29 Ocak 2018 Pazartesi

Son Perde inmeden

BİRİNCİ PERDE
Sinir oluyorlar biliyorum.
Kendileri gibi olmayan herkese sinir oluyorlar.
Sinir olmakla kalmayıp kinleniyorlar.
Kinlendikçe nefretle doluyorlar.
Nefretleri öyle hâl alıyor ki karşılarına çıkan herhangi birine kusuveriyorlar içlerinde biriken irini.
Bir tokat aşkediveriyorlar ulu orta, ya da bir yumruk, üzerine birkaç da tekme.
Bir zamanlar İzmir'de sahildeki taşlarda oturmuş sohbet eden kızların saçlarını çekiştirip yerlere savuran polisler gibi hınç dolular.
Otobüsteki şort giymiş kadını tekmeleyerek otobüsten aşağıya atan adam gibi umursamazlar.
Minibüsteki duyma engelli bir gence beşi birden saldıran delikanlılar(!) gibi kahramanlar(!).
Yolda giden genç kızın suratına yumruk atan sakallı gibi utanmazlar.
Araç kullanmasını beğenmedikleri kadını evine kadar takip edip, araçtan inen kadına Allah yarattı demeden girişen kabadayılar gibi kanun tanımazlar.
Onlar; yaşlılara, kendi halindeki gençlere, özellikle de genç kızlara, hiçbiri olmazsa sokaktaki kediye köpeğe çıldırmış bir güçle çullanıyorlar buldukları yerde.
İçlerindeki sıkışmış enerjiyi nereye boşaltacaklarını şaşırmış halde serseri mayın gibi dolanıyorlar sokaklarda. Nerede ve kime patlayacakları hiç belli değil...

İKİNCİ PERDE
Yaşanan her olayda çevredekiler sus pus.
Her vakada herkes sinmiş.
Hepsinde müdahale eden yok.
Herkeste bir korku var.
"Ya bana da saldırırsa!"

Saldırmış da
Sözcü'den Tugay Sadayi'nin haberindeki iddialara göre, İstanbul Fatih'te darp edilen Moldovalı kadını kurtarmak isteyen 24 yaşındaki lisanslı futbolcu Yunus Emre İzol, kalbine aldığı bıçak darbeleri sonucu hayatını kaybetmiş. Olayda İzol'ün iki arkadaşı da yaralanmış. Yakalanan saldırganın alkollü olduğu öne sürülmüş.

ÜÇÜNCÜ PERDE
Bu olayların hepsinin sonucu yakalanan saldırganın salıverilmesiyle sonuçlanıyor.
Sosyal medyadan baskı gelince saldırgan tekrar içeriye alınıyor. Suratında yapış yapış sırıtmalarla girip çıkıyor içeriye.
Sonra? Sonrası bilinmiyor.
Üst üste o kadar çok vak'a yaşanıyor ki, geride kalanların akıbeti hemen unutuluyor.

İBRETLİK BİR KARAR
Geçtiğimiz günlerde görülen bir davada; 150'den fazla kadın sporcuyu uzun yıllarca taciz etmekle suçlanan ABD olimpik jimnastik takımının eski doktoru Larry Nassar'a 175 yıl hapis cezası verildi. 1998-2015 yılları arasında 3'ü 13 yaş altındaki toplam 7 genç kıza tıbbi tedavi uyguladığı sırada cinsel tacizde bulunduğu suçlamasını kabul eden Nassar, geçen yıl aralık ayında görülen üç davada 60 yıl hapis cezası almıştı. 
Hakim Rosemarie Aquilina, mahkemede, "Sana ceza vermek benim için onur ve ayrıcalıktır. Yaşamın boyunca bir daha cezaevi dışında yürümeyi hak etmiyorsun. Senin ölüm fermanını imzaladım" dedi.

Ya biz cezaevi dışında yürümeyi hak etmeyenler için ne yapıyoruz?
Bir kereden bir şey olmaz deyip tacizciyi salıverince bir kerecilere gün doğurmuş olmuyor muyuz?
Bir kereler çoğalıyor böylece, bin kere oluyor.
Her biri bir değil, yüzlerce kişinin hayatını alt üst eden binlerce taciz yaşanıyor.
Saldırgan kafalar kendi anaları, bacıları, karıları, kızları gibi görmüyorlar kadınları. Hele de dışarıdaysa kadın, hele hele de açıksa, ona saldırılmasını caiz sayıyorlar.

SON PERDE İNMEDEN
Bu davranışların onaylandığını ve bu kişilerin sırtlarını sıvazlayanların çoğaldığını görmemize rağmen nasıl böyle sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi yaşayabiliyoruz?
Biz de mi alışıyoruz yoksa bu vahşete?
Ses çıkarmak için sıranın bize gelmesini mi bekliyoruz? 
Sağır mı olduk, kör mü olduk, kalpsiz mi olduk, basiretsiz mi olduk? 
Çember gittikçe daralıyor, zaman gittikçe azalıyor, fark etmiyor muyuz?

Aklı selim her şeyin farkında. 
Lakin ateşi körükleyenler de ne yaptıklarının farkında. 
Aklı olmayanlar ise ne ne yaptıklarının, ne de nereye koştuklarının farkında.
Onlar bilmiyorlar ki bu ateş sonunda onları da yakacak ve ortada saldırılacak uygun kimse kalmayınca saldırganlar kendi analarının, bacılarının, karılarının, kızlarının kapısına dayanacak.
Bu kıyım içinde ne acı ki olan yine kadınlara olacak.

Daha geç olmadan, bir an önce en yüksek makamdan DUR denmeli bu gidişe. 
Sırt sıvazlamak yerine kanunlar layıkıyla uygulanmalı. Verilen cezalar hem caydırıcı, hem de diğerlerine ibret olmalı. Bir yandan da kişisel özgürlükler gerekirse kafalara vura vura anlatılmalı.
Ancak o zaman yola gireriz belki.
Yoksa gittiğimiz bu yol yol değil...

24 Ocak 2018 Çarşamba

Vicdansız olan savaş mıdır?

Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitabı Nazi Almanyası'nın yasaklı kitapları arasındadır ve 10 Mayıs 1933 yılında Berlin Opera Meydanı'nda yakılan kitaplardan biridir. Binlerce kitap arasından sembolik olarak seçilen birkaç kitap ateşe atılmadan önce kısa konuşmalar yapılmış, yedinci sırada yakılacak olan Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitabı için, "Birinci Dünya Savaşı askerine edebiyat yoluyla ihanete karşı, toplumun kahramanlık ruhunu yaşatmak adına Erich Maria Remarque'ın kitabını ateşe atıyorum!" sözleri söylenerek kitap ateşe atılmıştır. Kitaplar Opera Meydanı'nda yakılırken sevinç çığlıkları atarak tezahürat yapanlar da romanın kahramanları olan ve cephelerde ön saflara sürülmüş acemi askerler gibi çocuk yaştadırlar henüz.
Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya-Fransa cephesindeki Alman askerlerinin yaşadıklarını anlatan 1929 tarihli romanı yakılıp yasaklandığında Remarque Almanya'da değildir artık. Yazar 1931'de İsviçre'ye yerleşmiş, 1938 yılında Alman vatandaşlığından çıkarılmasının ardından 1939 yılında Amerika'ya göç etmiştir. Almanya'da kalan kız kardeşi Elfriede Scholz ise savaş aleyhine konuştuğu gerekçesiyle Nazi mahkemelerince ölüm cezasıyla yargılanarak 1943 yılında idam edilmiştir.

E.M. Remarque kitabına "Bu kitap ne bir şikâyettir ne de bir itiraf. Harbin yumruğunu yemiş, mermilerden kurtulmuş olsa bile, tahriplerinden kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir deneme, sadece." ön sözüyle başlıyor.
Kitabı Türkçeleştiren kişi şair, öğretmen, çevirmen Behçet Necatigil. Kitabın ön sözü ise Necatigil'in kızı Ayşe Sarısayın tarafından yazılmış ve ön söz Sarısayın'ın şu cümlesiyle sona eriyor:
"Savaşın acımasız gerçekliğiyle her yüzleşme, barış için bir umuttur yine de..."

Kitapta savaşın korkunçluğu ve anlamsızlığı tüm çıplaklığı ile anlatılmış. Evinde sıcak yatağında olmanın, çayırlarda hayvan otlatmanın ya da sevdiği kızın yolunu gözlemenin, kısacası sıradan yaşanan günlerin özlemiyle yanıp tutuşan ama cephede soğuk, çamur, kan, ateş ve ölümle iç içe yaşayan çocuk yaştaki askerlerin en gerçek duyguları nakşedilmiş sayfalara.
Kitabı okuyan gençlerin savaşmaktan korkacakları ve savaştan kaçınacakları düşünülerek yasaklanmış kitap tabii ki. 
Dünyayı fethetmeye niyetlenen Almanlar bu fethi askerlikten korkan kişilerle yapamazlardı elbette. O yüzden de kitabı yakıp yasakladılar.
Lakin 1939'dan 1945'e kadar süren savaşta, milyonlarca askerle ve türlü çeşit teçhizatla da fethedemediler dünyayı. Vahşet ve faşizm ile kendi sonlarını hazırlarken dünyayı da telafisi zor bir felakete sürüklediler. 
Öyle ki, 2. Dünya Savaşı insanlık tarihinin en kanlı savaşıdır. Savaş sona erdiğinde 60 ile 65 milyon arası insan ölmüştür. Bunların 27 milyonu Sovyet, 10 milyondan fazlası Çinli, 6 milyonu Yahudi, 6 milyondan fazlası Alman, 3 milyondan fazlası Polonyalı, 2.5 milyonu Japon ve 1.5 milyonu Yugoslavdır.
1. Dünya Savaşı'nda ölen 9.5 milyon insanın %95'i asker, %5'i sivil iken, 2. Dünya Savaşı'nda ölen 65 milyon insanın %33'ü asker, %67'si sivildi.
2. Dünya Savaşı sırasında Stalin'in 130 bin askerini geri çekildikleri ya da savaşmadıkları gerekçesiyle öldürttüğü söylenir.
****
Kafkas, Çanakkale, Trablusgarp, Suriye ve Filistin cephelerinde savaşmış, Kurtuluş Savaşı'ndan başarıyla çıkmış Mustafa Kemâl Atatürk 1923 yılında "Mutlaka şu veya bu sebepler için milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Hakiki düşüncem şudur: Ulusu savaşa götürünce vicdan azabı duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı, "ölmeyeceğiz" diye savaşa girebiliriz. Ancak, ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe, savaş bir cinayettir." demişti.
****
Şimdi biz adını Zeytin Dalı koyduğumuz bir harekâtın içindeyiz. 
Barış için savaşıyoruz demek midir bu anlamadım.
Savaşa girmeden zeytin dalı ile sağlayamaz mıydık barışı?
Bunu çözmenin diplomatik bir yolu yok muydu?
Savaş son çareyse eğer, savaşa girmemek için diğer tüm çareler denenmiş miydi?
Savaşa girmek için ulusumuzun hayatı tehlikede altında mıydı?
Öyleyse eğer, neden bu tehlike bu kadar büyümüştü?
Güçlü devletler kolay kolay savaşa sürüklenmezler benim bildiğim.
Savaşa girmeleri için önce güçten düşürülür, sonra savaşın içine çekilir, sonra da yok edilirler.

Bu oyunu bozan bir Mustafa Kemâl idi. 
"Öldüreceğiz" diyenlere karşı "ölmeyeceğiz" demiş, Kurtuluş Savaşı'nda hattı değil sathı müdafaa ederek, "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz, ileri!" sözleriyle taarruz emri vererek topyekûn bir mücadeleyle kurtarmıştı yurdu düşmanın elinden. 

Ve yine O, "Ulusu savaşa götürünce vicdan azabı duymamalıyım" diyerek savaş kararının ne kadar büyük bir karar olduğunu dile getirmiş, binlerce askere komutanlık ederken ve hâttâ onlara ölmeyi emrederken toprağa düşen her canla birlikte ölümü defalarca bizzat yaşamıştı. Ancak mevzubahis vatandı.

Bugün şimdi her gelen şehit haberinde vicdan azabı duyuyor mudur savaş kararı verenler, yoksa gereğini yaptıklarını düşündükleri için rahat mıdır vicdanları?
Vicdansız olan savaş mıdır, yoksa göz göre göre ortalık karıştırıp savaş çıkartanlar mı?

18 Ocak 2018 Perşembe

Cennet-i âlâ

Benim çok mutlu bir evliliğim var dedi adam yanındaki arkadaşına.
Allah bize de kısmet eder inşallah dedi karısı adama sakince.
Adam kadına baktı hayretle, sahne dondu...

Belli ki adam mutluydu.
Belli ki adam kördü, adam sağırdı, adam karşısında eriyip giden kadını görmüyordu, kadının çığlıklarını duymuyordu.
Belli ki adamın her sözü dinleniyor, her isteği yerine geliyordu.
Belli ki adam kendince cennetteydi. 
Ama ama, kadın niye böyle demişti ki sanki şimdi? Niye yakınmıştı? Niye isyan etmişti? Niye ses çıkartmıştı? Neyi eksikti ki?
Onun her sözünü dinleyen, her isteğini yerine getiren, sesini çıkartmaya çalıştıkça susturduğu, bakışlarındaki çaresizliği görmediği, küskünlüğünün farkına varmadığı, kendisi mutlu olduğu için onun da mutlu olduğunu sandığı kadın ne haldeydi hiç düşünmemişti.
Kadın o susturuluşlarda için için birikiyordu aslında da adamın haberi yoktu.
Adam cennet bahçelerinde serinlerken kadın cehennem ateşlerinde yanıyordu.
Kadın yanıyorum demeye çalıştıkça adam yelpazesini daha bir hızlı sallıyordu.
Kötülük değildi yaptığı.
Bakmıyordu, görmüyordu, duymuyordu, dinlemiyordu, hiçbir şey anlamıyordu. 
Çünkü o mutluluğu sadece kendi mutluluğu olarak anlıyordu. 
Kadın da öyle anlasaydı, iyiydi...

Cennet mi cehennem mi?
"Adnan Oktar reşit olmayan kızlarımı alıkoyuyor" başlıklı haberde, uzun zamandır haber almadığı kızlarının Adnan Oktar'ın televizyon programında görüldüğü haberi üzerine Avusturya'dan Türkiye'ye gelen babanın haberi şu fotoğraf ile yer aldı medyada.
Bakışları donmuş, gülmeyi unutmuş, ruhu kalbinden sökülüp alınmış gibiydi fotoğraftaki gencecik kızlar.
Efsunlanmışlardı sanki. "Kedicik" olmadan önceki fotoğraflardaki kameraya masum bir neşeyle bakan genç kızlar gitmiş, yerine başkaları gelmişti.
Adnan Oktar dünyada cenneti yaratmıştı kendince.
Dört bir yanı birbirinin kopyası hurilerle doluydu.
Ancak hurilerin bakışları boştu, bomboştu.
Hurilerin ruhu hocayı ilgilendirmiyordu anlaşılan. O kendi cennetinde mutluydu. 

Utandık mı?
"Hürriyet'ten Dinçer Göker'in Türkiye'yi sarsacak utanç listesi başlıklı haberine göre İstanbul Küçükçekmece’deki Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne 5 aylık süreçte gelen, yaşları 18’in altında 39’u Suriyeli 115 çocuğun hamile olduğu saptandı. Kayıtlara göre, hamile oldukları tespit edilen 115 çocuktan 77’sinin 15 yaşın üstünde, 38 çocuğun 15 yaşından önce hamile kaldıkları anlaşıldı. 15 yaşın altındaki hamileliklerde rıza aranmaksızın çocuğun cinsel istismarı kapsamında olduğu belirtildi." 

Birileri eğlenmiş
Bu çocuklar kendi kendilerine hamile kalmadılar elbette. Belli ki birileri onları hamile bırakırken çok eğlenmiş. Lakin eğlenirken işlerin nereye varacağını hiç hesap etmemiş.
Bu eğlencenin sonrasında ortaya çıkan o gebelikler doğumla mı sonuçlandı, erken yaşta doğum sebebiyle annenin kan kaybından ölmesiyle mi sonuçlandı bilinmez. 
Her şey normal seyrettiyse dahi erken yaşta anne olmanın yükü 15 yaşındaki bir kızın sırtına çok ağır gelir. 
Peki bu arada baba nerededir? Hani o çocuk denecek yaştaki bir kızla ilişkiye girerken çok eğlenen kişi? 

Köleler ve efendiler
Belli ki kendi arzuları yerine geldiği sürece etrafında neler olup bittiğini görmüyor insan.
Kendi mutluluğunun başkalarının mutsuzluğuna sebep olup olmadığını düşünmüyor.
"Önce can" sözünü diğer canları ezip geçmek olarak anlıyor.
"Dünya bir gün o da bugün" sözünü geçmişe saygısızlık ve geleceğe sorumsuzluk olarak anlıyor.
"Anları yaşa" sözünde bahsi geçen ânın, bir kelebeğin ömrü kadar kısa ve bir kelebek kadar muhteşem olabileceğini anlamıyor. İstiyor ki bütün anlar onun olsun.

İnsan bu;
Bencilliği baş tacı ederken anlayışlı olmaya gerek duymuyor.
Kendi cennetini yaratırken hep başkalarının cennetinden çalıyor...

14 Ocak 2018 Pazar

Evcilleştir beni Küçük Prens

Doğduğu gezegenden ayrılıp bambaşka gezegenlere yolculuk yapıyor insan hayat boyu ve başka gezegenleri ziyaret ettikçe kendi gezegenini daha iyi tanıyor, kendi gezegenindeki bir tanecik çiçeğin dahi kıymetini daha iyi anlıyor.
Anlıyor ki başka çiçeklerle ilgilenirken kendi çiçeğini sulamazsa, ona özenle bakmazsa ve ona sadık kalmazsa eğer, "benim çiçeğim" dediği ve çok sevdiği o çiçek sararıp solup ölecek.
Sorumluluk almış bir ruh gezegenler arasında dolaşırken hep kendi çiçeğini düşünüyor, bir an önce kendi gezegenine dönmek ve bir an önce çiçeğini sulayarak ona can vermek istiyor.

Kitap Kurtları Kitap Kulübü olarak aralık ayında okuduğumuz Antoine De Saint-Exupéry'nin Küçük Prens kitabında; kitabın kahramanı Küçük Prens'in kendi gezegeninden ayrılıp diğer gezegenleri ziyaret ederken diğer gezegenlerde karşılaştıkları, kendisi ve diğerleri hakkında düşündükleri, o masum ve basit diliyle sorduğu sorular, kendisine sorulan sorulara yine aynı dille verdiği basit cevaplar, her sorunun ve her cevabın okuyucunun kendi hayatı içinde karşılık bulması ve kitabın bu kadar eşsiz ve bir o kadar da nahif olmasıdır bana yazıdaki ilk paragrafı yazdıran.

Kitabın yazarı Antoine De Saint-Exupéry'nin kendisi de bir pilottu aslında. 
Kitabında uçağı Sahra çölüne düşen bir pilotun çölde karşılaştığı olağanüstü güzel sarı saçlı bir erkek çocukla olan konuşmalarını anlatıyordu. Kitabın kahramanı pilot gibi Saint-Exupéry de kıtalararası posta seferlerinde pilotluk yaparken, 1935 yılında Paris’ten Saygon’a uçtuğu bir seferinde Sahra Çölü’ne düşmüştü.

İkinci Dünya Savaşı başlayıp da Fransa Almanya tarafından işgal edilince Saint-Exupéry Fransa'yı terk ederek Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmiş, New York’ta bir otel odasında Küçük Prens'i kaleme almış, kitap 1943 yılında hem İngilizce, hem de Fransızca olarak aynı anda bin sayfa olarak yayımlanmıştı. 
Daha sonra yazar ülkesine dönerek Fransız Hava Kuvvetleri'nin Kuzey Afrika’daki birliklerine katılmış, 31 Temmuz 1944’te bir keşif uçuşu sırasında Alman birliklerinden kaçarken uçağı düşürülmüş ve kendisinden bir daha haber alınamamıştı.
Bu durum 1998 yılında Marsilyalı bir balıkçı tarafından yazara ait bir bilekliğin bulanmasına ve 2004 yılında yine Marsilya kıyılarında yapılan araştırmalar sonucu uçağın enkazına ulaşılmasına kadar sürdü. 
Ölümünden 65 yıl sonra, bir Alman pilotu olan Hors Rippert, yazarın kullandığı uçağı düşürdüğünü itiraf etti ve "İçinde kimin olduğunu bilseydim ateş etmezdim" dedi.
Bernard Mark adındaki bir tarihçiye göre ise Saint-Exupery’nin intihar etmiş olması olasılığı yüksekti.

Saint-Exupéry, kitabın yazarı olmasının yanı sıra, kitaptaki bütün çizimleri de suluboya ile kendisi gerçekleştirdi. Saint-Exupéry'nin yaptığı çizimler için model alabileceği bir hayvanat bahçesine erişimi yoktu. Bu yüzden hem kendi oyuncaklarını hem de arkadaşlarının evcil hayvanlarını model olarak kullandı.
Okuyucu da dikkat etmiştir, kitabın en önemli karakterlerinden biri olan pilot (anlatıcı) okura hiçbir çizimde gösterilmemiş.

Küçük Prens hem yazarın hem de pilotun ve hem de Küçük Prens'in ta kendisiydi belki.
İhtimal ki yazar Sahra Çölü'nde yarı baygın yatarken hep kendisiyle konuşmuştu, içindeki o güzel çocuğu orada tanımıştı ve kitabında da onu anlatmıştı.

Küçük Prens'le tanışan pilot anlamıştı ki Küçük Prens'in küçücük bir dünyası vardı ve orada hiçbir şeyi sınırlandırmaya gerek yoktu. Dikensiz gül, bağlanmaya gerek kalmayan koyun hep oradaydı. Küçük Prens sandalyesini bir-iki adım ilerleterek güneşin batışını bir günde 44 kere izleyebildiğini söylüyordu mesela. Üstelik insan çok üzgün olduğunda güneşin batışını izlemeyi sever diyordu. Küçük Prens güneşin batışını 44 kez izleyecek kadar mı üzgündü? 
Küçük Prens'in gezegeninde toprağın içine tohum salmış kötü baobaplar da vardı ne yazık ki ve onlardan zamanında kurtulmak gerekiyordu. Küçük Prens tembellik eder de bugünün işini yarına bırakıp üç baobap filizini sökmeyi ihmal ederse baobaplar büyüdüklerinde gezegeni patlatabilirdi. 
Bir Türk gökbilimci tarafından 1909 yılında keşfedilen B-612 gezegeninden mi gelmişti Küçük Prens acaba?

Hiçbir çiçek koklamayan, gökyüzüne hiç bakmayan, hiç kimseyi sevmeyen insanlara kızgındı Küçük Prens. Neyin önemli neyin önemsiz olduğunu birbirine karıştırıyordu o insanlar hep. 
Ne anlaşılmazdı şu büyükler. 
Kendi süslü çiçeğini kendisi de anlayamamıştı oysa. Çiçeğin ona oynadığı oyunların ardındaki sevecenliğini görememişti. Çünkü o henüz sevmeyi bilemeyecek kadar deneyimsizdi.

Bir başka gezegende emir verirken insaflı davranan ama emirlerine karşı gelinmesine tahammül edemeyen ve otoritesine çok önem veren bir Kral vardı, bir diğer gezegende kendini beğenmiş bir adamla karşılaştı Küçük Prens. 
İçtiğinden utandığını unutmak için içen bir ayyaşla tanıştı bir gezegende, bir diğerinde saymakla delicesine meşgul olduğu için kafasını kaldırıp Küçük Prens'in suratına bile bakmayan bir iş adamıyla. 
Yıldızları sayıyordu iş adamı. Yıldızlara sahip olmayı ilk o düşündüğü için de zengin olduğunu düşünüyordu.
Yıldızların ne işe yaradığını anlamamıştı Küçük Prens. İş adamının da yıldızlara ne yararı olduğunu anlamamıştı. Ne tuhaftı şu büyükler. 
Ziyaret ettiği beşinci gezegendeki lamba yakıcısının yaptığı işin bir anlamı vardı Küçük Prens'e göre. Lambacı ise öyle düşünmüyordu. Gezegenin dönüşü gittikçe hızlanmış ve sonunda bu süre bir dakikaya düşmüştü. Lamba yakıcısı lambayı dakikada bir yakıp söndürüyordu ve çok ama çok yoruluyordu. Günde bin dört yüz kırk gün batımı kolay değildi elbet. Lambacı sadece uyumak istiyordu. Sadece uyumak...
Altıncı gezegendeki coğrafyacı, bir kâşif ile bir coğrafyacının farkını anlattı Küçük Prens'e. "Kâşif çok fazla içki içerse ve bir de yalan söylerse büyük felaketlere neden olur" dedi.
Çünkü sarhoşlar her şeyi çift görürdü. Kâşifler de keşiflerini somut bir şekilde kanıtlamalıydılar. Coğrafyacıdan öğrendiğine göre coğrafya kalıcıydı, çiçekler geçiciydi.
Küçük Prens'in aklına gezegeninde bıraktığı çiçeği aklına geldi birden ve bir anda içine dolan pişmanlıkla "Eyvah!" dedi.  
Coğrafyacı ona "çok iyi ve ünlü bir gezegen" olan dünyaya gitmesini önerdi.
Dünya sıradan bir gezegen değildi nihayetinde. Orada "yüz on bir tane kral, tam yedi bin coğrafyacı, dokuz yüz bin iş adamı, yedi buçuk milyon ayyaş, üç yüz on bir milyon kendini beğenmiş, kısacası yaklaşık iki milyar büyük insan" vardı. Dünya o kadar büyüktü ki; elektrik icat edilmeden önce dünyadaki anakaraları aydınlatabilmek için tam "dört yüz altmış iki bin beş yüz on bir" lamba yakıcısından oluşan bir orduya gerek vardı. 
Yazarın dünya gezegenini anlattığı bölümdeki "Avustralya ve Yeni Zelanda'dan başlayan lamba yakma töreni"ni anlatan paragrafı okurken gözümün önüne Meksika Dalgası hareketi geldi. Ne muhteşem bir görüntüydü o öyle... 

Ve tilki...
Küçük Prens'e "Evcilleştir beni" diyen tilki.
"Ancak evcilleştirdiğin kişiyi anlayabilirsin ve evcilleştirdiğin şeyden sonsuza dek sorumlusun" diyen tilki.
"Hep aynı saatte gel, geleceğin saati bilirsem bir saat öncesinden mutlu olmaya başlarım, zaman ilerledikçe daha mutlu olurum, mutluluğun değerini öğrenirim" diyen tilki. 
"İnsanların hiçbir şeyi anlayacak vakitleri yok, her şeyi dükkandan hazır alıyorlar, arkadaşlar da dükkanda satılmadığı için hiç arkadaşları olmuyor" diyen tilki.
"Özde olanı sadece kalp görebilir, gözler özde olanı göremez" diyen tilki.
**** 
Yazının burasında kitabın anlatımını durdurup, kitabın devamını okuyucuya bırakalım.

Yaşamın, var oluşun, yok oluşun, gözümüzle göremediklerimizin, kalbimizle görebildiklerimizin, değer verdiklerimizin, değerini bilmediklerimizin, yanımızdayken yanımızda olduğunu hissetmediklerimizin, uzaktayken yanımızda olduğunu hissettiklerimizin, dostluğun, vefanın, sorumluluğun, emeğin, en çok da basitliğin, daha doğrusu masumiyetin kitabıdır Küçük Prens.
Yüzlerce dile çevrilmiştir. 
Yazar bu kitabı "çocuk kitaplarını bile anlayabilecek" bir kişiye, yazarın dünyada sahip olduğu en iyi dost olan Leon Werth'e, daha doğrusu dostu Leon Werth'in küçük bir çocuk olduğu zamanlara ithaf etmiştir.

Siz de çocuk zamanlarınız ile okuyun kitabı. Büyüyün bir daha okuyun, dönün çocuk olun bir daha okuyun.
Kitabı okurken de, hayatı yaşarken de kendi çiçeğinizin nerede olduğunu hiç unutmayın...

9 Ocak 2018 Salı

“Çalış-a-mayan Gazeteciler Günü”

10 Ocak 1961 gazetecilerin çalışma koşullarını iyileştiren ve ileri haklar getiren 212 sayılı yasanın yürürlüğe girdiği tarihtir. Bu yasa ile basın emekçilerinin sigortalı çalışması, işten çıkarılmaları durumunda ihbar ve kıdem tazminatlarının ödenmesi, yıllık ve haftalık olmak üzere belirlenen tarihlerde izin yapmaları ve gazetecilik faaliyetlerini özgürce yürütmeleri güvence altına alınmıştır.
Bu yasanın çıkartılmasından 57 yıl sonra bugün, basın-yayın sektöründe çalışan bir gazeteci ekonomik ve sosyal haklarını, en çok da kalem özgürlüğünü kullanamaz haldedir. Öyle ki “10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü” tanımı neredeyse “Çalış-a-mayan Gazeteciler Günü” olarak değişmiştir.
Oysa gazeteci; halk adına gören göz, duyan kulak olan, halk için gözlemleyip gözlemlerini kamuoyunun bilgisine taşıyan, yani toplumun sesi olan, objektif ve doğru habercilik anlayışı içinde, meslek ahlâkına bağlı kalarak çalışan kişidir. Bu bakımdan demokrasilerde medya; yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü güçtür. Ancak bugün tüm bunların ne kadar uzağında olduğumuz çarpıcı biçimde önümüzde durmaktadır. Gazeteciler Günü kutlamaları sadece söylemlerde sıkışıp kalmıştır.

İnternet Çağında Gazetecilik
Maliyet artışları ve yaşanan baskılar yazılı medyayı geri plana iterek etkisini azaltırken, internet gazeteciliği ve sosyal medya ön plana çıkmaktadır. Yazılı medyada göremediğimiz birçok haberi internet haber sitelerinden, sosyal medyadan ve bağımsız gazetecilerin görüntülü yayınlarından öğrenebiliyoruz. Bu bakımdan internet gazeteciliği halkın en önemli haber alma kanallarından biri durumuna gelmiştir.
Yazılı basının yaşadığı sıkıntıların benzerleri internet medyası için de geçerlidir. 
İnternet medyası ile ilgili bir yasa olmadığı için internet gazeteciliği yapanlar birçok haklardan yararlanmıyorlar. Ayrıca yasaya bağlı bir internet gazeteciliği çerçevesi oluşturulmadığı için ortaya çıkan boşlukta gazetecilik mesleği ve etiğinden uzak kişiler gazetecilik adı altında faaliyette bulunuyorlar. Bu da internet gazeteciliğini gazetecilik ahlâkı ile yapmaya çalışan gazetecileri her anlamda zor duruma bırakıyor. Maalesef ki gazetecilik mesleği hızla irtifa ve itibar kaybediyor.
Yine internet medyasıyla ilgili bir yasanın olmaması nedeniyle internet gazetecisi 212 Sayılı yasanın gazetecilere tanıdığı haklardan yararlanamıyor. İnternet gazetecisi sarı basın kartı sahibi olamadığı gibi, daha önce yazılı medyadan basın kartı sahibi olan kişi internet gazeteciliği yapmaya başladığında kartını iade etmek durumunda kalıyor.
İnternet gazetecileri olarak bizler; 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Bayramı’nın bir anlam kazanabilmesi için Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu ile Basın İlan Kurumu, basın meslek örgütleri ve internet gazeteciliği örgütlerinin bir araya gelerek bir çalıştay ile gerekli düzenlemelerin ivedilikle yapılmasını bekliyoruz.
Bununla birlikte yazılı, görsel, işitsel ve internet medyası örgütlerinin basın özgürlüğü konusunda seslerini daha gür çıkartarak, birlikte hareket etmeleri ve halka doğru haber vermeleri 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Bayramı adına bugünün en acil ihtiyaçlarından biridir.

Canan Ekinci YILMAZ
BUİGDER Yönetim Kurulu Başkanı

Fırsatçı yağmacılar

Kim onlar? 
Tanıyor musunuz onları? 
Tanıyorsunuz tanıyorsunuz.
Onlar çok uzakta değiller aslında, yanıbaşımızdalar.
Sokakta caddede evde, çarşıda pazarda alış veriş merkezinde, okulda kursta derste, dolmuşta takside, metroda minibüste otobüste, camide ibadette, konserde eğlencede, çayır çimen yayıldığı piknikte, sahilini işgal ettiği denizde, kısacası baktığınız her yerde..
Hep rastlıyorsunuz onlara aslında.
Bazen görüp 'Ya sabır!' çekiyorsunuz, bazen görmezden gelip 'Bana bulaşmasın da...' diyerek sesinizi çıkartmıyorsunuz, çok zaman da korkuyorsunuz.
Evet korkuyorsunuz...
(Siz dediğime bakmayın, buradaki "siz" hepimiziz aslında.)

Sokak ortasında yanındaki kadını itip kakan adama 'Ne yapıyorsun kardeşim?' demeye korkuyorsunuz mesela. 
Adam kadına tekme tokat dalıyor, dirsek yumruk atıyor, bazen de yatırıp kıtır kıtır doğruyor, pek çok korkak bu sahnelere, çoğunlukla da elindeki telefonun kamerasını doğrultup canlı yayına geçerek, sadece bakıyor. Biliyor ki sevdiği(!) kadına bunu yapan başkasına ne yapmaz. 
Bazıları daha korkak, şahit yazılmasın diye olay yerinden koşa koşa uzaklaşıyor. 
"Aman neme lazım!"
****
İki çocuğu babaları tarafından öldürülen Dilek'in öyküsü gibi öyküler basına yansıyınca başlıyor ahlar vahlar. O zamana dek herkes sus pus.
Dilek kimin kapısını çalsa yüzüne kapanmış hep kapılar. Kimden aman dilese duyulmamış sesi. Kimse el uzatmamış, kimse sahip çıkmamış. Meydanı boş bulan koca da atını istediği gibi oynatmış. Sonuç; önce Dilek'i bıçaklamış çocuklarının babası, sonra da daha bebek denecek yaştaki evlatlarını katletmiş, o kadar alamamış ki hırsını en son da kendisini öldürmüş.
Dilek bıçaklandığı anda ölmüş olsaydı eğer, bu vak'a da "Bir kadın cinayeti daha" olarak yansıyacaktı topluma ve geçilip gidilecekti, Dilek'in yaşadıkları hiç bilinmeyecekti. 
Oysa cehennemi yaşamış Dilek...
Şimdiyse yaşayan bir ölüden farksız artık.

Şu anda Başbakan Binali Yıldırım konunun incelenmesi için talimat vermiş. 
İnceleme ile olayda kamu görevlilerinin ihmali olup olmadığı araştırılacak. İhmal ve kusur tespit edilirse soruşturma başlatılacak. Müfettişler, annenin hangi makamlara ne zaman başvuruda bulunduğunu ve hangi işlemlerin yapıldığını tek tek inceleyerek rapor halinde Başbakan’a sunacak. Herhangi bir ilgisizlik, ihmal ve kusurun tespit edilmesi halinde incelemenin soruşturmaya dönüştürülebilecek. 

Soruşturma yapılırsa suçlular bulunacak, dava yıllara yayılacak, bu gibi vak'alarda çoklu ihmal olduğu için herkes sorumluluğu bir başkasının üzerine yıkacak, sonuçta ya bir günah keçisi bulunup ona ihale edilecek her şey, ya da bir kişi bile suçlu bulunmayacak. 
Her ne yapılırsa yapılsın Dilek için artık değişen bir şey olmayacak.

Diğer Dilekler olmaması için ise delice bir çalışmaya ihtiyaç var şimdi. Kanunlar, yaptırımlar, cezalar, kısacası devlet tarafında yapılması gereken tüm çalışmalar. 
Bir de tanık olduğu vahşete "DUR!" diyecek insanlara ihtiyaç var. Bir kişiden korkmaz elbet suç işleyen, ama ya herkes hep bir ağızdan "DUR!" derse.
Ya o kişiyi alıp polise teslim ettiklerinde polis ve yargı gereğini layıkıyla yerine getirirse...
****
Kendinden güçsüzlere borusu öten bu malum kişiler çok tırsaktırlar aslında. Karşılarında kendilerinden güçlü birilerini gördükleri anda kuyruklarını bacaklarının arasına kıstırıp başlarlar titremeye. Lakin güvenmeyin onlara hiç. Bir fırsatını bulurlarsa hemen palazlanırlar yine. 
O yüzden fırsat vermeyin onlara. 

Eğitim ve eğitimsizlik bir yana; onlar fırsat buldukları için ayaklarını camdan uzatıp öyle kullanıyorlar araçlarını, fırsat buldukları için terör estiriyorlar her yerde, fırsat buldukları için bellerinde silah ile geziyorlar ve en ufak bir can sıkıntısında silahlarını ateşlemekten zerre kadar çekinmiyorlar, fırsat buldukları için çöküyorlar çocuk genç yaşlı demeden kadınların tepesine, fırsat buldukları için bu kadar cesurlar, fırsat buldukları için bu kadar pervasızlar, fırsat buldukları için bu kadar vahşiler.

Hani savaş esnasında her şey mübah derler ya, işte tam da öyle...
Fırsat bu fırsattır deyip götürüyorlar malı. Adeta bir ülkeyi zapt etmişler de sanki ganimeti yağmalıyorlar.
Yağmaladıkları kendi vatanları, katlettikleri de kendi vatandaşları, bunun farkına varmıyorlar.
Onlar fırsatçı yağmacılar, sadece fırsattan istifade ediyorlar...

6 Ocak 2018 Cumartesi

Zübükzâdelerden misiniz, Zübükzede misiniz?

Aziz Nesin Zübük romanını yazdığında sene 1961'i gösteriyordu.
Eser, Erdal Gülver'in oyunlaştırması ve yönetmesi ile Nilüfer Kent Konseyi Kadın Meclisi Tiyatrosu tarafından sahnelendiğinde tarih 5 Ocak 2018 idi.
Çalışmaları Kasım 2015'te başlayan oyun, o günün üzerinden geçen iki yılın ardından nihayet Uğur Mumcu Sahnesi'nde karşımızdaydı.
Oyun, yönetmen Erdal Gülver'in o gün rahmetli olan Münir Özkul ve Aydın Boysan'a taziyelerini sunması ve bir dakikalık saygı duruşu ile başladı.
Tamamı kadınlardan oluşan tiyatro ekibi neredeyse tamamı erkeklerden oluşan bir oyunu oynuyorlardı. Zübükzade İbraam Bey'i canlandıran Betül Soylu Kırlangıç kadar, Bedir Hoca, Kör Nuri, Kasap Osman, Terzi Celâl gibi karakterlere can veren kadınlar üstlendikleri rolleri başarıyla canlandırıyorlardı. 
Hani hepsinin (Songül Günay, Zarif Ulak, Yünel Zorlubaş, Binay Yücel, Ülker Yonak, Emel Çıtak Helvacı, Leyla Demir, Vildan Nasır, İffet Karaca, Şükran Kılıç, Şerife Akyürek, Güler Köseoğlu Terimeri, Nebahat Ulugül, Dilek Arıncı, Gülten Üstünkaya Kaçmaz, Ayla Çelik) kadın olduğunu bilmesem ve hepsini yakinen tanımasam...
Oyun eleştirel bir oyundu ve sanatın gücü ile insanlara ayna tutuyordu.
Seyirci Zübükzâde İbraam Efendi'nin halkı nasıl "keklediğine" ve halkın nasıl "keklendiğine" gülerken, aslında bir yandan da kendisine gülüyordu. Seyirci biliyordu ki 1961'den bu yana hiçbir şey değişmemişti...
"Kurnazlar olmasa dolandırıcılar aç kalır" sözündeki gibiydi her şey. Köy ahalisi o kadar kurnazdı ki beğenmediği Zübük'ten o küçük aklıyla nemalanmaya çalışıyordu. Zübük bu yutar mı, o da "Soğan ektiğimi söylemezsen sarımsak yediğini söylemem" tavrıyla hepsini yoldukça yoluyordu. Hepsinin gocunacak yarası vardı. Zübük de zaman zaman hepsinin yarasını kaşıyıveriyordu. 
Bir yandan da "Sıçımlar yaklaşıyordu". Yani yine "sıçacaklardı". "Zübük'ten kurtulmak lazım" diyordu bir yanları, yaraları kaşınınca Zübük'ün ayağına kapanıp aman diliyordu diğer yanları. Dün yedikleri hurmalar bir yerlerini tırmalıyordu haliye. Hepsinin dibi birbirinden karaydı. Daha karasını seçmekle bir bakıma kendilerini aklıyorlardı.
Muhalefet desen, zinhar konuşturulmuyor, vatandaşın ek yerleri kullanılarak bin türlü entrika ile defteri dürülüveriyordu.
Zübük akıllı adam, onlara bir yandan hurmayı gösteriyor, bir yandan da hepsinin sırtlarına semer vurup "Deh!" diyordu. Kamçıyı yiyen can havliyle tepik atmak yerine, Zübük'ün gözüne soka soka önünde sallandırdığı hurmaya salyalarını akıtarak dört nala kalkıyordu.
Müritler böyle zübük olursa Şeyh Zübük kanatlanıp uçmaz mıydı hiç?
****
Oyun eleştirel demiştik. Eleştiren kişi pek sevilmez bizde. Aziz Nesin de bağzıları tarafından hiç sevilmedi elbet.
Aziz Nesin'in yazdıklarına kulak vermek yerine, neden olduğunu bilmez bir hınçla Nesin'den ölümüne nefret etmişti o insanlar. 
(Hatırlayın, itfaiyeci kıyafetli bir kişi 2 Temmuz 1993 yılındaki Sivas / Madımak vak'asında Nesin'i kurtarmak(!) için uzattığı itfaiye merdiveninden aşağıya atmak istemişti Nesin'i. O an Nesin'in Madımak Oteli'ni yakarak içindeki 35 canı katleden çığrından çıkmış güruhun eline düştüğünü bir düşünsenize.)
Bir ses öyle buyurmuştu, bir ses gözünü ve kulağını kapatmış, kendi bildiği yolda delice bir koşuyla koşuyordu. Oysa o ses bu koşuyu halkın iyiliği için yapıyor olmuş olsaydı eğer, yolunu açmaya çalışan akılları yakmak yerine o akıllara şükran duyardı. 
Akıllı kişi kendi aklını kullanırken daha akıllı kişi başkalarının da aklını kullanmaz mıydı?
****
Akıl kullanmak ile ilgili ufak bir bilgi anlatalım o zaman:
Ağustos 1957'de John Grigg, bilinen adıyla Lord Altrincham, o tarihte henüz 31 yaşında ve beş yıldır kraliçe olan genç İngiltere Kraliçesi Elizabeth'in Jaguar fabrikasının açılışında yaptığı duyarsız konuşmanın ardından, Kraliçe'nin çevresindeki yaşlı danışmanların sözünden çıkmamasını, Kraliçe'nin dış dünyaya kapalı olmasını ve Kraliçe'nin eline verilen metinleri ruhsuz ve boğuk bir ses tonuyla okumasını yayıncısı olduğu dergide kaleme aldığı epey sert bir yazı ile eleştirmişti. Lord Altrincham yazdığı bu yazı üzerine BBC'ye, Robin Day'in sunduğu programa çağrılmış ve televizyonda kendisinin monarşiye olan bağlılığını ve yaptığı her eleştiriyi monarşinin devamlılığı için yaptığını samimiyetle anlatmıştı. 
Eleştirileri okuyan ve televizyon yayınını izleyen "Buckingham Palace", Lord Altrincham'ı görüşme yapmak üzere saraya davet etmişti. Sarayda herhangi bir yetkili kişi ile görüşeceğini düşünen Lord karşısında bizzat Kraliçe'yi bulmuştu. Kendisine yönelttiği eleştirileri sorgulayarak genç gazeteciyi dinleyen Kraliçe, görüşmenin ardından gazetecinin samimiyetle ve yüreklilikle söylediği bu sözleri dikkate almış ve yol haritasında yeni düzenlemeler yapmıştı. 
Ki bugün Lord Altrincham Monarşiyi değiştiren ve Monarşiye en büyük faydayı sağlayan kişi olarak anılır.
Ve biz bundan böyle Büyük Britanya'dan bahsederken bu ufak detayı da aklımızın bir köşesinde bulunduralım.

Oyuna dönecek olursak;
Oyunun sonunda köylü (nihayet) akıllanıp da Zübük'e sırt çevirince Zübük bu kez de "Canım vatandaşlarım!" tavrıyla biz seyircilerin üzerine oynamaya başlamaz mı! 
Neyse ki paçayı Zübük'e kaptırmadan oyun sona erdi de kurtulduk.
O gece oyundaki Zübük'ten kurtulduk lakin hayattaki Zübük'ten ve içimizdeki zübüklerden kurtulmak için ne yapmalıydık? 
Bunun için önce aynaya bakıp kendi zübüklüğümüzü sorgulamak, sonra da çevremizdeki zübükleri tanımalıydık. 
Toplum ahlâklı olursa ahlâksız kişileri de arasında yaşatmazdı. Toplumu oluşturan tek tek her bireyin bu ahlâksızlıklara katkısı vardı. Konuşmak bazılarına göre bir suçsa da, susmak topluma karşı suç işlemekti.
Bir bakıma işlenen suçlara iştirak etmekti.
Eleştiri-Yorum
Bu gece sahnedeki oyuncular benden tam not aldılar. 
Lakin oyunu izlerken telefonunun sesini kapatmayan, üstüne üstlük bir de çalan telefona cevap vererek sanki etrafta kimse yokmuş gibi konuşan, oyunu yanındaki kişiye yüksek ses ile anlatan, oyun esnasında sallana sallana oyundan ayrılan, gerekli gereksiz attığı kahkahalar ile oyuncuların dikkatlerini dağıtan, oyuncuların bu oyunu sahnelemek için verdikleri emeklere saygısızlık eden tüm izleyicilere düşük not vermek kaçınılmaz.
Nilüfer gibi sanatla yoğun bir şekilde haşır neşir olan ve medeniyetiyle övündüğümüz ilçemize daha büyük salonlar gerekli olduğu kadar, sosyal adap bilen seyirci de lazım.
Yoksa kentsel dönüşüm ile Nilüfer'in profili de mi değişiyor diye sormadan edemiyor insan...

Tiyatro Yazılarım:
Ha Romalı, Ha Aromalı / 29 Eylül 2013
Savaşın öteki yüzü / 11 Mart 2015
Babaanneler unutmasın / 11 Mart 2016
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Aşk mı, Kalori mi? / 25 Şubat 2019
Orada Duruverdi Zaman / 6 Mart 2019
Aşk Varsa Sanat Var / 21 Mart 2019
Bir Dünya Tiyatro / 29 Mart 2019
Hora Hora Barışa / 20 Haziran 2019

Kurnazlık üzerine yazılarım: