28 Mayıs 2019 Salı

Çok Yazık!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan(ı)/adayı Ekrem İmamoğlu'nun Habertürk'te katıldığı programdan bir kesiti yayınlayarak, "Buyrun işte PKK ve Fetö ile işbirliği yapıyor." diyerek servis edenlerin dolmuşuna binen genç adam İmamoğlu'ndan hesap soruyor.
Neden böyle dedin diyor.
O sözün ardından gelen sözü dinledin mi diye soruyor gence İmamoğlu.
Hepsini dinledim diyor genç.
Gel bir daha da birlikte dinleyelim deyip yayının video kaydını açıyor İmamoğlu.
Delikanlı ekrana bile bakmıyor.
İmamoğlu anlatıyor,
Genç dinlemiyor.
İmamoğlu gösteriyor,
Genç görmüyor.
İmamoğlu dinle diyor,
Genç reddediyor.

Genç adam kendini kapatmış.
Fişi çekmiş.
Kararı vermiş.
İmamoğlu'nu mahkûm etmiş.

İmamoğlu her zamanki babacan tavırları ile dokunarak gence ulaşmaya çalışıyor. Genç adam İmamoğlu'nun kendisine dokunmasından rahatsız oluyor.
Genç adam İmamoğlu'nu o kadar reddetmiş ki, İmamoğlu kendisine dokundukça sanki üzerinde böcek dolaşıyormuş gibi tepki veriyor.
Gence ulaşamadığını ve belki de hiç ulaşamayacağını görüp üzülen İmamoğlu gencin yanağına "Eyvallah kardeşim" dercesine dokunuyor. 
Bu dokunuş ile gencin gözleri dönüyor adeta.
Öyle bir bakıyor ki İmamoğlu'na.
Kendini kaybedecek ve saldıracak diyorum izlerken.

Daha sonra sosyal medyaya baktığımda o dokunuşun "tokat" olarak paylaşıldığını görünce bu kez benim gözlerim dönüyor.
İzlediğim görüntüler nere, tokat nere?
Ki bu gözler ekranlarda ne tokatlar, ne tekmeler gördü, ne azarlar, ne hakaretler işitti yıllardır.
Siz sorun ben söyleyeyim.
Hepsi daha dün gibi.

Hâttâ daha dün, "İki üniversite bitirdim işsizim" diyen kadına "Kocan ne iş yapıyor?" diye soran, "Onun işi var, çalışıyor" diyen kadına "Bak gördün mü?" anlamında tavırlar sergileyen, bu tavırlarıyla "Sen çalışmasan da olur, kır dizini otur evinde." diyen kimdi?
****
Her zaman yaptıkları gibi bu olayda da, yayından bir kesit alıp onu servis ederek milleti iyice germeye çalıştıkları ortada.
İmamoğlu'nun gücünü kırmak için 23 Haziran'a kadar her ama her türlü yolu deneyecekleri ortada.
İşe 31 Mart seçiminde İstanbul'da adeta bir savaş veren CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu'ndan başladılar bile. Canan Kaftancıoğlu hakkında 2012-2017 tarihleri arasında sosyal medya hesabı Twitter üzerinden yaptığı paylaşımları nedeniyle iddianame düzenlendi. İddianamede, Kaftancıoğlu'nun 5 ayrı suçlamadan 17 yıla kadar hapsi talep edildi. İddianame kabul edilirse, Kaftancıoğlu İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nde hakim karşısına çıkacak.
İmamoğlu'nu yayına davet edip, onu fetö ve pkk ile ilişkilendirmek için insan üstü bir çaba gösterdikleri ortada.
İmamoğlu hepsini anında ve net bir şekilde cevaplıyor gerçi de, yoruyorlar.
Hizmet için gereken enerjiyi boş işler ile tüketiyorlar.
****
Seçim konuşmaları bir yana;
O esnaf genç var ya, 
Ben orada kaldım.
Genç adama kendini anlatmak için sabırla çırpınan İmamoğlu'nda kaldım.
O gencin nefret dolu bakışlarında kaldım.
İmamoğlu'nun gençten ümidini kestiği anda kaldım.

Sabır taşı olsa çatlardı o anlarda.
O da döndü gitti çaresiz.
Genç adamın kendisine oy verip vermemesi ya da kendisini sevip sevmemesi değildi derdi, onun derdi yalan yanlış servis edilen habere körü körüne inanan genç adama işin aslını astarını anlatamaması idi. 
En çok da gencecik bir insanın bir fikirde bu kadar "sabit" kalması idi.

Bu kadar mücadeleye, bu kadar açık ve büyük yürekliliğe, bu kadar hesap verebilirliğe, bu kadar iyi niyete rağmen demek ki bazen olmuyordu.
Demek ki yıllardır nakış gibi dokunan kindar nesil artık kıvama gelmiş, kinmiş kinmiş şişmiş ve patlamaya yer arıyordu. 

Yaşı yetenler ya da yakın tarihe meraklı olanlar böyle böyle kaç nesil kaybettiğimizi bilirler.

Kinden beslenenler ile insanca yaşamak isteyenlerin arasında şimdi bu savaş. 
İnsanca yaşamak kazanırsa iki taraf da kazanacak, kin ve öfke kazanırsa iki taraf da kaybedecek.
Yazık ama, çok yazık.
"Her şey çok güzel olacak Ekrem Ağabey!" diyen Berkay'a da yazık, İmamoğlu'nu yargısız infaz eden o gence de yazık.
Hepimize yazık.
Çok yazık...

(Bahsettiğim videonun tamamını buradan izleyebilirsiniz.)

24 Mayıs 2019 Cuma

Mars Yolcusu Kalmasın!

Başlığa oturttuğum söz çok klişe bir söz biliyorum ama uçuş biletini sosyal medyada paylaşıp, altına da "Bilmemnere yolcusu kalmasın!" yazanlara hem o sözle, hem de kapak fotoğrafıyla şöyle güzel bir kapak yapmak istedim. 

Şaka değil, vallahi de billahi de NASA'dan alınmış "The Original" Mars bileti bu. Erken rezervasyon yaptırdım, 2020 tatilinde Mars'tayım. Beklerim.
Beklerim sözünü yarım ağız söylemiyorum, ciddiyim.
Yıldız Tilbe'nin "Hepinizden nefret ediyorum ama canım da sıkılıyor." sözündeki gibi tek başıma sıkılmamak için, üç beş kişi daha gelsin takılırız ya da birlikte sıkılırız diyorum.
Ne demişti Tilbe bu sözünün ardından: "Sizden nefret ettiğimi söylemek için bile size ihtiyacım var!"
İnsan evladı da bi garip işte.
Ne seninle ne sensiz...

Üç beş kişi daha gelse de sıkılmasak derken bilet alanlar listesindeki rakamlara şöyle bir baktım da, o da ne!
"Eyvah, galiba biraz kalabalık olacağız!". 
Bilet alan ülkeler sıralamasına baktım sonra,
"Aman Allahım, Türkiye olarak Mars'ı da mars etmişiz iyi mi!"

Hangi ülkeden kaç kişinin Mars'a gidesi varmış dersiniz?
Birinci sırada Türkiye, ikinci sırada ABD, üçüncü sırada Hindistan, sonrasında Meksika, Tayland, Çin, İngiltere diye gidiyor sıralama. 

İlk sırada açık ara bizimkileri görünce şaşırmadım dersem yalan olmaz. 
(An itibarıyla Türkiye'den 1,278,795 kişi, ikinci sıradaki ABD'den ise 430,080 kişi Mars bileti almış. Listenin güncel haline buradan ulaşabilirsiniz.)

Listenin en başına yerleşen Türkiye'nin sessiz bir çığlığı mıdır bu acep?
Yoksa bizim çocuklar eğleniyor mudur?

Konunun gerçeği; 2020 yılında Mars yolculuğuna çıkacak olan uzay aracında bulunan çiplere, kayıt yapılan isimler yazılarak Mars’a gönderilecek. Bu isimler ile kayıt yapanlara özel de NASA hatıra bileti veriyor. Dijital bir biniş kartı verilen sistemde, isim ve soyisim ile kişisel bilgiler yer alıyor.
****
Türklerin binlerce yıldır varlıklarını sürdürebilmelerinin ardından göç edebilmeleri geliyor aslında. Karınları doymadığı, düzenleri bozulduğu anda pılılarını pırtılarını toplayıp, daha verimli topraklara göçüyorlar. 
Görünen o ki, tarih yine tekerrür ediyor.

Malum, millet yiyecek patates soğan bulamıyor, itiş kakış, kavga kıyamet, dedikodu, nifak, ayrıştırma had safhada yaşanıyor. Ne karnımız doyuyor, ne de yüzümüz gülüyor. 
Biz kaçmayalım da kim kaçsın!

Mars'a giderken ardımızdan "Daha karpuz keseceydik!" deseniz de faydası yok, ülkeyi karpuz gibi dilim dilim dildiniz zaten. Buyrun afiyetle siz yiyin.
Hattâ;
"Yiyin efendiler yiyin, doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!"

Bu dizelerin sahibi şair Tevfik Fikret'in (24 Aralık 1867 - 19 Ağustos 1915) yaşadığı zaman dilimine bakınca, tarih tekerrür ediyor demekte pek de haksız değilmişim demek.
Okuyun bakın Han-ı Yağma şiirinde neler yazmış Tevfik Fikret:

HAN-I YAĞMA
Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır; 
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır! 
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir? 
Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir! 
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay; 
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar.
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini. 
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak! 
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak! 
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
****
Yiyecek bir şey kalmayıncaya kadar yiyin.
Sonra da oturun birbirinizi yiyin!

Demem o ki;
Canan 2020'de tatile çıkıyor,
Üç yıl sonra döndüğünde etrafı pırıl pırıl, tertemiz bulmak istiyor...

20 Mayıs 2019 Pazartesi

Eğitimde Değişmesi Gereken Zihniyettir

Eğitimde değişmesi gereken zihniyettir.
Mesela bu, Uludağ Üniversitesi 7 yılda 364 basamak gerilerken, kampüsün ortasına devasa bir cami yaptıran zihniyettir.

İbadet Allah ile kul (inanç ile ruh) arasındadır. Dinin kendisinde zorlama yoktur, ibadetinizi her an her yerde edebilirsiniz.
Camiye dolarla bağış yapan birinin sevabı doların artışıyla artmadığı gibi, en büyük camide ibadet edince en büyük sevaplar kazanılmaz.
Tüm dinlerin buyurduğu gibi, "iyi insan olmak için" pozitif bilimlere ihtiyaç vardır. İnsan, aklına ve mantığına uygun her konuyu içselleştirir ve layıkıyla uygular.
Korkutarak, sindirerek, saçma sapan masallar uydurarak dindar nesil yetiştiremezsiniz.

Eğitim ailede başlar okulda devam eder.
Öğretim ise öğretmen ve müfredat ister. 
En karmaşık cebir problemini okula başlar başlamaz çözemezsiniz mesela. Adım adım öğrenirsiniz. 
Belli ki öğrenci değil seçmen yetiştiriyorsunuz ama dünya koptu gidiyor, haberiniz olsun...
****
Görüldüğü üzere siyaset, kaynakların nereye kullanılacağını belirliyor.
Ve;
Uygulanan bu "dengesiz" politikalar ile çocuklarımız ve ülkemiz her geçen gün kan kaybediyor...

Ha bir de;
Büyük mabet yapma işi çok eskilerde kalmamış mıydı?

Yazıya ilham veren haber:
Din dersi zorunlu, matematik ve fen seçmeli oldu
Liselerdeki yeni eğitim modelinde zorunlu dersler Türk Dili ve Edebiyatı ile Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi olacak, diğer dersler seçmeli olarak alınacak. 
http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/egitim/1401115/Din_dersi_zorunlu__matematik_ve_fen_secmeli_oldu.html )

19 Mayıs 2019 Pazar

Ne Var, Ne Yok?

Masa var, masa örtüsü var (yere serilmiş çabucak), sandalye var (kenarlara itelenmiş), herkese ayrı tabak ayrı bardak var, 
Masa görevini gören sini yok, sini altına konan açılır kapanır ayak yok, (yastağaç yok), yer azlığından ortaya konan tek tabak yok, sofra altı örtüsü yok.
Şimdi bu piknik mi, iftar mı, sefillik mi, gösteriş mi,
Ne Allah aşkına?

Masada yenilince sevap yazılmıyor mu?
Yerde yenilince halka daha mı yakın olunuyor?
Peki ya sağdaki beyefendinin yüzündeki gülümseme ne diyor?

Neresinden tutsan elinde kalacak bir mizansen bu.

Ha bir de; dua ya yemeğe başlarken edilir ya da bitince. Tabaklarda yarım yamalak yemekler dururken mi duaya başlandı, o bile bi garip.

Hani bir şey yapmaya çalışıyorsunuz da;
Olmuyor annem olmuyor...
Biz masada da yemek yedik, yerde de yedik, oruç açarken ayrı, yemek bitince ayrı duamızı ettik, hepsinin adabını biliriz.
Bizi böyle yavan yavan yemeyin...

17 Mayıs 2019 Cuma

Tamamen Hayal Ürünü!

 
"Ne yap et bu şehri bize kaybettirme, yoksa..."
Tepeden bir lambanın aydınlattığı yuvarlak bir masanın etrafında toplanmış, yüzleri görülmeyen ama epey sinirli oldukları anlaşılan kafalardan çıkan seslerin dediği sadece buydu.
Oradaki sihirli sözcük "yoksa" idi.

Yoksa ne yaparlardı?
Yoksa'nın ardında neler ve kimler vardı?

Kurban kara kara düşünüyordu ne yapsam da bu işten kendimi sıyırsam diye.
Rabbim affetsin diyerek kurtarmıştı paçayı bir önceki "orti"den.
Şimdi bunlardan nasıl kurtulacaktı?
Bu kez işler Rab ile çözülmeyecek kadar karışıktı.

Her zamanki gibi "Ceketimi koysam seçilir" demiş, her zamanki gibi meydanlarda aslanlar gibi kükremiş, her zamanki gibi milletin tepesine çaydı poşetti ne bulduysa boca etmiş, sonra da her zamanki gibi köşesine çekilmiş ve seçimin sonucunu beklemişti.
Heyhat!
Unuttuğu bir şey vardı, zaman artık onun bildiği o eski zamanlardan değildi.
Zaman değişmişti, e tabi insanlar da değişmişti.

Yeni bir dil ve yeni bir söylem ile insanca muamele bekleyen yeni bir profil vardı artık karşısında.
Hani "Ekmek veriyorsun diye oy vermiyorlar" diyerek değişimi yeni yeni fark edilen profil.

Yeni profilin içinden gelen ve bu dili kullanan kişi ise insanların kalbine çoktan girmiş, tüm kaleleri tek tek fethetmişti.
Üstelik de "gemileri karadan yürütmeye" gerek duymamıştı.

Evinde olduğu gibi sade, temiz, anlaşılır, güler yüzlü, sevecen, kucaklayan, ayrıştırmayan, ötekileştirmeyen, "Halka hizmet Hak'ka hizmet" şiarını benimseyen, şeffaflığı ve hesap verebilirliği önemseyen, kendisini destekleyen insanlara "Gün gelir ben de bozulursam beni de alın bu makamdan!" diye seslenebilen, yaptıkları ile yapacaklarının sinyalini veren bu adamı bağrına basıvermişti halk.
Azarlanmaktan, aşağılanmaktan, korkutulmaktan bıkmıştı yıllardır.
Hele de yeni nesiller analarına babalarına neden böyle davranıldığını hiç anlamıyor, ülkenin sahibinin kim olduğunu gösterivermek istiyorlardı.

Çocuklar ayrı, ana babalar ayrı yılgındı.
Mutfakta yangın bile çıkamıyordu, çünkü ocak yanmıyor, tencere kaynamıyordu.
Faturaların yanına yanaşılmıyordu.
Vergiler desen, hani daha alınacak neyimiz kalmıştı.
Her yıl değişen eğitim sistemi içinde okumaya çalışan öğrenciler, doğdukları ülkenin geleceğinde kendilerine yer bulamıyorlardı.
Kadınlar, çocuklar, gençler, yaşlılar, hayvanlar her türlü şiddetin, her türlü tacizin kurbanı oluyordu.
Ne can güvenliği vardı ne mal.
Bu karanlığı başımıza saranlar bir de dalga geçercesine "Tünelin ucunda ışık göründü" demiyor muydu, işte ip de orada inceldikçe inceliyordu.
****
Seçimlerde halk sesini yükseltti ve kendisine layık olduğu şekilde davranan kişiye bastı mührü.
Ondan sonra da kızılca kıyamet koptu.
Tıkır tıkır dönen tekere çomak sokulmuştu.
O tekerin eskisi gibi dönmesi lazımdı.
Değirmene akan suyun kesilmemesi lazımdı.

Hemen seçimlere hile karıştı denilerek seçim iptal edildi.
Edildi de, hile neredeydi bir türlü bulunmadı.
31 Mart'tan 17 Mayıs'a geçen sürede seçimi iptal eden gerekçeli karar bir türlü açıklanamadı. Gerekçe o kadar sağlam olmalıydı ki geçmiş seçimlere değmemeli, ucu eskiye hiç dokunmamalıydı.
Harıl harıl çalışılacak ve bu iş kitabına uydurulacaktı.
****
Yeni seçim tarihi olan 23 Haziran'a kadar daha neler göreceğiz, daha neler duyacağız bakalım.
Oyun bozan cenahın eskiden mülayim olan adayı kendini sert yapmaya, o cenahın patronu sert adam ise kâh mülayimi oynamaya, kâh konuşan herkesi tek tek tahtaya yazdığını söyleyerek etrafa korku salmaya devam ediyor.

Yazının başında dedim ya;
Yuvarlak masa etrafındakiler "O kedi buraya gelecek!" misali yumruğu masaya vurdular diye; bunlar da dün "tü kaka" dedikleri ile masaya oturmalara, dün sırtını sıvazladıkları ile yolları ayırmaya başladılar.
Hedefe giden yolda her yol mübah ne de olsa.
Ama bu kez maymun gözünü açtı, yürek yemiş insanlar meydanlara aktı, karanlığa çıkan yolları kapattı.
****
Bir şehri kaptırmamak için bunca uğraş verirken memleketi tümden kaptırdılar da haberleri yok.
Kapanın da "kişi" değil, "zihniyet" olduğundan hiç haberleri yok.
Her şey çok güzel oldu hiç haberleri yok.
Sağa sağa iliğini kemiğini kuruttukları inek artık süt vermiyor, hâttâ inek dağa kaçtı, dağ da yandı bitti kül oldu gitti hiç haberleri yok.
Dertleri zorları 'yoksa'nın devamını getirtmemekte.

Yazımızı komplo teorileri üzerine yazılan yazılar ya da filmler başlamadan önce yaratıcının özellikle belirttiği bir cümle ile bitirelim:
"Bu hikayedeki kişiler ve kurumlar tamamen hayal ürünü olup gerçekle ilgisi yoktur..."
- ....
- ....
- ....

8 Mayıs 2019 Çarşamba

Her Şey Çok Güzel Oldu

Her şey çok güzel oldu aslında. Mesele bu güzelliği kaldıramayanların kafasında. O kafa ki antin kuntin bir gerekçe ile seçim iptal ettirirken bir adım sonrasını da hesap etmiştir eminim. Bakın Bahçeli kişisi “Kılışdar’ın dokunulmazlığı kalksın!” demeye başladı bile. Bir adım, bir adım daha derken muhalefeti toptan ortadan kaldırıp bir yerlere atabilirler. Ya halkı? Halk bu kadar güzel olmuşken, sanatçısından iş insanına, gencinden yaşlısına, açığından kapalısına pek çok kişi el ele verip tek ses halinde haykırıyor iken bu sesi nasıl susturacaklar? Şiddetle mi? Terörle mi? Şantajla mı? Korkuyla mı? Baskıyla mı? **** Her şey çok güzel oldu demiştim ya, “korku eşiği” aşıldığı için çok güzel oldu. Bundan sonra, artık korkutamadıkları, artık korkmayan büyük bir kitle ile mücadele edecekler. Sevgili, saygılı, iyi, dürüst, hakkaniyetli, hukuki, adaletli, vicdanlı, ahlâklı, merhametli davranmak daha kolaydı aslında. Makamı hizmet için kullanmak, zamanı geldiğinde devretmek, edebinle çekilmek hiç zor değildi. Yanlış yola girince, yanlışın getirilerine alışınca, yanlış hesaplar da biriktikçe birikince yanlıştan dönmek zor hale geldi tabi. Yanlış yanlışı doğurdu ve yanlışın kaydı bini aştı. Şimdi yine bir yanlış ile yanlış yolu doğruymuş gibi göstermeye ve yola yanlış diyen herkesi temizlemeye çalışıyorlar. Lakin durum Temel’in o meşhur bir fıkrasındaki gibi: Hani Temel otoyolda ters yöne girer ve Temel’i gören trafik polisi, sürücüleri uyarmak için “Dikkat ters yönde ilerleyen bir araç var.” diye radyodan anons yapar ve bu anonsu duyan Temel de üzerine gelen araçları görünce “Ne bir tanesi hepisi hepisi…” diye bağırır ya, işte öyle. El ele vermiş, kol kola girmiş, ellerinde bayraklarıyla, kalplerinde vatan sevdaları ile neşe içinde şarkılar söyleyerek doğru yolda ilerleyen bir kitle var şimdi. Her şeyi güzelleştiren güzel insanlar hepsi. Siz birisi ile uğraşıyorsunuz da, Mesele birisi değil, “HEPİSİ, HEPİSİ!”… 8 Mayıs 2019 / C.E.Y. Kapak fotoğrafı Medyascope

1 Mayıs 2019 Çarşamba

Harita Metod Defteri

Murathan Mungan'ı 19 Mart 2016 günü, Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü’nün düzenlediği Edebî Kazılar söyleşisinde izledim. O gün Bursa’ya Harita Metod Defteri'nin yazılma evrelerini anlatmak için gelmişti.

Nazım Hikmet'teki söyleşinin kolaylaştırıcılığını Semih Gümüş yaptı. Murathan Mungan Semih Gümüş'ün kendisi ile ilgili girizgâhını hafiften sıkıntıyla dinledi. Gümüş sözü kendisine verdiğinde Gümüş'ün sözleri karşısındaki mahcubiyetini dile getirerek başladı sözlerine. 

S.G.: "Bu kadar çok anı nasıl birikti?" diye sordu.
M.M.: "Hepimizin trajedisi bir zamanlar çocuk olmamızda yatar. Kitabın ilk metninde kitabın tüm yazılış hikâyesi yazıyor." dedi.
Yazılmış olanların konuşulması zordur. Yazdığını artık konuşmak istemezsin. Yazmışsındır zaten. Bitirmişsindir. 
Murathan Mungan da bu kitapla ilgili o güne dek hiçbir yerde konuşmamış. (Kitap 2015 yılında basılmış.)
Söyleşinin ardından eve gelince hemen o ilk metni okudum. Hâttâ okuduklarım bana öyle iyi geldi ki, cümleler hiç bitmesin istedim.
O gece konuşulan her şey o metinde, yerli yerinde ve ince ince anlatılmıştı. "Konuşmak istememekte ne kadar haklıymış" dedim.
Sadece okununca, yazar ile okuyucu arasında oluşacak o enerji, Mungan'ın tabiriyle o uzay, konuşularak ne kadar anlatılabilirdi?
Yine de anlattı.

O günkü söyleşide Mungan'ın "Edebiyat İnsanı Olmak", "Yazmak ve yazarak yaşamak" üzerine söylediği cümleleri aktarmak isterim önce. Ki bu ipuçları bu kitabın nasıl bir hassasiyetle yazıldığının da belgesidir aynı zamanda.
Mungan der ki:
* Yazarlığımda en önemli unsurlardan biri iç görü bilgisidir. Bu da çocuklukta kazandığınız bir gözlem bilgisidir. Bakmak görmek çocuklukta öğrenilir. Farkında olmadan yaptığınız bir şeydir. "Gözünü dikip bakma çocuğum" diyen bir ebeveyn, kendi öğrendikleriyle, çocuğun henüz öğrenmediği "bakma ve görme" ilişkisinden konuşurlar. Çocuk için onlar sosyal dokunun, toplumsal kumaşın ilk bilgileridir. Çocuk hesapsız, dosdoğru, dikine bakar. Anlamak, görmek, kazımak için bakar. Yaratıcı bir çekirdeğiniz varsa ilk oradan başlarsınız.
* Siz baktığınızda fotoğraf çekiyorsunuz, ben baktığımda röntgen çekiyorum. Röntgene kadar gören o göz beni yazar yapıyor. İnsanları anlamayı, insan kumaşını görmeyi, toplumsal dokuyu, ilmekleri, bağlantıları görüyorum o bakışla... 
* Benim için temel mesele mahcubiyeti, vicdanı, adaleti, utancı öğrenmekten başlıyor. Bizi biz yapan kavramlarla erken yaşta tanışmak var. Bu kavramları önemsememin nedeni, Türkiye'nin şu andaki durumunu açıklıyor olması.
* Vicdanı, adaleti, ahlâkı unuttuk. Toplumsal olarak en çok da utanmayı unuttuk. Bütün bunlar sizi siz yapan yapı taşlarıdır ve bu kavramlar çocuklukta kazanılır. 
* Çocuklar her şeyi büyüklerinden öğrenirler. Yalan söylemeyi mesela. "Dayınlara gittiğini söyleme sakın!" ya da "Üst kattakiler kapıyı çalarsa evde yokuz..."larla başlayıp bütün hayata yayılan bir şeydir yalan. 
* Çocuk doğası gereği flörtçüdür. Büyüklerinden neyi ne zaman nasıl isteyeceğini ve nasıl sonuç alacağını öğrenir çocuk. Çocukluk bizim strateji geliştirdiğimiz bir safhadır.
* Yazar olarak en çok öğrenmeniz gereken şey adalet. Çünkü elinde kalemin var. Anlattıklarının bir kısmı hayatta veya değil. O yüzden sizin önce arınmış bir vicdanla, tertemiz bir mürekkeple oturmanız gerekiyor yazı masasına.
* Hatıra yazmak geçmişteki kişilerden intikam alma aracı olmamalı. Bir öç, bir kin ve yürekte bekletilmiş bir zehir ile oturulmamalı yazıya. Yazının başına kötü niyetle oturan yazarlar aşağılayıcı, küçümseyici, kimi zaman olayları çarpıtarak, haklılarsa bile üslupları gereği haksız konuma düşerek, yazdıkları yazılarla geçmişten öç alıyorlar. 
* Mazinizi affetmeden hatıralarınızı yazamazsınız. Yazı masasına oturacaksanız ellerinizi ve kaleminizi yıkamanız gerekiyor. Bunu kendiniz için, kendinizi daha çok sevmeniz için, yaptığınız işin daha bir kıymet kazanması için yapmanız gerekiyor. 
* Kitabın okur katında sosyal medya yorumları hoş. Mesela: "Kitap serin bir üslupta, adil, nesnel, affetmiş, diş bilemeden yazılmış." demişler. Okurların bana verdiği en büyük ödül bunları söylemiş olmaları.
* 6 Ekim 1975'de ilk yazım yayınlandığı zaman yaşadıklarımdan öğrendim ki; "Murathan, bu ülkede sırtında sopalar kırılmadan yol alamayacaksın." Alkışlar ve ödüllerle, tekmeler tokatlar aynı anda geldi. Bu bana bir gerçeklik duygusu kazandırdı. Hangi toplumda yaşadığım, hangi dünyada yaşadığım ve beni bekleyen her tür tehlike... 
* Hayatımda hem komik, hem dramatik, hem trajik şeyler oldu. Komik olan: İlk yazılarımı kendi adımla değil, sadece Murathan olarak yolluyordum. Yazılar beğeniliyordu fakat isim beğenilmemiş olacak ki yazılar Murat Hancı imzasıyla çıkıyordu. 
* Edebiyat ve sanat anılarımı yazıyorum. Bunların arasında 'Sen yıllarca nasıl susmuşsun?' diyeceğiniz şeyler de var. 
* Bu kitabı yazarken bu 'serinlikte' yazabildiğimi gördüm. 'Neler çektim ben' arebeskliğinde değil yazılar. Kendine acıma kültürünün bu kadar zengin olduğu bir ülkede yakarışlı, çilekeş bir tonda değil, 'bakın ben bu yollardan geçtim, sakin anlatıyorum, tarihe belge bırakmak adına yapıyorum bunu' diyerek yazıldı. 
* O yıllarda şair, yazar, sanatçı, en çok da "sahici insan" olmaya çalışıyorsun, ki en zoru da bu. Devrimci olmak, kadın olmak, Kürt olmak, Alevi olmak, bunlar hep bir ölçüde kolay. Lakin sahici olmak çok zor. En büyük sıkıntı budur. 
* Çıkacak yeni kitabın adı "Küs ve Üvey". Çünkü ben edebiyat dünyasının üvey çocuğu oldum hep. Bana kendimi böyle hissettirdiler. Kimseye hesap sormadan, diş bilemeden anlatıyorum. Şaşıracaksınız. Bu kitabı yazmanın şimdi zamanıdır diyorum.
* Ben öldükten sonraya çalışıyorum. Ben edebiyata ve sanata tutkuyla bağlıyım, çok derin bir sevgi ve aşkla bağlıyım. Benim için bir hafta sonu uğraşısı değil bu. Arada bir değil, her gün masamın başına oturup, her gün mutlaka bir şeyler karalarım, her gün mutlaka bir şeyler okurum.
* Sadece aynı çağı paylaştığı insanlara yazmaz insan. Bazen ölülerine yazar. Solak Defterler şiir kitabım çıkacağı zaman, o kitabı toparlarken sık sık aklımdan geçen şey, "Şu kitap çıktığı zaman Gülten Akın acaba ne diyecek?" idi. Tam da o gün Gülten Akın'ın ölüm haberini aldım. Harita Metod Defteri'ni okumasını istediğim insanlar vardı. Hocalarım, dostlarım. Ne zaman bir kitabım yayınlansa, kendimi Bilge Karasu'nun karşısında tahtaya kalkmış öğrenci gibi hissederim. "Ne derdi acaba?"
* Bizi büyütenlere de borcumuz var. Onlar benim sütannelerim. Geçmişi sindirmemiz gerek. Yoksa ne geçmişe, ne bugüne, ne de geleceğe faydamız olur.
* Önemli olan sizin kendi maceranızı kat etmeniz. Kitap sana bittiğini söyler. Kitap için sadece yayın programı yapılır, yazı programı yapılmaz.
* Şiir, öykü, roman, deneme yazıyordum. Bir yere odaklanmadığım için zaman mı kaybediyorum acaba diye düşünürdüm hep. Büyüklerim karar vermem için baskı yaparlardı. Oysa ben kendimi yaşıyordum. Velev ki yanlış yapıyordum. Her türlü etiketlerden kendimizi azade kılmalıyız. Bunlar bize deli gömleği gibi giydirilmiş şeyler. 'Şiir yazıyorsan öykü yazamazsın, deneme yazıyorsan roman yazamazsın' gibi şeyler. 
* Yol ayrımına girecek miyim diye çok sorguladım kendimi. Önce biz kendimizi özgür bırakalım. Ne olmak ve ne yapmak istiyoruz, zamanı nasıl kullanacağız diye.
* Şimdilerde seyrelmedi ama kaybolmadı; hikâyecilere hep şu sorulur mesela; "Ne zaman romana geçiyorsunuz?" Sanki hikâyeler kompozisyon ya da müsvedde de, beğenilirse roman yazdırılacak. 
* Roman eşittir edebiyat oldu. Edebiyat sadece romana kilitlendi. Bu da edebiyat dünyasının zenginliğini aldı ve o dünyayı kuruttu.
* Edebiyatla tek ilişkisi roman olan insanlar var. 
* Yazmazsam kavrulurum dediğin bir şeyi yazacaksın. Bu aralar şu satıyor, ben de öyle yazayım diye başlarsan, baştan kayıpsın. 
* Okur başka şey alıcı başka şey.
* Herkesin Dostoyevski olması gerekmez. Her ne yazıyorsan iyisini yaz. Şiir, polisiye, aşk, biyografi, öykü, deneme...
* .......ama çok çalışkan derler benim için. Ama'nın öncesini tahmin edin. Açılımı siz yapın. (üvey demiş miydik?)
* Şairler öykülerimi beğenir, öykücüler şiirlerimi. Aynı çarşıya dükkân açmış değiliz. Hepimizin dili ve dünyası ayrı. Bizim önce zihinlerimizi demokratikleştirmemiz gerekiyor. İçimdeki şair yaşadığı sürece şiir yazacağım.
* Kendinizle kurduğunuz ilişki önemli. Ben yazdıklarımı başkasının insafına terk etmem. Önce kendim zulmederim kendime. Yazılarıma zalimim. Zihnim böyle çalışıyor.
* Eleştiriye açığım ama hoşlanmam. Beklenti güzel bir şeyler duymaktır. Kulağını kime açıp kime kapatacağına karar vereceksin. "El içinde saç kesme, kimi uzun der kimi kısa" derler. Herkesin sözüne kulak verirseniz siz siz olmaktan çıkarsınız. Eleştiri yapanın hangi taraftan eleştiri yaptığına dikkat ederim. Benim uzayımda yapmasını beklerim. Kıskandığı için söylediği bir şeyi de değerlendirmeye alırım. Çok sevdiği için söyleyemeyenler ya da gözden kaçıranların açığını kapatıyordur o. Ben işime bakarım. Söylediği işime yarıyor mu, hakikaten bir yere oturuyor mu ona bakarım. Bu konuda dengeye bakarım.
* Ben de eleştirmeni okurum. Eleştirmenlerin bilmesi gereken şey, onlar benim hakkımda bir şeyler söylüyor iken aslında kendi haklarında da bir şeyler söylüyorlardır. Yazdıklarıyla ben de onun hakkında bilgi edinirim. Dikkatli okuyup okumadığını, bağlantıları görüp görmediğini, kitabı anlayıp anlamadığını anlarım. İster beğensin ister beğenmesin ama bende "Kusurlu Okur" izlenimi bırakmasın.
* Ne kadar kitap varsa o kadar okur var. Kitap, okur ile arasında sadece ikisinin inşa edeceği bir boşluk bırakır. Kitapları sadece gözlerimiz ile değil, hayatlarımızla da okuruz. O yüzden bir kitabı hayatlarımızın farklı dönemlerinde okuduğumuzda farklı anlamlandırırız. Oraya kimse giremez. 
* Kitap sana bittiğini söyler Sen iç sesine kulak verirsin. İçinde  bir ukde varsa o kitap bitmemiştir. Soru işareti varsa bitmemiştir. Ben de kitabın bitmesini beklerim.
* Doyumsuz değilim ama yetinmez biriyim.
* İnsanlara sahip olmaları gereken nitelikler yüzünden "aferin" der hale geldik. Her alanda vasıfsızlık egemen. Vasıflı eleman kaybı var. Yazarlar için "dili iyi" demek aynı. Yazar ise eğer dili iyi olacak elbet.
* Türkçe yeterince güçlü bir edebiyat dili değil. 
* İnsan yaza yaza öğreniyor. En çok da kendi yazdıklarından öğreniyor. Dile yatkınlık önemli. Eski yazdıklarımın pek çoğu sandıklarda duruyor. O dönemde beğenilmedi o yazılar. Şu anda baktığımda ben de ortaya çıkartmaya değer bulmuyorum. Ancak hepsinin içinde 'yazar damarı' var. Değerlendiren yetkin kişinin o damarı görememiş olup 'senden yazar olmaz' demesidir benim ilgimi çeken. Metnin üstünü görmüş, röntgenini çekememiş demek.
* Yazmaktan okumaya vakit bulamayan yazarların dilleri zaman içinde bozuluyor. Oysa ki zaman içinde gelişmeliydi. Bazı yazarlar bir noktadan sonra kendinden daha aptal bir okura yazmaya tercih ediyor. Okuru asla aptal yerine koymayacaksın. Kendinden daha aptal bir okura yazmayı seçmeyeceksin. 
* Dil sözcük sayısıyla tartılırsa, İngilizce'de kaç bin sözcük var, Türkçe'de kaç bin ona bakmak lazım. Bu konuda birçok batı dili 1-0 öndeler. Sen bu dilin ile düşünce dili geliştirememişsin, felsefe dilini geliştirememişsin. O yüzden sloganlarla ve kısa sözlerle idare eden bir jargon üretmişsin. 
* Türkçe'de kavram yok, soyut düşünme yok, nesnel eşyalar var. 
* Yahya Kemal'in şiirleri Türk müziği ile 'eldiven ile el gibi' örtüşür. Bizim de ait olduğumuz Altay-Ural dili Anglo Sakson müziğin ritmine uymadığı için iki kat şair olmak gerekir. Önce dilin doğasını anlamak gerekir. Türkçe şiir dilidir. Her şiir her dilde aynı şıklıkta durmuyor. 
* Şarkı sözü ayrı, şiir ayrıdır. Bir kez daha söylüyorum; benim bir şiirim bile bestelenmemiştir. Bestelenenler şarkı sözlerimdir.
(Mungan’ın şarkı sözlerinden oluşan ve çeşitli sanatçıların seslendirdiği “Söz Vermiş Şarkılar” albümünü dinlemenizi isterim. Söz yazma nereden çıkmış derseniz; Yeni Türkü topluluğu konserlerinde Yunanca şarkılar seslendiriyor. Bu şarkılara konserlerde büyük bir coşkuyla tempo tutan seyircinin sıra sözlere gelince tutukluk çektiğini, heveslerinin bölündüğünü görüyor. Bu şarkılara Türkçe söz yazmayı öneriyor, gönüllü olmuyorlar, kendi bestelerini seslendirmek istiyorlar, elbette dinlemiyor onları, böylelikle ilk yazdığı şarkı sözü olan ‘Maskeli Balo’ çıkıyor ortaya. Ardından ‘Telli Telli’ ve ‘Olmasa Mektubun’ geliyor. Yıllarca bu şarkıların Türk şarkıları olduğunu zannettik biz. Sözler o kadar iyi uyumlanmıştı besteye. Şiir ve şarkı sözünün birbirlerine karıştırılmaması gerektiğini, onların tıpkı Almanca ve İngilizce gibi iki ayrı dil olduklarını söylüyor. "İyi şiirin kendine özgü iç müziği, vezni, ‘sound’u vardır. İkinci bir müziğe gerek duymaz. Bu nedenle bugüne kadar hiçbir şiirimin bestelenmesine izin vermedim. Yazdığım hiçbir şarkı sözümün şiir kitaplarımda bulunmayışı da bu yüzdendir. Bütün şarkı sözlerimi hiç bilinmeyen yenilerle birlikte yakın bir tarihte ayrı bir kitapta toplamak istiyorum." diyor. Hep kalbinin verdiği sözlerle yaşamış biri olarak çocukluğunun, yeniyetmeliğinin, ilk gençliğinin unutulmaz sesleri, birlikte büyüdüğü şarkılar ve şarkıcılarla; günümüzün şarkıcılarını, topluluklarını, düzenlemecilerini; hepsini buluşturmaya çalışan bu projenin çok sesli aynasında kendine baktığında, "Meğer ne çok Türkiye’ye benziyormuşum." diyor.
* Yabancı bir şarkıya söz yazacaksam şarkıyı önce kendi dilinde ezberlerim. Fonotik çalışırım. Teknik çalışırım. Dili bozmam. Kelimeyi bölmem. Bir kerede söyletirim. Şiir besteye girince cümleler bölünüyor. Anlam karmaşası yaşanıyor. Olmuyor. 
* Ses Şiiri ve Göz Şiiri vardır. Ses Şiiri seslendirilebilir, Göz Şiiri ise sadece okunduğunda aradaki bağlar kurulabilir. 
* Dille oynamak kusur örtmek için kullanılabiliyor. 
* Dili imgeye boğamazsın. Bir kerede algılanıp özümsenmesi ve arkasından gelen cümleye yol vermesi gerekir.
* Diyalog yazmayı oyun yazarak öğrenirsin. Amerikan filmlerinde en iyi şeylerden birisi diyalogdur. Lafı bir kerede söyler ve anlaşılır. Süslenmez, ağdalaştırılmaz.
* Ben yazarken bu kadar üzülüp zahmet çekiyorsam okurdan da zahmet bekliyorum. Hem; kendimizi üzeceğiz ki yol kat edebilelim. 
* Bizim edebiyatımız vasat bir edebiyat. Çok iyi yazarlarımız ve şairlerimiz var. Bunlar da tarlaya ekilip hasat edilen şeyler değil. İyi şair ve yazar kolay yetişmiyor. Nadassız bir toplumda yaşıyoruz. 
* Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki edebiyat, Atatürkçülük ideolojisinin yaygınlaştırılmasının ve savunulmasının hattında ilerleyen yazarların edebiyatı oldu. Nahit Sırrı Ölük gibi bir büyük kıymet okunmadı, görülmedi, bilinmedi. Örnekler çoğaltılabilir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Abdülhak Şinasi Hisar hep arada eriyip gitmişlerdir.
* Yazarları çarpıştırıyorlar. Hepsinin yeri farklıdır. Ahmet Haşim ve Yakup Kadri birbirlerinden hoşlanmıyorlardı. Çok fazla polemiğe giriyorlardı. Fakat asil bir üslupla çarpışıyorlar, birbirlerinin aziz yanlarına dokunmuyorlardı. Kaybettiğimiz değerler bunlar.
* Kitap rafları, bir editörün elinden geçmemiş kitaplarla dolu. Yayınevleri ayrımcılık yapmadan kitap basar oldular. Fikir yazısı okunmuyor. İnsanlar işin zahmetine katlanmadan yazar olmak istiyor. Biraz kendini üzmen, emek harcaman, ter dökmen lazım. İnsana yatırım yapması lazım yayınevinin. 
* Yazdığın sayfa yazdıklarından ürpermeli. Seni okuyan kişi de ürpermeli. Sen içindeki ürpertiyi yansıtamamışsan, ya da içinde zaten ürperti yoksa kimsenin ömründen zamanını çalmasını isteyemezsin.
* İyi yazılmış bir kitaptan çok iyi film olmuyor. O yüzden de okuduğun kitabın filmini izlemek çok zaman hayalkırıklığı yaratıyor. Her okuma tekildir ve her yönetmen kendi okumasını dikkate alır. Yazara o yazıyı yazdıran temel dert o filmde var mıdır yok mudur buna bakılır filmde.   
* Sanat, diğer disiplinlerle kurduğunuzda hissetmediğiniz insanî titreşimler yayar. İyi bir felsefî metin aklımı okşar. Ruhumu ürperten şey edebiyattır, sanattır. Beni dalgalandırır.
* Beni bir kere gördüğünüzde beni tanıdığınızı asla ama asla düşünmeyin. Bende benden çok var. 
* Hüzünlü olmayan filozof yoktur ya da filozof değildir. 
* Dünyaya yazılacak bir şeymiş gibi bakıyorum. Görmek önemli. Gördükçe düşünmeye başlıyorsunuz. Bizi sorular büyütür. İnsanların cevapları var ama soruları yok. Paketlenmiş cevaplarla idare ediyoruz.
* Yazdığınızı giymezseniz onu ortaya çıkartamıyorsunuz. Karşıya geçmiyor.
* Her izleyici, okuyucu numarayı sezer, sahiciliği anlar. Bunun için de dersimi çok iyi çalışırım...
****
Kitabın ön sözünde Paul Ricoeur'dan bir cümle vardı:
"Tarihin altında hafıza ve unutuş. Hafıza ve unutuşun altında yaşam. Ama yazmak başka bir hikâye. Sonu yok."...
Murathan Mungan'ı dinlerken, onun yazıyla olan sevdasında kendimi gördüm. 

İnsanın kendi hayatını anlatması hem çok kolayıdır, hem de çok zor.

KİTAP
Kitapta üvey anne olmanın yüceliğini Habibe'de, yani Haboş'ta ve çocuk Murathan'daki yansımasında görüyoruz. Habibe de Murathan ile tutunuyor hayata. Habibe iki çocuğunu ardında bırakıp geliyor Mardin'e, orada Murathan'a annelik yapıyor. 
Habibe'nin ardında bıraktığı çocuklar o dönemi nasıl geçirdiler acaba dedim hep. Ki Murathan o çocukları kardeşi olarak biliyor ve onlara güveniyor. Habibe'nin tüm ailesini anne ailesi olarak görüyor zaten. Gerçek annesi ve ailesiyle ise hiç olamıyor.

Çok istediği ve tutturduğu çilek için parmağındaki alyansı satan Habibe'yle zaman zaman sorunlar yaşasa da, bir günün hatrının tüm ömre yayıldığını söylerken çilek öyküsünün ne kadar derinlere nakşolduğunu görüyoruz.
"Yazarların yazdıkları dualarıdır, bu metin ruhuna gitsin anne" diye sesleniyor Habibe'ye.

Yazar, kadınların arasında büyümüş, kadınları gözlemiş ve her şeyi kaydetmiş. Hep düşünen ve kendisiyle konuşan bir çocukmuş. Kendi iç ses konuşmalarını duyuyoruz kitapta.
Kitapta çocuk masumiyetini görüyoruz. Bir çocuğun gözünden anlatılıyor her şey. Bir yandan da hatırladıklarına bakarak kendi çocukluğunun başını okşayan "yazar Murathan" var gizliden kitapta. Yine saklanıyor.
Hayat tecrübeleriyle, aforizmalarla dolu bir kitap. Anlattığı her anının hayatına olan izdüşümünü de eklemiş anıların arasına.
Hayatını "hayat bilgisine" dönüştürmüş.
Kitap için bir çeşit yüzleşme diyebiliriz.
Kitap itiraflar, fark etmeler ve çözümlemelerle dolu.
Anılar ve yarattığı hisler tüm samimiyetle anlatılıyor. Sahici her his geçiyor insana.
Bahçedeki kuyuya ip sarkıtır gibi kuyunun ipini kendi içine sarkıtıyor, geçmişe iniyor.
İlk anılarımız anılarsızlığımızdır diyor ya, bebek günlerinin anılarını bilmek istediğini anlıyor insan o zaman. İstemsizce beynine kazınan anıların hayatının ilerleyen safhalarındaki etkilerini sorguluyor.

MARDİN
Mungan'ın çocukluğu Mardin'de geçiyor ve Mungan kitapta o günlerin Mardin'ini anlatıyor. Kitapta, Mardin'de yörenin kültürü dışında, sosyal hayat, sinema, turneler olduğunu görüyoruz. O dönemde Mardin’de 4 sinema var. Lale, Park, Melek ve İstiklal. Daha eskiden Atlas sineması da varmış. 70 sonrası seks furyası tüm memlekette olduğu gibi Mardin'de de sinemayı bitirmiş.
Gidip gördüğüm kadarıyla Eski Mardin yine eskiliğini muhafaza ediyor. (Gerçi mukayese edemem, çünkü daha öncesini bilmiyorum) Mardin UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne alınmaya çalışılıyor. Bunun için de eski Mardin dokusunu bozan eklemeler ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.
Mungan en çok da Mardin’i anlatsın istedim kitapta. Çünkü Mardin benim gönlümde bir karasevda gibi kaldı.
Dar araları, ine çıka bitiremediğim merdivenleri, Mardin'e özgü Abbaraları, yöreye özel sarı taştan yapılmış binaları ile sapsarı bir şehir Mardin. Abbara nedir biliyor musunuz? Ben Abbara sözüne 87. sayfada rastlayınca eski bir tanıdığa rastlamış gibi oldum.
(Mardin şehrinin nefis bir tanımı var 304. sayfada)
Dar sokakları yaz günlerinde doğal bir klima görevi görüyor. Yaz günlerinde teraslara attıkları (yine akrepten dolayı) mavi boyalı tahtlarda uyuyorlar.
Mavi boyalı kapıların evi akreplerden koruduğu söyleniyor.
Yeşil boyalı kapılar o evin sahibinin hacı olduğunu gösteriyor.
Sokakta oynayan çocuk yok, merdivenli sokaklar sokakta oynamaya uygun değil. O yüzden çocuklar ya evlerin teraslarında, ya da avlularında oynuyorlar. Özellikle de uçurtma uçurmak çok önemli bir eğlence. Ki geçen yıl biz de Uçurtma Festivali zamanı Mardin'deydik.
Mardin sokaklarında bir Sinekli Bakkal var. Ve o bakkal bir çeşit kütüphane görevi görüyor.

Munganların Evi
Mungan'ın sürekli bahsettiği evlerinin yanındaki PTT binasının diğer yanındaki İzala Otelde kaldık biz. Munganların evi PTT binasının hafif önünde kalıyor. Birinci Cadde deniyor önündeki caddeye. (Cadde dediysem bulvar değil, Tek yönlü, neredeyse bir buçuk araçlık bir yol) Caddenin karşısında Şehidiye Cami var, caminin yanında eski günlerdeki gibi bir çay bahçesi var. Geceleri orada oturup çay içtik, aşağıda uzanıp giden Mezopotamya Ovası'na ve arkamızda duran Mardin Kalesi'ne hayranlıkla baktık.
Mardin için "Gündüzü seyranlık, gecesi gerdanlık" dedikleri doğruydu.

PTT Binası, Şatana Konağı
(137. sayfada) Şatanalarin oğlu Cavit Şatana ile birlikte öğretmenden tokat yediklerini anlatıyor. Cavit Şatana deyince, Şatana Konağından bahsedelim.
Konak 1890 yılında Ermeni Mimarbaşı Lolo Serkis Efendi’ye yaptırılmış.
Ama kim yaptırmış?
(249. sayfada) Mungan kitapta PTT binasının Garabet Kasparyan’a ait olduğunu yazmış. Sonra Paşa Konağı olarak anıldığını, 30’ların sonunda kısa bir süre Memleket Hastanesi olarak, otuz yıl kadar da Saray Oteli olarak kullanıldığını, ardından da Mardin Postanesi olduğunu anlatmış.
(250. sayfada) Kasparyan ailesinin (1915 yıllarında) yaşadıkları ise tam bir felaket.

Şatana Konağı denilen, ortadan tek merdivenle çıkılan, sonra merdivenlerin ikiye sağa ve sola ayrıldığı ve bir terasa ulaştığı o binayı, yani PTT binasını biliyorum.
Rivayete göre Şatana Ailesi’nden bir genç Ömerli’de yaşayan bir kızı sever ve onunla evlenmek ister. Ancak kız, kendisi için Mardin’deki en büyük evin yapılması şartıyla bu teklifi kabul eder. Böylece, Mardin’deki en büyük U planlı evlerden biri olan Şatanalar’ın konağı inşa edilir. Bina 1953 yılında Şatana ailesinden satın alınarak PTT binası olarak kullanılır. Bugün ise bina Artuklu Üniversitesine devredilmiş ve Turizm Uygulama Oteli olarak kullanılıyor.
Hangi söylence daha doğru, ya da Şatana ailesi bu hikâyenin neresinde onu bilemedim doğrusu.

1915

(237. sayfada) 1915 olayları esnasında kimsesiz kalan Ermeni ve Ezidi çocuklara sahip çıkıldığını anlatıyor. Anlatmalarından Mardin nüfusunun büyük çoğunluğunun Ermeni olduğunu görüyoruz. 
Kitapta Ermeni soykırımına da yer vermiş. Tarih, tarih kitaplarından öğrenilmez sözü bir kez daha gerçek oluyor. (O sayfalarda "Salkım Hanımın Taneleri" kitabı ve filmi geldi aklıma. Ne çok hikâye var böyle.)
Sayfa 278'de İstiklal Sineması'nı ve İstiklal mahkemelerini anlatmış. Tarih akıyor sayfalardan.
Ankara günlerinde de 12 Eylül öncesi ortamları anlatıyor.
(Erdal Gülver ile Ankara Dil Tarih Coğrafya günlerinden arkadaş olduklarını öğrendim.)

Mardin mimarisini, Mardin misafirperverliğini Mardin yemeklerini, Mardin dillerini ve Mardin dinlerini görüyoruz kitapta.
"Tatlar Kokular Renkler" bölümünde onlarca baharat ve yemek isimleri ile karşılaşıyoruz. Arapça, Süryanice, Türkçe yemek isimleri birbirine karışmış.
Mungan son dönemlerde popüler hale gelen Mardin için yaratılan algıdan biraz hoşnutsuz. Bunu yazılarından anlıyoruz.
Birinci Caddenin paralelinde, aşağıda açılan İkinci Cadde için feda edilen tarihi, evleri, konakları anlatıyor. 
Yapmak için yıkmak gerekiyor bazen. O da insana acı veriyor. Yıkmadan da yapmanın yolları bulunabilir oysa.


Eski ve Yeni İsimler
İsimler bazen zamanla evrilerek değişir. Kızılcaören adı önce Kızılcaviran, sonra Kızılcaveren, en son da Kızılcaören olmuş mesela. Bir de değiştirilen isimler var. Killit Dereiçi olmuş mesela. Kıllit kıtlıktan geliyormuş asında. Bir geçmişi var, bir anlatısı var o ismin. Coğrafyanın geçmişini bilmeyenler haritaya bakarak yeni isimler vermişler zamanında. Açılım sürecinde tabelâlarda her iki isim de yazılmış. Ben yollarda hep iki isimli tabelalar okudum.
Kurulduğundan beri adı hiç değişmeyen şehir Midyat olmuş. (Mağaralar Şehri Mitate)
Bunu da bir alt bilgi olarak söylemiş olayım.

Babası
1962 Mardin olaylarını bilmiyordum. Murathan Mungan o olaylarda haksızlığa uğrayan babasının sesi olmuş, babasını ve o gece yaşanan olayların aslını astarını anlatmış. (150 tabağın 149'unun kırılması belki bir işaretti diyor kitapta o günler için. Uğursuzluk sayıyor. Haberci sayıyor.)
Babası ve aile bu olaylar sonrasında pek çok mağduriyet yaşıyorlar. O dönemin hükümeti, o dönemin anlayışı, o dönemin siyasi yapılanmaları Baba İsmail Mungan'ı kurban ediyor ve aileye büyük bedel ödetiyor. Baba Mungan zeki, uçarı ve pervasız bir adam. Ailenin okumuşu ve sıkıntı görmemişi olarak fazlasıyla rahat yaşıyor. Adaletsizliğe gelemeyen bir yanı var ve bu da onu ele avuca sığmaz yapıyor. 
Babası Murathan'ın açık saçık romanlar okumasına izin veriyor. Erkeklik göstergesi sayıyor belki. Ya da Murathan'ın gidişatını için için fark ediyor ve o gidişata dur demek için imdat kolunu o dergiler vasıtasıyla çekmek istiyor.

Annesi
Gerçek annesi Muazzez ile Murathan'ın babası nasıl tanışıyorlar, nasıl evleniyorlar oralar biraz belirsiz. O günlerde neler olduğunu anlatan kimse olmadığı için yeterli bilgi yok belki. İkisi de hukuk fakültesinde okuduğu içindi ihtimal.

Cinselliği
Murathan Mungan’ı kendi cinsel tercihini hiç saklamayan ama bu tercihini ortalarda yaşamayan biri olarak biliyoruz. Aklıselim her insanın yaşadığı gibi yaşıyor hayatını. Ancak, cinselliğini kendisinden beklendiği gibi değil de kendi hissettiği gibi yaşıyor olması onu çok yoruyor. 

Ezidiler
Ezidiler gördükleri eziyet karşısında buralarda tutunamayıp Kuzey Avrupa ülkelerine kaçmışlar. Terk edilmiş köylerle dolu coğrafya. Boşaltılmış köyler ayrı hikâye, terk edilmiş köyler bambaşka bir hikâye.

Kaçsalar da dönüyorlar
Kaçıp gidenlerin cenazeleri yine Midyat’a geliyor. Bacinê (Güvenköy)'deki Ezidi Mezarlığı’nın yanına, cenazesini defnetmek için yurt dışından gelen cenaze sahiplerinin kalabilmesi için bir ev, ev demek yanlış aslında, bir konak yapmışlar. Kafro'da minik bir köyleri var. Yazları geliyorlar ya da kalan ömürlerini burada tamamlıyorlar. Kafro, Pizzacısı ile meşhur.

Kimdir Ezidiler?
Êzidiler, Allah’a inanır. Ayrıca Allah’ın peygamberlerini de tanırlar ama Êzidilere göre Allah, Meleki Tavus'tan “insanlara secde etmesini” isteyerek Meleki Tavus’a “haksızlık” yapmıştır. Êzidiler, Meleki Tavus’u Azrail gibi ruh almaya gelen melek olarak görürler. Yani Meleki Tavus insanlara haksızlık yapmamış, Allah’ın emirlerini yerine getirmiş, dünyayı kötülüklerden arındırmayı kendine görev edinmiştir. Êzidilere göre kötülük insanların kalbindedir. Meleki Tavus da “emre” karşı gelerek insanlara, yani kötülük sahiplerine secde etmemiştir.

Ezidi Eziyeti
Êzidiler, Irak Kürdistanı’nda Saddam iktidarı döneminde yaşama geçirilen Enfal operasyonlarına kadar, çoğu Osmanlı İmparatorluğu döneminde olmak üzere 73 kez katliama uğradı. Ezidiler, Saddam Hüseyin’in ‘Enfal‘ adı verilen Kürtlere dönük katliamları döneminde ise iki kez öznel olarak katledildi; bir diğer büyük katliam ise 2011 yılında Şengal’de 500’e yakın Êzidi’nin öldürüldüğü bombalı saldırı eylemi oldu. Ağustos 2014’te IŞİD’in Şengal’i işgal etmesiyse, Êzidi tarihinde yaşanan 77’inci katliam.

Hacı Abdullah Bey Konağı
Sayfa 240'ta bahsettiği, (ailesinden olan) Hacı Abdullah Bey Konağı'nı Savur'da gördüm. Sayfa 404'teki Mardin evi tanımlamasında yine Hacı Abdullah Bey Konağını hatırladım. 388. sayfada soyağaclarında ne kadar geriye gittiklerini görünce Aysel Tumba'nın Hacı Abdullah Bey Konağı'nda bize gösterdiği soyağacı tablosunu anımsadım.
242. sayfada bahsettiği Midyat'ın kadın belediye başkanı Demet Akbağ'ın oynadığı Hükümet Kadın filmindeki başkan mı?
****
Kitabı okurken hem bir çocuğun naif anılarını izledim, hem de tarihin acımasızlığı içinde içim acıdı. Eridim bittim. Bu kitabın ardından Paranın Cinleri kitabını da okudum. Paranın Cinleri, bu kitabın hemen öncesinde yazılmış ve Harita Metod Defteri'nin gelişini haber veren bir kitap.
Özellikle de Paranın Cinleri kitabının son bölümü olan Gizli Ben'in sonunda okura bir soru sorar Mungan: Ey okur beni hiç gördünüz mü?
Hep saklanır sanki bir yerlere. Ama hep oradadır. 
Hayatta hep normal olmanın değil, makul olmanın yollarını aramıştır.

Vefalıdır da Mungan. 2012'de SineMardin Festivali'nde kendisine onur ödülü takdim edilecektir, ödülü kimin elinden almak istersin diye sorarlar, 35 yıl sinema makinistliği yapmış olan sinemacı azizin elinden almak istediğini söyler ve onun elinden alır. (sayfa 282)
Bizimle ayni hayalkırıklıklarına ve aynı umutlara sahip bir çocuk o.
(292. sayfada) "Yarınlar hep güzel olacak sandık" yazmış. Hep öyle sanmamış mıydık?
"Yangında ilk kurtarılacak değildim!"(sayfa 309) sözü küskünlüğünü, depresif ve biraz da alıngan ruh halini gösterir. (383. sayfada teyzesi ile benzerliklerini gördüm. İkisi de inat ve küsme gücü ile kendilerine zarar verme pahasına vazgeçişler yaşıyorlar.) Ailesinin, öz anne tarafının, özellikle de teyzesinin sertliği ve mesafesi, hayatına hiç dahil olmamaları, başarılarını onaylamamaları ya da görmezden gelmeleri onu üzüyor.
Saldırı anında kendisini arabada bırakıp kaçtıkları için anne babasını hep suçluyor. Anne baba o olayı başka anlatıyor, Murathan başka anlatıyor. Herkes kendi tarafından anlatıyor.
Çocukluğundan bu yana iyi bir okur olan Mungan: “Okuduğum kitaplar bana bilgi sağladı, bilinç kazandırdı, ama duyarlılığımı ve vicdani değerlerimi çocukluğumdan taşıdım.” diyor.

Istanbul'un İ'sini hep noktasız yazıyor. Hep ISTANBUL diyor.

(317. Sayfa) "İçindeki ben" bölümünde benim de yazıma başlığı veren BEN'de benden çok var sözü geçer.
Ne demişti Mardini Murathan Mungan:
“Beni bir kere gördüğünüzde beni tanıdığınızı asla ama asla düşünmeyin. Bende benden çok var.”

Sonuç olarak:
Kitap, okunması yaşanmasından güzel bir kitap olmuş...

Kitabı ve Murathan Mungan’ı anlatmaya onun Kırılgan şiiri ile son verelim.

KIRILGAN
Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten

Ürküyorlar gözümdeki ateşten
Ürküyorlar dilimdeki zehirden
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen
Gözükara cesaretimden
Diyorlar:
Bir yanı sarp bir uçurum,

Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı.

AH MARDİN!
Yeni değil keşfine gençlik verilmiş gerçekler
Her zaman yalnızdım
Kitaplar kadar yalnız
Yalnızca yalnızlığımdan gürültücü bir kalabalık yaptım
Herkes için farklı aldanışlar, kurtarılmış hayatlar yok pahasına

Her zaman yalnızdım
Yanardağlar kadar yalnız
Ey kafiye sevenler,
Şimdi beni gökyüzünde bir yıldız sananlar, yanıldınız!

Nankörlük etmeyeyim gene de,
Yalnızlığımı daha az hissettiğim anlarım oldu yalnızEvimde hep aynı anda çalar telefonla kapı
Gene öyle oluyor; hiç yalnız bırakmazlar beni
Yalnızlık bilgisiyle çatılmış arkadaşlıkların korunaklı gölgesindeYalnızlık için çalar telefonlar, kapılar
İstersen bana uğra, ya da, akşama buluşalım
Ölmeden yapacak çok iş var…