Murathan Mungan'ı 19 Mart 2016 günü, Nilüfer Belediyesi Kütüphane
Müdürlüğü’nün düzenlediği Edebî Kazılar söyleşisinde izledim. O gün Bursa’ya
Harita Metod Defteri'nin yazılma evrelerini anlatmak için gelmişti.
Nazım Hikmet'teki söyleşinin kolaylaştırıcılığını Semih Gümüş
yaptı. Murathan Mungan Semih Gümüş'ün kendisi ile ilgili girizgâhını hafiften
sıkıntıyla dinledi. Gümüş sözü kendisine verdiğinde Gümüş'ün sözleri
karşısındaki mahcubiyetini dile
getirerek başladı sözlerine.
S.G.: "Bu kadar çok anı nasıl birikti?" diye sordu.
M.M.: "Hepimizin trajedisi bir zamanlar çocuk olmamızda
yatar. Kitabın ilk metninde kitabın tüm yazılış hikâyesi yazıyor." dedi.
Yazılmış olanların konuşulması zordur. Yazdığını artık konuşmak
istemezsin. Yazmışsındır zaten. Bitirmişsindir.
Murathan Mungan da bu kitapla ilgili o güne dek hiçbir yerde
konuşmamış. (Kitap 2015 yılında basılmış.)
Söyleşinin ardından eve gelince hemen o ilk metni okudum. Hâttâ
okuduklarım bana öyle iyi geldi ki, cümleler hiç bitmesin istedim.
O gece konuşulan her şey o metinde, yerli yerinde ve ince ince
anlatılmıştı. "Konuşmak istememekte ne kadar haklıymış" dedim.
Sadece okununca, yazar ile okuyucu arasında oluşacak o enerji,
Mungan'ın tabiriyle o uzay, konuşularak ne kadar anlatılabilirdi?
Yine de anlattı.
O günkü söyleşide Mungan'ın "Edebiyat İnsanı Olmak", "Yazmak ve
yazarak yaşamak" üzerine söylediği cümleleri aktarmak isterim önce. Ki bu
ipuçları bu kitabın nasıl bir hassasiyetle yazıldığının da belgesidir aynı
zamanda.
Mungan der ki:
* Yazarlığımda en önemli unsurlardan biri iç görü bilgisidir. Bu da
çocuklukta kazandığınız bir gözlem bilgisidir. Bakmak görmek çocuklukta
öğrenilir. Farkında olmadan yaptığınız bir şeydir. "Gözünü dikip bakma
çocuğum" diyen bir ebeveyn, kendi öğrendikleriyle, çocuğun henüz
öğrenmediği "bakma ve görme" ilişkisinden konuşurlar. Çocuk için
onlar sosyal dokunun, toplumsal kumaşın ilk bilgileridir. Çocuk hesapsız,
dosdoğru, dikine bakar. Anlamak, görmek, kazımak için bakar. Yaratıcı bir
çekirdeğiniz varsa ilk oradan başlarsınız.
* Siz baktığınızda fotoğraf çekiyorsunuz, ben baktığımda röntgen
çekiyorum. Röntgene kadar gören o göz beni yazar yapıyor. İnsanları anlamayı,
insan kumaşını görmeyi, toplumsal dokuyu, ilmekleri, bağlantıları
görüyorum o bakışla...
* Benim için temel mesele mahcubiyeti, vicdanı, adaleti, utancı öğrenmekten başlıyor. Bizi biz yapan kavramlarla erken
yaşta tanışmak var. Bu kavramları önemsememin nedeni, Türkiye'nin şu andaki
durumunu açıklıyor olması.
* Vicdanı, adaleti, ahlâkı unuttuk. Toplumsal
olarak en çok da utanmayı unuttuk. Bütün bunlar sizi siz yapan yapı taşlarıdır
ve bu kavramlar çocuklukta kazanılır.
* Çocuklar her şeyi büyüklerinden öğrenirler. Yalan söylemeyi
mesela. "Dayınlara gittiğini söyleme sakın!" ya da "Üst
kattakiler kapıyı çalarsa evde yokuz..."larla başlayıp bütün hayata yayılan
bir şeydir yalan.
* Çocuk doğası gereği flörtçüdür. Büyüklerinden neyi ne zaman
nasıl isteyeceğini ve nasıl sonuç alacağını öğrenir çocuk. Çocukluk bizim
strateji geliştirdiğimiz bir safhadır.
* Yazar olarak en çok öğrenmeniz gereken şey adalet. Çünkü elinde
kalemin var. Anlattıklarının bir kısmı hayatta veya değil. O yüzden sizin önce
arınmış bir vicdanla, tertemiz bir mürekkeple oturmanız gerekiyor yazı
masasına.
* Hatıra yazmak geçmişteki kişilerden intikam alma aracı olmamalı.
Bir öç, bir kin ve yürekte bekletilmiş bir zehir ile oturulmamalı yazıya. Yazının
başına kötü niyetle oturan yazarlar aşağılayıcı, küçümseyici, kimi zaman
olayları çarpıtarak, haklılarsa bile üslupları gereği haksız konuma düşerek,
yazdıkları yazılarla geçmişten öç alıyorlar.
* Mazinizi affetmeden hatıralarınızı yazamazsınız. Yazı masasına
oturacaksanız ellerinizi ve kaleminizi yıkamanız gerekiyor. Bunu kendiniz için,
kendinizi daha çok sevmeniz için, yaptığınız işin daha bir kıymet kazanması
için yapmanız gerekiyor.
* Kitabın okur katında sosyal medya yorumları hoş. Mesela: "Kitap
serin bir üslupta, adil, nesnel, affetmiş, diş bilemeden yazılmış." demişler. Okurların bana verdiği en büyük ödül bunları söylemiş olmaları.
* 6 Ekim 1975'de ilk yazım yayınlandığı zaman yaşadıklarımdan
öğrendim ki; "Murathan, bu ülkede sırtında sopalar kırılmadan yol
alamayacaksın." Alkışlar ve ödüllerle, tekmeler tokatlar aynı anda geldi.
Bu bana bir gerçeklik duygusu kazandırdı. Hangi toplumda yaşadığım, hangi
dünyada yaşadığım ve beni bekleyen her tür tehlike...
* Hayatımda hem komik, hem dramatik, hem trajik şeyler oldu. Komik
olan: İlk yazılarımı kendi adımla değil, sadece Murathan olarak yolluyordum.
Yazılar beğeniliyordu fakat isim beğenilmemiş olacak ki yazılar Murat Hancı
imzasıyla çıkıyordu.
* Edebiyat ve sanat anılarımı yazıyorum. Bunların arasında 'Sen
yıllarca nasıl susmuşsun?' diyeceğiniz şeyler de var.
* Bu kitabı yazarken bu 'serinlikte' yazabildiğimi gördüm. 'Neler
çektim ben' arebeskliğinde değil yazılar. Kendine acıma kültürünün bu kadar
zengin olduğu bir ülkede yakarışlı, çilekeş bir tonda değil, 'bakın ben bu
yollardan geçtim, sakin anlatıyorum, tarihe belge bırakmak adına yapıyorum bunu' diyerek yazıldı.
* O yıllarda şair, yazar, sanatçı, en
çok da "sahici insan" olmaya çalışıyorsun, ki en zoru da bu. Devrimci
olmak, kadın olmak, Kürt olmak, Alevi olmak, bunlar hep bir ölçüde kolay. Lakin
sahici olmak çok zor. En büyük sıkıntı budur.
* Çıkacak yeni kitabın
adı "Küs ve Üvey". Çünkü ben edebiyat dünyasının üvey çocuğu oldum
hep. Bana kendimi böyle hissettirdiler. Kimseye hesap sormadan, diş bilemeden
anlatıyorum. Şaşıracaksınız. Bu kitabı yazmanın şimdi zamanıdır diyorum.
* Ben öldükten sonraya çalışıyorum. Ben edebiyata ve sanata
tutkuyla bağlıyım, çok derin bir sevgi ve aşkla bağlıyım. Benim için bir hafta
sonu uğraşısı değil bu. Arada bir değil, her gün masamın başına oturup, her gün
mutlaka bir şeyler karalarım, her gün mutlaka bir şeyler okurum.
* Sadece aynı çağı paylaştığı
insanlara yazmaz insan. Bazen ölülerine yazar. Solak Defterler şiir
kitabım çıkacağı zaman, o kitabı toparlarken sık sık aklımdan geçen şey,
"Şu kitap çıktığı zaman Gülten Akın acaba ne diyecek?" idi. Tam da o
gün Gülten Akın'ın ölüm haberini aldım. Harita Metod Defteri'ni okumasını
istediğim insanlar vardı. Hocalarım, dostlarım. Ne zaman bir kitabım
yayınlansa, kendimi Bilge Karasu'nun karşısında tahtaya kalkmış öğrenci gibi
hissederim. "Ne derdi acaba?"
* Bizi büyütenlere de borcumuz var. Onlar benim sütannelerim.
Geçmişi sindirmemiz gerek. Yoksa ne geçmişe, ne bugüne, ne de geleceğe faydamız
olur.
* Önemli olan sizin kendi maceranızı kat etmeniz. Kitap sana
bittiğini söyler. Kitap için sadece yayın programı yapılır, yazı programı
yapılmaz.
* Şiir, öykü, roman, deneme yazıyordum. Bir yere odaklanmadığım
için zaman mı kaybediyorum acaba diye düşünürdüm hep. Büyüklerim karar vermem
için baskı yaparlardı. Oysa ben kendimi yaşıyordum. Velev ki yanlış
yapıyordum. Her türlü etiketlerden kendimizi azade kılmalıyız. Bunlar bize deli
gömleği gibi giydirilmiş şeyler. 'Şiir yazıyorsan öykü yazamazsın, deneme
yazıyorsan roman yazamazsın' gibi şeyler.
* Yol ayrımına girecek miyim diye çok sorguladım kendimi. Önce biz
kendimizi özgür bırakalım. Ne olmak ve ne yapmak istiyoruz, zamanı nasıl
kullanacağız diye.
* Şimdilerde seyrelmedi ama kaybolmadı; hikâyecilere hep şu
sorulur mesela; "Ne zaman romana geçiyorsunuz?" Sanki hikâyeler
kompozisyon ya da müsvedde de, beğenilirse roman yazdırılacak.
* Roman eşittir edebiyat oldu. Edebiyat sadece romana kilitlendi.
Bu da edebiyat dünyasının zenginliğini aldı ve o dünyayı kuruttu.
* Edebiyatla tek ilişkisi roman olan insanlar var.
* Yazmazsam kavrulurum dediğin bir şeyi yazacaksın. Bu aralar şu
satıyor, ben de öyle yazayım diye başlarsan, baştan kayıpsın.
* Okur başka şey alıcı başka şey.
* Herkesin Dostoyevski olması gerekmez. Her ne yazıyorsan iyisini
yaz. Şiir, polisiye, aşk, biyografi, öykü, deneme...
* .......ama çok çalışkan derler benim için. Ama'nın öncesini
tahmin edin. Açılımı siz yapın. (üvey demiş miydik?)
* Şairler öykülerimi beğenir, öykücüler şiirlerimi. Aynı çarşıya
dükkân açmış değiliz. Hepimizin dili ve dünyası ayrı. Bizim önce zihinlerimizi
demokratikleştirmemiz gerekiyor. İçimdeki şair yaşadığı sürece şiir yazacağım.
* Kendinizle kurduğunuz ilişki önemli. Ben yazdıklarımı başkasının
insafına terk etmem. Önce kendim zulmederim kendime. Yazılarıma zalimim. Zihnim
böyle çalışıyor.
* Eleştiriye açığım ama hoşlanmam. Beklenti güzel bir şeyler
duymaktır. Kulağını kime açıp kime kapatacağına karar vereceksin. "El
içinde saç kesme, kimi uzun der kimi kısa" derler. Herkesin sözüne kulak
verirseniz siz siz olmaktan çıkarsınız. Eleştiri yapanın hangi taraftan
eleştiri yaptığına dikkat ederim. Benim uzayımda yapmasını beklerim. Kıskandığı
için söylediği bir şeyi de değerlendirmeye alırım. Çok sevdiği için
söyleyemeyenler ya da gözden kaçıranların açığını kapatıyordur o. Ben işime
bakarım. Söylediği işime yarıyor mu, hakikaten bir yere oturuyor mu ona
bakarım. Bu konuda dengeye bakarım.
* Ben de eleştirmeni okurum. Eleştirmenlerin bilmesi gereken şey, onlar benim hakkımda bir şeyler söylüyor iken aslında kendi haklarında da bir şeyler söylüyorlardır. Yazdıklarıyla ben de onun hakkında bilgi edinirim. Dikkatli okuyup okumadığını, bağlantıları görüp görmediğini, kitabı anlayıp anlamadığını anlarım. İster beğensin ister beğenmesin ama bende "Kusurlu Okur" izlenimi bırakmasın.
* Ne kadar kitap varsa o kadar okur var. Kitap, okur ile arasında
sadece ikisinin inşa edeceği bir boşluk bırakır. Kitapları sadece gözlerimiz
ile değil, hayatlarımızla da okuruz. O yüzden bir kitabı hayatlarımızın farklı
dönemlerinde okuduğumuzda farklı anlamlandırırız. Oraya kimse giremez.
* Kitap sana bittiğini söyler Sen iç sesine kulak verirsin.
İçinde bir ukde varsa o kitap bitmemiştir. Soru işareti varsa
bitmemiştir. Ben de kitabın bitmesini beklerim.
* Doyumsuz değilim ama yetinmez biriyim.
* İnsanlara sahip olmaları gereken nitelikler yüzünden
"aferin" der hale geldik. Her alanda vasıfsızlık egemen. Vasıflı
eleman kaybı var. Yazarlar için "dili iyi" demek aynı. Yazar ise eğer dili iyi olacak elbet.
* Türkçe yeterince güçlü bir edebiyat dili değil.
* İnsan yaza yaza öğreniyor. En çok da kendi yazdıklarından
öğreniyor. Dile yatkınlık önemli. Eski yazdıklarımın pek çoğu sandıklarda duruyor. O dönemde
beğenilmedi o yazılar. Şu anda baktığımda ben de ortaya çıkartmaya değer
bulmuyorum. Ancak hepsinin içinde 'yazar damarı' var. Değerlendiren yetkin
kişinin o damarı görememiş olup 'senden yazar olmaz' demesidir benim ilgimi çeken.
Metnin üstünü görmüş, röntgenini çekememiş demek.
* Yazmaktan okumaya vakit bulamayan yazarların
dilleri zaman içinde bozuluyor. Oysa ki zaman içinde gelişmeliydi. Bazı
yazarlar bir noktadan sonra kendinden daha aptal bir okura yazmaya tercih
ediyor. Okuru asla aptal yerine koymayacaksın. Kendinden daha aptal bir okura
yazmayı seçmeyeceksin.
* Dil sözcük sayısıyla tartılırsa,
İngilizce'de kaç bin sözcük var, Türkçe'de kaç bin ona bakmak lazım. Bu konuda
birçok batı dili 1-0 öndeler. Sen bu dilin ile düşünce dili geliştirememişsin,
felsefe dilini geliştirememişsin. O yüzden sloganlarla ve kısa sözlerle idare
eden bir jargon üretmişsin.
* Türkçe'de kavram yok, soyut düşünme yok, nesnel eşyalar
var.
* Yahya Kemal'in şiirleri Türk müziği ile 'eldiven ile el gibi'
örtüşür. Bizim de ait olduğumuz Altay-Ural dili Anglo Sakson müziğin ritmine
uymadığı için iki kat şair olmak gerekir. Önce dilin doğasını anlamak gerekir.
Türkçe şiir dilidir. Her şiir her dilde aynı şıklıkta durmuyor.
* Şarkı sözü ayrı, şiir ayrıdır. Bir kez daha söylüyorum; benim
bir şiirim bile bestelenmemiştir. Bestelenenler şarkı sözlerimdir.
(Mungan’ın
şarkı sözlerinden oluşan ve çeşitli sanatçıların seslendirdiği “Söz Vermiş
Şarkılar” albümünü dinlemenizi isterim. Söz yazma nereden çıkmış derseniz; Yeni Türkü
topluluğu konserlerinde Yunanca şarkılar seslendiriyor. Bu şarkılara
konserlerde büyük bir coşkuyla tempo tutan seyircinin sıra sözlere gelince
tutukluk çektiğini, heveslerinin bölündüğünü görüyor. Bu şarkılara Türkçe söz
yazmayı öneriyor, gönüllü olmuyorlar, kendi bestelerini seslendirmek
istiyorlar, elbette dinlemiyor onları, böylelikle ilk yazdığı şarkı sözü
olan ‘Maskeli Balo’ çıkıyor ortaya. Ardından ‘Telli Telli’ ve ‘Olmasa Mektubun’ geliyor. Yıllarca
bu şarkıların Türk şarkıları olduğunu zannettik biz. Sözler o kadar iyi uyumlanmıştı
besteye. Şiir ve şarkı sözünün birbirlerine karıştırılmaması gerektiğini, onların
tıpkı Almanca ve İngilizce gibi iki ayrı dil olduklarını söylüyor. "İyi şiirin kendine özgü iç müziği, vezni, ‘sound’u vardır. İkinci bir
müziğe gerek duymaz. Bu nedenle bugüne kadar hiçbir şiirimin bestelenmesine
izin vermedim. Yazdığım hiçbir şarkı sözümün şiir kitaplarımda bulunmayışı da
bu yüzdendir. Bütün şarkı sözlerimi hiç bilinmeyen yenilerle birlikte yakın bir
tarihte ayrı bir kitapta toplamak istiyorum." diyor.
Hep kalbinin verdiği sözlerle yaşamış biri olarak çocukluğunun,
yeniyetmeliğinin, ilk gençliğinin unutulmaz sesleri, birlikte büyüdüğü şarkılar ve şarkıcılarla; günümüzün şarkıcılarını, topluluklarını, düzenlemecilerini;
hepsini buluşturmaya çalışan bu projenin çok sesli aynasında kendine
baktığında, "Meğer ne çok Türkiye’ye benziyormuşum." diyor.
* Yabancı bir şarkıya söz yazacaksam şarkıyı önce kendi dilinde
ezberlerim. Fonotik çalışırım. Teknik çalışırım. Dili bozmam. Kelimeyi bölmem.
Bir kerede söyletirim. Şiir besteye girince cümleler bölünüyor. Anlam karmaşası
yaşanıyor. Olmuyor.
* Ses Şiiri ve Göz Şiiri vardır. Ses Şiiri seslendirilebilir, Göz
Şiiri ise sadece okunduğunda aradaki bağlar kurulabilir.
* Dille oynamak kusur örtmek için kullanılabiliyor.
* Dili imgeye boğamazsın. Bir kerede algılanıp özümsenmesi ve
arkasından gelen cümleye yol vermesi gerekir.
* Diyalog yazmayı oyun yazarak öğrenirsin. Amerikan filmlerinde en
iyi şeylerden birisi diyalogdur. Lafı bir kerede söyler ve anlaşılır.
Süslenmez, ağdalaştırılmaz.
* Ben yazarken bu kadar üzülüp zahmet çekiyorsam okurdan da zahmet
bekliyorum. Hem; kendimizi üzeceğiz ki yol kat edebilelim.
* Bizim edebiyatımız vasat bir edebiyat. Çok iyi yazarlarımız ve
şairlerimiz var. Bunlar da tarlaya ekilip hasat edilen şeyler değil. İyi şair
ve yazar kolay yetişmiyor. Nadassız bir toplumda yaşıyoruz.
* Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki edebiyat, Atatürkçülük
ideolojisinin yaygınlaştırılmasının ve savunulmasının hattında ilerleyen
yazarların edebiyatı oldu. Nahit Sırrı Ölük gibi bir büyük kıymet okunmadı,
görülmedi, bilinmedi. Örnekler çoğaltılabilir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay,
Abdülhak Şinasi Hisar hep arada eriyip gitmişlerdir.
* Yazarları çarpıştırıyorlar. Hepsinin yeri farklıdır. Ahmet Haşim
ve Yakup Kadri birbirlerinden hoşlanmıyorlardı. Çok fazla polemiğe
giriyorlardı. Fakat asil bir üslupla çarpışıyorlar, birbirlerinin aziz
yanlarına dokunmuyorlardı. Kaybettiğimiz değerler bunlar.
* Kitap rafları, bir editörün elinden geçmemiş kitaplarla dolu.
Yayınevleri ayrımcılık yapmadan kitap basar oldular. Fikir yazısı okunmuyor.
İnsanlar işin zahmetine katlanmadan yazar olmak istiyor. Biraz kendini üzmen,
emek harcaman, ter dökmen lazım. İnsana yatırım yapması lazım
yayınevinin.
* Yazdığın sayfa yazdıklarından ürpermeli. Seni okuyan kişi de
ürpermeli. Sen içindeki ürpertiyi yansıtamamışsan, ya da içinde zaten ürperti
yoksa kimsenin ömründen zamanını çalmasını isteyemezsin.
* İyi yazılmış bir kitaptan çok iyi film olmuyor. O yüzden de
okuduğun kitabın filmini izlemek çok zaman hayalkırıklığı yaratıyor. Her okuma
tekildir ve her yönetmen kendi okumasını dikkate alır. Yazara o yazıyı yazdıran
temel dert o filmde var mıdır yok mudur buna bakılır filmde.
* Sanat, diğer disiplinlerle kurduğunuzda hissetmediğiniz insanî
titreşimler yayar. İyi bir felsefî metin aklımı okşar. Ruhumu ürperten şey
edebiyattır, sanattır. Beni dalgalandırır.
* Beni bir kere gördüğünüzde beni tanıdığınızı asla ama asla
düşünmeyin. Bende benden çok var.
* Hüzünlü olmayan filozof yoktur ya da filozof değildir.
* Dünyaya yazılacak bir şeymiş gibi bakıyorum. Görmek önemli.
Gördükçe düşünmeye başlıyorsunuz. Bizi sorular büyütür. İnsanların cevapları
var ama soruları yok. Paketlenmiş cevaplarla idare ediyoruz.
* Yazdığınızı giymezseniz onu ortaya çıkartamıyorsunuz. Karşıya
geçmiyor.
* Her izleyici, okuyucu numarayı sezer, sahiciliği anlar. Bunun
için de dersimi çok iyi çalışırım...
****
Kitabın ön sözünde Paul Ricoeur'dan bir cümle vardı:
"Tarihin altında hafıza ve unutuş. Hafıza ve unutuşun altında
yaşam. Ama yazmak başka bir hikâye. Sonu yok."...
Murathan Mungan'ı dinlerken, onun yazıyla olan sevdasında kendimi
gördüm.
İnsanın kendi hayatını anlatması hem çok kolayıdır, hem de çok zor.
KİTAP
Kitapta üvey
anne olmanın yüceliğini Habibe'de, yani Haboş'ta ve çocuk Murathan'daki yansımasında
görüyoruz. Habibe de Murathan ile tutunuyor hayata. Habibe iki çocuğunu
ardında bırakıp geliyor Mardin'e, orada Murathan'a annelik yapıyor.
Habibe'nin
ardında bıraktığı çocuklar o dönemi nasıl geçirdiler acaba dedim hep. Ki
Murathan o çocukları kardeşi olarak biliyor ve onlara güveniyor. Habibe'nin tüm
ailesini anne ailesi olarak görüyor zaten. Gerçek annesi ve ailesiyle ise hiç
olamıyor.
Çok istediği
ve tutturduğu çilek için parmağındaki alyansı satan Habibe'yle zaman zaman
sorunlar yaşasa da, bir günün hatrının tüm ömre yayıldığını söylerken çilek
öyküsünün ne kadar derinlere nakşolduğunu görüyoruz.
"Yazarların yazdıkları dualarıdır, bu metin ruhuna gitsin anne" diye sesleniyor Habibe'ye.
Yazar, kadınların
arasında büyümüş, kadınları gözlemiş ve her şeyi kaydetmiş. Hep düşünen ve
kendisiyle konuşan bir çocukmuş. Kendi iç ses konuşmalarını duyuyoruz kitapta.
Kitapta çocuk
masumiyetini görüyoruz. Bir çocuğun gözünden anlatılıyor her şey. Bir yandan da
hatırladıklarına bakarak kendi çocukluğunun başını okşayan "yazar
Murathan" var gizliden kitapta. Yine saklanıyor.
Hayat
tecrübeleriyle, aforizmalarla dolu bir kitap. Anlattığı her anının hayatına
olan izdüşümünü de eklemiş anıların arasına.
Hayatını
"hayat bilgisine" dönüştürmüş.
Kitap için
bir çeşit yüzleşme diyebiliriz.
Kitap itiraflar, fark etmeler ve çözümlemelerle dolu.
Anılar ve
yarattığı hisler tüm samimiyetle anlatılıyor. Sahici her his geçiyor insana.
Bahçedeki
kuyuya ip sarkıtır gibi kuyunun ipini kendi içine sarkıtıyor, geçmişe iniyor.
İlk
anılarımız anılarsızlığımızdır diyor ya, bebek günlerinin anılarını bilmek istediğini
anlıyor insan o zaman. İstemsizce beynine kazınan anıların hayatının ilerleyen
safhalarındaki etkilerini sorguluyor.
MARDİN
Mungan'ın çocukluğu Mardin'de geçiyor ve Mungan kitapta o günlerin Mardin'ini anlatıyor. Kitapta, Mardin'de yörenin kültürü dışında, sosyal
hayat, sinema, turneler olduğunu görüyoruz. O dönemde Mardin’de 4 sinema var.
Lale, Park, Melek ve İstiklal. Daha eskiden Atlas sineması da varmış. 70
sonrası seks furyası tüm memlekette olduğu gibi Mardin'de de sinemayı bitirmiş.
Gidip
gördüğüm kadarıyla Eski Mardin yine eskiliğini muhafaza ediyor. (Gerçi mukayese
edemem, çünkü daha öncesini bilmiyorum) Mardin UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne
alınmaya çalışılıyor. Bunun için de eski Mardin dokusunu bozan eklemeler
ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.
Mungan en çok da Mardin’i anlatsın istedim kitapta. Çünkü Mardin benim gönlümde bir karasevda
gibi kaldı.
Dar araları,
ine çıka bitiremediğim merdivenleri, Mardin'e özgü Abbaraları, yöreye özel sarı
taştan yapılmış binaları ile sapsarı bir şehir Mardin. Abbara nedir
biliyor musunuz? Ben Abbara sözüne 87. sayfada rastlayınca eski bir tanıdığa rastlamış gibi oldum.
(Mardin
şehrinin nefis bir tanımı var 304. sayfada)
Dar
sokakları yaz günlerinde doğal bir klima görevi görüyor. Yaz günlerinde
teraslara attıkları (yine akrepten dolayı) mavi boyalı tahtlarda uyuyorlar.
Mavi boyalı
kapıların evi akreplerden koruduğu söyleniyor.
Yeşil boyalı
kapılar o evin sahibinin hacı olduğunu gösteriyor.
Sokakta
oynayan çocuk yok, merdivenli sokaklar sokakta oynamaya uygun değil. O yüzden
çocuklar ya evlerin teraslarında, ya da avlularında oynuyorlar. Özellikle de
uçurtma uçurmak çok önemli bir eğlence. Ki geçen yıl biz de Uçurtma Festivali
zamanı Mardin'deydik.
Mardin sokaklarında
bir Sinekli Bakkal var. Ve o bakkal bir çeşit kütüphane görevi görüyor.
Munganların
Evi
Mungan'ın
sürekli bahsettiği evlerinin yanındaki PTT binasının diğer yanındaki İzala Otelde
kaldık biz. Munganların evi PTT binasının hafif önünde kalıyor. Birinci
Cadde deniyor önündeki caddeye. (Cadde dediysem bulvar değil, Tek yönlü,
neredeyse bir buçuk araçlık bir yol) Caddenin karşısında Şehidiye Cami var,
caminin yanında eski günlerdeki gibi bir çay bahçesi var. Geceleri orada oturup
çay içtik, aşağıda uzanıp giden Mezopotamya Ovası'na ve arkamızda duran Mardin
Kalesi'ne hayranlıkla baktık.
Mardin için "Gündüzü
seyranlık, gecesi gerdanlık" dedikleri doğruydu.
PTT Binası,
Şatana Konağı
(137. sayfada) Şatanalarin oğlu Cavit Şatana ile birlikte öğretmenden tokat yediklerini anlatıyor. Cavit Şatana deyince, Şatana Konağından bahsedelim.
Konak 1890
yılında Ermeni Mimarbaşı Lolo Serkis Efendi’ye yaptırılmış.
Ama kim
yaptırmış?
(249. sayfada) Mungan kitapta PTT binasının Garabet Kasparyan’a ait olduğunu yazmış. Sonra Paşa Konağı
olarak anıldığını, 30’ların sonunda kısa bir süre Memleket Hastanesi olarak,
otuz yıl kadar da Saray Oteli olarak kullanıldığını, ardından da Mardin
Postanesi olduğunu anlatmış.
(250. sayfada) Kasparyan ailesinin (1915 yıllarında) yaşadıkları ise tam bir felaket.
Şatana Konağı denilen, ortadan tek merdivenle çıkılan, sonra merdivenlerin ikiye sağa ve sola ayrıldığı ve bir terasa ulaştığı o binayı, yani PTT binasını biliyorum.
Rivayete
göre Şatana Ailesi’nden bir genç Ömerli’de yaşayan bir kızı sever ve onunla
evlenmek ister. Ancak kız, kendisi için Mardin’deki en büyük evin yapılması
şartıyla bu teklifi kabul eder. Böylece, Mardin’deki en büyük U planlı evlerden
biri olan Şatanalar’ın konağı inşa edilir.
Bina 1953
yılında Şatana ailesinden satın alınarak PTT binası olarak kullanılır. Bugün
ise bina Artuklu Üniversitesine devredilmiş ve Turizm Uygulama Oteli olarak
kullanılıyor.
Hangi
söylence daha doğru, ya da Şatana ailesi bu hikâyenin neresinde onu bilemedim
doğrusu.
1915
(237. sayfada) 1915 olayları esnasında kimsesiz kalan Ermeni ve Ezidi çocuklara sahip çıkıldığını anlatıyor. Anlatmalarından Mardin nüfusunun büyük çoğunluğunun Ermeni olduğunu görüyoruz.
Kitapta Ermeni soykırımına da yer vermiş. Tarih, tarih kitaplarından öğrenilmez sözü bir kez daha gerçek oluyor. (O sayfalarda "Salkım Hanımın Taneleri" kitabı ve filmi geldi aklıma. Ne çok hikâye var böyle.)
Sayfa 278'de İstiklal Sineması'nı ve İstiklal mahkemelerini anlatmış. Tarih akıyor sayfalardan.
Ankara günlerinde de 12 Eylül öncesi ortamları anlatıyor.
(Erdal Gülver ile Ankara Dil Tarih Coğrafya günlerinden arkadaş olduklarını öğrendim.)
Mardin mimarisini, Mardin misafirperverliğini Mardin yemeklerini, Mardin dillerini ve Mardin dinlerini görüyoruz kitapta.
"Tatlar Kokular Renkler" bölümünde onlarca baharat ve yemek isimleri ile karşılaşıyoruz. Arapça, Süryanice, Türkçe yemek isimleri birbirine karışmış.
Mungan son dönemlerde popüler hale gelen Mardin için yaratılan algıdan biraz hoşnutsuz. Bunu yazılarından anlıyoruz.
Birinci Caddenin paralelinde, aşağıda açılan İkinci Cadde için feda edilen tarihi, evleri, konakları anlatıyor.
Yapmak için yıkmak gerekiyor bazen. O da insana acı veriyor. Yıkmadan da yapmanın yolları bulunabilir oysa.
Eski ve Yeni
İsimler
İsimler bazen zamanla evrilerek değişir. Kızılcaören adı önce Kızılcaviran, sonra
Kızılcaveren, en son da Kızılcaören olmuş mesela. Bir de değiştirilen isimler var.
Killit Dereiçi olmuş mesela. Kıllit kıtlıktan geliyormuş asında. Bir geçmişi
var, bir anlatısı var o ismin. Coğrafyanın geçmişini bilmeyenler haritaya bakarak
yeni isimler vermişler zamanında. Açılım sürecinde tabelâlarda her iki isim de
yazılmış. Ben yollarda hep iki isimli tabelalar okudum.
Kurulduğundan
beri adı hiç değişmeyen şehir Midyat olmuş. (Mağaralar Şehri Mitate)
Bunu da bir
alt bilgi olarak söylemiş olayım.
Babası
1962 Mardin
olaylarını bilmiyordum. Murathan Mungan o olaylarda haksızlığa uğrayan babasının sesi
olmuş, babasını ve o gece yaşanan olayların aslını astarını anlatmış. (150
tabağın 149'unun kırılması belki bir işaretti diyor kitapta o günler için.
Uğursuzluk sayıyor. Haberci sayıyor.)
Babası ve
aile bu olaylar sonrasında pek çok mağduriyet yaşıyorlar. O dönemin hükümeti, o
dönemin anlayışı, o dönemin siyasi yapılanmaları Baba İsmail Mungan'ı kurban ediyor ve
aileye büyük bedel ödetiyor. Baba Mungan zeki, uçarı ve pervasız bir adam.
Ailenin okumuşu ve sıkıntı görmemişi olarak fazlasıyla rahat yaşıyor.
Adaletsizliğe gelemeyen bir yanı var ve bu da onu ele avuca sığmaz
yapıyor.
Babası
Murathan'ın açık saçık romanlar okumasına izin veriyor. Erkeklik göstergesi
sayıyor belki. Ya da Murathan'ın gidişatını için için fark ediyor ve o gidişata dur demek
için imdat kolunu o dergiler vasıtasıyla çekmek istiyor.
Annesi
Gerçek
annesi Muazzez ile Murathan'ın babası nasıl tanışıyorlar, nasıl evleniyorlar
oralar biraz belirsiz. O günlerde neler olduğunu anlatan kimse olmadığı için
yeterli bilgi yok belki. İkisi de hukuk fakültesinde okuduğu içindi ihtimal.
Cinselliği
Murathan
Mungan’ı kendi cinsel tercihini hiç saklamayan ama bu tercihini ortalarda
yaşamayan biri olarak biliyoruz. Aklıselim her insanın yaşadığı gibi yaşıyor
hayatını. Ancak, cinselliğini kendisinden beklendiği gibi değil de kendi
hissettiği gibi yaşıyor olması onu çok yoruyor.
Ezidiler
Ezidiler
gördükleri eziyet karşısında buralarda tutunamayıp Kuzey Avrupa ülkelerine
kaçmışlar. Terk edilmiş köylerle dolu coğrafya. Boşaltılmış köyler ayrı hikâye,
terk edilmiş köyler bambaşka bir hikâye.
Kaçsalar da
dönüyorlar
Kaçıp
gidenlerin cenazeleri yine Midyat’a geliyor. Bacinê (Güvenköy)'deki Ezidi
Mezarlığı’nın yanına, cenazesini defnetmek için yurt dışından gelen cenaze
sahiplerinin kalabilmesi için bir ev, ev demek yanlış aslında, bir konak
yapmışlar. Kafro'da minik bir köyleri var. Yazları geliyorlar ya da kalan
ömürlerini burada tamamlıyorlar. Kafro, Pizzacısı ile meşhur.
Kimdir
Ezidiler?
Êzidiler,
Allah’a inanır. Ayrıca Allah’ın peygamberlerini de tanırlar ama Êzidilere göre
Allah, Meleki Tavus'tan “insanlara secde etmesini” isteyerek Meleki Tavus’a
“haksızlık” yapmıştır. Êzidiler, Meleki Tavus’u Azrail gibi ruh almaya gelen
melek olarak görürler. Yani Meleki Tavus insanlara haksızlık yapmamış, Allah’ın
emirlerini yerine getirmiş, dünyayı kötülüklerden arındırmayı kendine görev
edinmiştir. Êzidilere göre kötülük insanların kalbindedir. Meleki Tavus da
“emre” karşı gelerek insanlara, yani kötülük sahiplerine secde etmemiştir.
Ezidi
Eziyeti
Êzidiler,
Irak Kürdistanı’nda Saddam iktidarı döneminde yaşama geçirilen Enfal
operasyonlarına kadar, çoğu Osmanlı İmparatorluğu döneminde olmak üzere 73 kez
katliama uğradı. Ezidiler, Saddam Hüseyin’in ‘Enfal‘ adı verilen Kürtlere dönük
katliamları döneminde ise iki kez öznel olarak katledildi; bir diğer büyük
katliam ise 2011 yılında Şengal’de 500’e yakın Êzidi’nin öldürüldüğü bombalı
saldırı eylemi oldu. Ağustos 2014’te IŞİD’in Şengal’i işgal etmesiyse, Êzidi
tarihinde yaşanan 77’inci katliam.
Hacı
Abdullah Bey Konağı
Sayfa 240'ta
bahsettiği, (ailesinden olan) Hacı Abdullah Bey Konağı'nı Savur'da gördüm.
Sayfa 404'teki Mardin evi tanımlamasında yine Hacı Abdullah Bey Konağını
hatırladım. 388. sayfada soyağaclarında ne kadar geriye gittiklerini görünce
Aysel Tumba'nın Hacı Abdullah Bey Konağı'nda bize gösterdiği soyağacı tablosunu
anımsadım.
242. sayfada
bahsettiği Midyat'ın kadın belediye başkanı Demet Akbağ'ın oynadığı Hükümet
Kadın filmindeki başkan mı?
****
Kitabı
okurken hem bir çocuğun naif anılarını izledim, hem de tarihin acımasızlığı
içinde içim acıdı. Eridim bittim. Bu kitabın ardından Paranın Cinleri kitabını
da okudum. Paranın Cinleri, bu kitabın hemen öncesinde yazılmış ve Harita Metod
Defteri'nin gelişini haber veren bir kitap.
Özellikle de Paranın Cinleri kitabının son bölümü olan Gizli Ben'in sonunda okura bir soru sorar Mungan: Ey okur beni hiç
gördünüz mü?
Hep saklanır
sanki bir yerlere. Ama hep oradadır.
Hayatta hep normal
olmanın değil, makul olmanın yollarını aramıştır.
Vefalıdır da
Mungan. 2012'de SineMardin Festivali'nde kendisine onur ödülü takdim
edilecektir, ödülü kimin elinden almak istersin diye sorarlar, 35 yıl sinema
makinistliği yapmış olan sinemacı azizin elinden almak istediğini söyler ve
onun elinden alır. (sayfa 282)
Bizimle ayni hayalkırıklıklarına ve aynı umutlara sahip bir çocuk o.
(292. sayfada) "Yarınlar hep güzel olacak sandık" yazmış. Hep öyle
sanmamış mıydık?
"Yangında ilk kurtarılacak değildim!"(sayfa 309) sözü
küskünlüğünü, depresif ve biraz da alıngan ruh halini gösterir. (383. sayfada
teyzesi ile benzerliklerini gördüm. İkisi de inat ve küsme gücü ile kendilerine
zarar verme pahasına vazgeçişler yaşıyorlar.) Ailesinin, öz anne tarafının,
özellikle de teyzesinin sertliği ve mesafesi, hayatına hiç dahil olmamaları,
başarılarını onaylamamaları ya da görmezden gelmeleri onu üzüyor.
Saldırı anında kendisini arabada bırakıp kaçtıkları için anne babasını hep suçluyor. Anne
baba o olayı başka anlatıyor, Murathan başka anlatıyor. Herkes kendi tarafından
anlatıyor.
Çocukluğundan bu yana iyi bir okur olan Mungan: “Okuduğum kitaplar bana
bilgi sağladı, bilinç kazandırdı, ama duyarlılığımı ve vicdani değerlerimi
çocukluğumdan taşıdım.” diyor.
Istanbul'un İ'sini hep noktasız yazıyor. Hep ISTANBUL diyor.
(317. Sayfa) "İçindeki ben" bölümünde benim de yazıma başlığı
veren BEN'de benden çok var sözü geçer.
Ne demişti Mardini Murathan Mungan:
“Beni bir kere gördüğünüzde beni tanıdığınızı asla ama asla düşünmeyin.
Bende benden çok var.”
Sonuç olarak:
Kitap, okunması yaşanmasından güzel bir kitap olmuş...
Kitabı ve Murathan Mungan’ı anlatmaya onun Kırılgan şiiri ile son verelim.
KIRILGAN
Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten
Ürküyorlar gözümdeki ateşten
Ürküyorlar dilimdeki zehirden
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen
Gözükara cesaretimden
Diyorlar:
Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı.
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten
Ürküyorlar gözümdeki ateşten
Ürküyorlar dilimdeki zehirden
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen
Gözükara cesaretimden
Diyorlar:
Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı.
AH MARDİN!
Yeni değil
keşfine gençlik verilmiş gerçekler
Her zaman yalnızdım
Kitaplar kadar yalnız
Yalnızca yalnızlığımdan gürültücü bir kalabalık yaptım
Herkes için farklı aldanışlar, kurtarılmış hayatlar yok pahasına
Her zaman yalnızdım
Kitaplar kadar yalnız
Yalnızca yalnızlığımdan gürültücü bir kalabalık yaptım
Herkes için farklı aldanışlar, kurtarılmış hayatlar yok pahasına
Her zaman
yalnızdım
Yanardağlar kadar yalnız
Ey kafiye sevenler,
Şimdi beni gökyüzünde bir yıldız sananlar, yanıldınız!
Yanardağlar kadar yalnız
Ey kafiye sevenler,
Şimdi beni gökyüzünde bir yıldız sananlar, yanıldınız!
Nankörlük
etmeyeyim gene de,
Yalnızlığımı daha az hissettiğim anlarım oldu yalnızEvimde hep aynı anda çalar telefonla kapı
Yalnızlığımı daha az hissettiğim anlarım oldu yalnızEvimde hep aynı anda çalar telefonla kapı
Gene öyle
oluyor; hiç yalnız bırakmazlar beni
Yalnızlık bilgisiyle çatılmış arkadaşlıkların korunaklı gölgesindeYalnızlık için çalar telefonlar, kapılar
Yalnızlık bilgisiyle çatılmış arkadaşlıkların korunaklı gölgesindeYalnızlık için çalar telefonlar, kapılar
İstersen bana
uğra, ya da, akşama buluşalım
Ölmeden yapacak çok iş var…
Ölmeden yapacak çok iş var…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder