunda Suudiler yine sınıfta kaldı.
Bu yıl Mina'da şeytan taşlayan hacılar arasında çıkan izdihamda hayatını kaybedenlerin sayısı 800'e dayandı. Bir o kadar da yaralı var.
Faciada ölenlerin taşınma görüntüleri ise insan hayatına veril(me-y)en önemi gösteriyor.
Nerde kaldı din, nerde kaldı iman, nerde kaldı tesettür?
Cıbıl cıbıl insanlar üst üste. Taşıma da kepçelerle...

Şeytan taşlayacağım derken canlarından olan bu insanlar diğer alemde şeytanla karşılaşmışlar mıdır acaba?
Karşılaşmışsalar da şeytan onlara bir güzel hareket çekmiş midir mesela?
"En azından ben akıllı bir şeytanım, siz ise aptal şeytanlar elinde can verdiniz" demiş midir?

Neyse;
O tarafı pek karıştırmayalım ve biz yine bu tarafa dönelim.

Geçtiğimiz yıllarda da kerelerce yaşanan bu facia ne ilk ve ne de son olacak.
Bu faciaların en büyüğü; 1990 yılında Mina'da şeytan taşlama dönüşünde El Müeysem Tüneli'nde meydana gelmişti. Tarihe ‘tünel faciası' olarak geçen olayda, tünele ters yönden gelen hacı adayları girince 1.426 kişi ezilerek ve sıkışarak hayatını kaybetmişti.
Şu Suudiler bir de hatalarını kabul etseler. Bir de bu felaketlerin tekerrür etmemesi için çözüm üretseler. Tonla paralarını aldıkları hacıların karıncalar gibi ezilmesine izin vermeseler.
Onlar buna yanaşmıyorsa da diğer ülkeler bu sorunu sineye çekmeyip sorunun üzerine gitseler.
Lakin suç sadece Suudiler'de de değil.
Suç; inanç, itikat, ibadet ile her işin üstesinden geleceğine inanarak kurallara riayet etmeyenlerde.
Can havliyle diğerlerini hiçe sayarak kendi canını kurtarmak isteyenlerde.
Hak yolunda huşu içinde yürümesi gerekirken haldır haldır tavırlarla önüne geleni ezip geçenlerde.
Her zaman dediğimiz gibi,
Önce insan olabilmekte iş.
Kral da olsan, hacı da olsan, patron da olsan, işçi de olsan, dinli de olsan, dinsiz de olsan önce insan ol.
Şeytan olma.
Hele hele de aptal bir şeytan hiç olma!

23 Eylül 2015 Çarşamba

Tam bir ‘kurban’ bayramı

Yaklaşık 100 günde 100'ün üzerinde şehidi adeta kurban vermişken, bu bayramın adını telaffuz etmek bile ağır geliyor insana.
Aklıma kurbanlık koyun gibi sıra sıra dizilmiş askerler geliyor.
Celladını bekler gibi ölümü bekleyen, Azrail'in kim olup ölümün nereden geleceğini bilmeyen, ellerine verilen silahı kime doğrultacağını kestiremeyen, öyle kendi halinde ortaya salıverilmiş kurbanlıklar...
Sonra da hain bir tuzak ve...
Askerlik yan gelip yatma yeri değil muhakkak. Yeri geldiğinde ölmeyi bilmek de var.
Lakin yeri neresi?
Bize kurbanlık gibi görünmelerinin nedeni ise yerinin neresi olduğunun cevabının verilememesi.
'First Lady'miz bile şehit ailelerine demedi mi "Siz Kurban Bayramı'nı çoktan idrak ettiniz" diye...
Bu sözün üzerine başka söze ne hacet...
****
Kurban Bayramı'na adını veren kurbanlıklar tarafında da durum farklı değil.
Ki o hayvanlar mezbahalarda hep kesiliyor, paket paket marketlerde hep sergileniyor.
"Kıyma az yağlı olsun lütfen. Köftelik yani..."
Ya sokaklardaki kesimler?
Ya sevap işleyeceğim diye girilen günahlar?
Ya da 'sevap' diye kesilen hayvanın etlerini fakir fukaraya dağıtmak yerine derin dondurucularda saklamalar?
Zavallı hayvan hakikaten de kurban ediliyor işte...
Ama kime ve neye?
****
Sadece bu bayramın değil her bayramın bir yüzü de tatil.
Cuma'yı Cumartesi'ye ekle, Pazar'ı Pazartesi'ye ekle, tatili sakız gibi uzat uzatabildiğin kadar.
Yarım gün eklemeleri anladık da, bu kez üç gün birden ekleyince tatil oldu sana bitmez bir tatil.
3 gün bile  tatil olsa yerinde duramayıp güneye akan milletimiz tatilin dokuz güne çıktığını duyunca durur mu hiç, aktı yine güneylere.
Bu kez de kurbanlar yollarda verilmeye başlandı.
Tatilin 'gök gürültülü sağanak yağışlı' geçecek olması da tatilden yeterince sebeplenemeyecek olanların cüzdanlarına verdi hasarı.
Neyse, "Tebdil-i mekânda ferahlık vardır" diyelim.
Diyelim ve gidenlerin sağ salim evlerine dönebilmelerini dileyelim.
****
Tatile giden var gidemeyen var. Kamu çalışanları tatil yaparken özel sektör tam kapasite çalıştı malum.
Tatil edilenlerin yanında bu kez tatil edilmeyenler oldu kurban.
Esas hesap kesim ise tatil dönüşünde...
Devlet dairelerinde işi olanlar araya giren dokuz günün ardından işlerini son üç güne nasıl sığdıracaklar bakalım.
Bankonun iki tarafı da nasibini alacak bu uzun tatilden.
'Uzatma' gibi bir imkân sunarlar millete herhalde.
Tatili bu kadar uzatabiliyorsak, değil mi ama?
****
Müslüman alemi en büyük kurbanlarını Hac'da verdi bu kez.
Kâbe'de tavaf edenlerin üzerine devrilen vinç, ardından bir otelde çıkan yangın ve toplamda 100'ün üzerinde ölüm.
Suriyeli müslümanların can pazarında verdikleri kurbanları da unutmayalım...
Ege Denizi neredeyse cesetten geçilmiyor.
O insanlar ki, ölenlerin çoğu kadın ve çocuk.
En azından yüzme bilselerdi şansları biraz daha yükselirdi.
Ama kadın kişinin yüzme neyine? Olur mu hiç öyle cıbıl cıbıl..!
****
İşte bu şartlar ve bu ortam dahilinde 'adının yerini bulmuş' bir bayram kutlayacağız bu yıl.
İçimize sinse de sinmese de kutlayacağız...
Kutlayacağız, değil mi?

Nice bayramlara / 15 Kasım 2010
Bir 9 gün tatili daha / 28 Ağustos 2011
İki bayram bir arada 
/ 25 Ekim 2012
‘Dokuz Gün’ barajına takılanlar / 18 Ekim 2013
Hayvan kes(eme)me bayramı!
 / 30 Eylül 2014
Tam bir ‘kurban’ bayramı
 / 23 Eylül 2015
OLE!
 / 13 Eylül 2016
Hangi Oğlunuzu Seçerdiniz?
 / 24 Ağustos 2018

Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018

20 Eylül 2015 Pazar

İşlevi de önemli, modeli de!

Yoldan karşıya geçmenin kurallarını hiçe sayan bir millet olarak, karşıdan karşıya geçerken yaşanan bir kaza sonrasında yolu kapatıp "Alt Geçit isterüz, Üst Geçit isterüz!" diye eylem yapmayı severiz de, geçitler boy boy konulduğunda hiçbirisine müdana etmeyiz.
Kim gidecek şimdi o geçide kadar, kim merdiven çıkacak, kim merdiven inecek ya da kim döne döne üst geçide ulaşıp yine döne döne aşağıya inecek. Biz bildiğimiz yoldan "bi koşuda" karşıya geçiveririz.
N'olacak!

Demeyin öyle. Üst geçitten geçmeyi hobi haline getirenler var aramızda.
Üst geçitten aracıyla geçen vatandaşı hatırlayın mesela.
27 Mayıs 2009 tarihinde Rize'de yaşayan 36 yaşındaki İsmail Güngör, kullandığı minibüsle yaya üst geçidinden yolun karşısına geçmişti. MOBESE kameralarına yakalanan ve 189 lira ceza kesilen İsmail Güngör'ün aracında da sürtünmeler nedeniyle de 2 bin liralık hasar oluşmuştu. Güngör, "Çok istiyordum, onu da gerçekleştirdim" demişti.
"Sıra dışı olmak böyle bir şey olsa gerek! Alkışlar, alkışlar..!"

Üst geçitten geçmek de yürek ister aslında.
17 Nisan 2015'de, Kocaeli'nin Körfez İlçesi'nde seyir halindeyken damperi açılan kamyon üst geçite çarpmış, kazada şans eseri ölen ve yaralanan olmazken kaza nedeniyle yaklaşık 3 kilometrelik araç kuyruğu oluşmuştu.
"Kim bastı o 'damperi açma düğmesi'ne?"

Buyrun bir tane daha; 22 Eylül 2014'de Kartal'da damperini açık unutan kamyon sürücüsü üst geçite çarptı.
"Damper de açık unutulur mu arkadaş?"

Buyrun bir tane daha; 3 Eylül 2014'de Avcılar'da kamyonun çarptığı üst geçit çöktü, 1 kişi öldü.
"Koskoca üst geçidi de mi görmedin kardeş?"

Tarihini tam hatırlayamadığım bir vak'ada da, yanılmıyorsam İnegöl'de, üstgeçitte simit satan bir çocuk üst geçide çarpan bir iş makinası dolayısıyla vefat etmişti. (Yaralanmış mıydı yoksa, bilmiyorum)
Farklı bir üst geçit komedisi de yine Bursa'dan; yapılırken gerekli yüksekliği sağlanmayan üst geçidin altından geçmek isteyen yüksek araçların geçebilmelerini sağlamak için, zeminin kazılarak derinleştirilmesi ve gereken yüksekliğe getirilmesi çözümüydü.
"Proje aşamasında aklınız neredeydi?"

Alt geçit ve Bat-Çık hikâyeleri çeşit çeşit.
Mesela yakın bir tarihte, 20 Haziran 2015'de Bursa Nilüfer, Alaaddinbey Mahallesi üzerine bulunan Özlüce Tüneli'nde bir kaza meydana gelmiş. İddiaya göre kamyonu ile seyir halindeyken damperini açık unutan Özcan Mutlu üst geçide çarpmış. Çarpmanın etkisiyle camdan dışarı fırlayan Mutlu yaralanarak hastaneye kaldırılmış.
"İşte bir unutkan daha!"

Yağmurda su dolan ve gereken eğim yakalanmadığı için giriş ve çıkışlarda kazalara sebep olan Melih Başgan icadı "Bat-Çık"ları bir kenara bırakalım.
Biz yine üst geçitlere bakalım.
Ama bu kez üst geçitlerin boyutuna ve işlevine değil de görünümüne bakalım...
Mudanya'ya olsun Karacabey'e olsun gidip gelirken pek çok üst geçidin altından geçiyoruz. Genelde aynı tipte olan üst geçitlere garip tipliler eklendi bu aralar.
Demir mi, çelik mi ne olduğunu anlamadığım, koyu gri renkte, iki yandan kavis yapıp, sanki orta yerde birleşecekmiş hissi veren ama birleşmeyen, bu görünümleriyle de malzeme yetmemiş de yarım kalmış gibi görünen üst geçitler.
Ben onların gerçekten de yarım kaldığını ve tamamlanacaklarını düşünüyordum aslında.
Değilmiş...
Bu onların tamamlanmış haliymiş...
Geçen gün üşenmedim, aracımdan indim ve bazılarının fotoğraflarını çektim.

Estetikten nasibini almamış bu üst geçitleri biraz daha sevimli hale getirmek için bir şeyler yapılamaz mı acaba?
Boyamak, ışıklandırmak, sıra dışı ve yaratıcı tasarımlarla kaplamak, kısacası biraz makyajlamak lazım bu geçitleri kanımca.
Ki göz zevkine hitap etsin...
Yine Mudanya Yolu üzerinde sade ve hoş görünenleri de mevcut.

Böyle sıradan örnekler varken ne akla hizmet garip ve zevksiz tasarımlarla donatıyorlar yolları anlamış değilim.
İsteriz ki yollarda birbirinden hoş tasarımlar olsun, o tasarımlar kente farklılık ve eğlence katsın.
İşlevselliği zaten sabit olan geçitler en azından dizaynının güzelliği ile ise insanları kendine hayran bıraksın...

19 Eylül 2015 Cumartesi

Soytarısız saray olmaz

7 Haziran hüsranının ardından 1 Kasım'da bir denemede daha bulunacak olan partiler adaylarını açıkladılar yine al baştan.
Şöyle bir göz attım listelere. Biraz da kulak verdim listeler hakkında yükselen seslere.

"Önce Türkiye diyen 550 aday" olarak nitelendirilen CHP milletvekili aday listesinde CHP Genel Başkan Yardımcısı Murat Özçelik yer almamış mesela; ayrıca Kolay Çalışkan da listeye girememiş.
Geri kalan adaylarda daha çok sıra değişiklikleri göze çarpıyor.
Bursa adayları da bildiğim kadarıyla yerli yerinde...

Gezi Parkı eylemlerinde polis tarafından vurularak yaşamını yitiren Ethem Sarısülük'ün ağabeyi Mustafa Sarısülük HDP'den, Ankara'dan milletvekili adayı olarak gösterilmiş.
Yine HDP'de daha önce seçim hükümetindeki bakanlık teklifini reddeden Levent Tüzel bu kez aday gösterilmemiş.

MHP listelerinde MHP'nin kült ismi Meral Akşener yok mesela. Akşener bu karar için "Genel Başkanın takdiridir, yorum yapamam" demiş ve olayı büyütmemiş.

Diğer partilere nazaran en büyük değişim AK Parti'de. Baksanıza 312 milletvekili yeniden aday gösterilirken, 238 milletvekili ise değiştirilmiş.
Öncelikle Cemil Çiçek, Ali Babacan ve Faruk Çelik aday gösterilmek istemeseler de gösterilmişler. Üstelik de birinci sıralardan. Arınç ise bu seçimde yok.
Siyasette büyük çalkantıya neden olan, 28 Ağustos'ta Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından açıklanan Geçici Seçim Hükümetine Başbakan Yardımcısı olarak atanan ve bu yüzden 5 Eylül'de "Baba Partisi" MHP'den ihraç edilen, ihraç kararı hakkında soru soran gazetecilere "MHP benim partimdir" diyen, 18 Eylül'de MHP'deki tüm görevlerinden istifa eden Tuğrul Türkeş ise 1 Kasım seçimleri için AK Parti'den Ankara milletvekili adayı oldu.
Esas deprem değiştirilen 238 milletvekilinde.
Erdoğan aşığı Savcı Sayan, Dombracı ve 'Uykucu Vekil' Uğur Işılak, daha geçtiğimiz günlerde Hürriyet binasını basan ve Cumhurbaşkanı'ndan "Yaşayan Efsane" olarak söz eden Abdurrahim Boynukalın ve 10 Kasım'da Atatürk için 'Olmasaydı da olurduk' ilanı veren Eyüp Gökhan Özekin listeye girememiş.
Gazeteci Fikri Akyüz de tekrar aday gösterilmemesini hafiften kırgın ama yiğitliğe laf söyletmez bir şekilde ifade ettiği tweetlere yüklemiş duygu ve düşüncelerini. Sözlerinin sonunu da: "Meğer çok ‘saf' biriymişim!" cümlesiyle düğümlemiş. Biraz sitem ile nedamet mi var sanki satır aralarında, yoksa bana mı öyle geldi?
Yerel seçimlerde CHP'den Üsküdar Belediye Başkanlığı'na aday olan eski müftü İhsan Özkes seçilemeyince partisinden istifa etmişti. İstifanın ardından attığı övgü dolu tweetleriyle AK Parti'ye göz kırpan Özkes, aday gösterilmemiş. Ki CHP karşıtı kanallar kendisini ekranlarda kerelerce konuk etmişlerdi. Umduğunu bulamayınca o da CHP'yi eleştiren ve AK Parti'yi öven tweetlerini silerek göstermiş 'tercih edilmeyişine' tepkisini.
****
Ak Parti'yi bu yenilenme ve kabuk değiştirmeleri bakımından takdir etmek lazım aslında. Yürüdükleri hedefte kendilerine yararı olmayan ve hatta zararı olan herkesin kellesini bir hamlede alıveriyorlar. Tamamen profesyonel bir yaklaşımla eskiyenin yerine yenisini ve daha işe yarayacak olanını getiriyorlar.

Yıkama yağlamalar, sorgusuz sualsiz edilen biatlar, al takke ver küllahlar işe yaramıyor kısacası.
Çünkü bu yaklaşımlar partiye zarar veriyor.
Her şeyin bir adabı var,
Biat edeceksin ama gönüllülük esasını öne süreceksin.
Naat düzeceksin ama işi yıkama yağlamaya çevirmeyeceksin.
Al takke ver külah gideceksin ama bunu taşları yerinden oynatmadan gerçekleştireceksin.
****
Şimdi; biraz eski zamanlara ve saraylara gidelim, şöyle bir ortalarda gezinelim, ne dersiniz?
Ortalarda dedim ya, ortalarda serbestçe dolananlar her zaman soytarılar ile şakşakçılardır malum.
Yalnız ikisi birbirine karıştırılmaya;
"Soytarılık, bir zamanlar çok önemli bir meslekti. Tanzimat dönemine kadar devam eden bu gelenek, batılılaşma çabamızla beraber ortadan kalktı, unutulup gitti." diyor Murat Bardakçı bir yazısında. Okuduğum bu yazıdan öğrendim ki Osmanlı sarayında soytarı bulundurma geleneğini başlatan Yıldırım Bayezid imiş. Üçüncü Murad'ın Nasuh ve Cuhud isimli cüceleri soytarılıklarını kötüye kullanmış olsalar da soytarılık sarayda önemli bir konum imiş.

Etrafları yalakayla çevrili krallar, kendilerine doğruyu söyleyebilsin diye etraflarında bir soytarıyı mutlaka tutarlarmış. Soytarının becerisi, krala rahatsız edici gerçeği, mizahi bir tarzda kralı rencide etmeden, küçük düşürmeden söyleyebilmekmiş. Gerçeği konuşmak hep soytarıya düşermiş.

Soytarılarla ilgili araştırma yaparken onedio.com'da güzel anlatımlara rastladım bu konuyla alakalı:
"Soytarıların hükümdar, kral ve derebeyine bağlılığı samimiydi. Herhangi bir çıkarın, makamın peşinde olmadıkları için, kralı veya derebeyi kötü akıbetten korumak için duyması gerektiğini düşündükleri gerçeği söylemekten çekinmezlerdi." diyor yazıda soytarılar için.
Soytarıların tam tersi ise şaklaban veya şakşakçılar oluyor. Şakşakçı, hükümdar ne demiş ilgilenmiyor bile. Hükümdar ne söylerse söylesin, isterse biraz önce söylediğinin tam tersini söylesin, mutlaka alkışlıyor ve derhal bu sözü destekleyecek bir argüman geliştirmeye çalışıyor.
Bir de Dalkavuklar var.
'Dal-kavuk' bir yönüyle 'sarıksız kavuk' demekmiş. Sarık, eskiden 'ilmin' sembolüydü. Malum, ilim sahibi haysiyet sahibidir. Yani doğruya doğru, eğriye eğri demekten çekinmez. Dal-kavuk ise doğru ve eğri ile değil, hükümdarı kararında veya düşüncelerinde tatmin edip eğlendirmek ve böylece maddi iltifatına mazhar olmakla ilgilenen kişidir.
"Dalkavuklar, bir devlet, bir toplum ve bir hüküm sahibi için, kanser hücresi gibidirler" diyor yazıda. Dalkavuklar yedikleriyle hızla büyüyüp yayılırken, toplumu, devleti veya muktediri kaçınılmaz tükenişe sürüklerler.
İşte bu nedenle kadim zamanlarda bilge kralın soytarısı olurdu, dar görüşlü ahmak kralın ise dalkavuğu ve şakşakçıları...
****
Şimdi;
Bu kadar sözün ve bilginin ardından bir insanın soytarıları ve şakşakçılar ile dalkavukları birbirinden ayırt edebilmesinin bir erdem olduğunu söyleyeceğim.
Sarayda dalkavuk ve şakşakçılara prim veren Ahmak bir Kral değil, "Kral Çıplak" diyebilecek soytarılar bulundurabilen Bilge bir Kral olmak lazım diyeceğim.
****
Bu bakımdan da bu kadar 'aşk'a rağmen açıkta kalanlar için;
Demiştim ya "Her şeyin bir adabı var" diye,
İşte öyle...

16 Eylül 2015 Çarşamba

Baba malı tez tükenir, evlat gerek kazana…

- Osmanlı tebaası mısın?
- Evet.
- Neresinden?
- Urumeli'nden. Biraz da Kafkas ellerinden. Sayılır mı?
- Elbette sayılır.
- Ama Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı bitti gitti, sen hâlâ Osmanlı tebaası mısın?
- Geçmişim henüz iki kuşak ardımda iken Osmanlı tebaalığım su götürmez.

Lakin parçalanmış bir imparatorluktan bir Türk devleti "yaratan" (burasını bir kez daha okuyun isterim, parçalayan değil, yaratan) Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığımı da sorgulamıyorum. Burada doğdum, burada büyüdüm, burada yaşadım, burada yaşlanıyorum ve burada ölmek istiyorum.
Eskiye bir özlemim yok. 600 yıl boyunca yaşanmış ve bitmiş bir destanı diriltmek için emek harcamaktansa yeni bir destan yazmayı daha akıllıca bulurum.
Eskiden yeni olmaz malum.
Etrafta onca diri varken ölüyü diriltmek için mezar kazmaya gerek yok.
Geriye değil ileriye bakmayı yeğlerim...
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, böyle de kalacağım...
****
Nerden çıktı şimdi bu Osmanlı muhabbeti diyeceksiniz.
Ben de bu Osmanlı Ocakları muhabbeti nereden çıktı anlamadım da;
Şöyle bir kendimle konuşayım dedim o yüzden.
Fikrim nedir, gelmişim, geçmişim ve dahi geleceğim nedir, yeniden eskiye dönmek ister miyim, yeniden Osmanlı döneminde yaşamak ister miyim deyip sorguladım kendimi.

Osmanlı yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri birileri tarafından Osmanlı'yı yeniden diriltme ve bazı menfaatler karşılığı başına kumanda edilebilir birilerini geçirme isteği hep var malum.
Sürgüne gönderilen sultanlara bu yüzden pek çok vaat ile pek çok teklif götürüldüğü bilinir.
Onlar bu tekliflere sıcak bakmaz iken bizim yeni yetmeler neyin hevesine kapıldılar ve böyle bir ocağa balıklama daldılar anlamadım.

Bizans Ocakları'na mı özendiler yoksa? Yoksa Roma Ocakları'na mı? Belki de Moğol Ocakları'na...
Latife ettim. Elbette biliyorum ki yok böyle ocaklar.

Herkes geçmişine vakıf, lakin kimse geçmişini siyasi anlamda bugüne taşımıyor, işine bakıyor.

"Baba malı tez tükenir, evlat gerek kazana..." der bir atasözü.

Durup oturup ataları ile övünenlere sormak gerek;
"Peki ya sen ne yaptın? Sen ardında ne bıraktın?"
"Senin torunların seni nasıl anlatacak?"
"Benim atalarım atalarına öykünmekten başka bir icraatta bulunmamışlar ve öykünmekten çalışmaya zaman bulamadıklarından da yerlerinde saymışlar" diyecekler belki de.

Bunların yaşanacağını gören Atatürk:
"Ey yükselen yeni nesil, gelecek sizindir. Cumhuriyeti bizler kurduk, yaşatacak olan sizlersiniz" demiş.
"Ey Türk gençliği, birinci vazifen, Türk İstiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir" demiş.
"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır" demiş.

Böyle ileri bir anlayışa sahip insanların yarattığı genç bir ülke nasıl oldu da gerinin de gerisine gitmeye meyletti bunu iyi bir sorgulamak lazım.
Ne olduğunu anlamadığımız oluşumlara kapağı atanların aslında bir kimlik arayışına mı düştüklerini irdelemek lazım.
Amaçları nedir, meseleleri nedir, adlarını aldıkları Osmanlı hakkındaki bilgileri nedir öğrenmek lazım.

Osmanlılığın hakkaniyetini içlerine sindirmiş kişiler zaten herhangi bir isme hacet duymadan bu zeminin üzerine inşa etmişlerdir yeni kimliklerini.
Osmanlılıktan anladıkları sadece "Saray" ve "Saray hayatı" olup Osmanlılığı bilmeyenler ise paye peşindeler sönmüş ocaklarda...