28 Mayıs 2020 Perşembe

Kaynayan Kazan Kapak Tutmaz


Suyun kaynama noktasının kaç derece olduğunu ilkokulda mı, ortaokulda mı yoksa lisede mi öğrendik hatırlamıyorum. Bildiğim, su 100 derecede kaynar. Ancak bu değer farklı koşullarda değişir. 
Bu bilgimi derinleştirmek için internette kısa bir gezinti yapınca Tübitak Bilim/Genç sitesinde herkesin anlayabileceği dilde anlatılmış bir yazı ile karşılaştım. 
O yazıyı,"Bir sıvı deniz seviyesinden daha aşağıda ya da daha yukarıda bulunan bir yere götürüldüğünde dış basınç (atmosfer basıncı) değişeceğinden sıvının kaynama noktası da değişecektir. Deniz seviyesinden yukarılara doğru çıkıldıkça atmosfer basıncı azalır. Bu nedenle yüksek rakımlı yerlerde sıvılar deniz seviyesindeki kaynama noktasından daha düşük sıcaklıklarda kaynar. Örneğin deniz seviyesinde (1 atmosfer basınçta) su 100°C’de kaynarken, 8848 metre yükseklikteki Everest Dağı’nın zirvesinde yaklaşık 70°C’de kaynar. Deniz seviyesinin altındaki yerlerde ise suyun kaynama noktası 100°C’nin üzerindedir. Mesela su, ortalama rakımı 1890 metre olan Erzurum’da yaklaşık 95-96°C’de, ortalama rakımı 870 metre olan Ankara’da 98°C’de, ortalama rakımı 25 metre olan İzmir’de 101°C’de kaynar."  cümleleriyle özetleyebiliriz.

Madem yazıya suyun kaynama noktasından başladım, makarnayı haşladığım suya tuz attığımda suyun daha yüksek derecede kaynadığına dair bilgimi de güncellemek istedim ve yine okul sitelerine ulaştım: 
"Şekerli suyun kaynama noktası tuzlu suyun kaynama noktasından daha küçüktür. Mesela, saf suya eklediğimiz tuz ne kadar fazla ise kaynama noktası da o kadar fazladır. Çünkü tuzlu suda moleküler arası bağlar fazla olduğundan kaynama noktası yüksektir. Tuzlu sudan örnek verirsek, kaynayan bir sıvıya tuz attığımızda kaynama 100 dereceden daha fazla bir sıcaklıkta başlar. Biz ne kadar tuz eklersek de o kadar artar. Bu nedenle yemeklerin içine tuz eklenir. Böylelikle tuz kaynama noktasını arttırır ve yemeğin çok daha çabuk pişmesini sağlar."

Dünyanın Kaynama Noktası
Dersimiz fizik ya da kimya değil ama konumuz kaynama noktası. Kaynama noktası da ancak fizik ve kimya bilgileri ile anlatılabilirdi haliyle.
Suyun kaynama noktasını bir kenara bırakıp dünyanın kaynama noktasına gelelim şimdi.
Malum, dünyaya Pandemi bir yandan vuruyor, ekonomi bir yandan, vahşet bir yandan.
Günlük siyasi kavgalar ise hayret verici bir şekilde yine aynı kötülükte devam ediyor.

Aşağıdakiler - Yukarıdakiler
Yukarısı kavga eder de aşağısı durur mu, onlar da birbirlerinin gözünü oymakta bir mahsur görmüyorlar.
Niğde’nin İnönü Mahallesi Muhtarı 'Kovboy Muhtar' olarak da bilinen Tuğba Somkaya’nın bindiği hamile atı tüfekle vurarak öldürebiliyorlar.
ABD’nin Minneapolis eyaletinde dolandırıcılık suçuyla yakalanan George Floyd'un ensesine dizi ile bastıran polis, yerde yüzüstü yatan adamın defalarca “Nefes alamıyorum” sözlerine aldırış etmeyerek ve şüphelinin üstüne tüm gücüyle yüklenerek boğularak ölmesine sebep olabiliyor. (Polisin siyahi kişiye yaptığı müdahaleyi ırkçılık olarak değerlendiren halk, sokaklara akın etti. Polis aleyhine gösterilerde bulunan binlerce kişiye yine polis müdahale etti.)
Manisa'nın Salihli ilçesinde pompalı tüfekle öldürülen 17 yaşındaki Ceren Kultaş'ın katil zanlısı ifadesinde, S.K. adlı genç kızla aralarında husumet olduğunu, Ceren Kultaş’ı ise S.K.’ya benzettiği için yanında bulunan pompalı tüfekle öldürdüğünü iddia edebiliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul'daki yerel seçim tartışmalarıyla ilgili olarak, "Meclisin çoğunluğu bizde. Bunlar neye dönmüş biliyor musun, bunlar topal ördek" (yani çalıştırmayacağız) diyebiliyor. Hattâ gelen haberlere göre, belediye başkanının, belediye meclisinin de başkanı olması düzenlemesinin de kaldırılmasının düşünüldüğü söyleniyor. Düzenleme gerçekleşirse meclis başkanı meclis üyeleri tarafından seçilecek. Böylece İstanbul ve Ankara’da büyükşehir belediyesini alan CHP’ye karşı belediye meclis çoğunluğuna sahip AK Parti’nin yolu açılabilecek. (Halka hizmet Hakk'a hizmet değil midir? Hizmet alamayacak olan halk umurunuzda değil midir? Umurunuzda olan sadece "kendiniz" midir?)
Çorum AKP Kadın Kolları Başkanı ve AKP Belediye Meclis üyesi olan Meryem Demir, Erdoğan’a olan sevgisini, 'Allah çocuklarımın ömrünü alsın size versin' sözleri ile dile getirebiliyor. (İnsanın sevgisini belirtmesinin daha farklı yolları olmalı oysa. Gerçi sevgisini kıl-tüy ile gösteren de olmuştu zamanında ya neyse.)
Pandemi sürecinde eve kapanan erkek hırsını kadından alabiliyor. (Sosyo Politik Saha Araştırması Merkezinin, 3-8 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirdiği "Covid-19 Kadının Etkilenimi ile Kadın ve Çocuğa Yönelik Şiddete İlişkin Türkiye Araştırma Raporu"nun sonucuna göre "Pandemi Sürecinde Kadına Şiddet Yüzde 27,8 Arttı". Araştırmaya katılanların yüzde 23,7 psikolojik şiddete, yüzde 10,3'ü ekonomik şiddete, yüzde 4,8'i dijital şiddete, yüzde 1,7'si fiziksel şiddete, yüzde 1,4'ü ise cinsel şiddete maruz kaldı.)

Bunlar ve benzeri yüzlerce, binlerce kötülük haberleri ile kaynıyor dünya.
Bu kadar kötülüğü akıl almıyor, bu vahşete can dayanmıyor.
Dünya artık için için değil, bildiğin fokur fokur kaynıyor.

İyi, Kötü, Çirkin
Bir yandan, dükkânının kepenkleri üzerine yuva yapan kuşların yuvasına zarar gelmemesi için dükkanının kepenklerini kapatmayan esnaf gibi güzel insanların haberleri gözünüze çarpıyor. 
Kendini savunamayan hayvanlara eziyet eden cibiliyetsizler olduğu kadar, yaralı bir cana merhem olmaya koşan insanların çırpınışlarını görüyorsunuz.
Pandemi sürecinde evini barkını, çoluğunu çocuğunu unutan sağlık çalışanlarını, bir de onlara saldıranları görüyorsunuz. 
Televizyon programlarında ahlâk, namus, vicdan, edep, terbiye gibi kavramların içlerinin boşaltıldığını, insanlığın ters yüz edildiğini görüyorsunuz.
Medya mensuplarının olsun, siyasilerin olsun birbirlerini müzevirlemeleri sayesinde kapalı kapılar ardında ne çirkinlikler döndüğünü görüyorsunuz.
Ekmeğinin peşindeki dürüst insan ile doymak bilmeyen midesini doldurmak için yapmayacağı edepsizlik olmayan pişkin insanların arasındaki adaletsizliğe, pişkinin önünde ceket ilikleyen şakşakçıların omurgasızlıklarına şahit oluyorsunuz.

Soğutma Operasyonu
Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi NASA tarafından yayınlanan yeni iklim raporuna göre, gezegenimiz Mini Buzul Çağı’na giriyor.
Raporda 2018 yazını rekor sıcaklıklarla geçiren gezegenimizin bu kış tarihi bir soğuk yaşayacağı belirtiliyor. İçinde bulunduğumuz Uzay Çağı’nın “Mini Buzul Çağı” olarak anılmasına yol açacak kadar etkili olabileceği söylenen soğukların sebebi ise termosferin soğuyup daralması. Daha önce yayınlanan raporlarda 2020 – 2030 yılları arasında yaşanması beklenen bu aşırı soğuk dönem, NASA’nın yeni araştırmasında çıkan sonuçlara göre daha da öne çekildi. NASA’ya göre bu kış itibariyle gezegenimiz bir Mini Buzul Çağı’na giriyor. Bu dönemde başlayan soğumanın 2030’lu yıllara kadar artarak devam edeceği tahmin ediliyor. 

Kaynayan kazan kapak tutmaz
Ne dersiniz, dünya kaynama noktasına geldi dayandı diye mi soğutma operasyonu devreye girdi acaba?
Baktılar insanlık yine cozuttu, şöyle bir ayar çekelim de kendilerine gelsinler dendi ihtimal.
"Biz bu kendini bilmez şımarıkları açlık ve kıtlıkla terbiye edelim de, ortada ne din, ne millet, ne ırk, ne cins, ne de para kavgası kalsın. Yola, efendi olanlarla, dürüst olanlarla, çalışkan olanlarla, yenilikçi olanlarla, duyarlı olanlarla, saygılı olanlarla, sevgi dolu olanlarla, doğayla uyum içinde olanlarla devam edelim." deniyor gibi geliyor bana.
Yoksa, kaynayan bu kazana avuç avuç tuz atılacak ve sıcaklık daha da artacak.
Tüm dünya da kaynayan bu kazanda haşır haşır haşlanacak... 

28 Mayıs 2020 / C.E.Y.

19 Mayıs 2020 Salı

Bir Devrin Sonu, Bir Devrin Başı

Henüz 1 ay kadar önce, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı kutlarken çocuktuk hepimiz.
Bugün, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı kutlarken pırıl pırıl gençleriz.
Bayram günleri geldiğinde yine o günlerdeki gibi coşku ve heyecanla atar kalbimiz. 
Ellerimizde bayraklarla meydanlara çıkalım, avaz avaz marşlar söyleyelim, bu ülke bizim diyelim, bu vatan bizim diyelim, güneş bizimle doğar, yağmur bizimle yağar diyelim, 10. Yıl Marşını söyleyelim, 50. Yıl, 75. Yıl Marşını söyleyelim, Gençlik Marşını söyleyelim isteriz.
Öyle söyleyelim ki; sesimizi yer gök su dinlesin deriz.
Sevgimizle, bilgimizle, ulusumuzun hizmetinde olduğumuzu cümle alem bilsin isteriz.
Aklımızla, çoşkumuzla, Atamızın izinden ayrılmadığımızı bir kez daha üzerine basa basa göstermek isteriz.

Böyle çocuklarız, böyle gençleriz biz.
Biz Atatürk çocukları, Atatürk gençleriyiz!

Mustafa Kemâl ve Vahideddin
101. yılını kutladığımız bu 19 Mayıs'ta, Mustafa Kemâl Atatürk ile Vahideddin'in, 19 Mayıs 1919 yılına uzanan yolculukta  yaşadıklarını anlatmak istedim sizlere.
Bakmayın siz 19 Mayıs hadisesinde Mustafa Kemal Paşa ile Vahidettin'i bilir bilmez kavga ettirenlere. Onların biri Osmanlı Padişahı, biri de devletine hizmette sınır tanımayan bir Osmanlı subayı.
Falih Rıfkı Atay’ın, "Mustafa Kemal'in Ağzından Vahdettin" kitabını belki okudunuz belki okumadınız. Okuyanlar için bir hatırlatma, okumayanlar için de "anlatma" olsun dedim ve sizler için kısaca özetledim. 
Hadi başlayalım o zaman:

Almanya Seyahati (1917-1918)
Anafaratalar ve Arıburnu Komutanı olarak İstanbula giden Mustafa Kemale, Enver Paşa’dan padişah vekili sıfatıyla, bir aracı vasıtasıyla müracaatta bulunularak, "Alman İmparatoru Zât-ı Şahâneyi (Sultan Reşat) genel karargâhına davet etti, Zât-ı Şahâne böyle bir seyahati yapamayacak halde bulunduğundan, Veliaht hazretlerinin Zât-ı Şahâne namına bu seyahati yapmasının uygun olacağını düşündük. Kendisinin refakatinde bulunmayı kabul eder misiniz?" teklifi gelir. Çok iyi Almanca bilen ve Atatürk'ün Harp Okulu'nda öğretmeni olan Naci Paşa da Veliaht ile beraber gidecek, ona tercümanlık edecektir. Mustafa Kemal teklifi kabul eder ve Naci Paşa ile birlikte Veliaht Vahideddin ile tanışmak üzere saraya giderler. 
Odaya girişinden konuşmalarına dek uyuklama halinde olan Veliaht ile tanışmalarının ardından Naci Paşa ile Mustafa Kemalin aralarında şöyle bir konuşma geçer:
- Zavallı, bedbaht, acınacak adam! Bunlarla ne olabilir?
- Öyledir.
- Bu zavallı yarın padişah olacaktır, kendisinden ne beklenebilir?
- Hiç!
- Biz ki aklımız, mantıkımız vardır, biz ki memleketin mukadderâtını, hâlini ve geleceğini anlamış insanlarız, ne yapabiliriz?
Naci Paşa:
- Güç! der...
Sene 1917'dir...

1917 yılının son günleriyle 1918 Ocak ayının ilk günlerini kapsayan seyahat başlayıp da tren İstanbul'dan uzaklaşınca, geleceğin padişahı adeta başka bir adam haline gelir. Uyuklayan Veliaht'ın yerini, merak eden ve sorgulayan Veliaht almıştır.
Mustafa Kemâl'in zihninde, "Bu adamla, kendisini aydınlatmak ve kendisine yakından ve samimi yardım etmek şartıyla bazı işler mümkündür." kanaati oluşur. Bu görüşünü gerek Naci Paşa'ya, gerek diğerlerine söyleyen Mustafa Kemâl, Veliaht bu şekilde hazırlamanın memleket çıkarları adına bir görev olduğunu belirtir. Almanya seyahati, Mustafa Kemâl'in Osmanlı Hanedanı ile ilk yakın temasıdır.

"İstanbul’a gittiğim zaman düşünürüm"
Berlin'de Alman İmparatoru'nun misafiri olarak Adlon Oteli'nde kalırlarken birkaç gazeteci Veliaht'tan mülakat isterler. Gelin, gazetecilerle yapılan görüşmenin ardından salonda baş başa kalan Vahideddin ile Mustafa Kemâl arasında geçen konuşmaya kulak misafiri olalım:
Vahdettin:
- Ne yapmalıyım?
- Osmanlı tarihini biliriz; bu tarihin birçok safhaları vardır ki, sizi endişe ve korkuya sevk eder ve bunda haklısınız. Ben size bir şey söyleyeceğim, o nispette hayatımı size ortak edeceğim, memnun olur musunuz?
- Söyleyiniz!..
- Henüz padişah değilsiniz, fakat Almanya’da gördünüz ki, İmparator, Veliaht ve prensler hep bir iş üzerindedir. Neden siz bütün işlerden uzak kalasınız?
- Ne yapabilirim?
Atatürk: 
- İstanbul’a gider gitmez bir ordu kumandanlığı isteyiniz. Ben sizin Erkân-ı Harbiye reisiniz olurum.
- Hangi ordunun kumandanlığını? 
- Beşinci ordunun kumandanlığını... (Bu ordu Liman Von Sanders’in emrinde bulunan veya bulunması gereken ve Boğazların savunmasına memur ordu idi.)
- Bu kumandanlığı bana vermezler.
- Siz isteyiniz...
- İstanbul’a gittiğim zaman düşünürüm.

"İstanbul’a gittiğim zaman düşünürüm" cevabı Mustafa Kemâl için ümit kırıcı bir cevap olur. 

36ıncı Padişah Vahidettin
Nitekim 1918 yılının 3 Temmuz günü Sultan Reşad vefat eder ve yerine Vahideddin geçer. O günlerde sağlık sorunları dolayısıyla Karlsbadda olan Mustafa Kemâl bir telgraf çekerek otuz altıncı Padişah Vahideddini tebrik eder.
İzzet Paşa tarafından yurda çağrılan Mustafa Kemâl, yeni padişah Vahideddinin salonuna Naci Paşa kılavuzluğunda girer. Vahideddinin hareketlerinden, seyahat arkadaşlığı yakınlığının devam ettiğini görür. Çok mühim bir anda Osmanlı tahtında olduğunu izah ederken:
- Seyahatimiz esnasında bütün fikirlerimi çok açık dille söylemiştim. Bu dakikada aynı tarzda görüşmeme müsaade buyrulur mu?
- Hay hay!
- Başkumandanlığı üstleniniz, kendinize vekil değil, erkân-ı harbiye reisi tayin ediniz. Her şeyden evvel orduya sahip ve hâkim olmak lâzımdır. Ancak ondan sonra düşünülecek uygun kararlar uygulanabilir. (Mustafa Kemâlin yaptığı uzun konuşmanın esas noktası bu cümlelerdedir.)
- Sizin gibi düşünen başka komutanlar var mıdır?
- Vardır efendim.
- Düşünelim. 

Anadoluyu bıraktı, İstanbula baktı!
Birkaç gün sonra Naci Paşa, padişahın Mustafa Kemâl ve İzzet Paşa ile birlikte görüşmek istediğini söyler ve ikisini huzuruna çağırtır. Vahideddin’in çok ihtiyatkâr olmasından dolayı neticesiz bir görüşme olur. Daha sonra padişahla tek başına görüşmek ister Mustafa Kemâl. Görüşür de.
Mustafa Kemâl aynı minvalde konuşmaya başlayınca Vahideddin:
- Paşa! Ben her şeyden evvel İstanbul halkını doyurmak mecburiyetindeydim. İstanbul halkı açtı, bunu temin etmedikçe alınacak her tedbir isabetsiz olurdu! der ve yine eskisi gibi gözlerini kapatır.
Veliahtlığında nefret duyduğunu söylediği Talat ve Enver Paşaları görevlendirmişti. Bu tavrıyla; "Siz vazife ve yetkiniz üstünde benimle laubalilik mi etmek istiyorsunuz?" demek istiyordu.
Görüşmenin sonlanmasını, "Bu maksadı anladıktan sonra Vahideddin karşısında benim vicdani görevim son bulmuştu. Ayağa kalktım. İzin istedim. Gözlerini kapadı ve hiçbir şey söylemeksizin elini uzattı." sözleriyle dile getiren Mustafa Kemâl, Pera Palas’taki dairesine geldiğinde, "Hacı zannettiğimiz biri koltuğunun altından Haç’ı çıkartmıştı." diye düşünür.
Bir gün namazdan evvel Başkumandan Vekili Enver Paşa, İzzet Paşa, Vehib Paşa ve diğer kumandanlar ile namaz vaktini beklerken, Naci Paşa, namazdan sonra padişahın özel salonda kendisini görmek istediğini söyler. Vahideddin, salonda olan iki Alman general karşısında kendisi hakkında kısa bir nutuk söyleyerek, "Çok takdir ettiğim ve güvendiğim bir kumandan!" sözleriyle tanıtır Mustafa Kemâli. Sonra da kendisini Suriyeye kumandan tayin ettiği haberini verir.
Mustafa Kemâl bir entrika karşısında bulunduğunu anlar.
Az önceki salona döndüğünde, Vehib ve Enver paşalar kendisine gülüyor, bazıları ise hissiz duruyorlardır. Onlara gereken cevabı veren Mustafa Kemâl, salonun bir köşesinde kendi aralarında konuşan Balkan Savaşı kumandanlarının Türk neferleri hakkında ettikleri, "Efendim, bu Türk neferlerinden hayır yoktur, bunlar hayvan sürüsüdür. Yalnız kaçmayı bilirler. Böyle hissiz bir sürüye kimse kumanda edemez." sözlerine:
"Paşam, biz de askeriz, biz de bu orduya kumanda etmiş adamız. Türk neferi kaçmaz, kaçmak nedir bilmez. Eğer Türk neferinin kaçtığını görmüşseniz, derhal kabul etmelidir ki, onun başında bulunan en büyük kumandan kaçmıştır. Eğer siz kaçtığınızın alçaklığını Türk neferine yüklemek istiyorsanız alçaklık ediyorsunuz!" der. Muhatap bu sözleri kimin söylediğini öğrenince bir daha kimseden bir ses çıkmaz.

Hem uzun, hem kısa
Suriyedeki görevi sırasında Mondros Mütarekesi imzalanır. Yedinci Ordu Kumandanı olarak diğer ordu kumandanlıkları ile pek çok yazışma yapar. (Kitapta yazışmaların pek çoğuna yer verilmiş.)
Bu yazışmaların kitapta yer alması ile Türk aydınlarının vicdanî ve fikrî olarak düşünmeye davet etmek ister.
İstanbul’a döndükten sonra Vahideddin ile tekrar görüşme talep eder.. 
Görüşme kabul edilir ve Cuma selamlığına gider. Namazdan sonra yapılan görüşme "zaman itibarıyla uzun, fikir alışverişi itibarıyla kısa" bir görüşme olur. 
Vahideddin:
- Ordunun kumandan ve subayları eminim ki seni çok severler, onlardan bana bir fenalık gelmeyeceğine teminat verir misin?

- Ordunun aleyhinize bir harekete giriştiğine dair bilgi ve hisleriniz mi var efendim?
Vahideddin gözlerini kapatır, olumlu ya da olumsuz bir cevap vermez ve soruyu tekrar eder.
Mustafa Kemâl:
- Gerçi ben İstanbul’a geleli birkaç gün oldu, buradaki durumu yakından bilmiyorum; fakat ordu komutanları ve subaylarının Zât-ı Şahânenizle karşı karşıya gelmesi için hiçbir sebep olabileceğini zannetmiyorum. Onun için, hiçbir kötülük gelmeyeceği noktasında bana güvenin.
Vahideddin çok örtülü bir tarzda:
- Yalnız bugünden bahsetmiyorum, bugünden ve yarından,
Ve devamında:
- Siz akıllı bir kumandansınız, arkadaşlarınızı aydınlatıp yatıştıracağınıza eminim... der.


"Yollar çok, mıntıkalar çok!"
İstanbul sokakları İtilaf devletlerinin süngülü askerleriyle doludur. Boğaziçi düşman zırhlılarından görünmez haldedir. İstanbul halkı sindirilmiştir.
Artık adi bir mendil gibi ayak altında çiğnenen bu çevrede hâlâ bir saltanat, bir hükûmet, bir varlık olduğunu zannedenlerin varlığı şaşırtıcıdır.
Ne saray ne de hükûmetten ümit kalmadığını, bu gidişle vatanın hayrına herhangi bir barış elde etmenin imkanı olmadığını gören Mustafa Kemâl, kendisi gibi düşünen arkadaşları ile Şişlideki evinde toplantı üzerine toplantı yapar. Vahideddin’i öldürmekle, hükûmeti düşürmekle köklü bir neticeye ulaşmanın imkânı olmadığına, nihayetinde yeni hükümdarın da yeni hükûmetin de düşman süngülerinden kurtulamayacağı kanaatine varırlar. 
O tarihte Barışı Hazırlama Komisyonunda askerî uzman olarak bulunan, daima en iyi anlaştığı dostu olduğunu söylediği İsmet (İnönü) ile Şişli’deki evinde yalnız görüşür ve ona, hiçbir sıfat ve yetki olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve kendisini o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisidir diye sorar.
Gülerek, "Yollar çok, mıntıkalar çok!" cevabını verir İsmet bey.

"Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş"
Mustafa Kemâli İstanbuldan uzaklaştırmak için yapılan planlar Mustafa Kemâl’in işine gelir. "Samsun ve çevresinde birçok Rum köyü Türkler tarafından saldırıya uğramaktadır, Osmanlı hükûmeti bu saldırıların önüne geçememektedir, bu bölgenin emniyet ve huzurunu temin etmek boynumuzun borcudur" diyerek Mustafa Kemâl’i, Türkler Rumlara zulmediyor mu etmiyor mu anlasın diyerek Samsun’a yollama niyetinde olduklarını söylerler. Mustafa Kemâl vazifeyi kabul eder.
Göreve, Anadolu’da bir takım millî teşekküllerin belirdiği, onları da ortadan kaldırmak gerektiği eklenir.
Mustafa Kemâl de talimatnameye eklemeler yaparak kendi yetki alanlarını genişletir. Mustafa Kemâl, böylece bütün Doğu vilayetleri için Ordu Müfettişliği görevini üstlenir.
Atatürk bu gelişmeyi Falih Rıfkıya; "Bakanlıktan çıkarken heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önünde geniş bir âlem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim" sözleriyle anlatır.
9’uncu Ordu Müfettişliğini geciktirmek için bir sebep kalmayıp, bütün muameleler bitip hazırlıklar tamamlanınca, müfettişlik karargâhını Samsun’a nakledecek vapur 16 Mayıs 1919 günü Galata Rıhtımı’nda sabahtan akşama kadar hareket emrini bekler haldedir. Mustafa Kemâl veda etmek üzere Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği’ne ve diğer nazırlıklara gider. Bu arada Yunan da işgale başlamıştır. Nazırlar telaş içindedir. "Ben memleketin başına neler geleceğini tahmin etmiştim ama kimseye anlatamamıştım" sözleri geçer içinden.

Vedâ!
Doğrudan doğruya Bandırma Vapuru kaptanına emir verebilme yetkisini alır Mustafa Kemâl. Vahideddin ile son görüşme için Yıldız Sarayı’na gider. Sarayın penceresinden görülen manzara, toplarını saraya çevirmiş düşman zırhlılarıdır.
Vahideddin:
- Paşa, paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir, tarihe geçmiştir. Bunları unutun, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, devleti kurtarabilirsin!
Vahideddin demek istiyordu ki, "Hiçbir kuvvetimiz yoktur, Tek dayanağımız İstanbul’a hakim olanların siyasetine uymaktır."...
Mustafa Kemâl’den de halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırması ve bu siyasete karşı gelen Türkleri yatıştırması isteniyordur.
"Merak buyurmayınız efendimiz" ve "Muvaffak ol!" sözleri ile saraydan ayrılan Mustafa Kemâl veda etmek için Şişli’deki eve gider. Yolda, bu hareketine ya müsaade edilmeyeceği ya da vapurun Karadeniz’de batırılacağını söyler bir dostu kendisine. Bir kurmay subay da maiyetinde çalıştığı bir Damat’tan aynı şeyleri öğrendiğini söyler. Mustafa Kemâl hızla rıhtıma hareket eder, açıktaki vapura biner. Vapur Kızkulesi açıklarında durdurulur ve uzunca bir kontrole tabi tutulur. 
Yirmi yedi yıllık kaptana demir aldıran Mustafa Kemâl, Boğazdan Karadeniz’e çıkarken kaptana tehlikeleri anlatır. "Ne aksi," der kaptan. "bu denizi tanımam, pusulamız da bozuk!"
Mustafa Kemâl’in tek isteği Anadolu’nun bir kara parçasına ayak basmaktır.
Mümkün olduğunca kıyıları takip edilerek Sinop’a varırlar. Mustafa Kemâl Sinop’tan Samsun’a kara yolu olmadığını öğrenince tekrar Bandırma Vapuru’na binerek, 19 Mayıs 1919 günü Samsun Limanı’na ulaşırlar.
İşte o gün, 1919 yılının 19 Mayıs günü, bir ülkenin, bir vatanın, bir bayrağın, bir halkın kurtuluş gününün başlangıç günüdür.
****
Bu yazımda size Falih Rıfkı Atayın "Mustafa Kemâlin Ağzından Vahideddin" kitabından alıntılar yaptım ve kısa bir özet hazırladım.
İstedim ki İstanbulu kurtarmak için Anadoluyu gözden çıkartan Padişah ile, Osmanlı sınırları içinde yaşayan bir milleti kurtarmak için sarayı ve tüm unvanları gözden çıkartan bir askeri, bir lideri, bir insanı; bu zaman diliminde Veliaht, Padişah, Devlet ve bir Osmanlı subayı arasındaki ilişkileri iyi anlasın okuyanlar.
Mustafa Kemâl ve arkadaşları saraya ihanet ettilerse de vatana ihanet etmediler.
Mustafa Kemâl ve arkadaşları sarayı feshettilerse de saraylıları idam etmediler.
Mustafa Kemâl ve arkadaşları Osmanlının hiçbir sarayını talan etmedi, sarayları vandallıkla talan etmedi. 
Mustafa Kemâl ve arkadaşları halka eziyet edip onların üzerinde ezici bir hakimiyet kurmaya çalışmadı.
Mustafa Kemâl ve arkadaşları Osmanlı Devletinden kurtarabildikleri ile gencecik bir Türkiye Cumhuriyeti devleti kurdu.
Ki bu devlet içinde yaşayan "siz biz hepimiz" bir başka ülkenin değil, Osmanlının tebaasıydık. 
Şunun altını iyice bir çizelim; Osmanlı bir aileydi, biz Osmanlı değildik. Biz sadece Osmanlı tebaasıydık. Osmanlı da İstanbul haricini çoktan gözden çıkartmıştı zaten. Sanıyordu ki Anadoluyu verirse İstanbul kendisine kalacak. Sanıyordu ki kendisi İstanbul’da Padişah olarak yaşayacak.
Yanılan sadece Osmanlı değildi. Halk ile arasındaki rabıtayı kopartan, halkı hayvandan aşağıda konumlandıran tüm krallıklar gidiciydi.

Yine şimdi "siz biz hepimiz" Türkiye Cumhuriyetinin tanıdığı, seçme ve seçilme özgürlüğü olan, kimlikli, kişilikli, bayraklı, topraklı, devletli T.C. vatandaşlarıyız. 
Başkaları değiliz. Taa Göktürklerden, Selçukludan, Osmanlıdan bugünlere ulaşan bir milletiz. 
Bunu silmek ve bizleri yeniden ümmet haline getirmek, kimliksizleştirip kişiliksizleştirmek isteyenlere karşı vazifemiz; nereden geldiğimizi ve bu vatanın nasıl yoktan var edildiğini iyi bilmek, iyi öğrenmek, iyi öğretmek.
Ve;
Akan onca kana, her alanda verilen onca savaşa "onurlu yaşayarak, dimdik ayakta kalarak" layık olabilmek...

19 Mayıs 2020 / C.E.Y.

13 Mayıs 2020 Çarşamba

ZOOM’dan ZONK’a

Bu memlekette herkes en az 1 kere (ama öyle ama böyle) meşhur oluyor. 
Andy Warhol’un 60’larda söylediği "Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak!" sözündeki günlerdeyiz artık.

Dijital çağda meşhur olmak an meselesi. Yayında ağzından (ya da başka bir yerinden) kaçan en ufak bir söz ya da pıtırdı anında ekranı aşıp izleyicinin kulağına gidiyor.
Hele de herkesin canlı yayın hastalığına tutulduğu şu günlerde canlı yayın kazalarının bini bir para. Zoom toplantısı esnasında kamerasının açık olduğunu unutup tuvalete giren mi istersin, karta basılmış kendi görüntüsünün resmini kamera karşısına koyup, resim kartının arkasında hamakta birasını içen mi, yayın esnasında koltuğundan kalktığında kameralara altsız yakalanan mı...
Eh, olur böyle vak'alar, kameralar yakalar değil mi?
Eskiden böyle abuk görüntüleri kameramanlar yakalıyordu, şimdi insanlar kendi kendilerine yakalanıyorlar.

Canlı yayınlar böyle tehlikeli işte.
Sohbetin ortasında ağızdan öyle bir söz çıkıyor ki, geri alması mümkün değil. Kes kes kes desen de yok faydası. O söz çoktaaaan uyduya çıkıyor, uzay boşluğunda şöyle bir tur atıyor, aşağıya bakıyor, hedefleri belirliyor, sonra da dünyaya son hız pike yapıp, pimi çekilmiş bir el bombası misali ekranları başındaki izleyicilerin kucağına ayrı ayrı yerleşiveriyor. 
Ve, BOM!

İyi oluyor iyi oluyor!
Bir yandan da iyi oluyor. Böylece kamuflajla gezen insanların özünü, gerçeğini, gerçek niyetlerini görüyoruz. 
Sırtlarını "sağlam" bir yere dayadıkları için olsa gerek, kamuflaja gerek duymayanlar, ekranlardan nasıl "show" yapacaklarını şaşırıyorlar.
Sevda Noyan, Fatih Tezcan ve benzerleri gibi "karakterler" kraldan çok kralcı halleriyle kural nizam tanımadan dillendiriyorlar niyetlerini. Lakin ağızlarından çıkan sözlerinden bir yerlere yaranmaya çalışmanın yakıcı harareti önce kendilerini yakıyor.
Kameranın açık olduğunu bilmeden şakıyan "karakterler" ise kendilerine çeki düzen verip maskelerini takamadan, onları gizleyen pelerinlerine sarınamadan, en organik ve en orijinal halleriyle buluyorlar kendilerini sahnede.

Ama ama ama!
Herkesin bir görünen bir de görünmeyen yüzü yok mudur dünyada?
Kimsenin görülmek ya da duyulmak istemeyeceği anları yok mudur?
İnsanlar telefonu kapattıktan sonraki 10 saniyeyi duymuş olsalardı birbiriyle bozuşurlardı diyen bir cümle okumuştum bir yerlerde.
Düşünün bakalım, sizin de böyle 10 saniyeleriniz var mı?
Açık kalan ya da sizi yanlışlıkla arayan telefonları sessizce dinler misiniz, yoksa usulca kapatır mısınız?

ONLAYNNNN!
Kamera önünde son "kurban", kameranın açık olduğunu ve yayında olduğunu bilmeden konuşan ve "Kızların resimlerini de görüyoruz deyip!" zevklenen Gazi Üniversitesi Dekanı Orhan Acar oldu.
"Kız fotoğrafları" görmeyi bu kadar mühim bir şey zannederek, torunu yaşındaki kızların fotoğraflarını görecek olmaya bu kadar sevinmesine siz nasıl bir anlam yüklersiniz bilmem.
Yokluk mu dersiniz, merak mı dersiniz, şehvet mi dersiniz, erotizm mi dersiniz, porno mu dersiniz, daha daha ötesine geçip daha "pek çok şey" mi dersiniz
Siz söyleyin, siz olsanız bu zihniyete ne dersiniz?

E ama herkes bakıyor dersiniz aslında.
Evet ama herkes yakalanmıyor.
Hah işte ince detay da orada, bakmakta değil yakalanmamakta.

Öncelikle, sevgili "GÖRMEMİŞ" arkadaşlar, kızların resimlerini görmek için ölüp bitiyorsanız ve bundan delice bir haz alıyorsanız siz çağın çooook gerisinde kalmışsınız.
Sistemdeki kız öğrencilerin resimlerini bu kadar merak ediyorsaydınız sosyal medyaya bakmanız yeterliydi. Herkes kendi rızasıyla en "fotojenik" hallerini paylaşıp duruyor zaten. 
Herkes de birbirine bakıp duruyor. Tabi bu fotoğraflara hangi niyetle baktığınız sizi bağlıyor.
Bir genç kızın fotoğrafının bir erkeğin cebinde bulunmasının çok büyük bir olay olduğu dönemlerde değiliz artık, uyanın.
Yaşlısı genci, kadını erkeği herkesin çeşit çeşit fotoğrafı sosyal medya kanallarında serbest dolaşımda. Kimse köşe bucak saklanmıyor. Bilakis çağ bildiğin teşhir çağı. Ama Dijital Teşhir Çağı
O yüzden öyle sandığınız gibi bir cazibesi de kalmadı.
Paylaşımlarında kendi fotoğraflarına yer vermeyen "gizemli" kişiler bana hiç güven verici gelmiyor üstelik.
Hesabın sahibi çiçek midir, böcek midir, kimdir, nedir, necidir değil mi?

#GaziFenDekanıYanındayız
Ya bu ne demek şimdi? 
Gazi Üniversitesinden yapılan açıklamada"Üniversitemiz Fen Fakültesi Dekanlık görevini vekaleten yürüten Prof. Dr. Orhan Acar'ın sosyal medya ve basına yansıyan ifadeleri nedeniyle yasal süreç başlatılmış olup, sürecin selameti açısından kendisi 13.05.2020 tarihinde istifa etmiştir. Kamuoyuna saygıyla duyurulur." dendi. 
Lakin sosyal medyada dekanın yanında olduklarını söyleyen bir güruh oluştu.
Bu güruh neyin ve kimin yanında olduğunu düşünmüyordu ve bu da "siz-biz"e dönmüştü yine.
İyiye iyi, kötüye kötü diyemiyorduk bir türlü.
Kameralara yakalanıp yakalanmamak değildi ki sorun.
Sorun; her bir çocuğu baba gibi sahiplenmesi, her bir çocuğa kendi evladı gibi davranması gereken bir kişinin, bir yöneticinin, olgunluk yaşındaki bir eğitimcinin gencecik kız çocuklarını böylesi bir heyecanla "merak etmesiydi".
Mark Zuckerberg ve arkadaşları henüz 20 yaşlarındayken, yani 2004 yılında çoktan halletmişlerdi bu konuyu oysa. 
Orhan Bey bunu bilmiyor olmalıydı...

Özürlü, Özürsüz
Dekan özre hacet duymadan istifasını verdi, üniversite de açıklamasını yaptı. Olay "kapandı".
Ülke TV de, Esra Elönü’nün sunduğu "Arafta Sorular" programında "15 Temmuz kursağımızda kaldı, istediklerimizi yapamadık. Boş bulunduk. Ayaklarını denk alsınlar. Bizim sitede hala 3-5 var, benim listem hazır." gibi ifadeler kullanan Sevda Noyan ile ilgili olarak yaptığı açıklamada, "3 Mayıs 2020 Pazar günü Arafta Sorular Programı’na konuk olan Sevda Noyan’ın, kamuoyunda tartışılan ‘darbe söylentileri’ üzerine yapmış olduğu maksadını aşan açıklamaları Kanal 7 Medya Grubu’nun kurumsal değerleri ve yayın ilkeleri ile hiçbir şekilde uyuşmamaktadır. Sevda Noyan’ın ‘darbe ve darbecileri’ eleştirmenin ötesindeki söylemlerini Ülke TV ve Kanal 7 Medya Grubu olarak asla tasvip etmiyoruz. Tasvip etmediğimiz ve yayın ilkelerimize aykırı sözlerin Ülke TV ekranlarından sarf edilmesi nedeniyle kamuoyundan özür dileriz." dedi.
Sevda Noyan’ın sözlerine katılarak, “dört ayaklarını denk alsınlar” diyen sunucu Esra Elönünün kendi özrü haricinde kurumdan kendisiyle ilgili herhangi bir değerlendirme ya da bir özür gelmedi.
Yani Elönü’yle yola devam.
****
Sözlerimizden ziyade, niyetlerimize ve düşüncelerimize dikkat etmemiz gerekiyor esasen. 
Çünkü kalpten geçen bir düşünce aniden dile vurabiliyor.
"İyi düşün iyi olsun!" derdi büyüklerimiz.
"Keskin sirke küpüne zarar!" derlerdi.
"Kötü bir şeyi aklından bile geçirme!" derlerdi.
İnsan en büyük iyiliği de en büyük kötülüğü de hep kendi kendine yapıyor.
Dilini tutmayı öğrense de, nefsine sahip olmayı bir türlü öğrenemiyor.

13 Mayıs 2020 / C.E.Y.

Sosyal Medya ve Dijital Dünya Yazılarım
Teknoloji / 16 Ekim 2010
İnternet Çocukları / 10 Mayıs 2011
Kaset sardı! / 3 Ağustos 2011
Doğuştan Dijitalgillerden misiniz?
 / 7 Nisan 2012 
Teknolojik Kutlamalar / 18 Ağustos 2012
Her çıkışın var inişi / 16 Ekim 2012
Dijital Teşhir Çağı / 19 Ekim 2012
İnternet Çocukları ‘TIK’ladı / 2 Haziran 2013
Star Wars ‘OUT’, Siber Wars ‘IN’ / 28 Eylül 2013
İnterneti değil elektriği yasaklayın, rahatlayın!
 / 17 Ocak 2014
Ey ahali, bir bakın buraya!
 / 30 Ocak 2014
Yasaklara uyalım, uymayanları sallandıralım! / 8 Şubat 2014
Sosyal Medya Çöplüğü / 29 Mart 2015
Örgüden ayakkabı, kumaştan kaporta, ağdan bahçe / 12 Nisan 2015
X, Y ve Z’nin değerlerini bulunuz
 / 24 Mayıs 2015
Facebook Mezarlığı / 22 Temmuz 2015
Duyarsız Duyarlı / 12 Eylül 2015
Takdir alsan ne yazar / 27 Ocak 2016
Like and Share
 / 2 Şubat 2016
Zaytung dükkânı kapatsın! / 3 Mart 2016
Bilişim kaçıyor, hukuk kovalıyor
 / 23 Mart 2016
1. Robot Kaynakları Zirvesi ne zaman abi? / 1 Haziran 2016
Ne çektin be dostum!
 / 3 Haziran 2016
Dış çekim şeysi / 2 Ekim 2016
Çuvaldız Lazım Çuvaldız!
 / 24 Aralık 2016
Ey inananlar, korkmayın!
 / 9 Ocak 2017
İnternetime dokunanı buldum! / 25 Ağustos 2017
Roadster’ı alan Üsküdar’ı geçti / 7 Şubat 2018
Dijitalleşmeye Mecburuz! / 14 Kasım 2018
Bugünün Ötesi Neresi? / 31 Ekim 2018
Öğretmenler, dünya koptu gidiyor! / 22 Kasım 2018
‘Misinformation’larınızı kendinize saklayınız / 2 Aralık 2018
Kozan Demircan ile Geçmişten Geleceğe / 13 Aralık 2018
ZOOM’dan ZONK’a / 13 Mayıs 2020
Eyyy Sosyal Medya! / 2 Temmuz 2020