25 Aralık 2023 Pazartesi

Hâlâ "yeni bir şey yok" diyor musunuz?

Güneydoğu'da zaman zaman sinen ama hiçbir zaman sönmeyen ateş harlanarak yanmaya devam ediyor. Ateşin altını kimler üflüyor ve ateşi kimler alevleniyor bilmem ama olan, o ateşte yanan ulusa oluyor. Pençe-Kilit Harekâtı Bölgesinde yaşanan çatışmalardan zaman zaman birer-ikişer şehit haberi geliyor. Bakılıyor ki halk duyarsızlaşmış, bir-iki şehit haberi yeterli etkiyi yaratmıyor, hop sayı on-on beşe çıkıyor. 

Pençe-Kilit Harekâtı bölgesinde, 22-23 Aralık günlerinde yaşanan çatışmalarda, yani iki günde 12 askerimiz şehit oldu. Özellikle de sayıca fazla her şehit haberinin ardından olduğu gibi yine aynı protestolar, yine aynı isyanlar, yine sabahtan akşama aynı konuşmalar, yine aynı dil, yine aynı mantık, yine aynı "şehit edebiyatı" ile tepki verildi. 

Klişeler bir yana; toplum artık "Biz bu operasyonda niye varız, o askerler dağ başında neyi koruyup neyi bekliyorlar, o kadar netameli bir coğrafyada baskını haber alacak sistem niye yok ya da niye yetersiz, niye hep 'hep fakir ailelerin çocukları' konusunu konuşuyoruz, bu çocuklar neden hep fakir ailelerden çıkıyor, eğitimde fırsat eşitliğinden yararlanamadıkları için mi, okuyup meslek sahibi olamadıkları için mi, çalışabilecekleri işlerde daha ucuza adam çalıştırıldığı için mi, aileleri bakabileceklerinden çok çocuk yaptığı için mi, vatan için mi, iman için mi, aşk için mi, ne için?" diye soruyor. Savaşın arkasını önünü sorguluyor. Bu terör niye bitmiyor, niye bitirilemiyor diyor. Niye legal partinin başı değil de terör örgütü başı muhatap alınıyor diyor. Niye bizlere doğru düzgün bir açıklama yapılmıyor diyor. Niye kimse sorumluluk üstelenmiyor, niye kimse üzerine alınmıyor diyor.
Ama en çok da, askerlerimiz niçin havanın buzunda o çadır(cık)larda yaşamaya mahkûm ediliyor diyor.

2018'in ekiminde soğuktan donarak ölen askerlerimizi unuttunuz mu? Unuttuysanız hemen hatırlatalım.

BUZ! / 27 Ekim 2018 / C.E.Y.
"26 Ekim 2018. Tunceli’nin Nazimiye ilçesi kırsalında, operasyonda soğuk hava ve tipi nedeniyle donma tehlikesi geçiren ve Tunceli Devlet Hastanesi’ne kaldırılan Jandarma Özel Harekât timindeki donma tehlikesi geçiren 9 askerden 2 asker şehit oldu."
İki asker 1914'ün aralığında Sarıkamış'ta değil, 2018'in ekiminde Tunceli'nin dağlarında dondu.
Birinci Dünya Savaşı henüz yeni başlamışken, Osmanlı'nın en bitik günlerinde üzerlerinde çul çaput, ayaklarında çarık yok halde savaşmaya çıkartılan ve ancak 18 gün sürebilen harekâtta 60 bin asker öldü Sarıkamış'ta. Enver Paşa'nın "Saadet, şan ve şeref ileride; alçaklık, sefalet ve ölüm geridedir." sözleri yetmedi askeri soğuktan korumaya. Bite kardı asker. Askerin kanını emen bitler kanlandı, asker kendini ısıtacak kanı bile bulamadı. Donmuş asker heykelleriyle doldu Allahuekber Dağları. 
Ya sen Memed? 
Sen nasıl dondun Tunceli'nin dağlarında şimdi? 
Sarıkamış'ın üzerinden 100 yılı aşkın süre geçmişken, dünya değişmiş, teknoloji bu kadar gelişmişken nasıl koruyamadık da derin bir uykuda yitirdik seni?
Uzman Çavuş Mersinli Asım Türkel.
Uzman Çavuş Ferruh Dikmen.
Sosyal medya hesaplarında donup kaldılar şimdi en genç halleriyle.
Hevesleri, hayalleri, gülen gözleri, sevdiklerine aşkla sarılan elleri, gencecik bedenleri, paylaşımların altına yazdıkları sözleri, hepsi dondu onlarla birlikte.
Her bir şehit haberinde kavrulan yürekler de dondu bu haberle birlikte.
Uzaklardaki ocağa düşen bir ateş bu kadar üşütür müydü insanı?
Eller buz, kalpler buz, bakışlar buz kesti.
Nedenli niçinli sorular ise zihinlerdeki her hücrede alev alev...
Doğu Cephesinde Yeni Bir Şey Yok işte yine.
Yıllardır sürüp giden bir garip savaş en hain, en ilkel, en vahşi, en acımasız, en kahpe, en bitimsiz haliyle can almaya devam ediyor.
Jandarma Özel Hareket birimi JÖH'e bağlı yetişmiş uzman bir asker, soğuk karşısında naçar kalıyor.
Akıl alıyor mu, almıyor,
Böyle oluyor mu, olmuyor,
İçimiz içimize sığıyor mu, sığmıyor... 
****
E.M. Remarque "Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok" kitabına, "Bu kitap ne bir şikâyettir ne de bir itiraf. Harbin yumruğunu yemiş, mermilerden kurtulmuş olsa bile, tahriplerinden kurtulamamış bir nesli anlatmak isteyen bir deneme, sadece." ön sözüyle başlar.
Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya-Fransa cephesindeki Alman askerlerinin yaşadıklarını anlatan 1929 tarihli roman, Nazi Almanyası'nın yasaklı kitapları arasındaydı ve 10 Mayıs 1933 yılında Berlin Opera Meydanı'nda yakılan kitaplardan biriydi. Binlerce kitap arasından sembolik olarak seçilen birkaç kitap ateşe atılmadan önce kısa konuşmalar yapılmış, yedinci sırada yakılacak olan Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok kitabı için, "Birinci Dünya Savaşı askerine edebiyat yoluyla ihanete karşı, toplumun kahramanlık ruhunu yaşatmak adına Erich Maria Remarque'ın kitabını ateşe atıyorum!" sözleri söylenerek kitap ateşe atılmıştı. 
Romanda, barışın ilan edilmesine dakikalar kala öldürülen asker Paul'ün ölümü kimse için bir şey ifade etmemişti. Ölüm, savaşta yeni bir şey değildi. Milyonlarca asker ölmüşken bir askerin daha ölmesi neyi değiştirecekti?
****
"Terörle Mücadelede Verdiğimiz Şehitler 1984-2013" başlıklı bir çalışmada 18 binin üzerinde isim listelenmiş. Her biri vatan evladı, göz bebeği 18 bin(+) isim... 
2013'ten 2023'e her biri Doğu Cephesinde toprağa düşmüş kim bilir daha kaç isim… 
Ve şimdi bugün, onlara eklenen; okulunda, işinde, ailesiyle, çocuklarıyla, arkadaşlarıyla, sosyal hayat içinde yaşaması gereken 12 isim daha…
Hâlâ "yeni bir şey yok" diyor musunuz?

Yazılarıma baktım da; 2011'den bu yana şehitler üzerine yazdıklarımdan kendim utandım…
Daha kaç çocuk? / 19 Temmuz 2011
Biz uyuduk, sen öldün… / 21 Haziran 21012
Ateş ki ne ateş! / 20 Temmuz 2015
Salça değil, kan kan... / 5 Ağustos 2015
Hıııı, taaaaam o zaman! / 25 Ağustos 2015
"Temas muhakkak" yazıyor / 18 Şubat 2016
Efendiler, önce siz yiyin! / 19 Haziran 2017
Duyuyor musun Eren? / 12 Ağustos 2017
BUZ! / 27 Ekim 2018
Benim Aklım Ermiyor / 25 Şubat 2022

22 Aralık 2023 Cuma

Kısa Günün Kârı, Üç "İmza"

En kısa günün ertesi gününe üç "imza" sığar mı sığmaz mı derken, hepsi sığdı.
Aynı gün içinde Tayyare Kültür Merkezi'nde düzenlenen kahvaltılı basın toplantısı ile "Bursa’nın Dijital Kent Arşivi"nin halka açıldığı açıklandı; Tofaş Bursa Anadolu Arabaları Müzesi'nde Gazeteci-Yazar Dr. Murat Kuter yeni kitabı "Yalçın İpbüken'in Yaşamından" kitabının tanıtımını yaptı; TÜKD Bursa Şubesi'nin toplantısında, Atatürk Araştırmacısı-Yazar İlknur Güntürkün Kalıpçı "Bursa'nın Zamansız Kadınları" kitabını TÜKD Bursa Şubesi üyeleri için imzaladı.

1- BURSA'NIN DİJİTAL KENT ARŞİVİ
Basın toplantısında, Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin Bursa Dijital Kent Arşivi'nde Bursa ile ilgili bilgi, belge, fotoğraf ve her türlü dokümanı bulabileceğimiz; Müzeler Şube Müdürlüğü, Kütüphaneler Şube Müdürlüğü, Kültür Şube Müdürlüğü, Orkestra Şube Müdürlüğü ile Yazı İşleri ve Kararlar Şube Müdürlüğü arşivlerinden oluşan 23 bin verinin girişinin sağlandığı; ikinci aşamada Büyükşehir Belediyesi’nin 1880-1927 yıllarına ait meclis karar defterleri, arzuhâl kayıtları ve üst makamlara giden yazışmalar ile 1927’den günümüze kadar olan bütün meclis kararlarına erişimin de mümkün olacağı; üçüncü aşamada ise Bursa’ya ait 1455-1923 yıllarına ait şer’iye sicilleri transkript edilip arşive dâhil edileceği; Arşiv'in halka açılmasıyla Bursa müzelerinin koleksiyon ve arşivinden yaklaşık 10 bin, Orkestra arşivinden 7 bin 500, Kütüphane ve Bursa Araştırmaları Merkezi arşivinden de yaklaşık 5 bin 500 veriye an itibariyle ulaşmanın mümkün olacağı söylendi. 
Arşiv'de endüstriyel materyaller, fotoğraflar, grafikler, dijital veriler, haritalar, rehberler, efemeralar, yerel gazeteler, aile tarihçeleri, akademik çalışmalar, tapu kayıtları gibi önemli belgeler, ses kayıtları ve videolar ile müzelerde sergilenen ve korunan her türlü obje, eşya ve eser arşivde yer alacak.
Bütün dünya elindeki avucundaki tüm verileri elektronik ortama yüklemiş ve internet dünyası her ne sorarsak anında cevap verecek hale gelmişken, Türkiye'nin en büyük ve en köklü şehirlerinden biri olan Bursa'da nihayet sıra dijitalleşmeye geldi. "Zararın neresinden..." diyerek ve bu arşivin gün be gün genişlemesini, sitenin daha albenili ve daha kolay kullanılır hale gelmesini dileyelim. 
kentarsivi.bursa.bel.tr
Malum, arşiv bağışlarla genişleyecek. Kamuya mâl olmuş kişiler ve aileleri bu konuya duyarlılık gösterir, arşivlerini paylaşırlarsa epey zengin bir arşivimiz olur. Tabii eğer arşiv sahibi arşivini geri istiyorsa, belediye de kendisine emanet edilen arşivi dijitale aktardıktan sonra sahibine teslim etmekle mükellef.

*Bursa Okulu
Bursa Dijital Arşiv tanıtım toplantısına biz; Bursa üzerine okuyup yazanların ve ortak noktası “Kültür, Tarih ve Bursa” olanların oluşturduğu Bursa Okulu grubu olarak, Alper Can, Uğur Ozan Özen, Kenan Yetişen, Deniz Dalkılınç, Aytül Dursunoğlu, Agâh Enes Yasa, Mesut Özkeser, Dilek Yıldız Karakaş (Dilek Hanım Kütüphaneler Şube Müdürü olarak) ve ben katıldık. Bizler çalışmalarımızda Bursa arşivinden yararlanmak kadar, Bursa için arşiv oluşturan, resmi arşivlerde bulunmayan bireysel arşivleri dijitale aktarabilen ve onları yorumlayabilen, Bursa tarihinin izlerini süren ve bir yandan da geleceğe iz bırakan isimler olarak, Dijital Arşiv’in ne kadar önemli olduğunu biliyor ve Bursa Belleği oluşturmak adına bilgi ve materyal biriktiriyoruz. İlçe gazetelerinin elektronik ortama aktarılmasının Bursa yerel tarihine büyük katkı sağlayacağını düşünüyor ve bu yolda çalışmalar yapıyoruz. Telif süresi dolmuş, az bulunan kitapları dijital ortama aktarmaya çalışıyoruz.

2- "BİZİM HİKÂYEMİZ TÜRKİYE'NİN HİKÂYESİ"
Basın toplantısının bitiminin ardından, Bursa Okulu grubumuzdan beş kişi olarak Tayyare Kültür Merkezi'nden çıkıp doğruca Tofaş Bursa Anadolu Arabaları Müzesi'ne gittik. İki hafta önceki toplantımızın konuğu olan Dr. Murat Kuter, 28. kitabı olan "Yalçın İpbüken'in Yaşamından" kitabının yazılma sürecini ve Yalçın Bey'i bizlere kısaca anlatmıştı. Konuya bir nebze de olsa vakıftık. Kitapta anlatılan, "İş dünyası, spor ve öğrenme ile yoğrulmuş 83 yıllık bir yaşam öyküsü"ydü... 
Yalçın İpbüken'in 1970 yılında Tofaş Otomobil Fabrikası'nda başlayan iş hayatı, Koç Topluluğu'nda 30 yıl sürmüştü. Tofaş Spor Kulübü'nün Kurucu Başkanı olmuş. Daha sonra Güreş Fedarasyonu Başkanlığı yapmış. Olimpiyat Komitesinde idari görevler üstlenmiş. 2000 yılında emekli olduktan sonra danışmanlık ve eğitmenlik yapmış. Ve sonrasında (2002) Yalın Enstitü'yü kurmuştu. 1940 doğumlu Yalçın bey 1953-1960 yılları arasında Galatasaray’da basketbol oynamış, Genç Milli olmuş, TOFAŞ SAS kulübünde kurucu başkan olarak görev yapmış (1974-1982), 1987-1988 yılları arasında Türkiye Güreş Federasyonu Başkanlığı, 2001-2009 yılları arasında da Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Yönetim Kurulu Üyeliği yapmıştı.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu ve 2002 yılından bu yana Yalın Enstitü Derneği Yönetim Kurulu Başkanı olan Yalçın İpbüken kitap tanıtımına eşi Sema İpbüken ile birlikte gelmişti. Kendisi kürsüye çıktığında eşi de sahnede yanı başındaydı. Tıpkı tüm hayatları boyunca olduğu gibi...
Yalçın - Sema İpbüken
"Bizim hikâyemiz Türkiye'nin hikâyesi" diyordu Yalçın İpbüken, "Kenar mahallede yetişmiş bir çocuk olarak hadsiz işler yaptım" diyordu. Zorluklarla geçen hayatını anlatırken "Hayatımızın en önemli ve en kıymetli olayları Bursa'da geçti" diyordu. "Ben dikiz aynasıyla çalışacak adam değilim" derken, öz disiplinin yüksekliğini görüyorduk. Tek tip insan yetiştiren bir düzeni, "Solak bir çocuğu döve döve sa(ğ)lak yaptılar" sözleriyle eleştiriyordu. Kaderden bahsederken gözleri dolup sesi titriyordu. 
Kitabın ön kapağından da, arka kapağından da "Öğren... Çalış... Mücadele et... Vazgeçme... Paylaş... Şükret..." sözleriyle sesleniyordu okuyucuya. 
Anlatımlarından da anlamıştık ki, o hep öğrenmişti, hep çalışmıştı, hep mücadele etmişti, hiç vazgeçmemişti, her zaman paylaşmış, her zaman şükretmişti...
Konuşmasının sonunda kitaplarını imzaladı. 
Bizleri koskoca ve dolu dolu hayatıyla baş başa bıraktı...

3- BURSA'NIN ZAMANSIZ KADINLARI
Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği TÜKD Bursa Şubesi'nin yeni gelen yılı karşılama ve eski yılı uğurlama buluşmasının konuğu Araştırmacı-Yazar İlknur Güntürkün Kalıpçı idi. TÜKD Bursa Şubesi Başkanı Aylin Sabancı'nın hoş geldiniz konuşması ve yeni yıl dileklerinin ardından İlknur Kalıpçı Atatürk ve kadın üzerine kısa bir konuşma yaptı. Az bilinen ya da bilinmeyen detayları dinledik kendisinden. Konuşmasının ardından, "Bursa'nın Zamansız Kadınları" kitabını dernek üyelerine özel imzaladı. Kitabın geliri kız üniversite öğrencilerine bağışlanacaktı. 
Aylin Sabancı - İlknur Kalıpçı
Bursa'nın zamansız kadınları kimlerdi? 
2022 yılında, Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği (TÜKD) Bursa Şubesi tarafından, (19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nda), Merinos Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’nde, İlknur Güntürkün Kalıpçı’nın hazırlayıp sunduğu “Düşten Düşünceye - Bursa’nın Zamansız Kadınları” isimli “Defile Konferans”ı izlemiş ve "Zamansız Kadın Anadolu" başlığı ile anlatmıştım. 
Bugün elimde tuttuğum kitap, işte o günün kitabıydı. Kitapta hem o gün canlandırılan kadınların öyküsü, hem de TÜKD ve TÜKD Bursa şubesinin tarihçesi yer alıyordu. Cumhuriyet döneminin ilklerine sahip kadınlar ile bugünün kadınları aynı kitapta buluşuyor, üstlenilen görev adeta bir bayrak yarışı gibi elden ele, nesilden nesle devroluyordu.
TÜKD, 100. yılında Bursa'nın Zamansız Kadınlarına vefa borcunu böyle ödüyordu.
Mihri Müşfik, Zehra Budunç, Müzeyyen Senar, Muazzez İlmiye Çığ, Keriman Halis Ece, Sabiha Gökçen, Madam Brotte, Leman Sadullah Saydam, Nezahat Onbaşı, Kara Fatma... 
Ve dahası, ve dahası... 
Zamansız Kadınlar'da Kara Fatma'yı Aylin Sabancı canlandırmıştı. Önce kısaca Fatma Seher'i tanıyalım, sonra da Bursalı Gazeteci-Yazar Musa Ataş'ın Kara Fatma üzerine yazdığı yazısını okuyalım.

Fatma Seher Erden / Kara Fatma  (1888, Erzurum - 2 Temmuz 1955, İstanbul) 
Kurtuluş Savaşı kahramanı, İstiklâl Madalyası sahibi, ordudan Üst teğmen rütbesi ile emekli olan, emekli maaşını Kızılay’a bağışlayan, İzmir İktisat Kongresi'nde İzmir delegelerinden birisi olarak yer alan  Kara Fatma, 1944 yılında anılarını yayımladı. Geçim sıkıntısı çeken Fatma Seher Hanım,  anılarını geçimini sağlamak için yayımladığını "Muhterem Vatandaşlarım" başlıklı paragraf ile açıkladı. Aynı yıl, kendisine maaş bağlanarak yardım edilmesi için Baş Vekâlet'e bir dilekçe ile başvurduysa da yanıt alamadı. 1950'de Kadın Gazetesi'nde ihtiyaç içinde olduğu haberinin yayımlanması üzerine yardım listeleri açıldığı, zamanın İstanbul Belediye Başkanı Lütfi Kırdar'ın girişimi ile defterdarlıkta bir iş verildiği ve Belediye bütçesinden düzenli yardım yapıldığı, 1946 Ankara gazetelerinden öğrenilmektedir. 1954 yılı başlarında ise yaşı ilerlediği için çalışamayan ve bakacak kimsesi bulunmayan Kara Fatma, zor durumda kaldı. Kendisi ile karşılaştığında fakirlik ve çaresizliğini gören Kars mebusu Tezer Taşkıran ve Rize mebusu Yusuf İzzet Akçal’ın 1954 yılında verdikleri önerge ile TBMM, Kara Fatma için 170 lira aylık tahsis etti. Geçirdiği hastalık üzerine 21 Haziran 1955'te Darülaceze'nin hastane bölümüne yatırılan Fatma Seher Hanım, 11 gün sonra kalp yetmezliği nedeniyle 2 Temmuz 1955'te Darülaceze'de 67 yaşında vefat etti ve Kasımpaşa'daki Kulaksız Mezarlığı na defnedildi. (Kaynak: Wikipedia)

Kurtuluş Savaşının bu ünlü kadın kahramanını süründürmeyelim / Musa Ataş
(Kendisinin kesip sakladığı gazete kupüründen aynen aktarıyorum. Lakin bu yazının ilk sayfası maalesef ki tamamıyla yok olmuş. O yüzden iç sayfadan devam ediyorum.)
….gibi düşman üstüne dal kılıç saldıran bu kahraman Türk kadını kurtuluş savaşının başından sonuna kadar bütün cephelerde bulunmuş, Büyük Mustafa Kemâl onun omuzlarını nice defa sınamış, elini sıkmış ve kendisine iltifat etmiştir. Erzurumlu olan Kara Fatma 1 numaralı seyyar millî müfrezeye başlık etmiştir.
Lâkin bugünkü hâli yürekler acısıdır. Kurtuluş Savaşı tarihin şahamet abidesi gibi…….mütevazı ve sessiz bir şekilde duran bu kahramanın yüreğinde umman kadar engin bir şecaat deryası var. Başka memleketlerde olsa böyle insanları el ve baş üstünde taşırlar. Bütün vasıtalardan parasız istifade ettirirler. Ona herkes hürmetle selâm verir. Ona her yer kapılarını iftiharla açar. Çünkü, böyle hareket yarınki nesil için örnek olur. Bu derece itibar gören bir kahraman nice bin kahramanın yetişmesine vesile olur.
Biz ise bu kahraman kadına ne yapmışız? İstanbul C.H.P.’si ayda 15 lira yardım bağışlamıştır. İşte o kadar. Bir aralık İstanbul vilayetinde kendisini 50 lira ücretle gardırop memuru yapmışlar, ama gözü az gördüğü ve tansiyonu yükseldiği için bu işi bırakmak zorunda kalmış. Şimdi Bursa’ya gelmiş.
Orada burada seyyar bir sefalet numunesi halinde dolaşmasına hiçbir vatandaşın gönlü razı değildir. Ona hidematı vataniye (vatana hizmet) tertibinden esaslı bir maaş bağlansa da bu cesur Türk anasını mükâfatlandırsak herhâlde çok hayırlı bir iş yapmış olacağız. 
TÜKD Bursa
"Dünyada hiçbir milletin kadını, milletini kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım diyemez." der Atatürk. Cefakâr ve çilekeş Anadolu, bağrından ne kadınlar doğurmuştur. O kadınlar ki Atatürk'ün ellerinden tutup yücelttiği, ancak kıymeti bilinmeyen, adı zikredilmeyen kadınlar...
Ve şimdi tekrar geri gönderilmeye çalışılan kadınlar.
Kusura bakmayınız,
Sahnedeyiz,
İnmeyiz...
22 Aralık 2023 / C.E.Y.

20 Aralık 2023 Çarşamba

Futbol Futbol Olalı!


2023 itibarıyla futbolun geldiği noktada, taraftar çılgınlığı ve holiganlık üzerine yazdığım yazı ne kadar da masum kaldı. Ponzi sisteminden cemaat bağlantılarına, hakem yumruklamaktan futbolcuları maçtan zorla çıkartmaya kadar ne kadar “yamukluk” varsa hepsi futbolun içinde.
Futbol oyununun adı şikelerle, kara para aklamalarla, bahis siteleriyle anılır oldu.
Adım adım bozulan futbolda atılan sloganların yerini maça döner bıçaklarıyla girmeler, hakeme bozuk para ve çakmak fırlatmalar, birbirini bıçaklamalar, tekme tokat dövmeler, yaralamalar, hatta öldürmeler almaya başlamıştı.
2012 yılında yazdığım bir yazıda taraftara seslenmiş ve “Arkadaşlar, biraz sakin olun” demiştim. Meğer onlar bu hiddetin ve şiddetin gücünü baĞzı yöneticiler ve baĞzı futbolculardan alıyorlarmış.
Şimdi artık sahaya o “yöneticiler ve futbolcular” çıktı ve yıllardır derinlerde oynanan oyunlar tüm ülkenin gözü önünde oynanır oldu.
Üzüleyim mi sevineyim mi bilmem ama, onlar birbirlerini yerken bahaneyle biz de (güzellik merkezleri gerçeği gibi) “futbol” gerçeğiyle yüzleştik. İtinayla bozulan toplumun bozuk bireyleri trafikte, sağlıkta, eğitimde, ticarette, her yerde kendini gösterirken, futbolda göstermese olmazdı tabii…
“Yanlış hesap Bağdat’tan döner” derdi büyükler. Biz Bağdat’ı geçtik, üzerine 5 tur attık, hesaptan hâlâ daha dönüş yok. Fabrika ayarlarına dönmedikçe, hatta o ayarlardan daha da geriye gitmek için inat ettikçe, ortaya çıkan yanlışları cezalandırmayıp üzerlerini örttükçe de dönen mönen olmaz…
20 Aralık 2023 / C.E.Y.


Ölmeye, ölmeye, ölmeye geldik! / 26 Nisan 2012
Yıllardır “holigan” denilen canlının davranışlarını izlerim de, yine de özlerini, sözlerini anlamış değilim.
Ne akılla izah edilir haldeler, ne de mantıkla.
Hani herkes bir takım tutar, herkes maç izler, herkes heyecanlanır, herkes coşar, kızar, bağırır çağırır. Tamam.
Lakin onlarınki farklı…
Kendi camiasında gayet ciddi ve otoriter görünen bir adamın maç günü geldiğinde zıvanadan çıkması, kafasına takımının rengini taşıyan soytarı şapkası geçirip de sokaklarda seğirtmesi normal gelir insana.
Zaten maç dediğin biraz da eğlencedir. Günlük hayatın sıkıntılarından arınmanın bir yoludur hatta…
Ruhsuzca gidilip, duygusuzca izlenmez.
Kaçan pozisyonlarda hakeme saydırmazsan, pozisyon yakalanıp da gol olduğunda yanında tanıdık tanımadık her kim varsa boynuna zıplamazsan, maçı en az futbolcular kadar efor sarf ederek yaşamazsan, boşu boşuna zahmet edip de gitme sen hiç o stadyuma.
Otur evinde, geç televizyonun karşısına, al bir külah çekirdek, izle çitleye çitleye…
Ve fakat coşkulu maç izleyeceğim diye de coşkunu abartma.
Kesici, delici, yakıcı ne bulduysan getirip de sahanın ortasına atma.
Taraftarlığını doyasıya yaşayabilmen için sana sunulan imkânları talan etme.
Söktüğün koltuklar, yaktığın sıralar, kırdığın korkuluklar; hepsi de bindiğin dalı kesmekten başka bir işe yaramaz.
Sayende takımın ceza üzerine ceza alır.
Sen girer bir de o yüzden olay çıkartırsın.
Tam bir kısır döngü…
****
Holiganların bu taşkın davranışları başkalarının başarılarıyla kendi başarısızlıklarının üzerini örtmek, onların başarılarıyla var olmak, onların başarısızlıklarını utanç vesilesi yapmak mıdır bilmem.
Üstelik onlar yendikleri takıma tecavüz ettikleri fikrinde sabit kalır, bu yüzden de yenildiklerinde aynı muameleye maruz kalacaklarını bildiklerinden tahammülsüzlüğün sınırlarında gezinirler.
Maç aldıklarında etken, maç verdiklerinde edilgendirler.
Karşı tarafın kendileri hakkındaki düşüncelerini gayet iyi bildiklerinden dolayı, bu uğurda can dahi alabilirler.
Yani namuslarına laf ettirmezler…
Bilirsiniz, maç esnasında hakem için de, oyuncular için de edilen laflar hep belden aşağıdır.
Bu da izleyicilerin “maç”ları nasıl algıladıklarını açıkça gösterir.
Yendikleri zaman ettikleri o laflar yenildiklerinde yağmur gibi üzerlerine yağar. Onlar da bunu bildiklerinden burunlarından solurlar. Saldırmaya yer ararlar. Ya da tamamen sessizliğe bürünür, arazi olurlar.
Ee, laf yemek istemiyorsan fırsat bulduğunda etmeyeceksin de.
Ediyorsan sıra sana geldiğinde hazmetmeyi de bileceksin.
Hem bileceksin ki; maç dediğin kendi başına oynanmayacağına göre en az “1” farklı takıma daha ihtiyaç var.
Ve o diğer takım senin varlık sebebin.
Maçlar elbette ki kazanmak için oynanır. Bazen iyi oynayan kazanır, bazen de şansı yaver giden.
Şansına kazandığın maçlara itiraz etmeyip sokaklarda cirit atıyorsan, şanssızlığına kaptırdığın maçlara da itiraz etmeyeceksin.
Maçı maçta bırakmayı ve pozisyon tartışmalarının yaşandığı programları sabahlara kadar izlememeyi öğreneceksin.
Eninde sonunda maç bitmiş, konu kapanmış.
Sen kendini takımın için paralarken, eminim ki o takımın oyuncuları kendi takımlarına bu derece bağlı değillerdir.
Bunu nereden mi anlıyoruz, tabii ki paralarını alamadıkları zamanki -iş yavaşlatma- doğru düzgün oynamama ve maç ‘ikram etme’ hallerinden…
Siz onlar için o kadar tepişirken, o kadar birbirinizi boğazlarken, cinayet dahi işleyebilecek kıvama gelirken onlar daha çok para teklif eden kulübe aniden yatay geçiş yapabiliyorlar.
Ne taraftarlık, ne renk, ne renk aşkı ne de başka bir şey. Her şey “tamamen duygusal” olarak neticeleniveriyor.
Siz de duygularıyla oynanmış, kirletilmiş bir mendil gibi kenara fırlatılmış kalıveriyorsunuz.
****
Maçları savaş meydanına çevirip de kafa göz yaranlar; bu memleketin hepsinin sizin tuttuğunuz takımı tutmaları mümkün değil, biliyorsunuz değil mi?
Maça gelmeden önce içip içip döner bıçağıyla maça geleceğinize, alın yanınıza çoluk çocuğunuzu, giyin formalarınızı, takın şapkalarınızı, bakın keyfinize.
Orası er meydanı değil.
Öyleyse bile oradaki “er”ler sizler değilsiniz.
Yapacağınız tek şey üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirmeye çalışan oyuncuları desteklemek.

Ben’ce;
Taraftarsız maç hiçbir şeye benzemez.
Yeter ki taraftarlar statları yaratıcı sloganlarla ve hayran olunası pankartlarla bezesinler.
En mühimi de;
Yenmeyi de, yenilmeyi de aynı oranda hazmedilebilsinler…

26 Nisan 2012 / C.E.Y.

16 Aralık 2023 Cumartesi

Şaşırmıyorum!

Bugünlerin geleceği yıllardır gün gibi ortadayken, o günlerde sanki her şey yolundaymış gibi yaşayıp da şimdi her şeye şaşıranlara şaşırmaktan başka hiçbir şeye şaşırmıyorum ben artık. 
Şaşırmıyorum ve şimdi de ben her şey yolundaymış gibi yaşıyorum. 
Çünkü artık olan oldu...

Aklıselim insanlar o gün kaba sabalık, küstahlık, terbiyesizlik, saygısızlık, ahlâksızlık, memlekete doldurulan ve kontrol edilemeyen mülteci kavramlarını konuşurken konu bugün kara para aklamaya, mafyatik ilişkilere, kaçakçılığa, tehdite, şantaja, cinayete vardı. Oluk oluk harcanan paraların ve akla hayale sığmaz "sonradan görme" tavırların arkasında koskoca bir karanlık varmış da bilmiyormuşuz. 
İşinde gücünde, bütçesini denkleştirip ay sonunu getirmeye, çoluğunu çocuğunu okutup evini geçindirmeye, devletine borcunu ödemeye, canlı cansız hiçbir şeye zarar vermemeye çalışan, üstüne üstlük "enayi" olarak nitelendirilen sıradan vatandaşlardan bu karanlığın boyutunu ve bu "görmemişliğin" mantığını anlamaları beklenemezdi elbet.
Bunu anlasa anlasa o karanlığın içinde yaşayanlar anlardı.

Artık biz de; ek yerleri "yoksulluk" olan ve etik değerlerden uzak büyütülmüş insanların özendikleri hayata ulaşmak için önlerine çıkan en kestirme yola sapmalarını, saptıkları yolun azgın akan bir nehir olduğunu, bu nehirde su yüzünde kalmak için kendilerine (onlara göre büyük, nehre göre küçük) kayıklar verildiğini anladık değil mi?
Acımakla kızmak arasında kaldığımız bu garip "kitle", birbirlerine nazire yapacağız derken, bilinçsizlikleri yüzünden her şeyi gün yüzüne çıkarttı. Daha doğrusu kaş yapalım derken kendi gözleri çıktı. 
Azıcık akıllı ve bilinçli olsalardı bu işlere hiç girmezlerdi, o ayrı. Girdikleri ve nemalandıkları bu hayata hem akılsızlıkları ve bilinçsizlikleri ile ayak uyduramadılar, hem de devam ettiremediler. Bu insanların "açlığından" yararlanan koskoca sistemi de ifşa ettiler. Hoş, ettiler de ne oldu? Her zaman olduğu gibi "Aç"lar içeride, "Tok"lar dışarıda...
Sistemin göbeğinden bir isim olarak Sedat Peker onca konuştu, saatiyle, yeriyle, kişisiyle her şeyi ortaya saçtı da ne oldu? Bir-iki kişi kendi yollarınca ortadan kaldırıldı, gerisi duymazdan bilmezden gelindi.
Ama artık o sistem öyle bir doldu ki, daha fazla yedirilemeyen bir bebek gibi kusuyor, daha fazla şişirilemeyen bir balon gibi patlıyor, bir gayzer gibi fışkırarak taşıyor. 
Kusmuklar kokuyor, gayzerden fışkıran kaynar sular değdiğini yakıyor...

Olayların sosyolojik boyutlarının altında yatan şeyin ekonomi ve uygulanan politikalar olduğu o kadar bariz ki, göz göre göre yaratılan bu iklimde hepimiz kendi çapımızda nefessiz kaldık.
Can güvenliğimizin olmadığı ve ekonomik olarak can çekiştiğimiz bir alem içinde sallana sallana gidiyoruz. Âdeta tehcir edilen bir topluluk gibiyiz. Bu sonsuz yolculukta kimimiz yorgunluktan bitap düşüp yolda can veriyor, kimimiz kirli eller tarafından sinsice bir kenara çekiliyor ve canı alınıyor, çocuklarımız kaçırılıp karanlık ellerde suç makinesi haline getiriliyor, kimisi uyuşturulup, kimisi öldürülüp, kimisine tecavüz edilip bırakılıyor, elimizde avucumuzda ne varsa çalınmaya çalışılıyor, hırsızı, uğursuzu, katili bir olmuş, kâh yol kenarına konuşlanmış kâh içimize dalmış hepsi ayrı parçamızı kopartıyor.
İnsan bu vahşi yolculukta kendini mi koruyacak, çocuklarını mı koruyacak, elindeki üç beş kuruşa mı sahip çıkacak bilemiyor.
Bir yandan da insan olma hasletiyle yeniyor, içiliyor, gülünüyor, eğleniliyor. Yolculuk kalanlarla devam ediyor...

Son günlerde neler yaşadığımızı uzun uzun anlatmayalım. Ben, Cola dökücüler, Starbucks basıcılar, Tebliğciler, Polatgiller, Ponzigiller, Futbolgiller diyeyim, siz anlayın... 
Malum, ekranlarda kaldır-kondur bu konular konuşuluyor.
En basitinden; yıllardır kadına şiddet konusu üzerine biz kadınlar ayaklanıp durduk, coplandık, gazlandık, kelepçelendik, tutuklandık, erkeklerin büyük ama çoook büyük çoğunluğu kılını bile kıpırdatmadı. Şiddet ve kandırılma kapılarına gelince ise şimdiye kadar konuşmadıkları kadar konuşur oldular. 
Oynat Uğurcu(ğu)m oynat! Sabaha kadar oynat...

Bu şiddet, bu adaletsizlik, bu düzensiz düzen sırayla herkesin kapısını çalıyor. Henüz kapısı çalınmayan kişi kapısı hiç çalınmayacak sanıyor. Diğer bir bakış açısı ile ise, sokak kapısından tuvalet kapısına kadar neredeyse her evin her kapısı çalınmış, zavallı insanlar öylece boşlukta oturuyor da haberleri yok. Bu zavallılardan birçoğu, beni ısırmayan yılan bin yıl yaşasın diyerek oturdukları yerden kalkmıyor. Bir kısım kesim zaten her şeyi mükemmel derecede yolunda buluyor.
İşini gücünü yoluna "mükemmel" derecede koyanın fikrini anlarım da; semt pazarına akşam saati gidenin, ucuz ekmek kuyruğunda titreyenin, ayda yarım kilo et yiyemeyenin, en temel ihtiyaç ürünlerini temin edemeyenin fikrini anlamam mümkün değil.

Yazının başında dediğim gibi, artık ona da şaşırmıyorum.
Sadece tarih bu yaşananları nasıl yazacak onu merak ediyorum.
Dünya tarihi içinde bir zerre, ülke tarihi içinde bir nokta olan bugünlerin detayları ileride yazılıp çizilecektir ihtimal.
Heyhat, bugün söylenmeyen sözler, yarın söylense ne olur? 
Değerler ve kavramlar da değişen zamanla birlikte değişirken geçmişin ortaya çıkan gerçekliğinin ne önemi kalır?

Karamsar da değilim, şaşkın da değilim. Görüyorum, duyuyorum, anlıyorum. 
Ülkem ve dünya için iyi bir şey yapmak adına, sadece işime ve hayatıma iyi bakarak yaşamaya çalışıyorum.
Mutlulukları çoğaltıp, hüzünleri azaltmaya çalışıyorum.
Siz de şaşırarak ve sızlanarak vakit kaybetmeyin.
En iyi yaptığınız şeyi yaparak, ya da yaptığınız bir şeyi en iyi şekilde yaparak ayakta kalın.

16 Aralık 2023 / C.E.Y.

Kaybettiğimiz değerler üzerine yazdığım yazılardan sadece birkaçı:
İncelikler Yüzünden / 27 Kasım 2010
Susamam, Susmam! / 7 Eylül 2019
Zam-bak Zum-bak! / 24 Ocak 2020
Mutsuzum / 14 Şubat 2020
Ayvatoğullarıgiller / 29 Mart 2021
Dipsiz Kuyu / 31 Temmuz 2023 

10 Aralık 2023 Pazar

Yeni Nükleer Güç "Yapay Zekâ"

Bursa Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği BUSİAD’ın düzenlediği 13. Yenilikçilik ve Yaratıcılık Sempozyumu Podyum Davet’te yoğun bir katılımla gerçekleşti. BUSİAD Yenilikçilik ve Yaratıcılık Uzmanlık Grubu tarafından, “Yenileşim ve Yapay Zekâ” temasıyla düzenlenen 13. Yenilikçilik ve Yaratıcılık Sempozyumu’na, İstinye Üniversitesi Yönetim Bilişim Sistemleri Bölüm Başkanı Doç. Dr. Şebnem Özdemir, KPMG Türkiye İnovasyon ve Teknoloji Danışmanlığı Lideri Gökhan Mataracı ve İçil Eğitim ve Danışmanlık Kurucu Ortağı Mustafa İçil konuşmacı olarak; Sosyal Robot ADA-7 ise sunucu yardımcısı olarak katıldı.

Orkestra Lima
Konuklara fuaye alanında mini bir konser veren Orkestra Lima ise yenilikçi canlandırması ile hayranlık yarattı.

Sempozyumun açılış konuşmasını yapan BUSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Buğra Küçükkayalar, katılımcılara hoş geldiniz derken şöyle konuştu: “İnsanın koşullara uyum sağlayan bir varlık olduğunu biliyoruz. Doğanın çaresizleri arasında yer alan insan; aklı, zekâsı, uyum ve tasarım yeteneği ile bugüne kadar kendine yaşam alanları bulmayı başarmıştır. Binlerce yıl avcı-toplayıcı olarak dünyada var olan insan, tarım ve buhar gücüyle daha güçlü hale gelmiştir. Artık insanlar kas gücünün yerine konulacak makineleri değil, beyin gücünün yerine konulacak yazılımları konuşmaya başladı. Hız, ilerleme ve dijitalleşme çağındayız. Bilgiye ulaşmanın değil, bilgiyi değerlendirmenin önemli olduğu bir dönemdeyiz. Distopik ve ütopik bakışlar arasındayız. Distopik bakışın bize bir faydası olmayacağına inananlardanım, Ütopik olmasa da geleceğe umutla bakan ve gerçekçi yaklaşımlardan yana olmaya inanıyorum. Olumlu düşünüyor ve olumlu ilerlemek istiyoruz. BUSİAD bir süredir ‘dijital dönüşüm, yeşil dönüşüm ve toplumsal dönüşüm’ü kendisine hedef edinmiş durumda. Biliyoruz ki geleceğin hayal ettiğimiz gibi olması için bugünden bir şeyler yapmalıyız. Aksi halde sürekli yakınan, suçu başka yerlerde arayan ve üretmeyen bir toplum haline dönüşürüz. Çözümün önce bizde başladığını biliyoruz. O nedenle de bugün 13.’süne tanık olduğunuz Yenilikçilik ve Yaratıcılık Sempozyumlarımızla fark yaratmak için bir şeyler yapmanın çabası içindeyiz.”

Buğra Küçükkayalar
Küçükkayalar konuşmasında, Bursa'nın distopik bir geleceği olmasın diye BUSİAD olarak hazırladıkları "Sanayi, Tarım ve Turizmle Gelişen Bursa" belgesini açıkladıklarını ve bunun üzerinde özellikle durduklarını, Türkiye’de organize sanayiye pilotluk eden Bursa'nın artık yeşil, dijital ve toplumsal dönüşüme de pilotluk yapabileceğine inandıklarını, Cumhuriyetimizin bu toprakların insanın neleri başarabileceğinin en büyük göstergesi olduğunu belirtti.

 

Yeni Nükleer Güç "Yapay Zekâ"

Sempozyumun ilk konuşmacısı olan Doç. Dr. Şebnem Özdemir, "Yapay Zekâ" hakkındaki anlayışın değişmesi gerektiğini ve yapay zekânın mühendislik disiplinine ait bir alan olduğunun 1956 yılına ait bir yanlış olduğunu söyleyerek başladı konuşmasına. Özdemir'in "Pamuk Prenses ve 7 Cüceler" masalı anlatımı ise hepimizin bildiği o masala farklı bir boyut kattı. Şöyle ki; "aynaya" seslenen kötü kalpli kraliçe aslında yapay zekâya sesleniyordu, ayna da kraliçeye güzel olduğunu söylüyordu. Ancak bir gün, aynaya "beyazlığın" daha güzel olduğu kodlandığından ve Pamuk Prenses'in daha beyaz olmasından dolayı, daha güzel bir insan olarak Pamuk Prenses'i işaret etti ayna. Bu da (bildiğimiz üzere) kötü kalpli kraliçeyi "gıcık" etti

Cezeri’nin robot tasviri ve Mary Shelley’nin Frankenstein karakteri, insanın emirlerini yerine getirsin diye tasarlanmış varlıklardı.

Yapay Zekâ 2008’de “Rüya”, 2018’de “İnsanlığın Yeni Elektriği”, 2020’de “İnsanlığı Taklit Etme ve Aşma Sanatı”, 2022’de “Frankenstein’ın Canavarı” olarak tanımlanmıştı. 2023’ün tanımı ise “Yeni Nükleer Güç”tü. Çünkü insanlık nükleer güç ile olan sınavında çok başarılı sonuçlar veremedi. Hatta insanlığı utandıracak hikâyelere imza attı. Biz de yapay zekâ ile ya en iyi en güzel tarafımızı insanlığa miras bırakacağız, OR VICE VERSA…
Şebnem Özdemir’in anlatımından kısa kısa:
Dünya sahnesinde veri bilimi olarak kabul edilen ilk temel yapı istatistik ile kara vebadan kırılan Ortaçağ Avrupa’sında her hastanın kara veba olmadığı ortaya konur. 1965 yılında ABD’de dünyanın ilk veri merkezi kurulur. Vergi kaçakçılığını önlemek için 65 milyondan fazla vatandaşın verileri toplanır. 1980’de “Veri Madenciliği” kavramı doğar. Ardından “Makine Öğrenmesi” kavramı gelir. 2004 yılında sosyal mecraların kurulmasıyla insandan veri toplanır hale gelinir. (Ki insanlar verilerini kendi elleriyle, kendi rızalarıyla, üstelik ZEVKLE paylaşır oldu.) Veriyi analiz edenin yapay zekâya da hükmedebileceği keşfedilir. 2015–2019 yılları arasında başarısız projeler olur. Çünkü veri henüz yeterince kaliteli değildir. Yani, veri yoksa yapay zekâ yoktur. Siber güvenliğin zirve yaptığı çağda kimse kendini nasıl koruyacağını bilemez. İnsan, insan gibi düşünebilen, insan gibi karar verebilen bir yapay zekâ peşindedir. Yani “Genel Yapay Zekâ”nın. Elon Musk, sadece 3 yıl sonra şu ana dek yapılan her şeyin çok daha iyisini yapabilen bir yapay zekâ gelecek der. Üretici Yapay Zekâ ile yapılabilecek her şeyin tepesinde yine insan vardır. İnsan, kodlayan değil, kontrol edip denetleyendir. (Yapay zekâ veriler üzerinden giderek soruları cevaplasa da henüz insan gibi hissedemiyor.) Kod yazmak geride kalmıştır, yeni anlayış “düşünce zinciri oluşturmak”tır. (“Nesi var?” oyununu hatırlayın.) “Bana şunu yaz!” komutuna duygu ekleyerek, “Kendine güvenli bir dil ile yaz!” diyebiliriz.

Doç. Dr. Şebnem Özdemir
Doğal nörondan yapay nörona giderken insan nasıl öğrenir, gördüğümüz gerçek midir, doğru mudur, kurgu mudur? Hangisi sentetik görüntü, hangisi sentetik ses, hangi bilgi doğru, hangisi sanaldır? (Görsellerde eller, gözler, dişler ve arkadaki yazılara odaklanın diyor Şebnem Özdemir.) Veri vermeden yapay zekâdan kendimiz için tavsiye alabilir miyiz? (* Falcılar nasıl çalışıyor acaba?)
2019’a kadar “Yüz (mimikler) ve ses (konuşma biçimi) mahremdir, paylaşılamaz” denirken, Pandemi sonrası bu mahremiyetten vazgeçilir ve yüzbinlerce yüz ve ses hızla aç makinelerin önünde dizelenir.
Şebnem Hoca’yı dinlerken terimler sahneden yağmur gibi yağıyordu: ChatGPT, GPT4, GEMINI, IoT, GoT, Yapay Dar Zekâ, Yapay Genel Zekâ, Üretici Yapay Zekâ, Futurepedia…
Bir yandan da sorular yağmur gibiydi: “İnsanın öğrenme biçimi ile makinenin öğrenme biçimi aynı mı olacak?”, “İnsanlık kendi problemlerini çözemezken makine ile nasıl iletişim kuracak?”, “Yapay zekâya bir şeyin yanlış ya da aptalca olduğunu kim söyleyecek?”

Şebnem Özdemir konuşmasını şu sözlerle nihayetlendirdi: "Dilinin sınırları dünyanın sınırlarıdır" der Ludwig Wittgenstein. Dilimizin sınırları dünyamızın sınırları ise eğer, insanlarla etkileşim kurduğumuz bu dünyadan makinelerle etkileşim kurduğumuz bu dünyaya nasıl geçeceğiz."

"İnsan için su neyse, kurum için veri o"

Günün ikinci konuşmacısı KPMG Türkiye İnovasyon ve Teknoloji Danışmanlığı Lideri Gökhan Mataracı idi. Mataracı konuşmasına, “Yapay zekâ bugün çıkmadı, uzun zamandır kullanıyorduk. Ama bir anda bir etki ortaya çıktı. Üretken yapay zekâ ses, video, yazı gibi çok şey üretmeye başladı. Netflix 41 ayda 1 milyon kişiye ulaşmışken, ChatGpt sadece 5 günde bunu sağladı. Bu kadar fazla ne etkiledi? Acaba biz bunda ne bulduk? Neden bu kadar çok kullanıldı? Hangi ihtiyacımızı karşıladı?" sözleriyle başladı.

ChatGPT 2 ayda 100 milyon kullanıcıya ulaşmıştı. Demek ki ChatGPT işleri değiştirecekti. İş dünyasında kullanım artacaktı. Aslında hepimiz yapay zekâyı sıradanmış gibi kullanıyorduk. Telefonda mesaj yazarken başını girdiğimiz bir sözcüğü yapay zekâ tamamlıyor, trafikte hangi yolun açık hangisinin kapalı olduğunu, yağmurun yağıp yağmayacağını, yağacaksa kaçta yağacağını, hatta yanımıza şemsiye almamız gerektiğini bile yine o söylüyordu. Biz yapay zekâya ne istediğimiz söylüyorduk, o neyi nasıl istediysek önümüze getiriyordu. Karşımıza, hangisinin gerçek olduğunu ayırt edemediğimiz veriler çıkıyordu. Lakin öncelikle bizim ona gerçek olanı vermemiz gerekiyordu. (* Şebnem Hoca, “Veri yoksa yapay zekâ yok!” demiş miydi?) Sonrasında yine talepleri sıralayan bizdik. Bu zekâyla hepimiz projeler geliştirebilirdik. Ancak proje geliştirenler kadar bunu doğru kullanabilecek zekâların da duruma hâkim olması gerekiyordu. Çünkü bu dünyadan başka bir dünyaya geçecektik ve geride kalanlar arasında olmak işten bile değildi.
Zamandan, insan gücünden, enerjiden ve hammaddeden tasarruf etmek için yapay zekâyı tüm bütünleştirici teknolojilerle birlikte kullanmak gerekiyordu. Blok Zincir kullanıyorsanız Bulut Teknolojisi’ni de kullanmanız elzemdi.
İş dünyasının %70’i yapay zekâyla iş yapmamız lâzım diyordu. Önümüzdeki 3–5 yıl içerisinde %65 civarı şirket, işin kendisini etkileyeceğini düşünüyordu. Sadece %22’si kârlılığa etkisi olacağını düşünüyordu. CEO’ların %82’si ise Yapay Zekâyla ilgili bilgiye sahip olmadığını söylüyordu.

Yapay Zekâ modellerinin %35'ine güveniliyordu. Bu arada; yapay zekâya en fazla güvenilen alan, %75 ile sağlık sektöründe imiş. En az güvenilen de yapay zekânın kendisi imiş. Yani daha gidilecek çok yol var.
Sosyal mecraların çoğalması, akıllı telefonlar ile oturduğumuz yerden iş yapabilmek kişisel talepleri de beraberinde getirdi. O oluyorsa bu niye olmasın diye sorgular oldu insan.
Bir marka verileriyle satılırsa 20 kat daha değerliydi. Satan taraf verileri vermek istemezse 20 kat daha az değer biçiliyordu. (* Değerleme hep aynı. Almanların 14 Haziran 1940'ta Paris'e girdiklerinde, Paris'in hasar görmemesi için Fransız askerleri tarafından direniş gösterilmeden boşaltıldığını düşünün. Bir de Napolyon'un Moskova'ya girdiğinde Moskova'yı boşaltılmış ve yakılmış bulduğunu düşünün. Bir muhasebeci bürosunu, tuttuğu tüm defterler ile birlikte de satabilir, dört duvar olarak da. Hangisi daha değerli?)
İngiltere Hazine Bakanlığı verinin parasal değerini ölçmek için çalışma başlatmış. Henüz hesaplanamamış ancak devletlerin hazine bakanları bile verinin parası kaç para acaba diye sormaya ve bunun üzerine düşünmeye başlamış.
Mataracı sunumunun sonunda, "Herkes her işi kendisi yapamaz. Her kurumun kendine has özelliği var. İşin, iş ortaklıklarıyla genişletilmesi gerekiyor. Yapay zekâyı ya da dijital teknolojiyi sadece geliştiren insanlara değil, kullanabilecek insanlara da ihtiyacımız var. 
Çok katmanlı bu dünyanın ortasında duran tek şey var, o da veri. İnsan için su neyse, kurum için de veri o. Kalitesiz bir veri, kirli su gibi zarar vericidir." diyerek, atılacak yararlı ve zararlı adımlara dikkat çekti.

"İnsandan daha iyi yaratabilen yapay zekâ yolda, geliyor"

İki konuşmacının ardından verilen kısa moladan sonra, sempozyumun son konuşmacısı olan İçil Eğitim ve Danışmanlık Kurucu Ortağı Mustafa İçil sunum için sahneye geldi. İş hayatı boyunca pazarlama yöneticiliği yapmış, satış sorumluluğu üstlenmiş, strateji danışmanlığı yapmış ve halen yapan, ayrıca eğitmenliğe de devam eden İçil, her zaman teknoloji üzerine çalıştığını söylüyor. Çalıştığı şirketlerde teknolojiyi nasıl daha verimli kullanabileceklerini anlatmaya çalıştığını, kendi şirketinde de teknolojiyi iş hayatında nasıl daha verimli hale getirebileceği üzerine çalıştığını söylüyor. İçil, “Teknoloji iş yapış biçimlerini değiştiriyor. Her sektörün farklı dinamiği var.” diyor. Kendini diğerlerinden farklı gören şirketlerin hepsinin ortak noktaları olduğunu söylüyor ve devam ediyor:

“Bill Gates. ‘Bankacılık gerekli, bankalar değil.’ demiş. Ürkün ama çok da ürkmeyin, sadece yeni iş yapış tarzlarına alışın. Dünyanın en büyük 10 teknoloji şirketi 200 adet sağlık şirketi satın almış. O dünyayı değiştirecekler. İş hayatımız hızla değişiyor. Buna hazırlanmamız gerekiyor. Her şey 2010 yılında, Endüstri 4.0 kavramının ortaya atılması ile başladı. Ardından IoT (Nesnelerin İnterneti), Büyük Veri ve Yapay Zekâ geldi. Endüstri 3.0 ezbere iş yapıyor, Endüstri 4.0 ise minik bir sensörle işlemi analiz ediyor, yorum yapabiliyor.”

Tıpkı ansiklopedilerden topladığımız bilgilerle yazdığımız ödevlerde yaptığımız analizler ile yarattığımız farklılıklar gibi.

Teknoloji artık olmazsa olmazımız olmuş. Ne yiyeceğimizi, ne zaman uyuyacağımızı, ne kadar yürümemiz gerektiğini, ziyaret ettiğimiz sitelerde kalışımızı dahi o hesaplıyor.

İçil’in sunumundan devam edersek: “Teknoloji her alanda kullanılıyor. New York polisi, şehrin farklı bölgelerindeki kanalizasyon borularına koyduğu sensörlerden yaptığı analizler ile şehrin hangi bölgelerinde uyuşturucu kullanıldığını tespit ediyor. Bir mağazaya yerleştirilen akıllı kamera, müşterinin yüz ifadesinden ürünü beğenip beğenmediğini analiz ediyor. Kısacası, teknoloji iş yapış biçimlerini değiştiriyor. Yapay zekâ insanın yapamadığı bir şeyi yapmıyor. Hiç kaçırmadan, hiç yorulmadan, çok daha hızlı ve sürekli olarak yapıyor. (Hesap makinesi olmadan da hesap yapabilir, bir araç olmadan da gideceğimiz yere gidebiliriz. Ama zaman…)

Pazarlama alanında yapay zekâ kullanımını bilmeyenlerin iş kurması zorlaşacak. Müşteriye sunduğunuz hizmetlerde yapay zekâyı kullanmak rekabette büyük farklar yaratacak. Yapay zekâ tüm birimlerde hiç bıkmadan çalışabilen bir eleman ve artık işi takip de ediyor. İşi insan yapıyor, yapay zekâ hata kontrolü yapıyor. Sürekli analiz ve planlama yapıp insana bildiriyor.”

“Yapay zekâ insan kaynakları ekibinin %26 zamanını boşa çıkarıyor. İK’da çalışan 4 kişiden boşa çıkan 1 kişi insan teması gereken noktaya yönlendirilebilir. Çünkü insan temasının gerektiği noktaları yapay zekâ hâlâ değiştiremiyor. (Henüz sosyal medyanızı yapay zekâ programı yönetemez, basın bildirinizi yazamaz gibi.) Yapay zekâyı kullanarak kurumunuzda dokunuşlar yapabilir, rakipleriniz arasında fark yaratabilir ve daha öne çıkabilirsiniz. Google aramalarında ilk sırada görülme isteği yerini ChatGPT’de önerilmeye bıraktı. Yapay zekâ her şeyi yapamaz. O bir sihirli değnek değil. Onu birilerinin yönetmesi ve eğitmesi gerekir. Yaratan bir yapay zekâdan bahsediyoruz. Yapay zekâdan gelecekte korkmamıza gerek yok. Yapay zekâ hata yaparsa ne olacak ondan korkmalıyız. İnsan isterse bilinçli olarak makineyi yanıltabilir. Yeni etik kurallarını devreye sokmamız lâzım.”

“İşe alım ve işten çıkartmalara yapay zekâ karar veriyor. İşsizlikten bahsetmeden geçmemek lâzım. Teknolojiyi kullanırken risklerini bilmeliyiz. İnsana her zaman ihtiyaç var. İşimi teknolojiyle nasıl yapabilirim sorusuna cevap veremeyen biri işsiz kalabilir.”
Konuşmasının sonunda, “Dünyayı ele geçirecek teknoloji geliyor mu? Evet, maalesef geliyor. İnsandan daha iyi düşünebilen, daha iyi yaratabilen yapay zekâ yolda, geliyor. Bu geliş beklediğimizden 20–30 sene öncesine çekilmiş durumda. Geleceği güne kadar hangi adımları atmamız gerektiğini düşünüp o adımları atmamız lâzım. Daha 15 yıl var deyip yatmayın, sadece 15 yıl kalmış deyip çalışın.” diyen Mustafa İçil, sunum performansı ile dinleyicilerden epey alkış aldı.

  
ADA-7

Dijitalleşmeye bayılıyorum ancak organikliğimizi sentetikliğe kaptırmaktan korkuyorum. Derdimi anlatmak için aradığım müşteri hizmetlerinde bin tane makineyi bin bir zorlukla aşıp, gerçek bir insana ulaşmaya çalışmaktan yoruluyorum. Makineyle yapacaksam zaten internetten yapardım, sesli yanıt sistemini aradıysam canlı bir varlıkla konuşmak istemişimdir değil mi? İnsan bu işin neresinde, bilmiyorum.
Ben her şeyi biliyor olmak istemiyorum. Öğrenmek ve hayret etmek istiyorum. Çünkü hayret ettiğimde öğrenmiş oluyorum. Öğrendiğimde seviniyorum. Vayy, demek bu böyleymiş demem lâzım. Bütün müzikleri dinlemiş, bütün kitapları okumuş olmamam lâzım. Her şeyi benim kadar bilen insanlarla yaşamamam lâzım. Öyle olursa insan konuşacak şey bulamaz, nasılsa o da her şeyi biliyor, bu da her şeyi biliyor deyip susar. Belki de çok kısa bir zaman sonra bizim şimdi çok önemsediğimiz kavramlar çoktan ortadan kalkmış olur. Belki ben de çoktan yenidünyaya uyum sağlamış olurum.
Şimdilik akıllı telefonumu, interneti ve yapay zekâyı yedek aklım ve yedek hafızam olarak kullanıyorum. O benim ansiklopedim, sözlüğüm, yol tarifçim, bilirkişim, kısacası; bir bilenim.
Kurmalı kol saatlerinden hareket ettikçe şarj olan saatlere, oradan ekranında futbol gibi oyunlar oynanan dijital kol saatlerine ve şimdi nabzımızdan adımlarımıza kadar sayan, ölçüp değerlendiren ve uyaran, her işimizi değil bilgisayarımıza, telefonumuza bile bakmadan yapabildiğimiz saatlere geldik. Her konuda her an, sürekli veri alış-verişindeyiz. “Ay şekerim ne konuşuyorsak karşımıza reklamı çıkıyor” söylemi artık çok eskilerde kaldı. Yapay zekâya ve yapay zekâyı yaratan insan zekâsına hayran kalmamak mümkün değil.
Tek korkumuz Mustafa İçil’in dediği gibi “hata yapma ihtimalleri”. Bir ihtimal daha var, “kötü ellerde kötülüğe evrilmeleri”.

Söylemeden geçemeyeceğim:
Sunumlarda barkovizyon görüntüleri asla Türkçe olmuyor. Konuşanlar Türkçe konuşup dinleyenler Türkçe dinliyorken sunumun İngilizce olması benim her zaman garibime gidiyor. Sanırım onca iş içerisinde Türkçe sunum hazırlamak konuşmacılara zor geliyor.
Yine söylemeden geçemeyeceğim;
Konuklara takdim edilen hediyeler yapay zekâyla değil, Bursa’ya özel, el emeği göz nuru ile üretilmiş el işi cini eserlerdi. Bu da henüz dijitale tam teslim olmadığımızın göstergesiydi…

11 Aralık 2023 / C.E.Y.