Bugün aramızdan ayrılan Mustafa V. Koç'a ithafen...
Eski günlerde bu kadar hızlı akmıyor olmalıydı zaman.
Yaz günleri ne kadar öğlen uykusuna yatacak kadar uzunsa, kış geceleri de soba başında masallar anlatılıp kestaneler patlatılacak kadar uzundu.
Mesafeler hep uzak, misafirlikler en az günübirlikti. Komşu değilse eğer gelen yatıya kalırdı. Yüklüklerden çıkartılarak kabartılan yün döşeklerin üzerine, bembeyaz patiska çarşaflar, yine aynı patiskayla kaplı yorganlar yayılırdı misafir için.
Evlerde eşya az, yaşayanlar için yer çoktu...
Çocukluğun verdiği zamanı algılayamama mıydı bilmem...
55 yaşında ölmek benim için çok normaldi mesela.
"Tam adam olduğu zaman" derlerdi o yaşta ölen birisi için.
Bense "Yaşamış işte yeterince ve ölmek için yeterince yaşlanmış" derdim.
19'unda evlendiyse bir adam, hemen de çocuğu olduysa, 40 yaşında torun sahibi olan bir dede olması çok normaldi.
Kadınların 16'sında evlendiğini düşünürsek 40 yaşına gelmiş bir kadın görmüş geçirmiş bir büyükanne olarak köşesine çekilmeliydi.
Hele ki 55 yaş.
Çok yaş çok...
Ya Sultan Mehmet'in henüz 21 yaşında iken İstanbul'u fethetmesine ne demeli?
Bir de şimdinin 21 yaşına bakalım.
Sonra da Onlar mı daha hızlı yaşadılar hayatı biz mi? diye sorgulayalım.
Zamanın bu kadar hızlı akmasından olsa gerek hayat artık uzaklara ötelendi. Sindire sindire yaşanamayan günler ileride yaşanmak üzere biriktirildi. O günler kâh değerlendi, kâh değerlenmedi.
Pek çok umut ve hayal saklandıkları dehlizlerde o günkü heyecanlarını yitirip, çürüyüp gitti.
Okullar bitmeden, masterlar yapılmadan, işler bulunup her şeyler tam olmadan evlenilemediği için evlilik ve çocuk zamanları geldi 40'lara dayandı.
Böylelikle de ilk analık-babalık heyecanı eskinin torun sevilecek yaşlarında yaşandı.
****
Bir şehirden bir şehire gitmek değil saatlerle, günlerle ölçülürdü eskiden.
Şimdiyse sabırsız saatlerde yarım saatin hesabındayız. Daha kısa, daha hızlı, daha çabuk...
İletişim ona keza. Çevirmeli telefonların kendisini edinmek yıllara yayılan bir dava idi.
İyisi mi, ellerindeki telefonun bir tık'ıyla neredeyse diğer gezegenlere bağlanacak durumdaki gençlik yurt dışı ile görüşme mücadelelerimizi hiç duymasınlar...
Onlar gibi biz de alıştık her şeyin bu hızda seyretmesine. Sabrımız yok hiç beklemeye. Ne trafikte, ne de telefon elimizde.
Işıklar hep yeşil yansın, telefonla aradığımız kişi ikinciye çaldırmasın, telefonu hemen açsın.
Maazallah, hele de sosyal medya kesintiye uğrarsa…! O yüzden 3 G'miz 7x24 aktif olmak zorunda.
E hani baz istasyonlarına karşıydın… Hani mahallenden kaldırılsın diye bas bas bağırıyordun…
Telefonun arka odada çekmedi diye şimdi bu neyin isyanı?
Zamanda yolculuk zamanı
Geçtiğimiz hafta bir Yörük şenliğine davetliydik... Yörükler kendilerine has kıyafetleri içinde eski günlere götürdüler bizi. Çadırlar, rahvan koşan atlar, poturlar, keçe halılar, kilimler, develer, çayır çimen, saz söz...
Tam o havaya girmiş ve ortamla bütünleşmişken, elindeki açık laptopuyla önümüzden geçen bir yörük, öte tarafta akıllı cep telefonuyla konuşan bir başkası, kadınların giydiği kat kat elbiselerinin üzerinde, başlarına bağladıkları örtülerin çevrelediği yüzlerinde bugüne ait gözlükler, kulak misafiri olunan kısa sohbette "Bu şenlik için akşam yazlıktan geldim" diyen bir diğeri...
Ve birbirine geçen zamanlar...
Zaman içinde geri dönüşler yaşansa da hiç ummadığımız yerden yakaladığımız ufak bir ayrıntı bizi hemen bugüne taşıyor.
Zihnimizde ve bütün bedenimizde bugünün alışkanlıkları varken o günlerin ruhuna girmek pek de mümkün olmuyor…
Zaman hızla ilerliyor ve asla geriye akmıyor...
Zamanda yolculuk hayalleri de bir bir suya düşüyor...
****
Asırlardır olduğu gibi her nesil kendi hızında yaşayarak atacak imzasını geleceğe.
Dedenin başlayıp torunun bitirdiği ahşap el oyması sehpaya bakarken kafamı karıştıran zaman mefhumu, görmeyeceğim yılların hızını kestiremeyecek…
Biz eskinin altı saatte gidilen yolunu iki saatte almaya sevinirken şimdi, bizim şükrettiğimiz iki saati bile yaşamayacak birileri.
Bu çılgın koşunun sonu belki de ilk çağa dönüşle sonlanacak.
Kim bilir…
Şairin dediği gibi,
Baki kalan bu kubbede bir hoş sada olabilmekte iş...
Ötesi koskocaman bir boşluk...
Yaz günleri ne kadar öğlen uykusuna yatacak kadar uzunsa, kış geceleri de soba başında masallar anlatılıp kestaneler patlatılacak kadar uzundu.
Mesafeler hep uzak, misafirlikler en az günübirlikti. Komşu değilse eğer gelen yatıya kalırdı. Yüklüklerden çıkartılarak kabartılan yün döşeklerin üzerine, bembeyaz patiska çarşaflar, yine aynı patiskayla kaplı yorganlar yayılırdı misafir için.
Evlerde eşya az, yaşayanlar için yer çoktu...
Çocukluğun verdiği zamanı algılayamama mıydı bilmem...
55 yaşında ölmek benim için çok normaldi mesela.
"Tam adam olduğu zaman" derlerdi o yaşta ölen birisi için.
Bense "Yaşamış işte yeterince ve ölmek için yeterince yaşlanmış" derdim.
19'unda evlendiyse bir adam, hemen de çocuğu olduysa, 40 yaşında torun sahibi olan bir dede olması çok normaldi.
Kadınların 16'sında evlendiğini düşünürsek 40 yaşına gelmiş bir kadın görmüş geçirmiş bir büyükanne olarak köşesine çekilmeliydi.
Hele ki 55 yaş.
Çok yaş çok...
Ya Sultan Mehmet'in henüz 21 yaşında iken İstanbul'u fethetmesine ne demeli?
Bir de şimdinin 21 yaşına bakalım.
Sonra da Onlar mı daha hızlı yaşadılar hayatı biz mi? diye sorgulayalım.
Zamanın bu kadar hızlı akmasından olsa gerek hayat artık uzaklara ötelendi. Sindire sindire yaşanamayan günler ileride yaşanmak üzere biriktirildi. O günler kâh değerlendi, kâh değerlenmedi.
Pek çok umut ve hayal saklandıkları dehlizlerde o günkü heyecanlarını yitirip, çürüyüp gitti.
Okullar bitmeden, masterlar yapılmadan, işler bulunup her şeyler tam olmadan evlenilemediği için evlilik ve çocuk zamanları geldi 40'lara dayandı.
Böylelikle de ilk analık-babalık heyecanı eskinin torun sevilecek yaşlarında yaşandı.
****
Bir şehirden bir şehire gitmek değil saatlerle, günlerle ölçülürdü eskiden.
Şimdiyse sabırsız saatlerde yarım saatin hesabındayız. Daha kısa, daha hızlı, daha çabuk...
İletişim ona keza. Çevirmeli telefonların kendisini edinmek yıllara yayılan bir dava idi.
İyisi mi, ellerindeki telefonun bir tık'ıyla neredeyse diğer gezegenlere bağlanacak durumdaki gençlik yurt dışı ile görüşme mücadelelerimizi hiç duymasınlar...
Onlar gibi biz de alıştık her şeyin bu hızda seyretmesine. Sabrımız yok hiç beklemeye. Ne trafikte, ne de telefon elimizde.
Işıklar hep yeşil yansın, telefonla aradığımız kişi ikinciye çaldırmasın, telefonu hemen açsın.
Maazallah, hele de sosyal medya kesintiye uğrarsa…! O yüzden 3 G'miz 7x24 aktif olmak zorunda.
E hani baz istasyonlarına karşıydın… Hani mahallenden kaldırılsın diye bas bas bağırıyordun…
Telefonun arka odada çekmedi diye şimdi bu neyin isyanı?
Zamanda yolculuk zamanı
Geçtiğimiz hafta bir Yörük şenliğine davetliydik... Yörükler kendilerine has kıyafetleri içinde eski günlere götürdüler bizi. Çadırlar, rahvan koşan atlar, poturlar, keçe halılar, kilimler, develer, çayır çimen, saz söz...
Tam o havaya girmiş ve ortamla bütünleşmişken, elindeki açık laptopuyla önümüzden geçen bir yörük, öte tarafta akıllı cep telefonuyla konuşan bir başkası, kadınların giydiği kat kat elbiselerinin üzerinde, başlarına bağladıkları örtülerin çevrelediği yüzlerinde bugüne ait gözlükler, kulak misafiri olunan kısa sohbette "Bu şenlik için akşam yazlıktan geldim" diyen bir diğeri...
Ve birbirine geçen zamanlar...
Zaman içinde geri dönüşler yaşansa da hiç ummadığımız yerden yakaladığımız ufak bir ayrıntı bizi hemen bugüne taşıyor.
Zihnimizde ve bütün bedenimizde bugünün alışkanlıkları varken o günlerin ruhuna girmek pek de mümkün olmuyor…
Zaman hızla ilerliyor ve asla geriye akmıyor...
Zamanda yolculuk hayalleri de bir bir suya düşüyor...
****
Asırlardır olduğu gibi her nesil kendi hızında yaşayarak atacak imzasını geleceğe.
Dedenin başlayıp torunun bitirdiği ahşap el oyması sehpaya bakarken kafamı karıştıran zaman mefhumu, görmeyeceğim yılların hızını kestiremeyecek…
Biz eskinin altı saatte gidilen yolunu iki saatte almaya sevinirken şimdi, bizim şükrettiğimiz iki saati bile yaşamayacak birileri.
Bu çılgın koşunun sonu belki de ilk çağa dönüşle sonlanacak.
Kim bilir…
Şairin dediği gibi,
Baki kalan bu kubbede bir hoş sada olabilmekte iş...
Ötesi koskocaman bir boşluk...
18 Haziran 2014 C.E.Y.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder