24 Kasım 2011 Perşembe

Geçmiş zaman olur ki

Dersim üzerine yapılan tartışmaları izledikçe aklımdan sürekli şu düşünce geçiyor:  
Bilim-kurgu filmlerinde gördüğümüz Zaman Makinesi icat edilse de, tarihte ne olmuştu ne bitmişti kavgaları artık bir sona erse. 
Gitmek istediğimiz tarihi söylesek makinemize, uçup gitsek istediğimiz tarihe, görsek her şeyi bütün gerçekliği ile ve bu dalaşmalara hiç gerek kalmasa.

Olayların yaşandığı zamanlarda tarihçilerin tuttukları kayıtların hangisi doğru hangisi yanlış bilemiyoruz. Ortalarda dolaşan belgeler var ama canı isteyen o belgelere itibar ediyor, istemeyense etmiyor. 
Bazı belgelerin ise kozmik odalarda saklandığı, ortalara çıkartılmadığı söyleniyor.
Bir kesim Dersimliler’den devlet adına özür diliyor, diğer bir kesim de yaşananlara devlet adına bahane gösteriyor.
Hepsi de sanki bu olay daha dün olmuş gibi bir tavır içindeler.
Daha önce hiç konuşulmayan, hiç bilinmeyen bir olaymış da yeni ortaya çıkmış gibi.

Belki de yeni gelen nesiller için yaşananlar bir kez daha yinelenmek isteniyor. 
Evet, geçmişini bilmeyen geleceğini kuramaz, doğrudur.
Yeter ki o geçmiş tüm hatlarıyla doğru olarak anlatılabilsin.

Tarihi aydınlatma işi tarihçilerden çıkıp siyasetçilerin işi haline gelince bu çaba samimiyetini kaybederek politik malzemeye dönüşüyor. Herkes ayrı telden çalmaya başlıyor ve yaşananlar ya saptırılıyor ya da üzeri örtülüyor.

Dünya üzerinde yapılan soykırımları kınayan herkes bu konuyla ilgili biraz araştırma yaptığında görecektir ki dünya tarihi soykırımlarla dolu.
Fransızlar Cezayirliler’e, İspanyollar ve Amerikalılar Kızılderililer’e, Norveçliler Taterler’e, İngilizler Avusturalya yerlileri Oberjinler’e, Almanlar Namibyalılar’a, Yahudilere ve Çingeneler’e, 2.Dünya Savaşı sırasında Amerika ve İngilizler Almanlar’a, Danimarkalılar Alman mültecilere, Rumlar Kıbrıs Türkleri’ne, Yunanlılar Batı Trakya Türkleri’ne, Bulgarlar Türkler’e, Amerikalılar Felluce’de Iraklılar’a, Sırplar Srebrenitsa’da Müslüman Bosnalılar’a.... 
Bütün bunların hepsinin açılımında yüz binlerce ölüm, yüz binlerce tecavüz, kısırlaştırma, işkence, asimilasyon, kan, gözyaşı ve acı var.

Yeni topraklar fetheden her kim olursa olsun, o toprakların sahiplerini topraklarından sürerek ya da hepsini yok ederek kendilerine yer açıyorlar. Ele geçirdikleri bölgelerdeki doğal zenginlikleri kendi milletlerine aktarırken, bir yandan da o zenginliklerin gerçek sahiplerinin kanlarını akıtıyorlar.
Bu değişmez bir kural ve hâlâ daha uygulanmakta.

Benim büyüdüğüm zamanlarda ASALA Ermeni terör örgütü vardı ve “ermeni soykırımı” adına sürekli Türk diplomatlarına saldırıyorlardı. 
İnternette ufak çaplı bir sorgulama sonucunda ASALA tarafından şehit edilen diplomatlarımızın isimlerini listeledim:

MEHMET BAYDAR 27 Ocak 1973 Los Angeles / ABD, BAHADIR DEMİR 27 Ocak 1973 Los Angeles / ABD, DANİŞ TUNALIGİL 22 Ekim 1975 Viyana / Avusturya, İSMAİL EREZ 24 Ekim 1975 Paris / Fransa, TALİP YENER 24 Ekim 1975 Paris / Fransa, OKTAR CİRİT 16 Şubat 1976 Beyrut / Lübnan, TAHA CARIM 9 Haziran 1977 Roma / İtalya, NECLA KUNERALP 2 Haziran 1978 Madrid, BEŞİR BALCIOĞLU 2 Haziran 1978 Madrid / İspanya, AHMET BENLER 12 Ekim 1979 Lahey / Hollanda, YILMAZ ÇOLPAN 22 Aralık 1979 Paris / Fransa, GALİP ÖZMEN 31 Temmuz 1980 Atina / Yunanistan, NESLİHAN ÖZMEN 31 Temmuz 1980 Atina / Yunanistan, ŞARIK ARIYAK 17 Aralık 1980 Sidney / Avustralya, ENGİN SEVER 17 Aralık 1980 Sidney / Avustralya, REŞAT MORALI 4 Mart 1981 Paris / Fransa, TECELLİ ARI 4 Mart 1981 Paris / Fransa, M. SAVAŞ YERGÜZ 9 Haziran 1981 
Cenevre, CEMAL ÖZEN 24 Eylül 1981 Paris / Fransa
KEMAL ARIKAN 28 Ocak 1982 Los Angeles / ABD, ORHAN GÜNDÜZ 4 Mayıs 1982 Boston / ABD, ERKUT AKBAY 7 Haziran 1982 Lizbon, ATİLLA ALTIKAT 27 Ağustos 1982 Ottawa / Kanada, BORA SÜELKAN 9 Eylül 1982, NADİDE AKBAY 7 Haziran 1982, GALİP BALKAR 9 Mart 1983 Belgrad / Yugoslavya, DURSUN AKSOY 14 Temmuz 1983 Brüksel / Belçika, CAHİDE MIHÇIOĞLU 27 Temmuz 1983 Lizbon / Portekiz, IŞIK YÖNDER 28 Nisan 1984 
Tahran / İran, ERDOĞAN ÖZEN  20 Haziran 1984  Viyana / Avusturya, EVNER ERGUN 19 Kasım 1984  Viyana / Avusturya

1910-1922 yılları arasında Ermeni çetelerinin yaptığı katliamlar sonucunda yaşanan ölümler de rakamlarla ifade edilecek gibi değil.
Birkaçını yazmam bile durumun vahametini anlatmaya yetecektir. 
22 Mayıs 1916 Van (80 bin ölü), Şubat 1914 Kars-Ardahan (30 bin ölü), 17 Ekim 1920 Pasinler (9 bin 287 ölü), 18 Ekim 1920 Tortum (3 bin 700 ölü), 19 Ekim 1920 Erzurum (8 bin 439 ölü), 26 Ekim 1920 Kars civarı (10 bin 693), 7 Aralık 1920 Kars-Digor (14 bin 620 ölü), 14 Aralık 1920 Sarıkamış (5 bin 337 ölü)...
Liste o kadar uzun ve rakam o kadar kabarık ki nedense bunlar katliamdan sayılmıyor.
Toptan yok edilen köyler, kaybolan gençler, yakılan çocuklar, tecavüz edilerek öldürülen kadınlar... 
Okurken dahi can dayanmıyor.

Şimdi; bütün bunlar yaşanmışken birilerinin diğerlerine karşı mazlumu ve günahsızı oynaması haksızlık değildir de nedir?
Günah keçisi ilan edilenin devletine sahip çıkmaması ve her şeyi kabul etmesi de akıllara şu soruyu getiriyor:
Bu kabulleniş; Dersim olayları sırasında iktidarda, şu anda da muhalefette olan partiye karşı yapılan bir saldırı mıdır, yoksa gerçekten bir taziye midir?
İsyanlarla uğraşacak meşru otorite devlet olduğuna göre, devletin bekasını sağlamak için isyan çıkartanlara karşı her türlü müdahaleyi yapmak da devletin göreviyse bu görevin ifa edilmiş olması mıdır suç?

Yıllardan beri PKK ile mücadele ediyoruz. Pek çok terörist öldürüyoruz. Pek çok şehit veriyoruz.
Bir gün de bunların hesabının sorulmayacağı ve bugünkü hükümetin bunlar yüzünden suçlanmayacağı ne malum...

Tarihimizle gerçekten yüzleşecek isek ve her şeyi dosdoğru ortaya dökeceksek ne alâ. 
Yok bu çıkışlar gündem yaratmaksa,
O başka...

Ölenlerden geriye kalanlar

Sevdiğimiz sanatçıları art arda kaybettik bu ara.
Esin Afşar, Çetin Köroğlu, Ömer Lütfü Akad ve Şükran Ay...
Arkalarında yeri dolduramaz boşluklar bırakarak eşlerinden, çocuklarından, dostlarından ayrılıp gittiler sessizce.
Ellerinin arasından kayıp giden sevdiklerinin ardından, ölümün kaçınılmazlığını kabullenip mutedil davranan yakınları da oldu.
Bu acıyla sarsılıp yıkılanları da...
Annesinin ardından, çaresiz bir çocuklukla gözyaşı döken “koca adam”ın acısını biz de yüreğimizin en derininde hissettik.
Ya da, ölen eşinin ardından donuk gözlerle bakakalıp, gözyaşlarını içine akıtan bir eşin çaresizliğini.
Akan her damla yaşla birlikte, beraber yaşadıkları hayatlarından lâhzalar gelip geçti zihinlerinden.
O zamanları bir daha yaşamayacak olmanın isyanıyla döktüler o yaşları.
Sonra da toprağa verilen beden ve o sonsuz boşluk...
****
Bugün de Ali Taran’ın kanser hastası olan eski eşinin vefat haberini duyduk.
Kanser tedavisi sırasında boşanmaları ve Ali Taran’ın yaptığı ikinci evliliği oldukça fazla meşgul etmişti basını.
Evlendikleri sırada kurulan en dikkat çekici cümle eski eşin yeni eşe ithafen:
“Gelin hanıma bir tavsiyem var; sakın hasta olmasın. Benim geçirdiğim hastalığı geçirmesin." demesi olmuştu.
Bu cümlenin kurulmasının ardındaki kırgınlığın, kızgınlığın ve hayal kırıklığının ne kadar büyük olduğu nasıl da bariz değil mi?
İyi gün dostluğu ve vefasızlığın vurgulandığı bu cümleyi ancak büyük bir ihanete uğramışlık ve aldatılmışlık hissiyle dolup taşmış bir insan kurabilirdi...
Bu bir çeşit davaya ihanetti...
Birlikte çıkılan yolda iyi günde-kötü günde denmemiş miydi? Şimdiye kadar el ele-göz göze yürünmemiş miydi?
Hastalığın baş göstermesi, ilerlemesi ve operasyon sonrası yaşanan bedensel değişiklikler yüzünden miydi şimdi bütün bunlar?
Yani şimdiye kadar yaşanan her şey aslında bedenle mi sınırlıydı?
Belki öyleydi, belki değildi. Bilinmez.
Bu ayrılığın ardında erkeğin de kendince sebepleri vardı muhakkak.
Ama yanlış, ama doğru.
Kimine yanlış, kimine doğru...
Gönülsüz bir kalış gönüllü bir gidişten daha evlâdır da, mesele de artık gönlün uçmuş olmasında.
Gönlü uçup gitmiş bir insanın hâlâ daha kalmasını istemek her iki taraf için de ızdıraptan başka bir şey değildir zaten.
Lâkin; hasta olan kişinin en zor zamanlarında en yakın bildiği kişiyi yanında bulamaması, onun desteğinden mahrum kalması, kendisinden genç ve sağlıklı bir hemcinsine tercih edilmiş olması da hazmedilir bir durum değil.
Üstelik de tanınır kişi olma sebebiyle bütün bu olanlar iki kişinin arasında kalmaktan çıkmış ve herkesin gözleri önünde seyretmekteyken, bu vesileyle eski eşin kadınlık gururu haddinden fazla incinmiş, eleştiriler ve acıma sözcükleri insanların diline dolanmışken, ilaç paralarının dahi ödenmediği mevzu bahis ediliyorken...
Son günlerde de hastalığın ağırlaşması ve kaçınılmaz son:
Emr-i Hak...
Şimdi artık herkes dilediği gibi yaşamakta özgür.
Ya da;
Belki de artık bundan sonra başlıyor esaret...

22 Kasım 2011 Salı

Bir çocuğun gözünden...

İnsan henüz küçük bir çocuksa onun için bütün mesafeler çok uzun, bütün merdivenler çok dik, bütün raflar çok yüksek, bütün kapı zilleri ulaşılmaz, bütün şekerlemeler, bütün çikolatalar vazgeçilmez ve uzun günlerde zorla yatırılan öğlen uykuları dayanılmazdır.
Onun için yaz günleri bitmez, kış geceleri tükenmezdir.
Pazartesiden cumaya, cumadan pazartesiye ağır ağır sürüklenen okul günleriyse hiç geçmezdir.
Anneler çok şişman, anneannenler-dedeler çok yaşlı, ağabeyler-ablalar çok büyük, babalar ise en en en büyüktür.
Ve sen hepsinden küçüksündür.
Hem de küçücüksündür.
Adımların minik, boyun kısa, sesin cılız, bedenin zayıf, bakışların ürkektir.
****
İlkokulda iken Orman Bölge Şefi’nin oğlu ile aynı sınıftaydım. Ya ders çalışmak ya da bahçelerinde oynamak için zaman zaman onlara giderdim. Orman Bölge Şefliği bizim eve ÇOK uzaktı. O kadar çok uzaktı ki, ben yürürken o ev gittikçe uzaklaşır, sanki benden kaçardı.
Her adımımda oraya bir türlü ulaşamayacağımı düşünürdüm...
Evden çıkarken annem hep 'çok dikkatli' olmamı tembihlerdi.
O dönemlerde karşıdan karşıya geçerken dikkat etmem gereken trafik keşmekeşi yoktu belki ama her türlü küçük taşımacılık için kullanılan at arabaları da oldukça tehlikeliydi.
Benim için o yaşta Cumhuriyet Alanı’nın diğer tarafına kendi başına geçmek büyük cesaret isterdi mesela.
O 'alan’dan ötesi bana bambaşka bir memleketmiş gibi gelirdi.
Ve büyük teyzemler o bambaşka memlekette yaşıyorlardı.
Anneannem genelde bizimle kalırdı.
Zaman zaman da diğer teyzemlere giderdi.
Bizden gideceği zaman gideceği yere kadar çantasını taşıma işi bana düşerdi.
Mantosunu giyer, siyah krep kumaştan başörtüsünü başına bağlar, eğer hava soğuksa atkısına sarınır, küçük kahverengi çantasını bana verir ve birlikte Cumhuriyet Alanı’ndan geçerek büyük teyzemlere giderdik.
O'nu teyzemlere bıraktıktan sonra o yoldan geriye tek başına dönme sınavını her seferinde başarıyla verirdim..
Çok şükür ki diğer teyzeme gitmek kolaydı. Evleri Cumhuriyet Okulu’nun karşısındaydı. Aynı adadaydık yani. Ne cadde, ne de sokak atlıyordum onlara giderken. Kaldırımdan inmeye dahi gerek yoktu.
Sadece yolda büyük bir tehlike vardı.
Çocukları çok seven Kahveci İhsan Amca!
Kendisinden kaçarken Yoğurtçu Sebahattin’den aldığım ve eve gelene kadar kaymaklarını bitirdiğim yoğurtları birkaç kez dökmüşlüğüm vardır.
Dünyam o kadar küçüktü ki; İmaret Camii, Canbolu mahallesi, Esentepe, Hastane, Lise... Hepsi benim için çok uzak yerlerdi.
Cezaevinin nerede olduğunu dahi bilmiyordum...
****
Ortaokula başladığım sene henüz 10 yaşındaydım. Okula gittiğim o ilk günü hiç hatırlamıyorum. Belki ablam ile gitmişizdir, belki de yalnız.
O zamanlar bana çok uzak gelen o yolun ben büyüdükçe ne kadar kısaldığını, liseye geldiğimde de arkadaşlarımla güle oynaya geldiğim yol bitmesin diye farklı yollardan dolaşa dolaşa o yolu nasıl uzattığımı çok iyi hatırlarım.
Ben büyüdükçe her şey küçülmeye başlamıştı sanki. Yollar kısalmış, ziller alçalmıştı. Günler uçarcasına geçiyordu. İnsanlar da artık eskisi kadar yaşlı değillerdi.
On üç yaşlarındayken on sekiz yaşlarında olanlara gıptayla bakardım da, kendim o yaşa geldiğimde değişen hiçbir şey olmadığını büyük bir hayal kırıklığı içinde gördüm.
Sabırsızlıkla beklediğim on sekiz yaşımın üzerinden geçen on yıllar, o anda yaşadığım hayal kırıklığını çoktan unutturdu.
Yerini yenileri aldı...
On'lu yaşlarda olanlara çok küçük, yirmiler ve otuzlarda olanlara çok genç dediğim günlerdeyim artık.
Yaşlılık yaşı için ise henüz bir fikrim yok :)
Demek ki bütün değerlendirmeler kişinin yaşadığı günlerle ve zamanla değişiyormuş.


Bugün Dünya Çocuk Hakları Günü
Okuduğunuz yazıda; çocukluğunu neşe içerisinde geçirmiş, çocuk olma hakkı hiçbir zaman gasp edilmemiş, ailesi tarafından çok sevilmiş bir çocuğun gözünden -kendisine göre çok büyük ama aslında çok küçük- dünyayı algılayışını anlattım.
Dilerim ki bütün çocuklar çocukluklarını ve gençliklerini doyasıya yaşayabilsinler.
Yaşayabilsinler ve sağlıklı erişkinler, gözü arkada kalmamış büyükler olabilsinler...

18 Kasım 2011 Cuma

'Bedelli'nin bedeli 'ne' olacak?

Çıksındı çıkmasındı, çıkacak mıydı çıkmayacak mıydı, çıkabilir de çıkmayabilir de gürültüsünün nihayetinde bedelli askerlik tasarısına çıkmış gözüyle bakabiliriz artık.
Bekleyeniyle beklemeyeniyle pek çok kişi bu durumdan faydalanıp, yapmadığı ya da yapamadığı askerlik borcunu bir şekilde yerine getirecek.
Bu durumdan faydalanamayanlarsa söylenip söylenip oturacak.
Hâttâ şimdiden bu söylenmeler başladı bile.
"Biz boşuna mı yaptık?" diyenler var.
Hayatında eşini bir kez bile aldatmamasına rağmen ihanete uğrayan tarafın yıllarca etmediği ihanetten dolayı kendisine kızması gibi bir şey bu. Zamanında yapamadığı herşeyden duyduğu pişmanlığı karşı tarafın yapabildiklerine olan öfkesine dönüşüyor haliyle. Adı da kıskançlık oluyor..
"Hep zengin çocukları kayırılıyor." diyenler de var.
Evet biraz paraya dayanan bir iş bu. Gerçi parası olmayanlara da farklı kolaylıklar sağlanmaya çalışılmıyor değil.
Demek ki devletin insandan çok paraya ihtiyacı var.
Tabii umarız ki bu toplanan paralar gerçek hedefine ulaşır...
Depremzedeler naylon çadırlardan kurtulur, çocuklar zatürreden ya da yangından ölmez, askerliğini yapan çocuklar daha donanımlı hale getirilir.
"Yine olsa yine yaparım diyenler" ise askere sorgusuz sualsiz, koşa koşa gidenler. Onlar ne askerliğini yapmışlara, ne de yapmamışlara bakan, gidip vazifelerini yapıp dönenler.
****
Görüyorsunuz bedelli askerlik için talep de oldukça fazla. Anlaşılıyor ki memlekette zorunlu askerliği reddeden büyük bir çoğunluk var.
Neden reddettikleri tartışılır. Kendilerince sebepleri vardır nasılsa. Korka da bilirler, istemeye de bilirler, içlerine sindirememiş de olabilirler.
Belki de vatanlarına ve vatan savunmasına olan inançları dağlarda keklik gibi avlanmalarıyla sınırlı değildir.
Ha tabi avlananlar insan değil midir, tabii ki insandır. Hepsi bu vatanın evladıdır.
Bence bu avlanmalarda sorumluluğu olanlara ve bu insanları kolayca avlayabilenlere de iyi bir bakmak lâzım. Gençlerin ordularına ve devletlerine olan güvenlerini iyi bir sorgulamak lâzım. Ondan sonra oturup yargılamak lâzım.
Güven ve inanç demişken;
Atatürk'ün savaş alanlarında verdiği ve kayıtsız şartsız uygulanan dört emri hatırlatmak isterim.
Düşüncede, amaçta ve uygulamada çok büyük farkları olan, bu farklar sebebiyle yanıltarak birbirinin karşıtı gibi görünen dört kararı ve bu kararları ile ilgili dört emri şunlardır:
1- Çanakkale muharebeleri sırasında verdiği "Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum" emri.
2- Kütahya-Eskişehir muharebelerinden sonra verdiği 100 km geriye, Sakarya doğusuna çekilme emri.
3- Sakarya Meydan Muharebesi sırasında verdiği "Her karış toprak vatandaş kanı ile sulanmadıkça terk edilemeyeceği" emri.
4- 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Muharebesinden sonra verdiği "Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir. İleri!" emri.
Görüldüğü gibi, bu dört emrin her biri çok farklı uygulamalara yöneliktir. Dördü de şartların ve ihtiyaçların gerektirdiği çok zor tedbirlerdir.
Bu karar ve emirlerde kendisine ve emrini uygulayacaklara büyük bir güven, bilgi birikimi, deney zenginliği, ilkelere bağlılık, cesaret, askerî stratejinin gerekleri olan coğrafyaya (mekâna), zamana, kuvvete hâkimiyet vardır.
Askere gitmek istemeyenlerde bütün bu saydıklarımızdan bazıları eksik demek ki...
****
Şimdi "Bedelli" vesilesi ile bahanesi her ne olursa olsun askere gitmemiş olanların hepsi "vatan borcunu ödememiş insan" psikolojisinden bir nebze olsun arınacaklar.
Belli bir kesim de bedelli askerlik hakkından yararlanan bu insanlara "yarım insan" gözüyle bakacak.
Yani askerliğini yapmış her insana tam insan, yapmamış olanlara ise yarım insan diyecek...
Öyle mi?
Askerliğini yapmış ama dünya üzerinde etmediği kötülük kalmamış birisi "adam gibi adam", askerliğini yapmamak dışında bir açığı bulunmayan insansa "adamdan" değil...
Bir insanı nitelendirmek için yeterli bilgi "askerliğini yapıp yapmadığı" ise, o zaman herkes kolayca iyi ya da kötü diye ayrılabilir.
"Cumaya gitmiyorsan kâfirsin" diyenlerden pek farklı bir yaklaşım değil bu da...
Bakın farkındaysanız, bu durumdan yararlanacak insanlar alınan bu tavırlarla daha şimdiden tacize uğramaya başladılar.
Aslında bu haktan yararlanacak olanlara yapılacak olan baskılar bu hakkı verenlere yapılsa da böyle bir yasa çıkmasa daha doğru bir yaklaşım olmaz mıydı?
Askerlik çağı gelmiş her erkek okulundan-evinden-işinden teker teker toplansa ve silah altına alınsa. Böylece tartışılacak bu durum da başından hiç oluşmamış olsa.
Arz-talep meselesinin "talep" ayağı hiç önemsenmese, dolayısıyla da "arz" edilmese...
Ve;
"Bedelli"nin bedeli, insanların onurlarının ayaklar altına alınmasıyla ödetilmese....

Son karar: Kendi rızası ile!

Bundan birkaç yıl evvel metroya binen birkaç gencin konuşmalarına ister istemez şahit olmuştum. O kadar yüksek sesle ve o kadar arsızca gülüşlerle konuşuyorlardı ki, konuştuklarını duymamak ve dinlememek mümkün değildi.
Birisi diğerlerine, karşıdan gelen bir kıza nasıl omuz attığını, kızın nasıl yere düştüğünü, düşerken de nasıl başını çarpıp kanattığını, sonra da nasıl ağladığını anlatıyordu böbürlene böbürlene.
Kızın başını çarpmasına da üzülmüşmüş aslında. Hem eğer kendi üzerinde okul kıyafeti olmasaymış, kızı evine de atarmış.
Bunları anlatanın ve dinleyenlerin ağızlarından akan salyalar, gözlerinden taşan ahlâksız bakışlar "Bu gençlere mi emanetiz ya rabbim!" dedirtti bana.
Bu konuşmanın yanı başımda gerçekleşiyor olması sonunda sabrımı taşırmış ve müdahaleyi kaçınılmaz hale getirmişti.
Çocukların kalabalığından ve gençliğinden ürksem de yine de bu konuşmanın ortasına bir şekilde girmem gerekiyordu.
Bir anda parmağımı şaklatarak hepsini susturdum ve 'konuşma konularına da, ses tonlarına da dikkat etmeleri gerektiğini' söyledim.
Biran sustularsa da daha sonra kaldıkları yerden devam ettiler.

Bu vurdumduymazlıklarını görünce, konuşmalarına müdahale etmeme rağmen bana saldırmadıklarına şükrettim.
Öyle bir durumda orada bulunanlardan hiç kimse beni korumaya kalkışmayabilirdi de.
Biliyordum ki, zaman içinde bir kesim aşırı saldırgan, diğer bir kesim de aşırı korkak hale gelmişti.
O gün metroda gördüğüm o liseli çocuklar nasıl ailelerde yetişiyorlardı ve ilerde nasıl aileler oluşturacaklardı?
Her gördükleri kadına musallat olup, karşısındakinin rızasına hacet görmeden emellerine haiz mi olacaklardı?
Son yıllarda baş edemediğimiz tecavüz furyasının failleri onlar ve onlar gibiler miydi?
Birileri onlara DUR demeliydi!

Ne yazık ki N.Ç. davasının nihai kararında olduğu gibi, bunları yapanlara "Dur!" demek yerine, "Aferin, bildiğiniz yolda devam edin!" dendi.
2002 yılında 13 yaşındayken onlarca kişiye peşkeş çekilen o "çocuk kız"ın davası 9 yıl sonra bugün nihayet sonuçlandı.
Yargıtay, 'genç kızın rızası olduğu' gerekçesiyle, yerel mahkemenin sanıklara en az 10 yıl ceza verilmesini öngören tecavüz suçundan değil, en az 5 yıl ceza öngören "15 yaşından küçük biriyle rızasıyla birlikte olmak" suçundan ceza verilmesini yeterli buldu.
Daire aynı gerekçeyle sanıklar hakkındaki "rızasını alarak alıkoymak" suçunun zaman aşımından düşmesi kararlarını da onadı ve böylece sanıkları 'zorla alıkoymak' suçundan alacakları 5-10 yıl arası hapisten de kurtardı.
Oysa ki N.Ç. bütün o yaşadıklarının ardından polise kendisi başvurmuş, gördüğü tacizlerden dolayı oturamaz hale geldiği için üst üste 4 ameliyat geçirmiş, SHÇEK koruması altına alınmış, yaşı dolunca da bu korumanın dışında kalmıştı.
O yaşta bir çocuğun rızasının olmuş olmasının bir anlamı da olamazdı zaten.
Nasıl ki o yaştaki bir çocuk yasalar karşısında henüz reşit sayılmıyorsa; (oy veremiyor, evlenemiyor, şahitlik edemiyor, ehliyet alamıyorsa), bu durumda da onun rızasının olup olmadığının bir değeri olmamalıydı.
Bu olaya karışan her kim varsa da -kızın rızası olmuş dahi olsa- onun henüz bir çocuk olduğunu, sağlıklı karar veremediğini bilmeliydi. Fırsat bu fırsat deyip kızın üzerine çullanmamalıydı.
Bunu yapanların da toplum içinde normal, sağlıklı ve ahlâklı görünen insanlar olmaları da ayrıca vahim bir durum. Yaptıklarının kendilerine normal gelmesi ona keza...
Onlar neyse de, bu olayların topluma ve yargıya normal gelmesi, işte en vahimi olan da bu.
Ee, bu kararı gördükten sonra önüne gelene tecavüz etmek de sıradan bir olay haline gelmez mi!
Bu kararın onanması insanlara "teşvik primi" olmaz mı!!
Hele de insanların en merakla izledikleri diziler bile en pornografik tecavüz sahnesi olan diziler olmuşken...
Mesela İffet dizisi belki sadece o malum sahnesi için izleniyordur. Filmi de zaten o malum sahnesiyle meşhur olmamış mıydı?
Dizinin videosunun tanıtım yazısı bile şöyle:
"İffet dizisinin merakla beklenen sahnesi izleyenleri daha da heyecana sürükledi. Çünkü iffet dizisindeki beklenen bu tecavüz sahnesi yarıda kesildi ve sahnenin kalan kısmı 2. bölüme yansıdı"
Belki de herkes için için böyle bir şeyi yaşamaya, yaşayamasa da en azından izlemeye meyilli.
Nerede kaldı nefis, nerede kaldı uçkur!!
****
Toplum olarak, karakteri henüz oturmamış, yeni yetme bir ergenin davranışlarını sergiliyoruz sanki biraz.
Hem muhafazakâr bir yönetim şekli isteyecek kadar çoğunluktayız diyoruz, hem de her türlü ahlâksızlıkta sınır tanımıyoruz.
Muhafazakârlara yakınlıklarıyla bilinip, attıklarında mangalda kül bırakmayanlar otel odalarında yaşadıklarıyla gündemde yer alabiliyorlar.
Liseli gençler hamile bir kadına tecavüz edebiliyorlar.
İnsanlar ilişki sırasında birbirlerini videolara çekip tehdit ve şantajla her türlü melaneti yapabiliyorlar.
Babalar kızlarını, kocalar karılarını satabiliyorlar.
Ağabeyler (kız-erkek bakmaksızın) kardeşlerini cinsel ihtiyaçları için kullanabiliyorlar.
Boşanmak istedi diye kadınlar sokak ortasında bıçaklanabiliyorlar.
Hırsızlar her ortamda, her şeyi alenen çalabiliyorlar.
Bu mudur muhafazakârlıktan anlaşılan?
Biz; ne mahremiyetin, ne özel hayatın, ne namusun ve ne de terbiyenin ne demek olduğunu doğru anlayamıyoruz.
Hepsini birbirine karıştırıp hiçbirisini gerektiği gibi yaşayamıyoruz.
Topluma yön veren kişilerin, kurumların ve kanunların insanlara bunu iyice bir anlatması lâzım.
Anlamayana da gereken yaptırımları sonuna kadar uygulaması lâzım.
Yoksa düştüğümüz bu çukurda, kendi pisliğimiz içinde boğulup gideceğiz...

15 Kasım 2011 Salı

Or'da bir Van var uzakta...

Depremde yıkılmış bir binanın üst üste yığılmış katlarının önünde durmuş, başını omzundan hafifçe sola çevirerek yukarıya kaldırmış, kendisinden büyük birisine doğru masumca bakan bir çocuk fotoğrafının kara kalem resmini yapıyorum bugünlerde.
Karelere ayırarak çizimini kolaylaştırdığım resmimin her karesinde o depremi bir kez de ben yaşıyorum sanki.
Her kareye düşen bir yıkıntı parçası, her kareden fışkıran ufalanmış betonlar, eğrilmiş demirler, paçavraya dönüşmüş perdeler depremin ta içine çekiyor beni.
Bu yıkıntının önünde duran çocuğun gözlerindeki ifadeye giriyorum karelerde. Biraz çaresiz, biraz üzgün ama yine de çocukça bir bakışı var. Masumiyeti var. “Ne oldu böyle?” dercesine bir çaresizliği var. Ama en çoğu da, umudu var.
Belki hayatı henüz yeterince idrak edememiş olmasının safça umudu bu.
Yok olan onca hayata, giden onca cana rağmen işte bu safça umutlarla yeniden dönmeye devam edecek oradaki dünya.
Çocuklar hayatı idrak edememiş olmanın cahilliğiyle, yaşlılar da artık yeterince idrak etmiş olmanın bilgeliğiyle üstesinden geliyorlar hayattaki her türlü zorluğun.
Gençlerin ve orta yaşlıların işiyse, zor.
Çok zor...
Gençler önlerinde ne var bilmiyorlar. Hayatları sadece okuldan, sınavlardan, derslerden, anne-babadan, arkadaşlardan, kıkırdamalardan, kaynamalardan ibaret görünse de, şimdi yaşadıkları o anlar onları geleceğe taşıyor.
Ama hangi geleceğe?
Daha okuyacaklar, çalışacaklar, kazanacaklar, kendi ayaklarının üzerinde duracaklar.
Belki bu depremde ailelerini kaybettiler, belki arkadaşları kaldı enkaz altında. Belki verilen naylon çadırların buz gibi ortamında hayata tutunamayan küçük kardeşleri zatürre olup kaydı gitti ellerinin arasından.
Okulları, dershaneleri hepsi yerle bir oldu. Ne kitap kaldı okunacak, ne de giyilecek esvap.
Çoluk çocuk sahibi orta yaşlılar hem işlerini, hem evlerini, hem de çocuklarını bıraktılar o yıkıntıların altında. Bıraktıkları her canla büyük acılara gark oldular, yok bırakmadılar ise bu sefer de hayatlarının bundan sonrasını nasıl yaşayacakları, ailelerini nasıl geçindirecekleri telâşesine düştüler.
Onlar bu felaketlerle boğuşurken yurdun dört bir yanından yardımlar sağanak olup yağmadı mı, kampanyalar çığ gibi büyümedi mi?
İnsanlar “Orda bir Van var uzakta, gitmesek de görmesek de, o Van bizim Vanımızdır” demediler mi?
Dediler...
O yapılan yardımların hangisi yerine ulaştı, hangisi ulaşmadı bilinmez.
Belki de yollananların çoğu kapanın elinde kaldı. Birer tane yetecek yerde beşer onar alınarak diğer ihtiyaç sahiplerine hiçbir şey bırakılmadı. Hayatta kalma içgüdüsüyle ‘önce ben ve benim ailem’ dendi sanki vahşice.
Yollananların bazıları da yollarda ya da vardıkları ilk merkezlerde yağmalandılar .
Taahhüt edilen paralar yatmadı, yattıysa da yerlerine ulaşmadı.
Hem; her ne kadar yardım gelirse gelsin bütün bu yardımlar şu an için, şu birkaç zamanı atlatabilmek için değil midir? Sonsuza kadar ne yardım gelir, ne de böyle yardım beklentisiyle yaşanır.
Yani; dökme suyla değirmen dönmez...
Bu insanların hayata tutunabilmeleri ve yaşadıkları bu büyük sarsıntıyı biran önce atlatabilmeleri gerek.
İşleri-güçleri, evleri-barkları, okulları, hastaneleri , otelleri, camileri, parkları, bahçeleri olması gerek.
Ve bütün bunlar yapılırken de eskisi gibi derme-çatma değil de adamakıllı, sapasağlam yapılması gerek.
Artık öldürücü olanın deprem değil de bina olduğu, binaları bu kadar çürük yapanların da ademoğullarından geldiği görülüp, bu kafadaki ademoğullarına iş yaptırılmaması gerek.
Her depremde yaşadığımız gibi bu depremde de enkaz altında kalan her canın (yardım için ya da vazife için oraya gidip de orada can verenler dahil) kanı o binaları yapanlardan, alanlara, ruhsat talep edenlerden, ruhsat verenlere ve hasar görmüş olmasına rağmen hâlâ daha hasarlı o binaların içine girilmesini teşvik edenlere kadar herkesin elindedir...

14 Kasım 2011 Pazartesi

Eşeğin sağlam kazığa bağlı mı?

Sosyal paylaşım sitelerinin durmaksızın dönen çarklarından sıyrılmak lâzım bazen.
Bir çeşit sosyal detoks yapmak lâzım.
Büyüyüp genişleyen dünyayı daraltıp küçültmeli, bildiğimiz öğrendiğimiz her ne varsa bir süreliğine unutmalı.
Ne kimin kime ne dediği, ne de kimin kime ne ettiği.
Ne Van’da soğuktan donan minik eller, ne vadilerde şehit düşen gencecik askerler, ne de tatilde trafik terörüne kurban verilen tatilciler. .
Ne Yunanistan krizi, ne de İsrail tehdidi.
Ne Almanya'nın Merkel'i, ne de İtalya’nın Berlusconisi...
Ne işlenen cinayetler, ne edilen tecavüzler ve ne de kurban keserek sevap kazanmak isteyenlerin girdiği veballer...
Hepsinden bir nebze olsun uzaklaşarak her şeyi öğrenmenin yüreğimize yüklediği yükten arınmalı.
Hafiflemeli.
Hiç farkında olmadan izlediğimiz, dinlediğimiz, gördüğümüz her olay minik bir taş olup oturuyor içimize. Taşlar biriktikçe ağırlaşıyor. Ağırlaştıkça bastırıyor. Bastırdıkça da içimiz eziliyor, sanki etlerimiz çürüyor.
Sürekli bir tedirginlik hali, sürekli bir güvensizlik, sürekli bir gerginlik.
İnsan; dünyayla pek alâkası olmayan “duyarsız” dediğimiz insanların mutluluğuna gıpta eder hale geliyor.
Ne gam, ne kasavet.
Varsa yoksa akşam yemeğinde ne yesek, televizyonda hangi diziyi izlesek...
Ben bu satırları yazarken (daha fazla uzak kalamadığım) sosyal medyadan, Van’ın 5,6 ile tekrar sallandığını ve yine yerin yerinden oynadığını öğreniyorum. Yine çöken binalar, yine kaybedilen canlar...
Çöken binaları gördükçe o binaları yapanlara da, o binalara ruhsat verenlere de okkalı bir rahmet okumadan edemiyorum.
“Deprem öldürmez bina öldürür” lâfını, “deprem öldürmez insan öldürür” olarak değiştirsek yeridir hani...
Bizi üzen olaylardan uzaklaşmak, olanları görmezden gelmek iyi de, hafiflemek ve arınmak için bir çözüm yolu değil ki...
Sadece bir kandırmaca. Var saymaca ya da yok saymaca...
Her şeyin aslında devam ettiğini (içten içe) bildiğimiz sürece ne kadar arınmış olabiliriz.
Gerçek çözüm, felaket zamanlarında dahi ayakta kalınabileceğinin güvenini duymakta.
Eskilerin tabiriyle; eşeğin sağlam kazığa bağlandığını bilmekte...

Minik bir hikayeyle bağlayalım;
Genç bir adam Amerika'nın batısındaki bir çiftliğe iş başvurusunda bulunmuştu.
Çiftliğin sahibi ona özelliklerini sorduğunda adam kendine güvenen bir edayla şöyle cevap vermişti:
"Rüzgar estiğinde dahi uyuyabilirim..."
Bu söz yaşlı çiftlik sahibinin kafasını çok karıştırmıştı, fakat bu zeki genç adamdan da çok hoşlanmıştı. Bu yüzden onu işe aldı.
Birkaç gün sonra yaşlı çiftlik sahibi ile karısı gece yarısı çok sert ve şiddetli bir rüzgarla uykularından fırladılar.
Bir sorun çıkma ihtimaline karşı her yeri kontrol etmeye başladılar. Pencere ve kapıdaki kepenklerin sıkıca kapatılıp kancalarının yerlerine takıldığını gördüler.
Kalın ağaç kütükleri sıra sıra şöminenin yanına dizilmişti.
Tarım araçları güvenli bir şekilde hangara yerleştirilmişti. Traktör garajdaydı.
Ahırın kapısı düzgün bir şekilde kapatılmış ve kilitlenmişti. Hâttâ içerideki tüm hayvanlar da oldukça sakindiler.
Genç adam ise hemen ilerideki kulübesinde huzurlu bir şekilde uyuyordu.
İşte o anda yaşlı çiftlik sahibi genç adamın o gün kendisine ne demek istediğini anlamıştı:
"Rüzgar eserken dahi uyuyabilirim..."
Çünkü genç adam fırtınasız güzel günlerde bir gün şiddetli bir fırtına ile çiftlikteki her şeylerini kaybedebilecekleri düşünerek işlerini o kadar bağlılıkla ve o kadar düzgün bir şekilde yapmıştı ki, en sert, en şiddetli fırtına dahi kopsa yatağında huzurla uyuyabiliyordu.

Son yıllarda memleketimizde yaşadıklarımızı düşünürsek;
"Doğru ve düzgün yapılmayan her şey eninde sonunda yıkılmaya mahkûm iken, hâlâ daha inatla yalan ve yanlış işler yapmaya çalışmak, sonra da bunun bedelini hep birlikte ve en acı bir şekilde ödemek bizim kaderimiz mi, yoksa karaktersizliğimiz mi?" diye bir soru gelmiyor mu sizin de aklınıza?

11 Kasım 2011 Cuma

O'nu anlayabilmek, O'nu anlatabilmek

Hayatını iyi ya da kötü bir biçimde yaşayan, zamanı dolunca da hiç var olmamışçasına yok olan organizmalarız biz.
Devletler de kursak, devletler de yıksak, tekerleği de icat etsek, yerçekimini de bulsak, sultan da olsak, derviş de olsak, düşkün de olsak, vaktimiz geldiğinde biz de bizden öncekiler gibi doğumumuzla başlayan gerçeğimizi yaşayacağız.
Ne İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet, ne Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran Osman Bey, ne bu imparatorluğu en geniş topraklara ulaştıran Kanunî ve ne de son padişah Vahdettin...
Ne Newton, ne Arşimet, ne Kleopatra, ne Sezar ve ne de Brütüs...
Hiçbirisi yok artık.
Ne yüz yıl, ne de bin yıl önce yaşamış olmaları tarih sayfalarında yaşayan karakterler olmalarında belirleyici bir unsur.
Albert Einstein; “Ben görevimi burada bitiriyorum.” diyerek gitmiştir bu dünyadan, Kanunî Sultan Süleyman: “Ben ölünce bir elimi tabutumun dışına atın. İnsanlar görsünler ki padişah olan Kanunî bile bu dünyadan eli boş gitmiştir” diyerek...
Bu büyük insanlar, esas sonsuzluğa bu dünyada arkalarında bırakacakları eserlerle erişebileceklerini biliyorlardı...
Atatürk: “Benim naçiz bedenim elbet bir gün toprak olacaktır ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” derken, kendi varlığının devletin varlığının önünde olmadığını ifade etmişti.
Kurduğu devletin okullarında okuyan bizler her sabah kara tahtanın üzerindeki resminde O’nu gördük. Hafif çatık kaşlarıyla bize pür dikkat baktığını düşündüğümüz Atamızı hayranlıkla sevdik. Derslerimizde başarısız olursak O'nun üzüleceğine ve bize darılacağına inandık.
Bu öyle bir inanıştı ki, bizim çocuk ruhlarımızda sevgiyle karışık bir saygı yaratmıştı...
Bedenen yok oluşunun üzerinden geçen 73 senede geldiğimiz şu nokta şimdi bizi ne kadar memnun ediyor iyi bir düşünmek lâzım.
Onun bize açtığı yolda, gösterdiği hedefe hiç durmadan yürüyerek ulaşabildik mi diye sorgulamak lâzım.
Ki Atamıza her sabah derse başlarken bunun için söz vermiştik.
Ant içmiştik...
Sadece anma günlerinde büstlerine çelenkler koyarak, öğrencilere kimselerin dinlemediği şiirler okutarak, kimselerin ilgilenmediği konuşmalar yaparak mı yaşatıyoruz bu büyük ruhu?
Hâttâ çocuklara sıkıcı gelen bu durumlar O’na ve eserlerine duymaları gereken saygıyı ve ilgiyi engellemiyor mu? Bir an önce şu seramoniler bitse de gitsek diye bakmıyorlar mı? Ne yazık ki çocuklar sadece bu özel günlerin tatil olup olamayacağını merak ediyorlar...
O’nun gerçeğini niçin yeterince anlatamıyoruz?
Nereden geldiğimiz, nasıl var olduğumuz sadece tarih dersinde yapılan sınavlarda not almak için ezberlenen bilgiler olarak mı kaldı?
Bunu aşılaması gereken eğitim camiası kendi varoluş sebebini unutup, bünyesini İstiklâl Marşı'nı dahi söylemekten aciz eğitimcilerle doldurup, böylece ilk hedef olarak Atatürk’ü unutturmayı mı hedefledi?
Bu savaşta savaşmış insanların torunları kendi çocuklarına bu kurtuluşu ve bu kuruluşu yeterince anlatamadılar mı?
Kitaplar mı yazılmadı, filmler mi çekilmedi? Yazıldıysa da çekildiyse de, hiçbirisi okunmadı mı hiçbirisi izlenmedi mi?
O’nun bizler için kurduğu hayallerini gerçekleştirerek karşısına alnı açık bir şekilde geçmek varken, tam tersi olan her şeyi yapmak ve sonra da bunları hiç yapmamışçasına O’nun karşısına geçip çelenkler bırakmak, saygı duruşunda bulunmak sizlere de yapay gelmiyor mu?
“O” üzerine aldığı vazifesini lâyıkıyla yaparak ebediyete göç etti. Bundan sonra olacak hiçbir şeyden ne haberi olacak, ne de etkilenecek. Bundan sonra yapacağımız her şeyin dönüşü iyi ya da kötü olarak bizedir.
Çocuklarımızadır, torunlarımızadır, geleceğimizedir.
O’na saldırmakla ve yıpratmaya çalışmakla kendi geleceğimizi yok etmekten öteye geçemeyiz.
Belki de bir efsane yıkılmadan yeni bir efsane yazılmaz diye düşünülüyor da, yıkılmak istenen efsanenin efsane olmasına sebep olan olayların kendisi adına yaptıkları değil de, milleti adına yaptıkları olduğu gözardı ediliyor.
Efsane olmaya meraklı olmak güzel elbette ama geçmişine sahip çıkmayan ve saygı duymayan, milletinden çok kendi benliğini düşünenlerin nasıl bir efsaneye dönüşeceği de ayrı bir konu.
Tarih iyi ve kötü bütün efsaneleri kendi içine gömer.
O efsaneler ki halklarını bazen en yüksek dağların en yüksek zirvelerine ulaştırır, bazen de kendilerini uçurumdan aşağılara bırakarak arkasından gelenleri de kendileriyle birlikte sürüklerler.
Liderini iyi seçecek ve iyi gözleyecek iradeli bir millet olabilmekte galiba esas iş.
Yoksa akılsız başın cezasını onu kendisine baş seçenler çekiyor...