26 Haziran 2014 Perşembe

Keşke ağlasaydın da gitmeseydin be çocuk!


Olayı ilk duyduğumda kendi evladımmışcasına yandım her birine.
Hepsi birbirinden genç, hepsi birbirinden kıymetli, hepsi ailelerinin göz bebeği, hepsi ülkenin ihtiyacı olan eğitimli ve pırıl pırıl gençler...
Biten okullarının ardından onlar için yepyeni bir hayat olan üniversite hayatına adım atacaklar, büyüyüp olgunlaşacaklar, konularında uzmanlaşacaklar, kendi ayaklarının üzerinde durup vatana millete faydalı insanlar olacaklar...
Dı...
OLMADI....

En güzel gün kâbusa dönüşürse...
Pazar günü girdikleri LYS sınavının ardından stres atmak için kiraladıkları arabayla geziye çıkan ve yüreğimize ateş düşüren o kaza maalesef ki ne ilk, ne de son olacak...
Bu sistem içinde hayır diyemediğimiz her talep karşımıza böyle acı faturalar çıkartacak.
İhtimal ki güle oynaya gidiyorlardı gençler arabada. Müzik yüksek perdeden, belki biraz da gaza basıyorlardı. Bir bariyer ya da bir uyarı levhası olsa uçmazlardı belki aşağıya. Ya da o hızla girdikleri virajdan çıkamayacaklar ve bariyerleri aşacaklardı yine de. Belki ne olduğunu dahi anlamadılar. Uçurumdan düşercesine karanlığın boşluğuna düştüler. Düştükleri o sitenin bahçesinde son buldu tüm hayalleri.
Dünyaya gelişleri, bebeklikleri, ilk gençlikleri ve bugüne kadar ilmek ilmek dokunarak gelen kısacık ömürleri acı birer anı haline geldi.
Gözyaşları ve çaresiz haykırışlar arasında verildiler toprağa. Keşkeler, acabalar, pişmanlıklar bıraktılar arkalarında.
Gitme deseydim. Olmaz deseydim. Ben götürseydim....
Ah, dinlemezler ki....
Koskoca LYS'yi atlatmışlar. Gezmek, eğlenmek en doğal hakları. Öyle değil mi?
Kazada yaşamını yitiren Özel Tan Anadolu Lisesi'nde bu yıl 12'inci sınıfa geçen 18 yaşındaki İdil Bayar LYS sınavına giren kuzeni Aytuğ Bayar ile, yine kazada yaşamını yitiren 18 yaşındaki Beyza Varol da 17 yaşındaki kardeşi Beril Varol ile birlikteydi arabada. Aytuğ Bayar ve Beril Varol ile birlikte kazada ağır yaralanan Berfu Çakır (20), Basri Yılmaz (17) ve Tolga Şahin ile birlikte yedi kişiydiler... Ne kadar mutluydular kim bilir...
Sonra olan oldu....
Kazadan yaralı kurtulanlar ömürlerince unutamayacakları hem bedensel hem de ruhsal izlerle yaşayacaklar artık.
Gençliklerinin kâbusa dönüşen bu 'en güzel günden' sonra hayatları asla eskisi gibi olmayacak.

Bir acı haber de İznik'ten
Mezuniyetler ardı ardına devam ederken kazalar da mezuniyetlerle at başı gidiyor. Bu kez de İznik Anadolu Lisesi'nin mezuniyet balosundan dönen lise öğrencileri arabayla kaza yaptı. Kazada, 17 yaşındaki Hamit Dönmez yapılan tüm müdahalelere rağmen hayatını yitirdi. Aşırı hızla yoldan çıkarak zeytinliğe savrulan, önce bir zeytin ağacına oradan da yol boyundaki bir direğe çarpan araçtaki 4 öğrenci de yaralandı.
Evlatlarının eve dönmesini beklerken acı haberi alan ailelerin halini varın siz tasavvur edin…

Çocuklarımızı ağlatmamak için her şey...
Hepimiz çocuklarımızı kıramadık. Arzularına ayak diredik, direndik, lakin onları diğerlerinden ayıramadık.
90'lı yıllarda liseyi bitiren oğlumun 'bitirmelerin klasiği Mudanya Yıldıztepe ziyareti', tarafımdan kiralanarak oğlumun ve arkadaşlarının emrine verilen bir arabayla yapıldı. Yaptığım yanlıştı. Bu pazar yaşanan vakanın benzeri o gün yaşanabilirdi ve bu ateş benim evime düşebilirdi.
O gün sadece şans eseri kazasız belasız nihayetlendi...
Fakat hayat şansa bırakılacak kadar basit değildi. Bazı kararların bedeli acımasızca ödenebilirdi...

Hepsi çocuklar gülsün diye...
Daha 1 ay önce eski Fenerbahçe Kulübü Başkanı Ali Şen'in henüz 17 yaşındaki torunu Alp Ali Şen, Şile İmrendere köyünde kendi kullandığı UTV aracı ile karşıdan gelen bir kamyonla çarpıştı. O kazada Alp Ali Şen tüm ailesini yasa boğarak olay yerinde vefat etti. Arkada çaresizlik içinde birbirine sarılarak teselli bulmaya çalışan anne-baba, adını kendisinden aldığı dede, tüm aile efradı ve sevenleri ile pek çok anı bıraktı.
Çocuk mutlu olsun diye eline verilen bir oyuncak onun azraili olmuştu.

Hayata Ferrarisiyle veda etti...
10 Aralık 2012 gecesi olayın oluşundan tahmini yarım saat sonra olay yerinden geçtiğim ve itfaiyenin söndürdüğü metal yığınını şaşkınlıkla izlediğim, daha sonra yol boyunda durmuş araçlardan çıkan insanların feryat figan konuşmalarından olayın vehametini fark ettiğim o acı kaza.
Ferarrisiyle Mudanya'dan Bursa istikametine gitmekte olan 29 yaşındaki Şükrü Mancu İDO İskelesine ayrılan yolun üzerinden geçen köprüde direksiyon hakimiyetini kaybetmiş ve taklalar atarak yaklaşık 6 metrelik yüksekten alt geçitteki yolun üzerine düşmüştü. Araçtan fırlayan genç kendi aracının altında kalmış, araç da alev almıştı. Bir vatandaşın kamerası tarafından saniye saniye kaydedilen görüntüler yürek kaldıracak gibi değildi. Alev topuna dönen araç köpük sıkılarak söndürülmüş, ardından aracının altından Mancu'nun cansız bedeni çıkartılmıştı.
Hız tutkunu olan Mancu ölümünden üç gün önce Twitter'da bir arkadaşına ''0-320'de sıkıntı yok da 340'a doğru bir titreme oluyor direksiyonda, sen bilirsin. Neden sebep oluyor bu'' yazmıştı.
Ah be çocuk! Araban iyi güzel de, yollar yarış pisti değil ki...
Üstelik bu memlekette Renç Koçibey bile trafik kazasında yaşamını yitirmişken...

Kontrolsüz güç, güç değil...
Hız demişken, Koçibey demişken 29 Aralık 2013'de kayak yaparken kafasını kayaya çarpan ve o günden beri hayata tutunma mücadelesi veren F1'in yaşayan efsanesi Michael Schumacher'i atlamayalım. O ki pist dışında bir UNESCO elçisi ve sürücü güvenliği için sözcülük yapmakta idi. Hayat onu yine hızlı bir sürüş ile test etti. Rallilerdeki usta sürücülüğüne ve dikkat ettiği sürücü güvenliğine nazire yapar gibi geldi onu dağ başında buldu. Kader mi denir buna, yoksa kontrolsüz gücün yarattığı felaket mi, bilemedim...

Ah Zeki Müren...
Bilenler bilir, Zeki Müren radyo programına ‘Gözünüz yolda, kulağınız bende olsun' diyerek başlardı. Bir de şimdi görse. Gözler yolda ama görmüyor, çünkü akıl hep telefonda. En ufak bir bildirim sesinde o telefona bakılacak, arayan her kim olursa olsun cevaplanacak, araç, telefonda sohbet edile edile kullanılacak.
Dikkat sıfır, refleks sıfır, direksiyon sıfır...
Ve çok zaman kaçınılmaz son...

Çocuktan şoför olmaz...
Araç sürücüsü anne-babalara da iki lâfımız olsun. Özellikle de erkek sürücülerin kucaklarına oturttukları çocuklarıyla yaptıkları eğlenceli(!) sürüşlere şahit oluruz yollarda. Güvenli bir yerde dahi olsa çocuk için direksiyon sevdasını ziyadesiyle erken başlatan bu davranış akan trafiğin ortasında umursamazca sergileniyor. Şaşkınlıktan küçük dilinizi yutacağınız bu görüntüye karşınızdakini uyarmanın kifayetsizliği ve korkusu ekleniyor. Biliyorsunuz ki 'Çocuk benim değil mi, sana ne!' bakışıyla, hatta sözleriyle karşılaşmanız kuvvetle muhtemel.
Babasının kucağında oturan çocuk babanın araç kullanmasını zorlaştırıyor, ondan sonra olabilecekleri akıl hafsala almıyor.
Ön koltukta özel koltuklarıyla dahi oturması sakıncalı çocuklar, kemersiz, annesinin kolları arasında ya da ayakta dikilerek yapıyorlar yolculuklarını. En ufak bir çarpışmada araç içinde darbe alabilir ya da araçtan fırlayabilirler.
Ondan sonra dövünsen ne fayda.
Giden gitmiş...

Önce tedbir, sonra kader...
Sporun her türlüsü iyidir, aileler tarafından desteklenir. Bir de yürekleri ağza getiren sıra dışı sporlar vardır ki işte onlar sizi ölümle burun buruna ve ailelerinizle karşı karşıya getirir.
Belinize bağlanan elastik bir iple metrelerce yüksekten atlanan bungee jumping mesela. Yamaçtan çıkışı başardıktan sonra doyumsuz manzaralara tanıklık edilen yamaç paraşüt mesela. Yüksek dağların zirvelerine ulaşıp bayrağı dikmek için sarp kayalara tırmanılan dağcılık mesela. Azgın sularda küreklerle yol almaya çalışan şişme bir bottan suya düşüp de başını bir kayaya çarpma ihtimali olan rafting mesela.
Hepsinin adrenalin seviyesi yüksek, hepsi doğaya meydan okuyan, hepsi insan vücudunun neler yapabileceğinin göstergesi.
Hepsi bilinçli bir eğitimle ve tüm tedbirleriyle yapıldığı takdirde eğlenceli, hepsi en ufak bir ihmale izin vermeyecek derecede riskli...

Bilgi ve bilinçle harmanlanmış cesaret
Böyle bir cesarete örnek vermek gerekirse; 2007 yazında Kaliforniya'dan güneybatıya doğru devri âlem yolculuğuna başlayan, 2012'nin Temmuz ayında, 5 yıl 11 günlük bir süreden sonra tekrar başladığı noktaya geri dönüp yolculuğunu noktalayarak tarihte kendi gücüyle devri âlemi başaran ilk kişi olan Erden Eruç en iyi örneklerden birisi olur. O bu uzun yolculuğu bir başına ve sadece kas gücüyle gerçekleştirdi... Korkmadı, yılmadı ve başardı...

Bu macerayı okumak için tıklayınız:

Ben ağlayacağıma sen ağla...
Bizi böyle diye diye büyüttüler hep.
Gün geldi, o günlerin üzerinden geçen yıllar sonra keşke daha çok ağlatsalarmış dediğim günler oldu. Ya da keşke biraz daha serbest bıraksalarmış...
Ailelerin titizliği yüzünden zaman zaman okulla gidilen toplu gezilerden mahrum kaldık. Bisikletiyle ya da motosikletiyle önümüzden geçenlere hayran hayran baktık. Zaman zaman da büyüklerimizi atlatıp yapacağımızdan geri kalmadık...
Lâkin büyüyüp de ihtimallerin farkına varınca büyüklerin niçin bu kadar endişelendiklerini çok ama çok iyi anladık.
Anladık ve kendi yaşayamadıklarımızdan mahrum etmek istemediğimiz çocuklarımız için elimizden geleni ardımıza koymadık. Gak demeden suyu, guk demeden eti önlerine dayadık.
Okullar, dersler, dershaneler, kamplar, tatiller, hobiler, türlü çeşit aktiviteler...
İstenilen; full donanımlı, derslerinde başarılı, sınavları ardı ardına deviren bir çocuk yetiştirmek.
Yeter ki bütün S'leri geç, dile benden ne dilersen...
Böyle bir dünyaya gözlerini açan çocuğun istediği olmadığında krizlere girmesi an meselesi.
Sıkıysa dediğini yapma...

İnsan hayatı yoldayken öğreniyor...
Yola ise her şey bilinerek çıkılmıyor. Her şeyi bilerek çıkmak için bekleyenler hayatı ıskalıyor.
Bilmediklerini yolda öğrenmek için dört göz, dört kulak çıkmalı demek. Aceleye getirmeden sağlam adımlarla ağır ağır yol almalı.
Gençliğin verdiği deli kanlılıkla baş edebilmeli. Zıvanadan çıkmış hormonların yarattığı enerji doğru yönlendirilmeli ve o günler olabildiğince hasarsız geçirilmeli.
Yasaklar yerine ihtimaller en sert haliyle ortaya sürülmeli.

Yaşlı düşünür, genç yaparmış...
Tüm heyecanlar gençlerin cahil cesaretli kara gözlülüğü sayesinde yaşansa da, tehlikeli her adımda adrenalin tavan yapsa da, gençler her uyarı karşısında "Bana bişey olmaz" diye haykırsa da;
Unutmamalı ki mezarlıklar BANA BİR ŞEY OLMAZ diyenlerle dolu....
Yaşanmışlıkların arkadan gelenlere ibret olması ve yeniden aynı acıların yaşanmaması için eğitim ve doğru algılar yaratan bilinçli rol modeller şart...

24 Haziran 2014 Salı

Yanıbaşımızdakiler

Şehirlerin kalabalığında iç içe geçmiş hayatlar zaman zaman ortaya kâh komik, çokça da trajikomik hikâyeler çıkartmakta.
Şehir hayatını içine sindirmiş insanlarla, şehre henüz gelmiş ya da eskiden gelmiş olsa dahi şehirleşememiş insanların kaçınılmaz kesişmeleri, şehirleri her köşe başında bir tehlikeye maruz kalma ihtimalleriyle dolu bir orman haline sokmakta.
Mesela; trafik lâmbalarında avını bekleyen cam silicilerin ellerindeki paçavrayla camlarınıza hamle etmesiyle sizin ‘istemem’ bakışınız kesişti kesişti, yoksa haliniz duman. Hoş, siz istemem deseniz de dinleyen kim?
Hayırlı olsun, artık eskisinden daha pis camlarınız ve cebinizde üç beş kuruş eksik paranız var.
Arabanın camlarını silmeye kalkışan 10’lu yaşlarda ve sokaklarda başıboş dolanan çocukların haline üzülüp de kendilerini uyarma gafletine düşmüştüm bir keresinde. “Çocuklar dikkatli olun, çocuk tacirleri, organ mafyası ya da uyuşturucu satıcılarının tuzağına düşmeyin” demiştim safça.
“Abla onların hepsi zaten bizim mahallede yaşıyor” diye cevaplamıştı el kadar çocuk beni.
Öylece kalakalmıştım direksiyon başında.

Yakın zamanda yaşadığım bir diğer olaydan ise korkunun getirdiği mağlubiyet ile çıktım. 
Eve döndüğüm bir akşam üzeri trafik ışıklarına yaklaşmışken, araçların üzerine abanarak cam silmeye çalışan çocukların fotoğraflarını çektim kendi aracımın içinden. 9 yaşlarında bir çocuk gördü fotoğraflarını çektiğimi. Arabamın yanına geldi ve "Camı aç" dedi. Araladım camı biraz. "Ne yaptın, fotoğrafımızı mı çektin?" dedi. "Evet, sizinle ilgili bir şey yazmak gerekirse diye..." dedim. "Sil onu" dedi. "Size zararı olmaz" dedim. "Olur" dedi ve arabamın önüne geçti dikildi. "Silmeden gidemezsin" dedi.
"Hadi bakalım, ne yapacaksın şimdi Canan Hanım!"
9 yaşlarındaki bu çocuğun yüksek öz güvenli ve kararlı haline hayran kaldığımı itiraf edeyim önce. "Tamam gel sileceğim," dedim ve ekledim, "sen benim camlarımı silme, ben de senin fotoğraflarını sileyim"...
Ne ben "Niçin benim isteğim dışında aracımın üzerine atlayıp beni zor durumda bırakıyorsun?" diyecek durumdaydım, ne de o bunu anlayacak durumdaydı. 
O bana sormadan arabanın camlarına hamle etmişti, ben de ondan izinsiz fotoğraf çekmiştim. 
Berabereydik...
Saliseler içinde bu düşüncelerle mücadele ettim, kendimle çeliştim. Ama'larım çoktu... ama o da, ama ben de, ama ama ama....
Tüm amalar bir yana, görünen şuydu; ben araçtaydım, o sokaktaydı... 
Arkadaki kuyruk da epeyce uzamıştı.
"Gel" dedim tekrar ve sildim gözünün önünde çektiğim iki fotoğrafı da. Yanına diğer arkadaşları geldi, 'neler oluyor' kargaşası yaşandı bir an. Çocuklardan birisi ne olduğunu anlamadan "Senin arabanı paramparça ederim ben" tehditi savurdu yüzüme hoyratça.
10 yaşlarındaki bu çocuğun beş yıl sonrası canlandı gözümde. 
Ne saçma bir dünyaydı burası böyle...
****
Hep düşündüğüm oydu ki; bir çocuğun yeri sokaklar olmamalıydı.
Bir çocuk araba camı silmemeliydi, bu şekilde para dilenmemeliydi, kendisini ezik hissedip diğer insanlara öfkelenmemeliydi, çocuk kalbinde kapkara kinler birikmemeliydi...
Kimse ona acımamalıydı, kimse onu aşağılamamalıydı, kimse onu kovalamamalıydı...
Da;
Söylemekle olmuyordu işte. ‘Allah korusun’ demekle olmuyordu. 
Eğitimsizliğin, eşitsizliğin ve ihmal edilmişliğin ceremeleriydi hepsi.
Görmezden geldiğimiz her şey artık içimizdeydi.

Peki ya ben ne kadar sorumluydum bu durumdan acaba?
Çocukluğumun mütevazı günlerinde bir Allah'ın kulunun yolunu mu kesmiştim? Şartlarımın olduğu kadarına rıza göstermemiş miydim? Hiç isyan etmemiş, elimdekilerin kıymetini hep bilmiş, kimseye öykünmemiş değil miydim? 
Açlık yaşamamıştım evet, çaresizin halinden anlamazdım...
Ya büyüklerim?
Birinci Dünya Savaşı'nda evlerini barklarını bırakarak Anadolu'ya sığınmış, yaşadıkları yoklukları delice dilenerek, insanları taciz ederek değil, çalışarak aşmış, buralara kök salmışlardı...
Onların sayesinde ulaştığımız refahtan dolayı niçin suçlanıyor ve niçin böyle suçlu hissettiriliyorduk peki? 
Bu yaşananlara üzülüp, utancımızdan yerin dibine girmiyor muyduk? Oh olsun mu diyorduk?
Ne yazık ki bu hassasiyetimiz ile bir de dört bir yandan darbe üzerine darbe yiyiyorduk.
****
Sorulacak soru çok aslında.
Ne yapmak lazımdı o günlerde?
Ne yapmak lazım şimdi bugünlerde?
Biz yanıbaşımızdakileri nasıl görüyoruz?
Yanıbaşımızdakiler bizi nasıl görüyor?

Karşılıklı korku ve nefretle bilenen insanların yaşadığı bir ülkede huzur, kardeşlik, sevgi, barış gibi kavramlardan medet umuyor olmak çaresizliğin en romantik hali midir?
Peki ya tüm insani değerlerin üzerinden acımasızca geçmek çaresizliğin hangi halidir?
Not: Kapak fotoğrafı 17 Ocak 2015 tarihinde yine aynı yerde benim çektiğim bir fotoğraftır...

20 Haziran 2014 Cuma

Bu savaşı onlar çıkartmadı...

Filistinli çocukların ölüm kusan silahların gölgesinde, top tüfek sesleriyle, ateşle, kanla ve korkuyla yaşamaya alışmış olmaları ne acı...
Bir yanda kendilerinin çıkartmadığı bir savaş, öte yanda çocukluğun doğası olan oyun...
İsrail'in Gazze'ye yaptığı saldırıların birinde sahilde neşeyle koştururken vurulup ölen o dört çocuğa bakınca...
Son 14 yılda 1508 Filistinli çocuk öldürülmüş. Ortalama her üç günde bir çocuk eder..
Batı Şeria'da 12 Haziran'da kaybolan üç Yahudi yerleşimci 18 gün sonra ölü bulunmuştu. Bunun ardından 2 Temmuz'da İsrailliler tarafından kaçırılan Filistinli genç Muhammed Ebu Hudayr yakılarak öldürülmüştü. İsrail, bu olayların ardından 7 Temmuz'da "Koruyucu Hat" adı altında Gazze'ye operasyon başlattığını duyurmuştu.
Bu operasyon kapsamında -sayısı an be an artan- 316 ölü, 2286 yaralı var. Neredeyse 20 dakikada 1 Filisitinli....
Onlar plajda, pazarda, sokakta, çatıda sapır sapır öldürülüyorlar...
Bu görüntülere karşı bizde de İsraille olan alış-verişleri alalamak istercesine en şiddetlisinden sesler yükseliyor.
"Benim Filsitinli kardeşim........!"
Öte yandan IŞİD Irak'ta 5500 Iraklı'yı öldürmüş.
Hem de vahşetin dik alasıyla.
Lakin onca görüntüye ses yok!
Can kimin can? Müslüman hangi müslüman?
****
Çocuklara bakınca insan kendi çocukluğunu görüyor belki de.
Hani kendisinin farkında olmadığı o masum, o cıvıl cıvıl çocukluğunu.
Gelecekten habersiz, dünyadan habersiz, ailesinin koynundaki o güvenli günlerini.
Ya sonra yaşananlar........
İsrail'in resmen kurulduğu 1948 yıllarında doğanlar 70'e merdiven dayamış olmalılar.
O günün öncesinden ve sonrasından beri ölüp giden binlerce çocuk ise hiç büyüyemedi...
Felaket anlarında kadınlar ve çocukların kurtarılma önceliği varken, savaşta ise yok edilme öncelikleri var olmalı.
Baksanıza, en çok acıyı hep kadınlar ve çocuklar çekiyor.
Onlar bir savaşta yitip giderken, bir ülkenin geleceğini de beraberinde götürüyor.
Büyüyemeden ölen evlatların ardından annelerin yürek yakan feryatları ile, o feryatlarla yürekleri dağlananların içine ekilen kin ve nefret tohumları kalıyor.
****
Kalabalık Ortadoğu kâh toprak için, kâh petrol için, kâh Ortadoğu'da yaşamayanların büyük planları için birbirini yok edip duruyor.
Gazze'ye yapılan saldırıları -tabiri caizse- çekirdek çitleyerek izleyen İsrailli, kendince savaşın eğlencesini çıkartıyor.
Biliyor ki; ölen her çocuk onlar için 1 karış toprak ediyor.
Adım adım genişliyorlar. Adım adım ilerliyorlar.
Ve canlarını aldıkları her insan için 'Bu bizim savunma hakkımız' diyorlar...
Böylece de dağdan gelip bağdakini istememenin en güzel örneğini, en kanlı tarafından sergiliyorlar...

18 Haziran 2014 Çarşamba

Zaman boşluğunda bir nefes alımlık bu ömür

Bugün aramızdan ayrılan Mustafa V. Koç'a ithafen...
Eski günlerde bu kadar hızlı akmıyor olmalıydı zaman.
Yaz günleri ne kadar öğlen uykusuna yatacak kadar uzunsa, kış geceleri de soba başında masallar anlatılıp kestaneler patlatılacak kadar uzundu.
Mesafeler hep uzak, misafirlikler en az günübirlikti. Komşu değilse eğer gelen yatıya kalırdı. Yüklüklerden çıkartılarak kabartılan yün döşeklerin üzerine, bembeyaz patiska çarşaflar, yine aynı patiskayla kaplı yorganlar yayılırdı misafir için.
Evlerde eşya az, yaşayanlar için yer çoktu...
Çocukluğun verdiği zamanı algılayamama mıydı bilmem...
55 yaşında ölmek benim için çok normaldi mesela.
"Tam adam olduğu zaman" derlerdi o yaşta ölen birisi için.
Bense "Yaşamış işte yeterince ve ölmek için yeterince yaşlanmış" derdim.
19'unda evlendiyse bir adam, hemen de çocuğu olduysa, 40 yaşında torun sahibi olan bir dede olması çok normaldi.
Kadınların 16'sında evlendiğini düşünürsek 40 yaşına gelmiş bir kadın görmüş geçirmiş bir büyükanne olarak köşesine çekilmeliydi.
Hele ki 55 yaş.
Çok yaş çok...

Ya Sultan Mehmet'in henüz 21 yaşında iken İstanbul'u fethetmesine ne demeli?
Bir de şimdinin 21 yaşına bakalım.
Sonra da Onlar mı daha hızlı yaşadılar hayatı biz mi? diye sorgulayalım.

Zamanın bu kadar hızlı akmasından olsa gerek hayat artık uzaklara ötelendi. Sindire sindire yaşanamayan günler ileride yaşanmak üzere biriktirildi. O günler kâh değerlendi, kâh değerlenmedi.
Pek çok umut ve hayal saklandıkları dehlizlerde o günkü heyecanlarını yitirip, çürüyüp gitti.
Okullar bitmeden, masterlar yapılmadan, işler bulunup her şeyler tam olmadan evlenilemediği için evlilik ve çocuk zamanları geldi 40'lara dayandı.
Böylelikle de ilk analık-babalık heyecanı eskinin torun sevilecek yaşlarında yaşandı.
****
Bir şehirden bir şehire gitmek değil saatlerle, günlerle ölçülürdü eskiden.
Şimdiyse sabırsız saatlerde yarım saatin hesabındayız. Daha kısa, daha hızlı, daha çabuk...
İletişim ona keza. Çevirmeli telefonların kendisini edinmek yıllara yayılan bir dava idi.
İyisi mi, ellerindeki telefonun bir tık'ıyla neredeyse diğer gezegenlere bağlanacak durumdaki gençlik yurt dışı ile görüşme mücadelelerimizi hiç duymasınlar...
Onlar gibi biz de alıştık her şeyin bu hızda seyretmesine. Sabrımız yok hiç beklemeye. Ne trafikte, ne de telefon elimizde.
Işıklar hep yeşil yansın, telefonla aradığımız kişi ikinciye çaldırmasın, telefonu hemen açsın.
Maazallah, hele de sosyal medya kesintiye uğrarsa…! O yüzden 3 G'miz 7x24 aktif olmak zorunda.
E hani baz istasyonlarına karşıydın… Hani mahallenden kaldırılsın diye bas bas bağırıyordun…
Telefonun arka odada çekmedi diye şimdi bu neyin isyanı?

Zamanda yolculuk zamanı
Geçtiğimiz hafta bir Yörük şenliğine davetliydik... Yörükler kendilerine has kıyafetleri içinde eski günlere götürdüler bizi. Çadırlar, rahvan koşan atlar, poturlar, keçe halılar, kilimler, develer, çayır çimen, saz söz...
Tam o havaya girmiş ve ortamla bütünleşmişken, elindeki açık laptopuyla önümüzden geçen bir yörük, öte tarafta akıllı cep telefonuyla konuşan bir başkası, kadınların giydiği kat kat elbiselerinin üzerinde, başlarına bağladıkları örtülerin çevrelediği yüzlerinde bugüne ait gözlükler, kulak misafiri olunan kısa sohbette "Bu şenlik için akşam yazlıktan geldim" diyen bir diğeri...
Ve birbirine geçen zamanlar...
Zaman içinde geri dönüşler yaşansa da hiç ummadığımız yerden yakaladığımız ufak bir ayrıntı bizi hemen bugüne taşıyor.
Zihnimizde ve bütün bedenimizde bugünün alışkanlıkları varken o günlerin ruhuna girmek pek de mümkün olmuyor…
Zaman hızla ilerliyor ve asla geriye akmıyor...
Zamanda yolculuk hayalleri de bir bir suya düşüyor...
****
Asırlardır olduğu gibi her nesil kendi hızında yaşayarak atacak imzasını geleceğe.
Dedenin başlayıp torunun bitirdiği ahşap el oyması sehpaya bakarken kafamı karıştıran zaman mefhumu, görmeyeceğim yılların hızını kestiremeyecek…
Biz eskinin altı saatte gidilen yolunu iki saatte almaya sevinirken şimdi, bizim şükrettiğimiz iki saati bile yaşamayacak birileri.
Bu çılgın koşunun sonu belki de ilk çağa dönüşle sonlanacak.
Kim bilir…
Şairin dediği gibi,
Baki kalan bu kubbede bir hoş sada olabilmekte iş...
Ötesi koskocaman bir boşluk...

18 Haziran 2014 C.E.Y.

7 Haziran 2014 Cumartesi

Ağrısının kıymetini bilenler, ağrıyan yerlerini öperler

İnsan ağrısını sever mi hiç?
Sever elbet.
Ağrılarım sızılarım olmasaydı ne yapardım ben?
Canım acımayı unutsa kendimi nasıl korurdum?
Sıcaktan yanmasam, soğuktan donmasam, yüksekten korkmasam, korku nedir bilmesem, anlamasam…
Frensiz ve sinyalsiz bir araba gibi Allah emanet yol alsam.
Ayakta dikilmekten belime saplanan ağrıları duymasam da yıkılana kadar ayakta kalsam.
Safra kesemde ya da böbreğimdeki taşların sancısı olmasa, taşlar misket kadar olup kanalları tıkasa. Oluşan irin ölümüme sebep olsa.
Gözlerim ağrımasa, dişlerim sızlamasa. Bu sayede ne yüzde göz, ne ağızda diş kalmasa…
Kolumu bacağımı çarpsam oraya buraya. Hiç acımasa…
Yara bere içinde ama acısız bir halde yaşardım yaşayabildiğim kadar.
Sonra da acısız ölüp giderdim etrafıma mikrop saça saça.
Değil mi?

İyi ki ağrı mekanizması var.
İyi ki sinyalizasyon çalışıyor. Yoksa çarpışma an meselesi.

Doğanın, kendi devamlılığını sağlayan canlılara verdiği bu savunma sisteminin mükemmelliğine hayran olmamak mümkün değil. Dış etkilere hassas sinir uçları acıyı yaşatarak koruyor bizi kendimizi telef etmekten.
Her ağrı sinyal veriyor.
“Yapma!” diyor.
“Kendine bak, doktora git, önlemini al, bana iyi davran!” diyor.
Pazarlık net;
Sen bana iyi davran, ben de sana….

Hayat içinde de öyle değil mi?
Toplumda oluşan rahatsızlıklar önce ufak sinyaller vermeye başlıyor.
Eğer bu verileri ilgili yerler doğru okuyabiliyorsa, gereğini yapıp, toplumu rahatlatıyor.

Akil adam eline geçirdiği hançeri ağrıyan yerin tam ortasına daldırmıyor. İçinde çevire çevire daha beter kanatmıyor.
O adam minik uyarıları dikkate alıyor, uyarının kaynağını bulup onun ortadan kalkması üzerine kafa yorup çalışıyor…

Ya da işin kolayına kaçıp ağrı kesicilere dayanıp problemin üzerini kapatıyor.
Geçici bir süre yok olan ağrı, içten içe yanan ateşi söndürmeye yetmiyor, sorunu çözmüyor.
Gün gelip ateş büyüyor, yanardağ misali depremler yarata yarata gelip sonunda patlıyor.
Çevresinde ne var ne yoksa yakıp, yıkıyor.
En çekirdeğinden en kalabalığına ailelerde de bu böyle, kentlerde de, ülkelerde de…
Dinlemeyi bilmeyen, rahatsızlığı sezmeyen, çare üretmeyip SUS diyen her zaman kaybediyor.
****
Susturmakla çözülmez ki sorunlar. Sustu diye asayiş berkemal zannedilmez ki.
Susan insan daha çok düşünür.
Düşündükçe sorunlar daha hızlı büyür.
Büyür, büyür, büyür….
Susturan aklınca güçlü, susansa susturan tarafça eziktir.
Susan taraf barajda toplanan su misali sessiz sessiz birikiyordur, susturan anlamaz.
Suskunluğunun ve konuşamazlığının birikmişliği ne zaman patlayacaktır bilinmez.
Oysa bir dinlense, bir anlansa, ufak ufak verdiği ipuçları bir kayda alınsa hiç böyle dolmayacaktır.
Olur olmaz bir yerde de BOMMM diye patlamayacaktır.
****
Demem o ki siz siz olun ağrınızın kıymetini bilin.
Bütün ağrıyan yerlerinizi de öpün-sevin, görmezden-bilmezden gelmeyin…

5 Haziran 2014 Perşembe

Bu bir 'Körükçü Süleyman' öyküsüdür

Bazı insanlarla tanışmasanız da varlıklarını bilirsiniz. Çevrenizde ismi anılır, dergilere resmi basılır, gazetelere haberi yapılır. Habere konu olan hizmetlerden yararlanırsınız. Markanın ardındaki hikâyeyi bilmezsiniz. Merak etseniz de ilk ağızdan öğrenemezsiniz.
Bursa'da yaşayan birçok kadın gibi ben de ikinci evladımı Konur Hastanesi'nde aldım kucağıma. İlerleyen zamanlarda bebeğin gelişimi yine aynı hastanenin çocuk doktoru tarafından izlendi. Kâh kendim için, kâh yakınlarım için defalarca girdim çıktım polikliniklere ve hastaneye. Aklıma gelmedi buranın kurucusu kim ve nasıl kuruldu buralar. Olmuş olması kâfiydi. Hatta sanki bütün bu kurum gökten zembille inmişti.
Tabii ki değildi…

Gün geldi buraların kurucusu olan kişi ile yollarımız naif bir öyküyle kesişti. Nöroşirurji uzmanı Op. Dr.Konuralp Başol'un internet gazetemiz Bursakent'e yaptığı hayırlı olsun ziyaretinde tanıdım kendisini. Yıllardır farkında olmadan biriktirdiğim bir saygıyla oturdum karşısında. Osman Gürçay ile ettikleri sohbeti dinledim sessizce. Bursa'ya mal olmuş ve üstelik çok değerli bir marka olmuş insanın mütevazı ve dingin duruşunun yanında, her kelimesinden zekâ, deneyim ve birikim akan sohbeti epey etkileyiciydi doğrusu. Benim için yıllardır sadece bir ‘isim' olan kişi bir anda ete kemiğe bürünmüş, tavırlarındaki samimi sıcaklık hayranlık yaratmıştı.

Bu sıcaklık orada kalmadı elbet. Zaman zaman karşılıklı edilen ziyaretler, o ziyaretlerdeki sohbetler, kâh bilgi, kâh espri yüklü mailler daha da perçinledi bu güzel tanışıklığı. Sevgili eşi İnci Başol ve ofis asistanları da katıldı dostlarımız arasına. Sağlığını takip ettik bazen uzaktan, bazen yakından. Uygun zamanlarda da yaptık baskınımızı, içtik çaylarımızı.
29 Kasım 2013'de haftalık gazetemiz BURSAPOST girdi yayın hayatına. İlk gazeteyi kendisine bizzat ben kendim götürdüm. Çat kapı yaptığım o sürpriz ziyaret kendisini hem şaşırtmış, hem de mutlandırmıştı. Emeklerimiz ve yazılarımızı her zaman takdir etmiş, çıktığımız bu yolda bizleri en çok o yüreklendirmişti. O sebeple olsa gerek, götürdüğüm gazeteyi eline aldığında benim o anki heyecanımı o da yaşıyordu.
Bir beyin cerrahı olarak çok beğendiğini ifade ettiği yazım "Beynin mi var derdin var" yazısını kendisine ithafen koymuştuk ilk sayıya. (Okumak için tıklayın)

Zaman akmaya, gazeteler çıkmaya devam etti.
Geçtiğimiz günlerde Konuralp Bey'den yine bir mail geldi. Mailde HASVAK Sağlıkta Başarı Ödülleri kapsamında kendisine de bir ödül verileceğinin haberi vardı. Hilton'da gerçekleşen bu töreni kaçırmak olmazdı. Çarşamba gecesi yapıldı tören. Biraz geç de olsa geceye katıldım. Verilen ödüller sahiplerine kavuşuyordu. Ödüllerden birisi de HASVAK Onur Ödülüydü. Ayhan Kızıl, Suna Taneli, Jale Jordan ve Konuralp Başol birlikte çıktılar ödüllerini almaya. Bursa sağlığına emek vermiş, katkı sağlamış ve Bursa sağlık tarihine imza atmış dört duayendi onlar. Hepsi birbirinden kıymetli, hepsi birbirinden özel.
Onlar sahnedeyken ve ben de o anın fotoğrafını çekerken fark etti beni. Gülümsedi karşıdan. Masasına gittim sonra. İnci Hanım kutluyordu kendisini. Fotoğrafladım birlikte. Kısa bir sohbetin ardından döndüm masama. Oturduğum yerden izliyordum, tebrikler devam ediyordu.

Yıllar ve yıllar içinde sayısız ödül almıştı biliyorum. Odası plaket ve şilt doluydu. Duvarlarda, dolaplarda adına düzenlenmiş belgeler çarpıyordu göze. Hayat öyküsünün ne kadar zengin olduğuna delaletti hepsi.
Ve insan öğrenmek istiyordu o günlerde neler yaşandı, neler geldi, neler geçti…

Konuralp Bey kendi ağzından bir metin hazırlamıştı ve tüm o günleri bu yazıyla anlatmıştı. Okudukça kendisine olan hayranlığımın arttığı bu öyküyü tamamen kendi anlatımıyla okumanızı isterim.

Buyrun, Dr. Konuralp Başol anlatıyor:
"Tıp Fakültesinden mezun olan hemen herkes, doktor olduktan sonra kendisine bir yol çizebilmek için ihtisas yapmak istiyor ve ihtisastan sonrasını düşünürken 'Hele bir uzman olalım, o zaman bu konuyu günün şartlarına göre yeniden değerlendiririz' diyor. Ben de böyle düşünüp beyin cerrahı olmak istedim. Tabii beyin cerrahisi o zamanlarda ülkemizde pek bulunmayan bir branştı ve birkaç hastanede bu branş vardı. Benim de mezun olduğum Ankara Tıp Fakültesi'nde de yeni kurulmuştu ve başında da Amerika'da ihtisasını yapmış rahmetli Hocam Profesör Dr. Nurhan AVMAN vardı. Ben imtihanı kazanıp onun yanında ihtisasa başladım ve 1972 yılında da uzman oldum.
1973 yılında askerliğimi yapmak için Ankara Tıp Fakültesi'nden ayrıldım. Askerliğime Ağrı 12. Tümen Hastanesi'nde başladım. İki ay sonra Erzurum Mareşal Çakmak Hastanesi'ne atandım. Erzurum'daki Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde Nöroşirürji Bölümü olmadığı için orada da konsültan olarak görev yaptım, ameliyatlar yaptım ve dersler verdim. Askerlik sonunda da çok sevdiğim Bursa'ya geldim. Yıl 1974 idi.
Bursa'da o zamanlar, Asker Hastanesi, Devlet Hastanesi, Çekirge'deki SSK Hastanesi, Bursa Özel Hastanesi vardı; Bursa Tıp Fakültesi de yeni açılmıştı. Ama Fakülte hastanesi dahil hiç bir hastanede ne Beyin Cerrahi Kliniği ve ne de kadrosu vardı. Ne yapmam gerektiğini düşündüm. Öncelikle bir muayenehane açmam, sonra da Bursa'ya bir beyin cerrahının geldiğini duyurmam gerekiyordu. Altıparmak'ta bir muayenehane açarak işe başladım.

"Tetkikleri yapacak ve değerlendirecek kimse yoktu"
Bizim branşta teşhis koyabilmek için hastanın muayenesinden sonra MYELOGRAFİ, DİSKOGRAFİ, ANJİOGRAFİ, SİSTERNOGRAFİ, PNÖMOANSEFALOGRAFİ, VENTRİKÜLOGRAFİ gibi bir çok tetkikin yapılması gerekiyordu. Bu tetkikleri yapacak kimse de yoktu. Ayrıca bu tetkikleri değerlendirecek kimse de yoktu. İhtisas yaptığım hastanede de nöroradyoloji bölümü olmadığı için hocamız kliniğe bir röntgen cihazı aldırmış, her ameliyat olacak hastanın tetkiklerini bizler yapıyor ve hocamız da bizlerle birlikte değerlendiriyor ve hastaları da ameliyat ediliyorduk. Tabii Bursa'da teşhis koyabilmek için bunları yapmak da bana kalıyordu. Kaldı ki bizim bu tetkiklerden önce istediğimiz direkt kranium grafilerinin çekiminde de bir takım özellikler vardı. Bunları radyoloji teknisyenlerine izah etmem gerekiyordu.
Genellikle benden daha yaşlı olan doktor ağabeylerime bunları anlatmakta zorluk çekiyordum. Ama anlatmasam da teşhis koyabilme olanağım olmuyordu. Uzatmayalım, adımız ukalaya çıkmadan en iyisi bir radyologla birlikte çalışayım dedim. Öyle de yaptım. Rahmetli Prof. Dr. Celal Adanır Hoca'yı tanıyordum, ona sıkıntımı anlattım, o da Uludağ Üniversitesinde çalışıyordu ve muayenehanesi yoktu. Tabi hoca haklı olarak muayenehane açınca yeni cihaz olsun istedi, önerisini kabul edip birlikte bir muayenehane tuttuk. Hocanın istediği gibi yeni bir cihazı da Siemens'ten aldık. Böylece benim radyoloji konusundaki sorunum çözülmüş oldu. Ama ben varım diye fizik tedavi, nöroloji ve ortopedi başta olmak üzere diğer branşlardaki doktorlar Celal Hoca'dan ya pek az röntgen istiyor ya da hocanın beklediğinden daha az sayıda istiyorlardı. Bu nedenle de Celal Hoca bu işten pek memnun görünmüyordu. Tabii ben her hastamı ona yolluyor, her tetkikimi onun cihazında yapıyordum. Bu da diğer röntgenci arkadaşların bana gücenmelerine sebep oluyordu.
Teşhis için belden iğne yapmak zorunda kaldığım hastalarda, aldığım beyin-omurilik suyundaki hücrelerin mikroskopta hemen sayılması gerekiyordu. Onun için de mikroskop almamız lazımdı. Tahmin ettiğiniz gibi mikroskobu da aldık. Onu da alınca iş laboratuvar düzeyine kayıyordu. Tabii laboratuvarı olan arkadaşlar da bu durumdan pek memnun değildi.

Bursa'ya beyin cerrahı gelmiş!
O sıralarda Bursa'ya beyin cerrahı gelmiş diye duyanlar, hastanelerde, özellikle yoğun bakımda hastası olanlar, hastanedeki doktorlarına ısrarla "bir de beyin cerrahı görsün" ricaları ile ısrarcı olurlarsa benden konsültasyon istiyorlardı. Ben de ilgili doktordan yazı gelmeyince konsültasyona gitmiyordum. Bu ve buna benzer huzursuzlukları önlemek için süratle özel bir kliniğe dönüşmemiz gerektiği fikri kafamda gelişiyordu.
Bu arada Bursa Asker Hastanesi'nde birkaç vakayı ameliyat ederek tedavi ettiğim için Bursa Asker Hastanesi Başhekimi Kd. Albay Jin. Op. Dr. İsmail Nevzat Sekban "Bizim Hastanede çalışmak istersen sana bir kadro isterim" deyince kendisine bu ilgisinden dolayı teşekkür ettim ve Bursa'da tek nöroşirürjien olduğum için çağırıldığım her hastaneye gidebilmem koşulu ile önerisini kabul ettim. Kısa bir süre sonra Bursa Asker Hastanesi'nde kadrolu olarak göreve başladım.
Asker Hastanesi'nde bu kadar kısa zamanda kadroya alınmam daha önce Konsültan hekim olarak başvurduğum SSK Hastanesi'nde de olumlu hava oluşturdu ve önce Konsültan Hekim, daha sonra da Anlaşmalı Hekim statüm oluştu. SSK Hastanesi'nde de birçok vakayı ameliyat etmem mümkün oldu.
Diğer taraftan vakaları tetkik için EEG de lazımdı. Bursa'da EEG de yoktu. Tabii onu da aldık. Uzatmayalım, bizim muayenehane giderek nörolojik tanı merkezine dönüşüyordu. Tabii bu işler için kredi gereksinimi nedeni ile bir şirket kurmak gerekiyordu, biz de 1978 yılında KONUR TEŞHİS VE TEDAVİ MERKEZİ'ni kurduk.
Gerek Celal Hoca'nın işlerini artırmak ve gerekse konsültasyon istediğim meslektaşlarımın bana iyi destek vermesi ile benim doğru tanıları koymam mümkün olacağı için, tıbbi bilgilerine güvendiğim kişilerle bir ekip oluşturmamız ve tabii bunun için yeni bir yer bulunması gerekiyordu.

'KONUR' doğuyor
Çekirge'de eskiden Toplum Polisi'nin bulunduğu binayı tuttuk. Maksadımız hastaların bir taraftan muayene ve tetkiklerinin yapılması ve diğer taraftan da doğru tanı konulmasını sağlamak için ve ekibi oluşturan doktorların kendi adına serbest hekim olarak çalışmalarını sağlamaktı. Bunun için herkes yer, sekreter, temizlik vs için belli bir oranda giderlere katılım payı vereceklerdi. Böylece 1979 yılında KONUR SAĞLIK HİZMETLERİ A.Ş. kuruldu.
Yapılan hesaplarda bir muayenehanedeki giderlere göre, ekip olarak çalışınca masraflar daha az olduğu için kurumlarla ve özel sigortalarla anlaşmalar yaptık. Sistem gayet iyi çalışıyordu. Bu kez ekibi oluşturan hekim arkadaşlar, hastalarını sadece ayaktan değil, ameliyat ederek ve yatarak da tedavi etmek isteyince bu defa da KONUR HASTANESİ'ni artık kurmak şart oldu ve hastane için çalışmaya başladık.

"Buraya kadar işler iyi gitmişti"
Hasta sayımız da giderek artıyordu. Ama ben, hem hekimlik yaptığım ve hem de idari işlerle uğraştığım için bir hayli yoruluyordum.
Bana verilen uzmanlık belgesinde "Nöroşirürji dalında bir laboratuvarı/bir kliniği müstakilen idare edebilecek niteliği kazanmış olduğunu bildirir uzmanlık belgesidir" yazısı olduğu için ben de nihayet toplam yatak sayısı bir klinik kadar olacağı düşüncesi ile küçük bir özel hastaneyi idare edebilirim diye yola çıktım.
Önce Hastaneler Kanunu'nu tetkik ettim. Bir de etrafımdaki hastanelere baktım. Hepsinin başhekimleri kimler, özellikleri neler onları araştırdım. Ben araştırırken bir hastanenin başhekimi değişti. Baktım başhekim olarak atanan arkadaş hastanede çalışan hekimlerden biri idi ve tıp eğitimi dışında hastane yönetimi ile ilgili başka bir eğitim almamıştı, diğer başhekimler de öyle atanmışlardı. Demek ki Sağlık Bakanlığı'nın yayınladığı hastane yönetimi ile mevzuatı uygulayarak hastaneler yönetebiliyor diye düşündüm. Diğer başhekimler nasıl hastane yönetiyorlarsa ben de onlar gibi küçük bir özel hastaneyi yönetebilirim dedim. Ayrıca onların yönettiği hastaneler çok daha büyük hastaneler, hatta bölge hastaneleri idi. Oysa benim yöneteceğim hastane onların yönettiği hastanelerin ancak bir kliniği kadar olacaktı. Gayret edersem olur bu iş deyip yola çıktım.

Soba bacası dahi problem
Hastaneyi 1980 sonbaharında açabilecektik, ancak o dönemde ihtilal olduğu için ve hastaneyi denetlemeye gelenler ihtilal yapanlardan çekindikleri için Cumhuriyetin kurulduğu dönemlerden kalma yasa ve yönetmeliklerin gerektirdiklerini bulmazlarsa onay vermiyorlardı. Şimdiki neslin pek anlamayacağı tarzda "Tababet ve şuabat-ı sanatların tarzı icrasına dair kanun" gibi yasaların uygunluk, bu yasalara göre hazırlanmış yönetmeliklerin içerdiği hususlar arandığı için hastanenin açılması da gecikiyordu.
Örneğin hastane ile ilgili kanun yayınlandığı tarihte binalar sobalarla ısıtılıyordu. Denetlemeye gelenler de hasta odalarında soba deliği arıyorlardı; oysa biz ısınmanın kaloriferle yapıldığını anlatıp radyatörleri göstersek bile "kaloriferde bir arıza olunca ve soba kurmak zorunda kaldığınızda boruyu nasıl dışarı uzatacaksınız, bu delikleri açınca bize haber verin tekrar gelelim" diyorlardı.
Denilenlerin hepsini yaparak nihayet 2 Temmuz 1981 yılında 10 yataklı ÖZEL KONUR HASTANESİ'ni açtık.

Hastane mevzuatı bilmekle hastane yönetilmiyor
Bir hastane ister büyük olsun, ister küçük olsun hastaneler kanuna göre kuruluyor ve yönetiliyor. Hastane yönetimi içinde insan kaynakları, muhasebe, otelcilik, lokantacılık, soğuk hava depoculuğu, eczacılık, satın alma ve ihale işleri, haberleşme, Kalite, SGK mevzuatı, vergi mevzuatı, adli mevzuat gibi pek çok konu var. Başhekimler de bunların hepsinden sorumlu idi. Tıp fakültesinde öğrenci iken bunların hiç birisinin dersini okumadım; kısaca ben bunları öğrenmeden doktor olmuştum. Oysa yöneticilik ayrı bir meslek, hastane yöneticiliği ise daha da ayrı bir meslek idi. Sağlık Bakanlığı'nın yayınladığı Hastane Yönetimi Mevzuatı ile bir özel hastanenin yönetilemeyeceğini bizzat yaşayıp gördüm. Hastane yönetimi tıpkı bir belediye yönetimi gibi, matriks bir organizasyon. Ben de, hastane yöneticiliğini bilmeden hastaneciliğe soyunmuştum. Hay soyunmaz olaydım!
O devirde ülkemizde hastane yöneticiliği eğitimi yok gibi bir şey. Ankara' da yeni açılmış bir Sağlık Meslek Yüksek Okulu var, oradan mezun olanlarında sayısı çok az ve bazı hastanelerde idare müdürü olarak görev yapıyorlar. Ama yasal olarak hastane yönetiminden başhekimler sorumlu. Yeni açılan yüksek okulun mezun sayısı çok az, Sağlık Bakanlığı onları da hastane müdürü olarak atıyor, resmi hastanelerde çalışan personel ve hekimler hastane müdürlerinin de ne olduğunu bilmedikleri için, ne yaptıkları da pek belli değildi.
Ben de bunları nasıl ve nereden öğreneceğimin telaşı içindeyim. Neden mi telaşlanıyorum? Bir örnek ile açıklayayım.

"Bilmediğim her şeyi para ile öğreniyordum"
Yıl 1982, ben hastane başhekimiyim. Resepsiyondaki sekreterler her hastadan parayı alıyorlar, akşamları da ben onlardan alıyorum. Hesabı getiren sekreter bana hesabı verirken o günün parası ile 3.680 TL'lik bir de çek verdi. Hiç unutmam, çek İş Bankası'nın çeki idi ve şimdi Kent Meydanı olan yerdeki İş Bankası Garajlar şubesine ait bir çekti. Ben de çeki alıp paralarla birlikte kasaya koydum. Ertesi günü çekin arkasını imzalayıp tahsil etmesi için şoförümüze verdim. Aradan bir süre geçtikten sonra, telefonum çaldı. Arayan şoförümüzdü. Bana İş Bankası'nın çekinin karşılıksız olduğunu, bunun için de parayı alamadığını söyledi. Biraz canım sıkkın olarak "Öyle ise karşılığı yoktur diye yazsınlar" dedim. Şoför "Ben de öyle söyledim ama çeki bana iade edip, yazamayız dediler" diye yanıt verdi. Ben biraz daha gergin bir ifade ile "Niye yazamıyorlarmış" diye sordum. Şoför "Bilmem, ben de onun için sizi aradım zaten" diye yanıt verince, bir hışımla "Sana yazamayız diyen memuru ver bana" dedim. Telefonu alan memura kendimi tanıttıktan sonra "Madem ki çeki verenin hesabında para yok, o halde niçin yoktur diye yazmıyorsunuz?" diye sordum. Memur bana "Eksik evrak, eksik düzenlenmiş bu çek, resmi evrak sayılmaz da onun için yazamayız" cevabını verince, ben tekrar "Allah Allah nesi eksikmiş çekin?" dedim. Memur "Keşide yeri yazılmamış, onun için karşılığı yoktur diye yazamayız" dedi. Tabii çeki geri aldık ve ben o zamana kadar bilmediğim şeyi, yani çekteki keşide yerinin ne olduğunu o zamanki para ile 3.685 TL'ye öğrendim. Her bilmediğim hususu para ödeyerek öğreniyordum. Kısacası çok ders ücreti ödedim. Bunları önlemek için önce bir mali danışmanla çalışmaya başladım.
Tabii bu arada çalışanlarla, hasta ve refakatçilerle, anlaşmalı kuruluşlarla, sendikalarla, kısacası yasal mevzuatla ilgili sorunlarımız da oluyordu. Bunları önlemek için anlaşmalı bir avukatla çalışmaya başladım.

Eğitimin sonu yok, yeter ki iste...
Bu arada nereden eğitim alabilirim diye de araştırıyorum. Bugün Gebze'de TÜBİTAK'ın hemen yanında Başbakanlığa bağlı TÜSSİDE (Türkiye Sanayi Sevk ve İdare Enstitüsü) diye bir kuruluş olduğunu öğrendim. Burada kuruluşların üst düzey yöneticilerine ihtiyaç duydukları konularda eğitimler veriliyormuş. Paket programlar, hatta sertifika programları eğitimleri veriliyormuş. TÜSSİDE'de Gebze' de, TÜBİTAK'n hemen yanındaki alanda kurulmuş, bir eğitim oteli, restoranı, kafeterya hizmetleri de veren bir kuruluş. Hızlı okuma programları bile yapılıyor. Ben ilk gittiğimde sekreterlerin dakikada 1000-1500 kelime okuduklarını duyunca hayretler içinde kalmıştım. Bana okula başlamadan okuma-yazmayı babam öğrettiği için ben o eski modelle okumayı öğrendiğimden, dakikada ancak 100 kelime okuyabiliyordum. Tabii ilk yazıldığım program hızlı okuma programı oldu. Sonra TÜSSİDE'nin pek çok eğitim programına katıldım.
Burada öğrendiklerimle, hastaneyi biraz daha iyi idare etmeye başladım. Örneğin 1987 yılında muhasebe servisimize ilk bilgisayarı aldık ve kayıtlarımızı bilgisayarla tutmaya başladık daha sonra bilgi işlem bölümümüzü oluşturarak giderek geliştirdiğimiz 3. hastane programımızı isteklerimize uygun bölümler oluşturarak uygulamaya başladık.
Daha sonra TÜSSİDE'ye gelen profesörlerin çoğu işletme fakültelerinin hocaları olduğu için Uludağ Üniversitesi'nin İşletme Fakültesi'ne Yüksek Lisans yapmak için başvurdum. İmtihanlar sonrası kaydım yapıldı.

Gelişiyoruz
Kaliteyi Uludağ Üniversitesi'nde, İşletme Fakültesi'nde Sayın Prof. İsmail EFİL'den öğrendim. Derhal hastanede eğitimler yaparak 1991 yılında KONUR HASTANESİ'nde ve Türkiye'de hizmet sektöründe bir ilk olarak kalite çalışmalarını başlattık.
Bu çalışmalarımız duyuldu. Sağlık Bakanlığı yeni sağlık sistemi için 1992 ve 1993 yıllarında birer hafta olarak düzenlediği ve Ankara'da yaptığı çalışmalarına beni de Hastane Yönetimi gurubuna davet etti. Bu toplantılarda çok uğraş vermeme karşılık sadece sağlık kuruluşlarının birer sağlık işletmesi olduğunu guruba kabul ettirebildim.
Beni şahsen tanıyan veya bir vesile ile adımı duymuş olanlar, özellikle TBMM Sağlık Komisyonlarında olan bazı milletvekilleri de ihtiyaç duydukları zaman benimle irtibata geçerlerdi.
Sağlık Bakanlığı da hastahanecilik ve özellikle özel hastahanecilik konularında hazırladığı tasarılara son şeklini vermek için benim görüşlerimi almaya özen gösterirlerdi.
Sağlık Bakanlığı da hastanecilik ve özellikle özel hastanecilik konularında hazırladığı tasarılara son şeklini vermek için benim görüşlerimi almaya özen gösterirlerdi. Bir örnek olarak Sağlık Bakanı Dr. Doğan BARAN tarafından gönderilen yazının fotokopisini ilişikte takdim ediyorum.
Sağlık işletmecisi önce hekim olmalı
Bir sağlık işletmesi sağlık hizmeti verdiği için sağlık işletmecisinin öncelikle hekimliği bilmesi gerekir. Çünkü hem hasta ve hem de hasta yakınlarının psikolojisini iyi bilmesi, bunun yanında sağlık hizmetini veren hekim ve yardımcı sağlık çalışanlarının dillerini anlaması ve hem de psikolojilerini iyi bilmesi gerekir. Bu psikoloji çok önemlidir ve kitap okumakla, dersini görmekle kazanılmaz; bu psikolojiyi bilmek için mutlaka sağlık elemanlarının bir arada eğitilmeleri ve birlikte çalışmaları gerekir. Bunları da ancak hekimler ve yüksek hemşireler bilir. O halde sağlık işletmesini yönetecek kişi hekim veya yüksek hemşire olmalıdır.
Sağlık işletmesini yönetecek kişi doktor veya yüksek hemşire olduktan sonra sağlık işletmeciliği eğitimi almalıdır. Hatta mümkünse üstüne doktora yapmalı, sonra da bir hastanede belli bir süre de direktör yardımcılığı stajı yapmalıdır. Tabii bu düşüncelere bu eğitimleri aldıktan sonraki yıllarda sahip oldum.
10 yatakla başladığımız KONUR HASTANESİ'ni giderek 56 yatağa çıkardık. Bu süre içinde 1986 yılında birlikte çalıştığımız laboratuvarlar ve röntgen dahil olmak üzere hekim arkadaşları hastanenin karşısındaki binaya taşıyarak yukarıda açkıladığımız ekip çalışması için KONUR DOKTOR OFİSLERİ'nde hizmet vermeye başladık.

Gelişmeye devam
1988 yılında yurdumuzda ilk kez ÇAĞRI CİHAZLARIMIZLA hizmete koşuyorduk.
1989'da doğumhanelerimizde FÖTAL MONİTÖRLERLE DOĞUM hizmeti veriyorduk. Yine bu tarihte EPİDURAL ANESTEZİ İLE AĞRISIZ DOĞUM yaptırmaya başladık.
1990 yılında YOĞUN BAKIM ünitemizi faaliyete geçirdik. Yoğun bakımdaki hastalarımızı monitörlerle takip etmeye başladık. Yoğun bakımın sterilizasyonunu sağlamak amacı ile hasta yakınlarının yoğun bakıma girmemesi için hastalarını monitörden görüp ayni zamanda konuşabileceği bir sistemi uygulamaya koyduk.
1991 yılında Uludağ Üniversitesi İşletme Fakültesi'nden destek alarak KALİTE KONTROL ÇEMBERLERİMİZİ çevirmeye başladık ve Türkiye'de hizmet sektöründe bir ilk olan KALİTE çalışmalarımıza başlamış olduk. Uygulamaya koyduğumuz sistem HASTANELERDE TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ idi.
1992 yılında uluslararası standartlarda hazırlanan KONUR AMBULANS'larımız hizmet veriyordu.
1993 yılında ALO DOKTOR hizmeti ile evlere hekim ve bakım hizmeti vermeye başladık.
1994'de HOUSE KEEPING hastanemizde hizmete başladı.
1994'de İNTERNET BANKACILIĞINA başladık.
1995 yılında HASTANELERDE TOPLAM KALİTE YÖNETİMİ SEMPOZYUMU'nu organize ettik. Çok enteresandır bu toplantımıza davet ettiğimiz Bursa Tabip Odası ne cevap verdi, ne de katıldı. Nedenini sonradan öğrendik, Bursa Tabip Odası özel sağlık girişimcilerine karşı imiş, bu toplantımıza da bu nedenle katılmamışlar. Oysa o sıralarda tabip odalarının bulundukları kentlerde kamu hastanelerinde görev yapan hekimler için değil, öncelikle serbest çalışan hekimler için faaliyet göstermeleri gerektiğini de belirtmeliyim.
Bu toplantıda haddizatında Toplam Kalite Yönetimi Sistemi içerisinde olan TSE 9000 Kalite belgesini almamızın sadece yönetimsel uygulama ile kendimizi kanıtlamamızın zaman alacağını, ancak bu işi kalite belgesi alarak kanıtlayabileceğimizi düşünerek, kalite çalışmalarımıza başladık.
1996'da TSE HASTANELERDE LABORATUVAR YETERLİLİK BELGESİ'ni aldık. Sonraları bu belge de bizi tatmin etmedi ve İngiltere'deki bir sisteme bağlanarak 15 günde bir laboratuvarlarımızı test eder olduk.
1997'de Türkiye'de ilk kez TIBBİ CİHAZLARIN KALİBRASYONU çalışmalarını başlatarak ve cihazlarımızın kalibrasyonunu sağladık. Daha sonra bu konuyu TSE Başkanlığına da ilettik, bu konudaki uyarımız sonucu TSE Başkanlığı Ankara'daki hastanelerdeki tansiyon aletlerinin kontrolu sonunda kabaca %80'ninin bozuk olduğunun tespit edilerek gerekli önlemlerin alındığı bildirildi.
1997'de TSE ile müşterek çalışmalarımız sonu TIBBİ CİHAZ KALİBRASYON belgesini de içeren TS - EN – ISO 9001 KALİTE GÜVENCE SİSTEM BELGESİ'ni aldık. Böylece İstanbul ve İzmir'den önce ISO KALİTE GÜVENCE BELGESİ'ni Bursa'ya kazandırmış olduk.
KALİTE = MUTLAK MÜŞTERİ MEMNUNİYETİ olduğu için, o tarihlerde Bursa Tabip Odası da "Hasta müşteri değildir" söylemi içindeydi. Hatta "Hastalananlar hasta mı, müşteri mi?" konulu toplantı yaparak benimle uğraşıyorlardı.
Kalite yönetimine göre müşteriler; iç müşteriler, dış müşteriler diye ikiye ayrılır. İç müşteriler hastanede çalışan doktorlar, hemşireler, teknisyenler, sekreterler, yani hastanenin tüm çalışanlarından oluşur.
Örneğin, ameliyatı yapacak doktor hem anestezistin ve hem de ameliyathanenin müşterisidir. Hastasına ait tüm hizmetlerden, aletlerden, yapılmasını istediği her şeyden memnun olmasını sağlayacak bir düzenin oluşması demektir.
Yemek zamanı gelince doktorlar da, hemşireler de, teknisyenler de müstahdemler de bu defa yemekhanenin müşterisi olurlar. Yani hepsinin yemekhaneden memnun ayrılmalarını gerektiren bir yönetim sistemidir.
Bir doktor bir servise geldiğinde, doktor o servisin müşterisi sayılır. Servisteki tüm çalışanların o doktoru güler yüzle karşılayıp, hastasına istediği her şey yapılmış, odası temiz, tahlilleri ve tetkikleri hazır, tüm tedavileri saatinde yapılmış, yemekleri yedirilmiş, hasta ve refakatçilerinin hasta bakımından memnun olmasını sağlayan bir yönetim sistemdir.
Başta hastalar olmak üzere, hasta refakatçileri, hasta ziyaretçileri, resmi kuruluşlar, sosyal güvenlik kuruluşları, sivil toplum örgütleri, siyasal partiler, basın, kısaca hastane dışında kalan herkes dış müşterileri oluşturur.
Sisteme göre doktor ve tüm hastane personeli ne kadar memnunsa, dış müşteriler de beklediklerinden daha iyi bir sağlık hizmeti alacakları için memnun olacaklardır.
Tabip Odalarının amacı da hekimlerin memnuniyetini sağlamak ve halkın sağlık hizmetinden memnun olmalarını istemek değil midir?
Bursa Tabip Odasına bunları anlatamadık. Hatta bir defasında da biz hastane olarak hastaneye yatan her hastaya torbalar içinde fıstık çam fidesi vermeyi düşündük. Fıstık çamı nedir, nasıl dikilir, nasıl yetiştirilir gibi hususları matbaada yazdırdığımız bir bilgi kağıdını da üzerine koyarak, hastanemize yatan hastalara taburcu olurlarken, naylon torbalar içinde sunulmak üzere hazırladık.
Bu kampanyamıza doğayı sevdiklerine inandığımız Bursa Tabip Odası'ndaki görevlilerden başlamayı düşünerek, halkla ilişkiler görevlisi arkadaşımızla fidelerimizi gönderdik. Arkadaşımız elindeki fidelerle geri geldi ve kendisine "Biz özel sağlık girişimcilerinin hediyesini almayız" denildiğini üzülerek söyledi.
Bursa Tabip Odası KALİTE YÖNETİMİNİ anlamamakta ısrar ediyordu. Yerel basındaki köşe yazılarımdan birinde o zamanki Tabip Odası Başkanına "Temenni ederim ki sizin çalıştığınız hastanede de bir gün KALİTE ÇALIŞMALARI yapılır" diye yazdım. Daha sonra temennim gerçekleşti, bundan da mutluluk duydum.
1998 yılında kuruluş olarak Bursa'da ilk kez SWOT ANALİZİ'mizi yaptık. Swot Analizinden sonra Prof. Zeyyat Sabuncuoğlu ile Prof. Erkan Işığıçok'un yaptığı kamuoyu araştırmasında KONUR HASTANESİ'nin özel sağlık kuruluşları içinde durumu şöyle rapor ediliyordu.

1998'de, 1997 verilerine göre Bursa Ticaret ve Sanayi Odasının yayınladığı ilk 500'de olan işletmeler sıralamasında Konur Sağlık Hizmetleri 187. sırada idi.
Aynı yıl kuruluş günümüz olan 2 Temmuz 1998'de İzmir yolu ile FSM Bulvarı'nın kesiştiği, şimdiki Acıbadem Bursa Hastanesi'nin olduğu yerde 2000'lerin hastanesi olacak diye düşündüğümüz 2000'LERİN KONUR HASTANESİ'nin temelini attık.
1999'da TÜP BEBEK SERVİSİ'mizi faaliyete geçirdik bu servisimiz ve aynı yılın sonunda daGENETİK LABORATUVARI'mızı devreye soktuk.
Yine 1999 yılında kalite güvence sistemimizi TS - EN – ISO 9002'den bir derece daha yükseltip ISO 9001 KALİTE GÜVENCE BELGESİ sahibi olduk
2000 yılında da TSE EN 900'in 2000 VERSİYONU'nu aldık.
Bu yazıda büyük harflerle yazılı olanların bir kısmının Türkiye'de, büyük bir kısmının da Bursa'da ilk kez tarafımızdan yapıldığını da burada belirtmeliyim.

Üçüncü ameliyat ve hekimliğe veda
2001 yılında üçüncü defa kalp ameliyatı geçirdim. Halk söylemi ile adeta çizgiden döndüm ve frene bastım. Bursa'ya modern bir hastane kazandırmak istemi ile 1998'de temelini attığımız 2000'lerin Konur Hastanesini, kabası bitmeye yakın vaziyette Acıbadem Sağlık Gurubu'na sattım. Onlar da bugünkü Acıbadem Bursa Hastanesi'ni tamamlayıp hizmete açtılar ve sağolsunlar Konferans Salonu'na da benim adımı verdiler.
Ben Acıbadem Sağlık Gurubu'ndan paramı peşin olarak aldığım için, Çekirge'deki Konur Tıp Merkezi'nde birlikte çalıştığımız doktor arkadaşlara, istedikleri oranda ve 40-50-60 ve hatta 70 aylık taksitler halinde devrederek hastanecilik ve hekimlik hayatıma son verdim.

Konurlular buluşmaya devam ediyor
Hastane içi eğitimlerimiz hep devam etmişti. Hastaneyi kapattığımızda bizden ayrılan personellerimiz adeta kapışıldı, hepsi de gittikleri hastanelerde en az bölüm sorumlusu oldular. Birlikte çalıştığımız arkadaşlarla her zaman iftihar ediyorum. Onlar vardiya saatlerinden çok önce gelip bahçede çay içiyorlar, vardiyadan çıkanlar da evlerine gitmek yerine yine bahçede oturup çay içiyor, sohbet ediyorlardı. Yıllar sonra dahi bir araya gelmekte, "Konurlular" toplantıları yapmaktalar. Hatta beni ve eşimi de bu toplantılarına devamlı olarak çağırmaktalar. Bundan da ayrıca mutluluk duyuyorum.
Ticaret Lisesi mezunu olarak işe başlayan, daha sonra hafta sonlarında çalıştırdığımız ve yeteneği nedeni ile Uludağ Üniversitesi İşletme Fakültesi'ni bitiren, hastanemizdeki kalite ve denetim eğitimlerine katılan, Muhasebe Müdürlüğüne kadar yükselen, daha sonra aynı fakültede Yönetim Organizasyon Yüksek Lisansı yaptıktan sonra ayrılıp eşi ile birlikte kurdukları şirketlerde Genel Müdür olan Neşe Aşçı adlı çalışanımızdan bahsedebilirim.
Başhekimimiz Dr. Ergun Şenel, başlangıçta Sağlık Müdürlüğü'nde çalışan, maddi nedenlerle hastanemizde nöbet tutan pratisyen bir hekimdi. Kendisini teşvik ettik ve Uludağ Tıp Fakültesi'nde Toplum Sağlığı ihtisası yaparak Toplum Sağlığı Uzmanı oldu. Tabii bu aşaması onun bir süre sonra Bursa Sağlık Müdürü olmasını sağladı. Sağlık Müdürü olunca yanlış anlamalara meydan vermemesi için hastanemizdeki görevinden istifa etti. Kendisine "Bursa'ya hizmet etmek tabii ki Konur Hastanesi'ndeki görevinden daha önemli bir görevdir. Öncelikle seni kutlarım. Sen düzgün bir insansın. Sağlık Müdürlüğü görevinde eğer dayanamayacak kadar baskılar altında kalırsan bilesin ki kapımız sana daima açık olacaktır." dedim.
Birkaç yıl sonra geldi ve Konur Hastanesi'ne önce Başhekim Yardımcısı, sonra da Başhekim oldu. Önceleri işleri birlikte yürüttük. Bu arada Anadolu Üniversitesi'nde Hastane Yönetimi ön lisans eğitimini tamamladı. Daha sonra da Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nde, İşletme Fakültesince verilen "Yönetim ve Organizasyon" Yüksek Lisans diplomasını aldı. Tabii bu arada hastane içi eğitimler de alıyordu. Ayrıca kalite çalışmalarımıza katılarak TSE Bursa Bölgesinde Hastane Tetkikçisi de oldu. Bizden ayrıldıktan sonra Konur Hastanesi'ndeki çalışmaları nedeni ile İstanbul Memorial Hastanesi'nde önce Başhekim yardımcısı olarak göreve başladı, şu anda Memorial Hastanesi'nin Başhekimidir.

O yıllarda Konur Hastanesi'nde çalışan, daha sonra evlenip Eskişehir'e giden bir hemşiremizin Sağlık Kurumları İşletmeciliğinde Yüksek Lisans Eğitimi yaparken, içinden gelerek 07 Haziran 2012'de bana yolladığı bu maili sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bunları yapabilmek için yukarıda söylediğim hastane yönetimi eğitimlerini almanın gerekli olduğunu bir kez daha belirtmeliyim.
KONUR HASTANESİNDE UYGULADIĞIMIZ YÖNETİM SİSTEMİ bizi nereye getirdi, ne yarar sağladı, sorularının cevabı, BURSA SAĞLIK MÜDÜRLÜĞÜ'NÜN 2000 yılı istatistiklerine bakılarak kolayca anlaşılır. 2000 yılının en verimli hastanesinin de KONUR HASTANESİ olduğu ortaya çıkar.

Burada Bursa Sağlık Müdürlüğü'nün 2000 yılına ait, yani benim Konur Hastanesi olarak faaliyette bulunduğum yılda, Tophanedeki Devlet Hastanesi, Çekirgedeki SSK Hastanesi ve Tıp Fakültesi Hastaneleri ile Konur Hastanesi'nin Poliklinik sayısı, yatan hasta sayısı, büyük ameliyat sayısı, orta ameliyat sayısının, küçük ameliyat sayılarını yıllık olarak belirtilmesi siyah renklerle yazılmış olarak yapılmaktadır.
605 yataklı Tophanedeki Devlet Hastanesi'nin 56 yataklı Konur Hastanesi'nin yaklaşık olarak 11 katı, 690 yataklı Çekirge'deki SSK Hastanesi'nin de yaklaşık olarak 12 katı büyüklükte olduğunu kabul ederek, yatak sayısına göre Konur Hastanesi'nin uyguladığı yönetim uygulansaydı poliklinik sayısı, yatan hasta sayısı, büyük ameliyat sayısı, orta ameliyat sayısı ve küçük ameliyat sayıları ne olurdu sorgulamasını yaptığımızda çıkan sonuçlar şöyle olurdu.

Eğer Konur Hastanesi gibi yönetilse idi Çekirge'deki SSK Bölge Hastanesi'nin 875.531 olan Poliklinik sayısının 1.053.180 olması; Yatan hasta sayısının 41.195 yerine 58.368 olması; Büyük ameliyat sayısının 8.816 yerine 18.204 olması (yaklaşık 2 kat fazla); Orta ameliyat sayısının 6.363 yerine 10.080 olması (yaklaşık 2 misline yakın fazla); Küçük ameliyat sayısının da 2.578 yerine 19.824(yaklaşık 8 misli fazla) olması gerekirdi.
Eğer Konur Hastanesi gibi yönetilseydi Bursa Devlet Hastanesi'nin 495.502 olan Poliklinik sayısının yerine 965.415 olması (yaklaşık 2 misli fazla); Yatan hasta sayısının 24.217 yerine53.504 olması (yaklaşık 2 misli fazla); Büyük Ameliyat sayısının 5.198 yerine 16.687 olması (yaklaşık 3 misli fazla); Orta Ameliyat sayısının 3.198 yerine 9.240 olması (yaklaşık 3 misli fazla); Küçük Ameliyat sayısının da 1.061 yerine 18.172 olması (yaklaşık 18 misli fazla) olması gerekirdi.
Ancak Fakülte Hastanesini eğitim ve araştırma ile yükümlü olduğu için onu ayrı tutuyoruz. İşte Devlet Hastanesi ve SSK Hastanesi'nin olması gereken sayılar; işte Konur Hastanesi'nin sayıları ve işte Toplam Kalite Yönetiminin farkı. (Lütfen Bursa Sağlık Müdürlüğü'nün 2001 yılına ait istatistiğine bir kere daha bakınız.)

En çok vergi veren kuruluş
Ancak Konur Hastanesi'nin bu sayıları Sağlık Müdürlüğüne bildirirken diğer Devlet kuruluşlarına ve özellikle maliyeye de aynı sayıları bildirdiğimizi var sayarsanız, Toplam Kalite Yönetimi ile Bursa'da en çok vergi veren hekim ve sağlık kuruluşu olduğumuzu da burada belirtmeliyim.
Konur Hastanesi olarak, şimdi Acıbadem Bursa Hastanesi olan, yeni binanın temelini attığımız 1998 yılında, 1997 verilerine bakılarak Bursa'da vergi veren kuruluşlara göre gelişme gösteren ilk 500 kuruluş içerisinde 187. sırada idik. Uyguladığımız yöntemle hem sağlık hizmetinin daha verimli olmasını sağladık ve hem de devletimize daha fazla maddi katkı sağladık.
Bu konuda son olarak 2004 yılında Hürriyet Gazetesi'nde yayınlanan Prof. Ali Atıf Bir'in yurt çapında "Sizce en bilinen ve en güvenilen özel sağlık kuruluşu hangisidir" sorusu ile yaptığı kamuoyu araştırmasında da Konur Hastanesi'nin, Hastanemizi kapattığımız 2001 yılından 3 yıl sonra dahi sadece Bursa'da değil, TÜRKİYE'de de bilinen ve güvenilen ilk beş özel sağlık kuruluşu içerisinde olmamız KONUR HASTANESİ'nin bir marka olduğunun tescilidir diyebiliriz.

"Sözlerimi SÜLEYMAN tekerlemesi ile bitirmek istiyorum"
"Bir zamanlar biz de SÜLEYMAN idik,
Ateşe, rüzgâra HÜKÜMRAN idik,
Zannetme ki SULTAN SÜLEYMAN idik,
Tersanede KÖRÜKÇÜ SÜLEYMAN idik."
Bazen haber size gelir...
Biz bunları yazarken, Doğum Kliniği'nin açıldığı 28 Haziran 1981'de ilk doğumu yapan Gülten Erdoğan'ı bulduk. Kendisi bizimle o günlere ait birkaç fotoğraf ile o günlerin anısına yazdığı birkaç satırı paylaştı. Kliniğe ve aileye gelen ilk bebek Erdoğan ailesinin kızı Burcu olmuş. İnci ve Konuralp Başol'un 7 yıl boyunca tüm kontrollerini üstlendikleri Burcu'nun ardından aileye katılan ikinci bebek de yine Konur Hastanesi'ndeki bir ilki yakalamış. 14 Ekim 1986'da ilk ağrısız doğum ile bugün 28 yaşında olan Barış dünyaya gelmiş. Gülten Hanım bizim aracılığımız ile yıllar önce bu konforu kendilerine yaşatan İnci-Konuralp Başol'a ve Konur ekibine sonsuz sevgilerini gönderiyor.