7 Haziran 2014 Cumartesi

Ağrısının kıymetini bilenler, ağrıyan yerlerini öperler

İnsan ağrısını sever mi hiç?
Sever elbet.
Ağrılarım sızılarım olmasaydı ne yapardım ben?
Canım acımayı unutsa kendimi nasıl korurdum?
Sıcaktan yanmasam, soğuktan donmasam, yüksekten korkmasam, korku nedir bilmesem, anlamasam…
Frensiz ve sinyalsiz bir araba gibi Allah emanet yol alsam.
Ayakta dikilmekten belime saplanan ağrıları duymasam da yıkılana kadar ayakta kalsam.
Safra kesemde ya da böbreğimdeki taşların sancısı olmasa, taşlar misket kadar olup kanalları tıkasa. Oluşan irin ölümüme sebep olsa.
Gözlerim ağrımasa, dişlerim sızlamasa. Bu sayede ne yüzde göz, ne ağızda diş kalmasa…
Kolumu bacağımı çarpsam oraya buraya. Hiç acımasa…
Yara bere içinde ama acısız bir halde yaşardım yaşayabildiğim kadar.
Sonra da acısız ölüp giderdim etrafıma mikrop saça saça.
Değil mi?

İyi ki ağrı mekanizması var.
İyi ki sinyalizasyon çalışıyor. Yoksa çarpışma an meselesi.

Doğanın, kendi devamlılığını sağlayan canlılara verdiği bu savunma sisteminin mükemmelliğine hayran olmamak mümkün değil. Dış etkilere hassas sinir uçları acıyı yaşatarak koruyor bizi kendimizi telef etmekten.
Her ağrı sinyal veriyor.
“Yapma!” diyor.
“Kendine bak, doktora git, önlemini al, bana iyi davran!” diyor.
Pazarlık net;
Sen bana iyi davran, ben de sana….

Hayat içinde de öyle değil mi?
Toplumda oluşan rahatsızlıklar önce ufak sinyaller vermeye başlıyor.
Eğer bu verileri ilgili yerler doğru okuyabiliyorsa, gereğini yapıp, toplumu rahatlatıyor.

Akil adam eline geçirdiği hançeri ağrıyan yerin tam ortasına daldırmıyor. İçinde çevire çevire daha beter kanatmıyor.
O adam minik uyarıları dikkate alıyor, uyarının kaynağını bulup onun ortadan kalkması üzerine kafa yorup çalışıyor…

Ya da işin kolayına kaçıp ağrı kesicilere dayanıp problemin üzerini kapatıyor.
Geçici bir süre yok olan ağrı, içten içe yanan ateşi söndürmeye yetmiyor, sorunu çözmüyor.
Gün gelip ateş büyüyor, yanardağ misali depremler yarata yarata gelip sonunda patlıyor.
Çevresinde ne var ne yoksa yakıp, yıkıyor.
En çekirdeğinden en kalabalığına ailelerde de bu böyle, kentlerde de, ülkelerde de…
Dinlemeyi bilmeyen, rahatsızlığı sezmeyen, çare üretmeyip SUS diyen her zaman kaybediyor.
****
Susturmakla çözülmez ki sorunlar. Sustu diye asayiş berkemal zannedilmez ki.
Susan insan daha çok düşünür.
Düşündükçe sorunlar daha hızlı büyür.
Büyür, büyür, büyür….
Susturan aklınca güçlü, susansa susturan tarafça eziktir.
Susan taraf barajda toplanan su misali sessiz sessiz birikiyordur, susturan anlamaz.
Suskunluğunun ve konuşamazlığının birikmişliği ne zaman patlayacaktır bilinmez.
Oysa bir dinlense, bir anlansa, ufak ufak verdiği ipuçları bir kayda alınsa hiç böyle dolmayacaktır.
Olur olmaz bir yerde de BOMMM diye patlamayacaktır.
****
Demem o ki siz siz olun ağrınızın kıymetini bilin.
Bütün ağrıyan yerlerinizi de öpün-sevin, görmezden-bilmezden gelmeyin…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder