25 Şubat 2019 Pazartesi

Aşk mı, Kalori mi?

Aşkınız kaç kalori diye sorsam, aşkımızı kalori ile ölçmüyoruz dersiniz.
Aşkınız size kaç kalori yaktırıyor desem, hafiften kilolanmışsanız eğer, "Oooo o eskidendi" dersiniz.
Aşık olmanın insanı yemeden içmeden kestiği, midesindeki kelebekleri pır pır ettirdiği, incecik olup karşısındakine kendini beğendirmeye çalıştığı eski günlerdeki gibi değilsiniz artık demek ki. 
O kıpır kıpır günlerin yerini bir rehavet, bir alışmışlık, bir boşvermişlik, bir sal gitsinlik, bir kendini görmezlik almış.
Gelsin pizzalar makarnalar, gitsin börekler poğaçalar, gelsin tatlılar şekerler şekerlemeler, gitsin hamburgerler kolalar patatesler demişsiniz.
Yiyelim yiyelim, yedikçe yiyelim, yedikçe acıkalım yine yiyelim demişsiniz.
Bize yeme diyenler olursa, onları da yiyelim demişsiniz.
Beğenmezlik edip etinize budunuza kusur bulan olunca, 'bazıları şişman sever' diyerek geçiştirmişsiniz.
Parmağımızı kıpırdatmayalım, mabadımızı kaldırıp iki adım atmayalım, homini gırtlak pufini kandil kendimizi avutalım istemişsiniz.
Tamam ama nereye kadar?

Aşk ve kalori birbirleriyle ne kadar da tutkuyla bağlıdırlar bir düşünün. Fazla kalori aşkın tutkusunu azaltır, aşkın fazlası ise kaloriyi bolca harcatır.
Aşkı meşki bir kenara bırakarak yemek yemenin peşine düşüp, damak hazzı ile aşk hazzının yerlerini değiştiren kişi, hızla obezliğe koşarken sağlığını kaybetmeye başlar. 
Dünya nüfusunun %30'unun obez olduğuna bakarsak, yanlış beslenme ve hareketsizliğin insana neler ettiğini de anlamış oluruz. Dünyadaki başlıca ölüm sebeplerinden olan kanser, diyabet, kalp hastalıkları ve birçok hastalığın temelinde obezite olduğunu söylemeden geçmeyelim.

BUSADER - Obezite 360 - Aşk ve Kalori
Bursa Sağlık ve Eğitim Gönüllüleri Derneği BUSADER, obeziteye dikkat çekmek adına Avrupa Birliği Projesi olarak belirledikleri Obezite 360 Projesini hayata geçirmiş. Bu kapsamda pek çok etkinlikte yer alan BUSADER, "Aşk ve Kalori" tiyatro oyunu ile de obezitenin aşk yüzünü gösteriyor insana.
Kendisi de BUSADER üyesi olan Ayşe Alagöz tarafından kaleme alınan oyun daha önce 7-9-11 Ocak 2019 tarihlerinde Uğur Mumcu Kültür Merkezi'nde oynandı. Gelen yoğun istek üzerine ise bu akşam, 25 Şubat tarihinde dördüncü kez Podyum Sanat Mahal'de sahnelendi. 
Oyunun yönetmeni Devlet Tiyatrosu sanatçısı Berrin Kulya Balkanlar. İki perdelik komedi olan "Aşk ve Kalori" oyununda, Adem Yıldırım, Aysun Moral, Ebru Boztekin, Ebru Yangöz Sağlık, Erenay Işık, Hande Özemre Gençosman, Haldun Bal, Tuğba Çubukçu, Tuncay Aktaş, Volkan Erol, Ayşe Alagöz ve Mehmet Ceylan rol alıyor. 
Oyun mayıs ayında Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu'nda sahne alacak.

Ya Aşk, Ya Kalori!
Şişmanlığı alıp başını giden, kilolarını çok seven ve bir gramını bile vermek istemeyen genç bir kadının hayatını izledik bu gece. Kadını çok seven erkek arkadaşının kendisine oynadığı oyun ile önce kadını biraz üzdüğünü, ancak onu bu sayede sarsıp kendine getirdiğini, eski sağlıklı, hareketli ve hafif günlerine döndürdüğünü gördük. Kadın oyun içinde oyun olduğunu bilmiyordu tabi, adamın dediklerini içine bir türlü sindiremedi. Çok sevdiği adamın onu kırıp döküp gittiğine inandı. 
Kâh güldük onun hallerine, kâh üzüldük.
Kilolarını hızla verip, değişip, hayatın içine girdiğini görünce de, 'Demek ki olabiliyormuş' dedik.

Hem kadın hem de erkek için şişman olmak suç değildi ama şişmanlık önlenebilirdi.
Yaşama hakkı şişmanlara yasaklanmış değildi ama daha az kilo ile hayatın hakkı daha iyi verilebilirdi.
Oyundaki gibi, sevgi bazen sert uygulamalar gerektirebilirdi.
İnsan kaderine ah etmek yerine kaderini kontrol edebilirdi.
İnsan kendisini baştan yaratabilirdi.
Çünkü obez olmak kader değildi...
****
Tiyatro; insanı insana anlatma, insana ayna tutma sanatı. 
Bu yola, insana dokunma ve farkındalık yaratma aşkı ile çıkan, bu yolda emeğini sakınmayan, elinden gelen ile yetinmeyip hep daha fazlasını arayan ve yapan tüm arkadaşlarım bu gece sahnede birer yıldızdı.
Hepsini tek tek kutluyorum...
Oyunun yönetmeni ve oyuncularla ettiğimiz sohbeti buradan izleyebilirsiniz.
Oyunun fotoğraflarından ve video kayıtlarından oluşan albümünü buradan görebilirsiniz.
Oyun esnasında yaptığım çekimlerden derlediğim videoya buradan ulaşabilirsiniz.

Tiyatro Yazılarım:
Ha Romalı, Ha Aromalı / 29 Eylül 2013
Savaşın öteki yüzü / 11 Mart 2015
Babaanneler unutmasın / 11 Mart 2016
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Aşk mı, Kalori mi? / 25 Şubat 2019
Orada Duruverdi Zaman / 6 Mart 2019
Aşk Varsa Sanat Var / 21 Mart 2019
Bir Dünya Tiyatro / 29 Mart 2019
Hora Hora Barışa / 20 Haziran 2019

10 Şubat 2019 Pazar

Sırça Köşk'ün Sabah Yıldızı

8 Şubat akşamı Bursa Uğur Mumcu Kültür Merkezi'nde "Sabah Yıldızı Sabahattin Ali" belgeselini izleyen arkadaşım Dr. Zülfiye Altındağ Günöven beni arayıp da bu belgeseli kaçırmamamı, belgeselin 9 Şubat akşamı Mudanya Uğur Mumcu Kültür Merkezi'nde tekrar gösterileceği haberini verdiğinde bir an bile tereddüt etmedim. Aynı günün akşamı Mudanya'ya giderek bilet almak için Kültür Merkezi'nin kapısından içeriye  girdim.
Bilet alımı esnasında bilet satan kişiyle konuşurken, bilet aldığım kişinin filmin yönetmeni olduğunu öğrendim. 
Sonrası geldi tabi. 
Metin Avdaç 2010 yılında Afyon Kocatepe Üniversitesi öğrencilerinin düzenlemiş olduğu bir etkinlikten İstanbul'a dönerken yolda Sabahattin Ali konusu açılınca, yol arkadaşı olan fotoğraf sanatçısı İsa Çelik'e Sabahattin Ali ilgili bir belgesel olup olmadığı sormasıyla başlamış bu hikâye. Film iki yıl içinde tamamlanarak, Sabahattin Ali'nin ölüm yıl dönümü sayılan 2 Nisan (2012) tarihinde gösterime girmiş.
Film, kurgusuyla, anlatımıyla, seslendirmesiyle, müziğiyle, yurt içi ve yurt dışı çekimleriyle, gazete kupürleriyle, belgeleriyle, Sabahattin Ali'yi tanımış olan kişilerin anlatımlarıyla (ki pek çoğu şu an bu dünyada yok) uluslararası boyutta bir belgesel olmuş. 
Filmde Sabahattin Ali'yi anlatan yakınlarından aklımda kalanlar: 
Arkeolog Halet Çambel, Eğitimci-Yazar Talip Apaydın, Yazar ve İktisatçı Korkut Boratav, Müzik insanı Kerem Güney (Sabahattin Ali'nin "Aldırma Gönül Aldırma" şiirinin bestecisi), Milletvekili Mustafa Gazalcı, Sanatçı-Müzisyen/Yazar Zülfü Livaneli, Gazeteci- Siyasetçi Altan Öymen, Eğitimci-Yazar Rasih Nuri İleri, Müzik İnsanı Ali Kocatepe, Sabahattin Ali'nin kızı Piyanist ve Müzik Bilimci Prof.Dr. Filiz Ali, Yazar Zahit Atam, Tarihçi-Yazar Hıfzı Topuz, Emekli Yarbay Talat Turhan ve şu anda hatırlayamadığım kişiler. 
(Eve gelir gelmez belgesel filminin DVD'sini internet üzerinden satın aldım. DVD elime geçtiğinde filmi bir kez daha izleyip kişilerin tamamını yazacağım) 

Şiirden Şarkılar
Sinop hapishanesi görüntülerinde, yüksek kale duvarları ardında hapis yatarken, deniz görmeden kale duvarlarını yalayan denizin sesini dinlediğini, o seslerle oyalandığını, denizi görmek istediğinde gökyüzüne baktığını, uğradığı tüm haksızlıklara içlendiğini ve sonunda da gönlüne dönüp aldırma gönül aldırma şiirini yazdığını gördüm.
"Beni en güzel günümde sebepsiz bir hüzün alır" dizesindeki melankolinin Ali Kocatepe'de yarattığı etkiyi Kocatepe'nin kendisinden dinledim.
"Sabahattin Ali cinayeti açıklığa kavuşmuş olsaydı ne 6-7 Eylül olayları yaşanırdı, ne de bugün ülkemizde 17 bin faili meçhul cinayet olurdu" diyen Zülfü Livaneli'nin ne kadar doğru söylediğini düşündüm.
Hapisliklerinden birinde yazdığı, "Dışarıda mevsim baharmış, gezip dolaşanlar varmış, günler su gibi akarmış, geçmiyor günler geçmiyor." dizelerinde bir insanın dört duvar arasındaki sıkışmışlığını kalbimin en derinlerinde hissettim.
Severek dinlediğim pek çok şarkıdaki sözlerin Sabahattin Ali şiirleri olduğunu öğrendikten sonra o şarkıları romantik duygularla değil de, Sabahattin Ali'nin hayatını düşünerek dinlemiştim.
İzleyiciyi iki saat boyu filmden bir an bile koparmayan, Sabahattin Ali'nin yazıları misali, "su gibi akan" bir belgesel filmdi o akşam izlediğim. 
25 Şubat 1907'de Eğridere'de doğan, 2 Nisan 1948'te meçhul bir şekilde Kırklareli'de ölen Sabahattin Ali'nin hayatı anlatılırken, Türkiye'nin 30'lardan 50'lere uzanan zaman diliminin anlayışını gördük bir yandan da.
Ki o anlayış (ya da o anlamayış) idi Sabahattin Ali'ye bu yazıları yazdıran. Sonunda da o anlayışa (ya da o anlamayışa) kurban edilmişti acımasızca.
Oysa o, kendisine komünist dendiği halde Marksist kitapları Türkçe'ye çevirmemiş, soranlara Türkiye'nin henüz buna hazır olmadığını söylemişti.

O bir Sabah Yıldızı
Evdeki ışıktan daha iyi ışık veriyor diye sokak lambasının altında kitap okuyan bir çocuğun kime ne zararı olurdu ki oysa? 
Ya da okuyarak ve yazarak geçen ömründe kime ne zararı olmuştu ki?
Neden bu kadar korkulmuştu ondan?
Neydi ondaki rahatsız edici o şey?
Kimlerdi ondan bu kadar rahatsız olanlar?
Halkın bir derdi de yoktu onunla aslında. Eşi, kızı, arkadaşları, dostları, öğrencileri, yaşadığı şehirlerdeki insanlar, hepsi razıydılar ondan. 
"İnsanlar insanca yaşasınlar" derdinde olan bir adamın nesiydi bu kadar rahatsızlık veren? 
Solun medeniyetini ve insancıllığını dile getirdi diye "Komünist" yaftası ile yaftalanarak hapislere atılmayı, türlü iftiraya uğramayı, üzerine hakaretler yağdırılmayı, evinden barkından ayrı, 'Canı Aliye, Ruhu Filiz'e hasret bırakılmayı hak edecek ne yapmıştı?
Her satırından, her kelimesinden, her noktasından, her virgülünden duygu taşan, eşitlik ve adalet olsun diye çırpınan yazılar yazmıştı sadece. 
Yaşadığı gibi yazmış, yazdığı gibi yaşamıştı. Yalansız dolansız, çıkarsız ve eyvallahsız.
Biraz çocuksu, biraz pervasız, biraz melankolik, içi aşkla dolu dolu gencecik bir adamdı.
Hazmedemediler.
Ondan hiç hazzetmediler.
Çünkü onu hiç anlamadılar, çünkü onu hiç dinlemediler.
Anlamadığından korkar insan ya hani, hani hep anladığını sever ya, önce anlamaya çalışmak lazım demek ki. Onun içinde okumak ve dinlemek lazım.
Dedim ya, sıradan insanlar onu anlamıştı oysa. Filmde yer alan ve şimdi hayatta olmayan bir öğrencisinin, 90 yaşlarında iken tanımladığı gibiydi kendisi: "Sadece ders için gelmezdi. Mektepte yenilik meydana getirmek için gelirdi. Biz onun farkına vardık. O bize insan olmayı öğretti." diyordu 90 yaşındaki çocuk. İnsan olmayı ve sevmeyi öğrenmiş, bundan hiç vazgeçmemişti.
İşte bu kadar basitti onu anlamak...
Kendisini partiler üstü solcu aydın saymış, hiçbir partiye kaydolmamış, hiçbir yerden buyruk almayan, tek başına hareket eden bir "insan"dı kısacası.
Kimse onu ele geçiremeyip kendi safına çekemeyince sonunda çareyi imha etmekte buldular belki de.
O ise kendisine yapılan saldırıların nedenini hiç anlamadı. almadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?"  diyerek düzene isyan etti. 

Anlaşılamamaktan ve durmaksızın cezalandırılmalardan bunalıp da yurt dışına çıkmak istediğinde pasaport verilmedi kendisine. O da kaçmakta buldu çareyi.
Kaçma yolunda, henüz 41 yaşında iken nasıl olduğu hâlâ aydınlanamamış bir şekilde ortadan yok edildi Sabahattin Ali. Ölümü üzerine "makul" bir senaryo yazıldı ve konu kapatıldı. 
Sanki hiç var olmamış gibi davranıldı yıllarca. Edebiyat tarihinde yer almadı, okullarda okutulmadı. 
Ellerinden gelse George Orwell'in 1984 kitabındaki "silici" karakter Winston Smith'in yaptığı gibi adının geçtiği her belgeden, yaşadığı her yerden ismi kaldırılıp, sanki hiç doğmadığı, hiç yaşamadığı kabul edilecekti.
Lakin Sabahattin Ali yaşamıştı ve ardında yüzlerce, binlerce, on binlerce belge bırakmıştı.
Yazarın ölüm haberi ailesine 1949 yılında gelmişti ama ortada bir ceset olmadığından ve cesedi ailesine teslim edilmediğinden hukuken kayıptı. Ölüm ilanı ancak 1953’te alındı. Kitapları 1944 ve 1948 yıllarındaki Bakanlar Kurulu Kararıyla yasaklandı. Ta ki 1965 yılına kadar. 
İnsanlar artık onu okuyorlardı. 
Üstelik Sabahattin Ali okuyan hiç kimse de komünist olup devleti ve düzeni yıkmaya kalkışmıyordu. Ardı ardına mükemmel bir ahenk ile dizilmiş duygu yüklü edebî cümlelerde hayatı, adaleti, hasreti, aşkı soluyorlardı.
Okuyanlar en çok onun sırlarla dolu ölümünü ve oradan oraya savrulan hayatını merak ediyorlardı. Bir yerlerde konuşuluyor, yazılıp çiziliyordu ancak yine de tam anlatılamıyordu Sabahattin Ali. 
TRT'nin yaptığı bir belgesel vardı.
Nebil Özgentürk de Bir Yudum İnsan programlarından birinde Sabahattin Ali'yi anlatmıştı. 
Peki ya o belgeselde canlandırılan ölüm hikâyesi gerçeğin ne kadarını yansıtıyordu? 
Sabahattin Ali Sabah Yıldızı Belgesel Filmi, gerçekleri olanca açıklığı ile ve Sabahattin Ali'yi bire bir yaşamış insanların ağzından, yani ilk ağızdan anlatıyordu.
Kısacası, bu filmde -mış'lar, -muş'lar hiç yoktu.
****
Sabahattin Ali'nin isyanlarının üzerinden yıllar geçse de, isyana neden olan düzenler değişmedikçe edilen isyanlar da değişmeyecek.
O günlerden bugünlere geldiğimizde, konuşarak halkı bilgilendirmeye çalışan aydınlar, yazarlar, sanatçılar yine suçlu. Doğruları konuşmak, anlatmak, yazmak yine suç.
Çalmadan, çırpmadan yapılan namuslu işler yine gereken değeri görmüyor.
Burada olduğu gibi, Sabah Yıldızı Sabahattin Ali belgeseli gibi kıymetli bir yapımı izleyenlerin sayısı 20-30 kişiyi geçmiyor. 
İnsan merak ediyor; Sabahattin Ali'nin kitapları bu kadar basılırken ve o kitaplar bu kadar okunurken, belgesel niçin hak ettiği değeri bulup, niçin daha çok izleyici ile buluşamıyor?
Metin Avdaç'ın dişini tırnağına takarak, büyük bir emek ve özveri ile yaptığı, yapım aşamasında geniş bir kadronun çalıştığı bu filmin gösterimi için gereken kolaylıklar sağlanmalı belki de. 
Film gösteriminin sonunda izleyicilerden gelen soruları yanıtlayan Avdaç, bir yandan da filmin gösterimi adına yaşadığı sıkıntıları dile getirdi.
Avdaç'ın dediği gibi; belediyelerin kültür sanat birimleri Sabahattin Ali'yi önce kendileri tanımalı, sonra da Türk edebiyat tarihine imza atmış Sabahattin Ali'yi halka anlatabilmek için salonlarını ücretsiz açmalı. 
Zaman içinde film YouTube'da veya Blue TV, Netflix ve benzerleri gibi internet ortamlarında yerini almalı.
Kitapların basımı ve satışı nasıl destekleniyorsa, film gösterimi de bu destekten mahrum bırakılmamalı.

Sabahattin Ali'nin telif hakları ne olacak?
Ölümünün 70. yılında eserlerinin telif hakkı kalkan ve yayınevlerinin kitaplarını basmak için yarıştığı Sabahattin Ali'nin 70 yıllık telif hakkı süresi 1949 yılından mı yoksa kitaplarının baskıya girmesine izin çıktığı 1965 yılından mı başlamalı? 
Bu arada, üretiminin üzerinden 70 yıl geçince eser üzerinde telif hakkının kalkmasının açıklaması, 70 yıl sonra telif ödenecek "yaşayan" bir kimsenin  kalmaması olduğunun varsayılması mıdır, anlamadım...
Telif konusunda Serfiraz Ergün tarafından Sabahattin Ali'nin tek kızı ve tek varisi olan Filiz Ali ile yapılan röportajı buradan okuyabilirsiniz.
Buradan da Metin Avdaç ile film gösterimi öncesi yaptığımız kısa videomuzu izleyebilirsiniz.
"Sabah Yıldızı Sabahattin Ali" belgeselinin tanıtım videosuna YouTube üzerinde ulaşabilirsiniz.
****
Ben ve salondaki 20-30 kişi bu gece bir hayatı ve bir dönemi soluksuz izledik.
Film gösterimi sizin şehrinize geldiğinde siz de kaçırmadan izleyiniz.
Sabahattin Ali Belgeseli en yakın 16 Şubat Cumartesi günü saat 20:00'de, Samsun'da, Canik Kültür Merkezi'nde gösterilecek.
Ve devamındaki program da şöyle:
17 Şubat Fatsa, Fatsa Kültür Sarayı saat: 16:30 ve saat: 19:30, 
19 Şubat Ordu, Ordu Kültür Sarayı saat: 20:00, 
21 Şubat Samandağ, Samandağ Kültür Merkezi saat: 20:00, 
22 Şubat Antakya Meclis Kültür Merkezi saat: 20:00, 
20 Şubat Kadıköy Kozyatağı Kültür Merkezi saat: 20:00, 
25 Şubat Sarıyer Yaşar Kemal Kültür Merkezi saat: 19:30, 
Sabahattin Ali'nin doğum günü, kızı Filiz Ali'nin katılımıyla, 28 Şubat Edirne Halk Eğitim Merkezi saat: 20:00

7 Şubat 2019 Perşembe

Beyaz Bereli Çocuk

Okuldan çıkmış evine gidiyordu. Arkasında gelen arkadaşlarının bir-iki adım önünde, en çocuk haliyle hoplaya zıplaya yürüyordu kaldırımda. 9-10 yaşlarında vardı yoktu. Sırtında çantası, başında beyaz beresi, üzerinde evine dönüyor olmanın tatlı telâşesi. 
Kaldırım kenarındaki kırmızı arabanın yanından geçti, sonra beyaz arabanın yanından geçti. 
Sonra, 
Sonrası toz duman...
Bir anda dünya başına yıkıldı sanki. Mecâzi anlamda değil, gerçek anlamda yıkıldı hem de.

Sabah evden çıkarken sıkı sıkı giydirmiş ve dönüşte de sıkı sıkı giyinmesini tembih etmişti annesi besbelli. O da annesinin sözünü dinlemiş, paltosunu giymiş, başına beresini takmış öyle çıkmıştı okuldan. O binanın önüne geldiğinde evine ulaşmasına ramak kalmıştı belki. Kapıdan girer girmez "Çok açım!" diye seslenecekti annesine. Annesi sırtındaki çantasını alacak, üzerini değiştirmesini ve elini yüzünü yıkamasını söyleyecekti. Sonra odasında akşam yemeği saatine kadar belki birkaç poğaça atacaktı ağzına sıcak sıcak beyaz bereli çocuk. Babası eve gelene kadar derslerini bitirmeye çalışacaktı ya da eve gelir gelmez bilgisayarın başına kurulacaktı. Annesi söylenecekti, çocuk dinlemeyecekti. Normal ev hâlleri işte. Herkesin çocukken ailesi, anneyken de çocuklarıyla yaşadığı gibi.
Lakin hiç birisi olmadı bu kez.
Adeta zaman dondu...

İstanbul Kartal'da sekiz katlı bina bir anda onu ve binanın önünde duran bir kişiyi de altına alarak olduğu yere çöktü. Ayakta duran bir insanın aşil tendonlarını bir bıçak darbesiyle kesmişsiniz ya da ensesine ani bir darbe indirmişsiniz ya da sırtındaki ağır yükü daha fazla taşıyamayan bir insanın dizlerinin üzerine yıkılışı gibi kapaklandı yere o koskoca bina.
Binanın altında kalan o beyaz bereli çocuk kimdi, kimin canı ciğeriydi, kurtarıldı mı, haber alındı mı bilmiyoruz.
Enkazdan onun yaşlarında, 13 yaşlarındaki Hilal Tuana Alemdar çıkartılmış. Bir de küçük Havva.
43 kişinin ikamet ettiği söylenen 14 haneli binanın enkazından şimdiye kadar 3 kişinin cesedi çıkarıldı, 12 kişi de yaralı olarak kurtarılmış. (7 Şubat, 12:30 itibarıyla)
İstanbul Valisi Ali Yerlikaya çevredeki 7 binanın boşaltıldığını, bunlardan 10 katlı Yunus Apartmanı'nın durumunun riskli olduğunu, bu binadaki risk nedeniyle çalışmaların 3 kez durduğunu söylüyor.

Yunus Apartmanı neden riskli?
O da mı çürük, yoksa yanındaki binanın yıkılması onun temellerini de mi sarstı?
Peki ya yıkılan bina neden bir anda yıkıldı? Daha önce sinyal vermedi mi? İçinde yaşayanlar hiç mi fark etmediler tehlikeyi? Yoksa aldırmadılar mı? Ya da gidecek yerleri mi yoktu?
O kadar çok soru var ki sorulacak. Ve bir o kadar çok sorumlu var ki aranacak.
Bu felaketlerde binayı yapandan alana kadar herkes sorumludur aslında. Lakin binada oturanlar hem paralarıyla hem de canlarıyla öderler bu acı bedeli.
Binayı yapan, yaptıran, ruhsat veren, oturulabilir diyen kim varsa onlar sorumluluğu birbirlerinin üzerine atarak sıyrılmaya çalışırlar bu suçtan. Davalar açılır, soruşturmalar yapılır. Zaman geçmeye başlar, dava uzar da uzar ve sorumlular zaman aşımından kurtarırlar paçayı. 
Onlara göre zaten ortada suç da yoktur. "Kader" vardır, "Takdiri ilahi" vardır, "Allah emanet" vardır, "Allah korusun" vardır...

Aklını kullanmayanı Allah da korumaz
Bilimden uzaklaştıkça Allah da ne kadar koruyacak diye düşünmez cahil akıl. "O temel yeterince sağlam olmazsa, o kolonlar üzerine çıkılacak katları taşıyamayacak kadar zayıf olursa, inşaat yapılırken malzemeden çala çırpa iş yapılırsa olacağı budur" dersin, anlamaz. O her işi ucuza kapatmaya çalışır. Ufak hesaplar peşinde koşarken büyük bedeller ödeyeceğinin farkında değildir.

Binayı yapanlar sadece ceplerini doldurmaya mı bakıyorlar? 
Sanki bina öyle bomboş duracak. Sanki içinde hiç insan yaşamayacak. Sanki o bina tonlarca ağırlıkta eşya ile dolmayacak. 
Binanın altında tekstil atölyesi varmış. Daha önce de marangoz atölyesi olduğu söyleniyor. Akla hemen birkaç yıl evvel yaşanmış bir vak'a geliyor tabi. Makinelerini sığdırmak için binanın kolonlarını keserek kendine yer açan ve binanın yıkılmasına sebep olan marangoz olayını hatırlarsınız. Burada da öyle bir şey yaşanıp yaşanmadığını binanın altındaki atölyesini başka bir yere taşıyan marangoz ile tekstil atölyesi sahibi bilir. 
Binanın üzerine çıkılmış kaçak katlardan da bahsediliyor. O da ayrı hikâye.
İçinde oturan akıl ile binayı yapan akıl aynı olunca hangi birisine ne diyeceksin.
****
Kurnazlık Devri'nin gümleme çeşitleri hep bunlar. 
Çok bilmiş beceriksizlerin işleri.
Akil insanların "Yapmayın etmeyin, çalmayın çırpmayın, doğru yoldan ayrılmayın, hem ülkenin hem de doğanın kanunlarına karşı çıkmayın" demelerini dinlememelerinin sonuçları.

Canlar yanmasın, insanlar mağdur olmasın, içimiz sızlamasın diyedir oysa tüm isyanımız. Mutfağında yemeğini pişirenden komşusuna kahveye geçen, televizyon karşısında gazetesini okuyandan banyoda abdestini alan her kim varsa bedenleri ile birlikte hayatları da molozlara karışıp gitmesin diyedir.
O beyaz bereli çocuk ölmesin diyedir, evladını bekleyen ananın yüreği dağlanmasın diyedir...

Şair Nuri Can'ın,
"Nerede bir çocuk görsem üşüyen, ben de üşürüm biraz" dediği gibi her üşüyen çocukta üşür kalbimiz. Her aç çocuk ile boğazımıza dizilir lokmalar, her ölenle ölür bir parçamız. 
Kendisinin ve evladının güvende olması ile teselli bulmaz yürek.
Bilir ki bu bozuk düzen içinde kimse güvende değildir hiçbir yerde...

5 Şubat 2019 Salı

Aman avcı, vurma beni!

"Nuh, Büyük Tufan" filminde Nuh, tufandan kurtulmak için inşa ettiği gemisine, tufan sonrası yaşaması gereken tüm canlı türleri ile birlikte, kendisi, karısı, iki oğlu ve ailesi olmadığı için kendi çocukları ile birlikte büyüttüğü ama doğurganlık özelliğini kaybetmiş olan oğulları yaşında bir kızı aldığında, insan ırkının kendileri ile birlikte sonlanmasını planlar.
Nuh bilir ki insan yoksa dünya bir cennet, insan varsa dünya bir cehennemdir.
Ancak işler Nuh'un planladığı gibi gitmez. Doğurganlığını kaybeden kıza Nuh'un babası tarafından doğurganlık bahşedilir ve kızın Nuh'un oğullarından birinden çocuğu olur. Nuh o minik bebeği öldürüp insan ırkını yok etmek istese de bebeğe kıyamaz ve öldüremez. 
Tufan diner, kara görünür.
Sonuç: 
Gemideki tüm hayvanlarla birlikte biz insanlar da binlerce yıldır buradayız.
Yani cehennemde...

Nuh'un dediği gibi dünyada insanlar olmasa dünya bir anda kendi dengesini bulacak ve gitmeyi hayal ettiğimiz cennete dönüşecek. 
Gürül gürül akan derelerin yeri değişmeyecek, yemyeşil ağaçlar kesilip yerine grinin grisi gökdelenler dikilmeyecek, filler dişleri, tilkiler kürkleri, papağanlar konuşan dilleri için avlanmayacak.
Ve o cennete sadece hayvanlar yaşayacak. 

Peki ya insanlar?
Kafanız karıştı değil mi?
İnsan soyu olarak cennettin nimetlerinden yararlanamayacaksak o zaman cennet niçin var?
Tekrar edelim o zaman. Cennet de cehennem de bu dünya. Biz insan soyu olarak cenneti başka yerlerde aradığımız için elimizdeki cenneti cehenneme çevirmişiz.
Tam bir kısır döngü. Hadi gel de çık işin içinden...

Avcı Toplayıcı
Aslında avdan ve avcılıktan söz edecektim, lakin söze Nuh'tan girince mecburen cehennemden çıktım.
İnsanlığın avcı toplayıcı olduğu dönemlerde avcılık da toplayıcılık kadar normaldi. Yemek için ne bitki ne hayvan yetiştiren, sadece bulduğunu yiyen, bulunduğu yerde yiyecek bir şey kalmadığında ise yer değiştiren insanlar, gün gelip tarıma ve hayvancılığa geçince avcılık da eski önemini yitirdi.
Artık yiyeceğini kendisi yetiştiren insan avlanmaya ve göçmeye gerek duymadı.
Gün geçtikçe bedeni çevikliğini, beyni de hislerini kaybeder oldu. Eski zamanlarda doğayla uyumlu yaşarken, sonrasında doğaya hükmetmeye kalkıştı. Geliştikçe doğadan koptu. Ne toprağın, ne havanın, ne suyun, ne güneşin, ne ayın sesini duyar oldu.

Bir tek avlanma işini unutmadı
Artık avlanmaya ihtiyacı olmamasına rağmen eline öldürücü ne geçirirse alıp daldı yaban hayatın ortasına. Önce sapanla başladı avlanmaya. Minicik kuşları bir taş ile indirdi yere. Tuttu kafasını koparttı, sonra da cansız bedeni fırlattı attı bir kenara.
Tüfek omzunda çıktı dağlara, bastı tetiğe, önüne çıkan hayvanı serdi yere.
Yaradılış özelliklerinden başka bir suçu olmayan hayvanların postunu çaldı, dişini çaldı, derisini çaldı, kafasını kesti duvarına astı. 
Öldürdüğü hayvanın postu ile ısınmak, derisi ile giyinmek değildi derdi. Beslenmek hiç değildi. 
Öldürdüğü yabani hayvanlar onun besin zincirinde değildi. Hayvanın karşısına elinde tüfek ile çıkmamış olsa öldürdüğü hayvanın besin zincirinde kendisi olabilirdi pekala.
Ah, "Tüfek icat oldu mertlik bozuldu" dedikleri ne kadar da doğru...

Aydın da olsa avcı avcıdır
Charles Darwin'den John James Audubon'a, Theodore Roosevelt'ten Ernest Hemingway'e kadar en aydın avcılar, kendilerini hayvan nüfuslarının sürdürülebilirliğine ve avlandıkları doğal alanların korunmasına adamış birer doğacı ve korumacı olarak görüyorlarmış. 
Ernest Hemingway bir yandan "Afrika'nın Yeşil Tepelerinde" kitabında Afrika'da yok olmaya yüz tutan gergedanların nasıl öldürüldüğünü en vahşi biçimiyle anlatır. 
Bir yandan da: "Biz, adım atar atmaz kıtalar yıpranmaya başlıyor. Oysa yerliler, o kıtayla uyum içinde yaşıyorlar. Ancak buraya gelen yabancı, ağaçları kesip yok ediyor, suları bitirip bozuyor. Bir ülkeyi ilk bulduğumuzda nasılsa, öyle bırakmalıyız. Bizler, yalnızca buranın doğallığını bozan yaratıklarız." diyerek insanoğlunun doğaya zarar verdiğini itiraf eder. 
Bunun gibi pek çok kez kameraya poz veren Hemingway'in hiçbir sözü fotoğraflardaki bu gülüşü affettiremez. 
Neden öldürdün şimdi sen o aslanı, söyle neden? Spor olsun diye mi? Yazılarına konu olsun diye mi?

Kan Sporu
Ernest Hemingway boğa güreşlerine de meraklıdır. Hani şu arenanın ortasına bırakılan boğanın matador tarafından öldürülmesi sporu(!). Ki boğaya arenaya çıkmadan önce yaşatılanları okuyunca, "Ölmüş de kurtulmuş" diyor insan. Boğanın ölmekten başka seçeneği de yok zaten.
Boğa güreşleri üç farklı sahneden oluşuyor ve bu süreç toplamda 20 dakika kadar sürüyor. Gösteri, boğanın pikador ile karşılaşması ile başlıyor. Pikadorlar arenaya at sırtında giren ve boğayı yormakla görevli olan öncüler. Pikadorlar, bu süreçte pika adı verilen bıçak benzeri bir aletle hayvanın boyun kaslarını kesiyorlar. Boğa kan kaybetmeye başlıyor. Pikadorların ardından sahneye asistan matadorlar çıkıyor. Asistan matadorların ellerinde, zıpkın benzeri dikenli bir silah bulunuyor. Banderilla adı verilen bu aletler, daha sonra boğanın bedenine saplanıyor ve ve boğa iyice etkisiz hale getiriliyor. Gösteri boyunca 6 kadar banderilla kullanılabiliyor. Boğa güçten düşürülerek saldıramayacak hale getiriliyor.
Son kısım trompetler eşliğinde başlıyor ve aşağı yukarı 6 dakika sürüyor. Öldürme işlemi esas matador tarafından gerçekleştiriliyor. Matador, elinde bulunan kılıçla hayvanın ana arterlerinden birini kesiyor ve ciğerleri ile kalbi büyük zarar gören boğa kan kusmaya başlıyor. Tüm bunlara rağmen hayvanın rahatça can vermesine de müsaade edilmiyor ve hayvan can çekişmekteyken kulakları ve kuyruğu kesiliyor. Bunun ardından da zincirlendiği aletle arenada gezdiriliyor ve seyirciler üstüne ellerine geçen çöpleri, boş şişeleri atıyorlar. Bu seremoniden sonra beden arenadan alınıyor ve gösteri tamamlanıyor.
(Köpek dövüşü, horoz dövüşü, deve güreşi, boks, bunların da boğa güreşinden pek farkı yok. Hepsi birer kan sporu.)

İçiniz kalktı, fena oldunuz değil mi?
Arenaya çıkmadan önce hayvana günlerce işkence ederek hayvanı arenaya hazırlayanlara(!), yine işkence ederek hayvanı arenada yaralayan pikadorlar ile asistan matadorlara ve son vuruşu yapan esas matadora çok mu kızdınız? 
Peki ya bu vahşeti delice bir haz ile izleyen izleyiciler için ne düşünüyorsunuz?
Kim bilir, belki siz de İspanya'ya gittiğinizde bir boğa güreşi izlemeden dönmezdiniz...

Bir Teselli
Katalonya Parlamentosu Temmuz 2010'da, Meksika'nın Sonora eyaleti ise Mayıs 2013'te boğa güreşlerini yasakladı. Ekim 2013'te Fransız "Yeşil Parti" hükümete boğa ölümlerinin durdurulması yönünde bir öneri sundu. 2011 yılında Ekvador, hayvanların eğlence amaçlı öldürülmesini yasakladı. 2008-2013 yılları arasında İspanya'daki arenalarda gerçekleşen gösterilere katılım %40 oranında düştü. 2008 yılında İspanya'da toplam 3,300 boğa güreşi yapılırken, bu sayı 2013 yılında 500'e kadar düştü. 

Antik Roma'nın Ölüm Arenası Colosseum
Boğa güreşini izleyen insanları kınarken, arenada insanların birbirlerini öldürmesini izleyen insanları da anmadan geçmeyelim. Boğa güreşi nasıl bir sektör ise, o dönemde Gladyatörlük de bir sektör olmuş.  
M.S 80 yılında tamamlanan Colosseum'un 100 gün ve gece süren açılış oyunlarında 5 bin hayvan ve yüzlerce insan kurban edilmiş mesela. Bir iddiaya göre Titus, kendisinden sonra bir daha böyle ihtişamlı bir yapı yapmasın diye Colosseum'un mimarını dahi hayvanlara yem etmiş.
Dövüşen gladyatörlerin ölüm kalım savaşını izleyen halkın bundan ne kadar haz aldığını ve ölümü ne kadar kanıksadıklarını düşününce, eski dönemlerde "yaşamak ve ölmek" kavramlarının bugünkü gibi algılanmadığını düşünüyor insan.
Biz bugün yaşamayı da ölmeyi de çok mu abartıyoruz acaba?

Ava Giden Avlanır
Arenada ölümüne dövüşmek ile doğal ortamda avlanmanın tek ortak noktası "ölmek ve öldürmektir". Arenada dövüşen gladyatörlerden hangisinin öleceğinin bilinmediği gibi, ava giden avcının da ölüsü gelebilir avdan. Bazen seken bir kurşun, bazen kızgın ve çaresiz hayvanın saldırısı ile biter av partisi. Bu kez kaybeden taraf avcıdır. Avcı, ava giderken avlanmıştır.
Seyrek de olsa matador da boğanın hışmına uğrayıp canını verir. Lakin boğa eninde sonunda yine de öldürülecektir. Yaban hayvanı gibi kaçacak yeri mi vardır?

Avcı Hikâyeleri
Avcı hikâyelerinin fıkralara konu olacak boyuta ulaşmış olduğunu herkes bilir. Avcılar "En büyük boynuz", "En iri geyik", "En büyük diş" diyerek öldürdükleri hayvanları birbirleriyle yarıştırırlar. Bu arada da kantarın topunu biraz kaçırırlar. Avlarını ve avcılıklarını ballandıra ballandıra anlatırken, arkadaşlarının kendi avladıklarından daha ihtişamlı bir hayvan avladığını öğrendiklerinde ise üzüntüden ve kıskançlıktan delirirler. 

Av Partileri - Safariler
İngiliz asilzâdeleri at üzerinde onlarca köpekle çıktıkları av partilerinde bolca ördek, sülün ya da tavşan vurup akşam sofrasında o hayvanların nar gibi kızarmış etlerini midelerine indirdiklerinde, avladıkları hayvanların doğada zaten avlanmak için bulunduklarını düşünüyorlardı. Onlar besin piramidinin altlarında ya da ortalarındaydılar nihayetinde. 
Peki ya besin piramidinin üstlerinde olan arslan, kaplan, fil, gergedan avlamak da neyin nesiydi?
Yoksa insanın doğaya karşı sergilediği bir güç gösterisi miydi?

Aman avcı vurma beni
XVI. yüzyıldan bu yana gelenek halini almış olan klasik tilki avının ana vatanı da İngiltere'dir. İngilizlerde gelenek olan bu av, derebeylerinin, soyluların bu iş için özel olarak eğitilmiş av ve tilki köpekleri (foxhound) ile yaptıkları bir aktivitedir. Atlı olan avcı tüfek kullanarak kırmızı tilkileri vurur. Köpeğin görevi ise avın bulunması ve getirilmesidir.
Bir anlığına kendi alanınızda özgürce dolanırken etrafta av köpeklerin seslerinin yankılandığını, avlanacak olan tilkinin siz olduğunuzu düşünün. 
Kötü bir his değil mi?

Besin Zincirinde İnsan
Besin zincirinde bulunan hiçbir canlı bu besin zincirine zarar verecek bir harekette bulunmuyordu ve zincirin kendisine sağladığı kısımda hayatta kalıyordu. 
İnsan için besin zincirinin dışında desek de, aslında içinde. Piramitte ne altta, ne üstte, belki de ortalarda bir yerde. Tamam da, ya et yemeyenler ile ot yemeyenler nerelerde?

Yaban Keçisinden Ötürü
Bu yazı soyları tükenme tehlikesi altında olduğu için avlanması kesinlikle yasak olan Anadolu Yaban Keçisi'ni avlayanlar yüzünden yazıldı. Kahramanmaraş'ın Elbistan ilçesinde 100 yıl sonra ilk kez görülebilen "Anadolu Yaban Keçisi"ni kaçak olarak avlayan 2 kişiye, 23 bin lira idari para ve tazminat cezası kesildi. Bu ceza eminim iyi bir ders olmuştur kendilerine. Daha da ellerine tüfek almazlar.  
Avladıkları keçinin bu kadar kıymetli olduklarını bilmiyorlardı ihtimal. Ama arkadaş, yasak diye de bir şey var değil mi? Bir şey biliniyor da konuluyor o yasak. 
Uyunuz... 
Bu arada yazı için araştırma yaparken devlet tarafından avlanma ihaleleri açıldığını, avlak yerlerinin tespit edildiğini ve Tarım ve Orman Bakanlığı'nın sayfasında yayınlandığını, avlanacak hayvanlara kota konulduğunu, Av Turizmi adı altındaki etkinliklere yurt içi ve yurt dışından epey katılım olduğunu, elde edilen gelirin de avlanma sahasındaki köylere aktarıldığını okudum. 
"Vuracaksın madem, bari bas parayı, vur hayvanı!" demişler, bir de yer göstermişler.
Demek ki zaman zaman bazı hayvanların nüfusunu azaltmak gerektiğini düşünmüşler.
Hay Allah! İnsan nüfusunun da fazlaca arttığını düşünüyorlar mıdır acaba?

Avlanmanın Nesi Kötü?
Üretilen hayvanların kesiminde de kan akıyor, avlanan hayvanların da kanı akıyor. O zaman avlanmak neden kötü?
Çünkü avlanmakta orantısız güç var. Köşeye kıstırmak var. Peşine düşmek var. Hile var. Korkutmak var. Hayvanı doğal ortamında gafil avlamak var. Çaresiz bırakmak var. Bir nevi işkence etmek var. Doğanın dengesini insan eliyle bozmak var.
Doğanın kendi düzeninde avlanmak zaten var. Güçlü olan avı kapar, atik olan avcıdan kaçıp canını kurtarır. Avlanma sayesinde sürüdeki zayıf ve yaşlı hayvanlar ayıklanıp sürü her zaman diri ve sağlıklı kalır. 
Doğada birileri birilerinin avı, birileri de birilerinin avcısıdır.  Tüm canlılara üremek için de, saldırmak için de, savunmak için de türlü çeşit hasletler verilmiş. Onlar bu düzen içinde bir anda avcı iken av, av iken avcı olabilirler. Yaratan böyle yaratmış, düzen böyle. 

Ey insan evladı, sen bu düzenin içine elinde silah ile girme. Sana zararı olmayan hiçbir canlıya el sürme.
Cenneti cehenneme çevirme...
Ey avcıyı karşıdan izleyen izleyici, sen de yılan derisi çanta, krokodil ayakkabı, tilki kürkü, fildişi tarak gibi ürünler olmadan yaşayamam deme.
Sen de bunları talep etme... 
****
Yazıyı yazarken yararlandığım kaynaklar buradaki yazılarda:
Avcı Toplayıcılardan Daha İlkel Olduğumuzu Gösteren 10 Kanıt
Öldürmek Bir Koruma Yöntemi Olabilir mi?
İspanya’da Boğa Güreşleri nasıl ortaya çıktı?
Bir 21. Yüzyıl Trajedisi 
Hemingway’in Avcılık Tutkusu: Afrika’nın Yeşil Tepeleri 
Antik Roma’nın Ölüm Arenası: Colosseum
100 yıl sonra ilk kez görülen yaban keçisini öldürdüler!
Av Turizmi Adı Altında Yaban Hayvanlarının Avlanılması İçin İhale Yayımlandı
Avlak Haritaları

Siz de hayvan sevenlerden misiniz? / 14 Ekim 2010
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Hayvana zulmeden zalimdir / 25 Şubat 2016
Harambe'ı neden vurdunuz? / 8 Haziran 2016
Kuyudan ders çıktı / 15 Şubat 2017
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018 
Tavşan Kaç! / 13 Ağustos 2019
Aman avcı, vurma beni! / 5 Şubat 2019
Siz Niye Oturuyorsunuz? / 27 Ekim 2019
Had Safhada Vahşet Dönemi / 25 Kasım 2022