30 Aralık 2016 Cuma

Buz yanığı yürekler

Gazetelerde kıyıya köşeye sıkışmış haberler oluyor bazen. 
Büyük devlet adamlarının beyanatlarından ya da magazin medyatiklerinin estirdiği fırtınalardan dolayı sesleri pek duyulmuyor. 
O haber bir-iki okunduktan ve bir-iki "Ah Vah" edildikten sonra üzeri örtülüp gidiyor. Hayat, geride bıraktıkları için dahi kaldığı yerden devam ediyor.
Acılar, kanıksandığından mı yoksa insanın önce kendisini koruma içgüdüsünden mi bilmem, sanki hiç yaşanmamış gibi davranılıyor...

Bu haberi okudunuz mu?
"Adana’da eşi bir yıla aşkın süre işsiz kalan ve ev kirasını 8 aydır ödeyemeyen 26 yaşındaki Emine Akçay, çocuklarının üşüdüğünü görünce cebindeki son 6 lirayla odun almaya gitti. O kadar az parası vardı ki, oduncu ‘Bacım bu paraya odun mu olur’ dedi. Ama anne Emine Akçay ısrar etti, bir çuval odunu alıp eve geldi. Odunlar ıslandığı için yanmadı. Lastik parçalarını tutuşturmaya çalıştı; olmadı. Emine Akçay, çocuklarının ısınması için çalıştırdığı saç kurutma makinesini küçük oğluna verdi. Daha sonra diğer odaya gidip, tavandaki salıncak demirine ip bağlayarak, kendini astı."
Haberin devamı için tıklayınız:


İki evladını şu koskoca dünyada bir başlarına bırakıp gidebilen bir annenin nasıl bir çaresizlik içinde sıkıştığını hayal edebildiniz değil mi?
O anları dakika dakika düşündünüz, kendinizi onun yerine koydunuz ve halinize şükrettiniz, değil mi?
O bunları yaşarken konu komşu, hısım akraba, eş dost arkadaş neredeydi diye sordunuz. 
Sormayın... 
Hepimiz çok zaman bihaberiz diğerlerinden. Üstelik yardım istemek de hiç kolay değil. Hani elini versen kolunu alamazsın ya, işte öyle. 
Onursuzca yaşamaktansa onurluca ölmeyi tercih etmek, sırf hayatta kalabilmek için ağır bedelleri ödemeye razı olmamak demek. 
26 yaşında bir genç kadın razı olmadı, konuşmadı, sustu ve gitti.

Ya ardında bıraktığı çocukları?
Nasılsa birileri sahip çıkar dedi ihtimal gitmeye karar verince. Birisi altı yaşında, diğeri altı aylık iki evladını kendisi yaşıyorken devlete ya da hali vakti yerinde birilerine emanet etmeye gönlü razı gelmedi. 
Anne evlattan ayrılır mı hiç? Onlar olmadan yaşayabilir mi hiç? 
İşte kıskaçların en acımasızı. İşte prangaların en can acıtıcısı.
Hadi şimdi kişisel gelişimciler, yaşam koçları, bilirkişiler, bilmez kişiler tümden "Çaresizseniz çare sizsiniz" desinler bu duruma.
O kendince çaresini bulmuş işte. 
Görüldüğü üzere, herkesin çözümü kendine...
****
Geçmiş yılların birinde "Kar herkese aynı mı yağar?" diye sormuştum hani, sorarken biliyordum sorunun cevabını aslında. 
Yoksulluk ve açık alanda çalışıyor olmakla değişiyordu kar ve soğuğun anlamı.
Sıcacık evinde oturan insana başka yağıyordu kar, sokaktaki satıcıya ayrı, dağdaki askere ayrı...

Lakin insanca yaşamanın temellerinden biri olan sağlıklı mekânlarda barınmak, soğuktan donmamak ve ısınmak her vatandaşın en doğal hakkı olmalı. 
Bir-iki münferit vak'a diye bakılıyor böylesi durumlara, lakin BİR CAN'ın böylesi acı gidişinin ardından geleceğe uzanacak dallarında oluşacak hasar hiç hesaplanmıyor.
****
Kıskanılacak kadar büyüyen Türkiye'deki "ısınamayan" insanlarının dramlarına şahit oldukça, içlerinde yanan ateşi soğutmak isteyenlerin yürekleri buz yanığı oluyor hep. 

Bir evde biri patlayacak kadar tok, biri de ölecek kadar ise, uçurumlar bu kadar dikleşmiş ve hayatlar bu kadar ayrışmışsa,
Ve bu kadar duyarsızlaşmışsa 'açgözlü tok'lar;

İnsanın önce gözü doysun derler ya, 
O zaman:
"Gözünüzü Allah doyursun!"

24 Aralık 2016 Cumartesi

Çuvaldız lazım çuvaldız!

Uğur Dündar'ın sunduğu Halk Arenası'nın bu haftaki programı Mudanya'dan, Uğur Mumcu Kültür Merkezi'nden canlı yayınlandı. 
Bir önceki hafta gerçekleşmesi gereken program, önce Müjdat Gezen, ardından da Uğur Dündar yatak döşek hasta olunca bu haftaya kalmıştı. 
Neyse ki bu hafta Müjdat Gezen hafiften hasta olsa da Yılmaz Özdil ve Uğur Dündar turp gibiydiler.
Böyle bir üçlü bir adımlık mesafeye gelir de bu programa gidilmez mi hiç?
Gittim tabi. 
Benim gibi pek çok kişiye bir adım mesafede olan Mudanya'ya programa katılmak için akın olacağı ve bu akının 400 kişilik kapasitesi olan Uğur Mumcu Kültür Merkezi kapısında izdiham yaratacağı düşünülmüştü.
O yüzden de Mudanya Belediyesi binanın dışındaki bir bahçeye ısıtıcılar koymuş, sandalyeleri dizmiş, dev ekranı da ayarlamıştı. Ki dışarıda kalanlar programı oradan canlı canlı izleyebilsinlerdi.
Kapıdaki kalabalıkla birlikte attım kendimi salona. Bulduğum bir yere oturdum hemen. Lakin öngörüldüğü gibi kapıda kalanlar içeridekilerden daha fazlaydı.
Bu duruma CHP Bursa Milletvekili Ceyhun İrgil el koyarak dışarıda kalanların bir kısmını içeriye aldırdı. Duvar dipleri ve koridorlar dahil artık salonda adım atacak yer kalmamıştı. 
Öyle ki yanımdaki sütuna yaslanmış halde ayakta duran bir beyefendi aniden fenalaştı. Durumu fark etmemin ardından sağlık ekibi çağrısı ve Dr. Ceyhun İrgil'in hastaya yaptığı ilk müdahalenin sonrasında hasta ambulansla hastaneye kaldırıldı. İyi olduğu haberlerini aldık daha sonra.
Bu heyecanlı dakikaların ardından program başladı.
Uğur Dündar "Programı ilk kez gülümsemeden açıyorum." derken sesinde son günlerde üst üste yaşanan olayların yarattığı derin üzüntünün kırıklığı vardı.
Yılmaz Özdil kendine has net üslubuyla, Müjdat Gezen esprileriyle, Uğur Dündar da konuları toparlayıp programı yönetmesiyle her zamanki gibi epey yarayışlı bir programa imza attılar.
Konuşulan konuları tek tek anlatmam mümkün değil.
Kısaca 'memleketin içinde bulunduğu ortam' demek yeterli olacaktır sanırım... 
Bir de Yılmaz Özdil'in yaptığı 'izleyici neyi okuduktan sonra neyi okuyor' tespiti...
Tercihler şöyle, "Şehit haberleri, O Ses Türkiye, dolar ne durumda, Poyraz Karayel.... vb"
Gördüğünüz üzre kafalar epey karışık...

İğneyi de çuvaldızı da
Buraya kadar anlattıklarım bir programın normal gidişatıydı. Gelelim yazının başlığına.
Böyle bir programa katılan insanların nasıl program izlememesi gerektiği üzerine bir iki laf etmek istiyorum şimdi.
Dikkatinizi çekerim, nasıl izlemesi gerektiğine değil, nasıl izlememesi gerektiğine...

* Öncelikle şu telefonlar!
Arkadaş, telefon akıllı dediysek de herhangi bir toplantı ya da sinema gibi sessiz olunması gereken bir yere girerken kendi kendini sessize almayı bilmiyor henüz bu makine. Bi zahmet sen yapacaksın. 'Sen şimdi biraz SUS diyeceksin' alete. Sessize alacaksın. Vik vik vik çaldırmayacaksın.
Salonda telefonun biri susuyor diğeri başlıyor. Bildirimler, aramalar ve dahi aramalara cevap verilerek yapılan konuşmalar.
Tabi bir de 'çekim çekim çekim'.
Tüm telefonlar havada, herkescikler kayıtta.
İçimden yine aynı şeyi söyledim: "Ne çektin be dostum!"

* Telefon işini geçtim, bir de alkışlama işi var ki program izletmez insana.
Daha sözün sonu gelmeden çepik vurmaya başlıyor birisi, ardından geliyor diğerleri, sözün sonu kaynıyor gidiyor arada. 
Heyecanlısın anladım da, neyi alkışladığını da anlamadım...
Bir dur, bir bekle, nerede alkış yapılacak, nerede sessiz kalınacak bir öğren. 

* Alkış olayını da koydum bir kenara.
Bir de 'televizyonda film izlerken televizyonla konuşan anne modeli' izleyiciler var ki Allah selamet.
Sürekli bir konuşulanlara cevap verme, sürekli bir sahneye laf atma, sürekli bir 'ben de hepsini biliyorum' havasında yüksek sesle yorum yapma.
Tamam, buraya geldiğine göre az ya da çok durumlardan haberdarsın. Bu konuda mutabıkız. Ama niyedir sürekli bir bilgini ispatlama çabası, niyedir bu kadar programı dinlemeye odaklanmış insanların halet-i ruhiyelerinin ayarlarıyla oynama, niyedir sinir katsayımızı arttırdıkça arttırma.

* Hadi son bir şey daha söyleyip kapatayım mevzuyu.
Bu da SLOGAN atma hastalığı olsun.
İki lafın başı hep aynı slogan. Mitingde miyiz, seçim propagandasında mıyız, pazarda mıyız belli değil.
Yok yok, biz Akdeniz insanıyız, sıcak kanlıyız, heyecanlıyız tamam da, iş biraz değişmiş. 
Hafiften kıroluğa kaymışız da haberimiz yok...

* Ve bir söz de Mudanya'ya gelsin.
Uğur Mumcu Kültür Merkezi gayet anlamlı bir mekân, lakin Mudanya daha büyük ve daha konforlu bir kültür merkezini hak ediyor artık. Eminim ki bunu dile getiren sadece ben değilimdir. Eminim ki Barışın Başkenti Mudanya'nın Belediye Başkanı Hayri Türkyılmaz'ın bu konuda bir projesi vardır.
Bizden söylemesi...
****
Program boyu konuşulan konuların alt özeti;
"Biz insan olma hasletlerini mi yitirdik?" sorusuna gelmişti hep.
Cevap veriyorum: Evet, yitirdik!

Ne üzülmeyi biliyoruz artık, ne sevinmeyi, ne konuşmayı, ne de dinlemeyi...

O yüzden hep başkalarını beğenmezlik edeceğimize biraz da iğneyi kendimize batıralım istedim bu yazımda. 
Yukarıda yazdıklarıma baktım da kararımı değiştirdim, 
İğne de yetmez bize, çuvaldız lazım çuvaldız!

23 Aralık 2016 Cuma

Sağır mısınız, kör müsünüz?

Kore'de ölen bir askerin dilinden Nâzım Hikmet'in dönemin başbakanı Adnan Menderes'e yazdığı Diyet şiirini bilirsiniz.

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey, 
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
   iki hayın,
         ve zeytini yağlı iki gözünüzle
                 bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
                          ve topraklarına çiftliklerinizin
                                     ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
   iki ak,
        vıcık vıcık terli iki elinizle
            okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
                    dövizlerinizi,
                           ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
      iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
              halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
                   Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
            vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
           çığlığımı duymamanız için
                   kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
          kopuk ellerim,
                     kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da. 
Nâzım Hikmet / 25 Haziran 1959

Sahi, Kore'ye niçin gitmiştik?
Kısaca göz atalım:
Kore Savaşı'na 1950'de Birleşmiş Milletler Ordusu'na katkı olarak 4500 kişilik bir tugay gönderdiğimiz bu savaştan biri albay, 3'ü binbaşı, 6'sı yüzbaşı olmak üzere 724 şehit, 2068 yaralı ve 234 esir ile çıktık.
Kuzey Kore'de 1950'den 1953 Ağustosu'nda özgürlüklerine kavuştukları güne kadar esaret yıllarını geçiren Türk askerlerinin 5'i subay, 3'ü astsubay, 226'sı da er idi.

Bu esir askerlerimizin tutuldukları kampı 1952'de Nâzım Hikmet de ziyaret etmiş ve bir şiir yazmıştı. 
"Kimi öldürmeye gidiyorsun Ahmet?"

Barış görüşmelerinin ardından, Kore’deki Türk esirler 5 Ağustos 1953’te serbest bırakıldı.
Kamplardaki olumsuz (bitlenmek, kurtlanmak, açlıktan bir deri bir kemik kalmaktan bahsediyorum) şartlara dayanan sadece Türkler oldu.
Esir 7 bin 245 Amerikalı askerden 2 bin 806’sı ölmüştü. 21 Amerikalı asker ise komünist olup ülkelerine dönmeyi reddetti.
Türk askerleri ise hiç kayıp vermeden döndü.
Dirençleri ABD’de araştırma konusu oldu!
****
Sahi Suriye'ye niçin girdik?
Ya vatan müdafaasıdır savaşın sebebi ya da yeni topraklar edinmek.
Bizimkisi hangisi?
Kimin savaşında ölüp gidiyor gençlerimiz? Nasıl diyorsunuz ana babalarına evladınız artık YOK. Nasıl koyuyorsunuz toprağa daha büyümeden parçalanmış tazecik bedenleri.
Nasıl dayanıyorsunuz bunca acıya?
Ki hepsinde onca emek, onca heves, onca hayal...
****
Ortadoğu'nun kalbine sapladıkları hain hançeri sapladıkları yetmezmiş gibi, bir de içinde çevirip oluk oluk kan akıtıyorlar kesikten.
Daha çok ölün, daha çok ölün, daha çok ölün diye dönüyor bıçak.
Daha çok öldürün, daha çok öldürün, daha çok öldürün diye fısıldıyor karanlık ses.
Allahım nasıl bir kâbustur ki bu bir türlü uyanamıyoruz.
****
Kimse şiir yazmayacak belki kahpece öldürülen bu çocukların ardından.
Yüreklerde boğulacak sessiz çığlıklar, asi isyanlar, kanlı gözyaşlı ağıtlar.
Sokaklara, meydanlara isimlerini de versek geçmiş zamanların mezarlığında neden öldükleri unutulacak hepsinin.
Ben onların sessiz iniltilerini duyarım, kanayan yaralarını görürüm,
Ya siz;
Siz sağır mısınız, siz kör müsünüz de hiçbirini duymaz, hiçbirini görmezsiniz...
****
Durmaksızın tekerrür eden tarihe bakıp sorarım:
Daha çok ölen mi kazanır savaşı, daha çok öldüren mi?
Tüm savaşlar masada başlayıp masada bitmez mi?
Savaşın kazananı, barışın kaybedeni yoktur denmez mi?
Peki o zaman neden masaya oturmuyorsunuz?
Hançeri yerinden çıkartıp, akan kanı durdurup, yarayı niçin otamıyorsunuz?
Yoksa siz kan kaybından ölmemizi mi bekliyorsunuz?

Dönüp Kore günlerine bir bakın, sonra da bugünlere gelip bir bakın,
Biz ölmedik, ayaktayız.
Suriye'den sonra da ayakta kalacağız...


14 Aralık 2016 Çarşamba

Bunların hepsi hikâye


"Akşama ne yemek yapayım Bey?" diye soran evin kadınına verilen cevap "Sen bilirsin Hanım" olurdu çoğunlukla. Evin hanımı sofraya ne koyarsa ev halkı tarafından nazlanmadan yenilir yutulurdu. 
Beğenmediği yemeği zorla yemekten gına gelmiş çocuklar evlenince kendilerine aynı soruyu soran evin hanımlarına yine babalarının verdiği cevabı verdiler, lakin beğenmedikleri yemeği sofrada görünce sofradan biraz uzağa yan çizdiler.
Babayı gören çocuk ne yapmaz, o da sofraya bir naz, annede ise bol niyaz
Onu yemem, bunu beğenmem, ben aslında tokum (ki brokoli gibi yemekler bu yüzden çok doyurucu olarak bilinir), sen bana bir tost yapıver, şuradan iki lahmacun söyleyiverelim, yanına bir de ayran çalkala, yok yok, onu da isteriz lahmacuncudan, boşu boşuna hiç uğraşma.
Evin hanımı bütün gününü verdiği ve beğenilmeyen yemekleriyle birkaç sofrayı baş başa geçirince o da mutfakla ilişkisine bir mesafe koydu sonunda.
Nerede zamanın annesine "Eline sağlık" diyen ev halkı, nerede zamane tayfası...
Anne modeli değişince ve kadın da iş hayatının içine girince yeni model çalışan kadın zaten zaman bulup da annesinin yaptığı o cânım yemekleri de yapamaz oldu zaten.
Ne yapsın kadın, kaç parçaya bölünsün?


Böyle böyle değişen hayatımız ile birlikte 80'li yıllarda yabancı dizilerde gördüğümüz eve yemek sipariş etme alışkanlığına 2000'li yıllarda biz de alışıverdik.
Artık bizim de ayağımıza kadar gelen yemeklerimiz vardı. 
Hele bir de internet yaygınlaştıkça, hele bir de akıllı telefonlar çıkıp da kıyıda köşede ne varsa her ürünün bir uygulaması yazılınca, bundan en büyük nasibi alanlardan biri de yeme-içme sektörü oldu.

Şimdi size bir soru:
Dışarıdan yemek söylemek gerekince aklınıza ilk olarak ne yapmak geliyor?
Yaş baş durumuyla değişen bir yemek talebi var bu konuda değil mi?

Gençler doğrudan internetten, yaşı biraz daha kemâle ermiş olanlar telefon ile, biraz daha büyükler ise mekâna bizzat giderek ısmarlıyorlar yemeklerini.
Büyükler haklı; yüz yüze oturup, masaya tabağa çanağa dokunarak, pişen yemeği koklayarak, ânı yaşayarak yenilen yemeğin yerini hiçbir şey tutmaz ama, zaman yok zaman...
Bizim yemek ile gelişen hikâyemiz böyle işte.

İnternetten nasıl yemek aradığımıza bakalım şimdi de. Malum, bu konuda ilk akla gelen site yemeksepeti.com...
Nasıl olmasın ki, içinde yok yok.
Benim derdim; insanın aklına böyle bir site yapmak nereden gelir, daha doğrusu insan böyle bir eksiği nasıl fark edebilir?
Girişimci ruhu varsa eder işte. Ya da fark edebilme yeteneği olduğu için girişimci olur insan.

Şimdi size bu girişimcinin kim olduğunu söyleyeceğim.

Yemeksepeti'nin kurucusu Nevzat Aydın idi bu isim. 
Aydın, Bursa Sanayicileri ve İşadamları Derneği (BUSİAD) Yenilikçilik ve Yaratıcılık Uzmanlık Grubu ile Uludağ Üniversitesi'nin işbirliğinde gerçekleştirilen "İnovasyon ve Pazarlama" konulu 'Bursa 7. Yenilikçilik ve Yaratıcılık Sempozyumu' için Bursa'ya gelmişti.
Moderatör Yrd. Doç. Dr. İbrahim Öztahtalı  kendisini konuklara takdim ederken takdimin sonunun gelmeyeceğini düşündüm bir an. Bu nasıl bir CV idi?
Hemen twitter'da aradım kendisini. Zagor Tenay çıktı karşıma.
Anlaşılan o ki, işinde tutkulu olduğu kadar, hayatında eğlenceliydi. Bir yandan da öğrenmesi gerekenleri en doğru ve en çabuk öğrenme derdindeydi
.

1976 yılında başlayan bir hayatın kahramanıydı. 21 yaşında ilk girişimcilik deneyimini yaşamış, ardından MBA eğitim için San Francisco'ya gitmiş ve MBA'in bitimine altı ay kala her şeyi ardında bırakarak cebinde "yemek" fikriyle memlekete dönmüştü.
2001 yılında üç arkadaşı ile kurdukları Yemeksepeti'nin giderek büyüyen yol hikâyesine2015 yılında Almanya merkezli global online yemek sipariş platformu Delivery Hero tarafından 589 milyon dolar değerleme ile satın alınmasıyla yeni sayfalar ekleniyordu.
Kendisi bahsetmedi ama ben biliyorum ki ilginç bir hikâyesi var bu satışın: Aydın yönetiminin şimdiye kadar yapılmayanı yaparak satıştan elde edilen kârın 27 milyon dolarını 114 Yemeksepeti çalışanına bonus olarak paylaştırdığını biliyordunuz değil mi?
Nevzat Aydın bunu, “Ortada bir başarı varsa bunu hep beraber gerçekleştirdik ve başarı paylaşılınca kesinlikle daha güzel” sözleriyle yorumlar.

Aynı zamanda hemşehrimiz de olan Aydın Bursa'da yaşayan anne babasıyla birlikte gelmişti sempozyuma. 
Aynı şeyi düşündünüz siz de değil mi; "Bu hikâyeyi yaratan evlatlarıyla ne kadar gururlanıyorlardır kim bilir?"
****
Sempozyumun dört konuğu vardı. Merak etmeyin dördünü de anlatmayacağım. 
Konuklardan Hürriyet Gazetesi İcra Kurulu Üyesi Zeynep Tandoğan, Alibaba.com Türkiye Temsilcisi ve E-Glober Genel Müdürü Orkan Aytulun ve Akademisyen Yazar Yüce Zerey'den, Yüce Zerey'in hikâyesine götüreceğim sizi biraz.
Yüce Zerey'inki 'Bir Aşk Hikâyesi'ydi. Ama gerçek bir aşk hikâyesiydi...
Bizim oğlan marka ile bizim kız müşterinin sıra dışı aşk hikâyesiydi anlattığı. 
Olan şu; her şey tıkırında giderken öteki oğlan olan dijital dönüşümün mahalleye gelmesiyle karışan bizim kızın kafası, yeni gelenin anlattığı birbirinden cazip hikâyeler sebebiyle eski aşkı ile yeni hikâyeci arasında kalıyor.
Sonuç: Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap...

Lakin bizim oğlan esas kızdan vazgeçecek değil ya, ne yapsam ne etsem de kızın gönlünü tekrar çelsem diye durmaksızın kafa patlatıyor.
Pazarlamacı büyük ağabey mahallenin dayısı olarak tam da burada devreye giriyor. 
"Kızdaki değişimi iyi oku" diyor oğlana.
"Hatta arkadan gelen yeni neslin profili de iyi oku. Ki onlar daha atarlı, daha narsist, daha sabırsız, daha zamansız, daha doğrucu Davut, daha ayran gönüllü."
Sonra da kendini tanı diyor, sen kimsin, nesin, neyi hedefledin kendini iyi bir öğren.
"Hikâyene bak. O doğruysa ve sen de iyi anlatabiliyorsan, seni dinleyenler de bu hikâyeyi başkalarına kendi arzuları ile anlatabiliyorlarsa gerisi gelir. Bundan sonra sana kalan, senin hikâyeni anlatanların topluluğunu oluşturmak ve bu sarmalı tekrar ederek esas kızı yeniden tavlamak..."

Daha önce de kendisinden ve Serdar Kuzuloğu'ndan 'Pazarlama Yalanları'nı dinlemiştik.
Bu kez de anlattıkları hep hi
kâyeydi.
**** 
Sempozyumda Orkan Aytulun verilere dayalı konuşurken izleyiciler arasından verilerin hatalı olduğuna dair yükselen ses, ithalat ihracata dair parlak sözler edilirken gereken tamamen duygusal bağışı yapmadığı için gümrükte malları takılmış bir gençten konuşmacılara yükselen ses, yükselen bu seslere karşı sempozyumun kolaylaştırıcılığını yapan Tolga Yücel'in esprili yaklaşımları, salonun adeta hınca hınç dolu olması, iki bölüm halinde gerçekleşen sempozyumun ikinci bölümüne Şan Resitali ile geçiş yapılması, hepsi başlı başına bir hikâyeydi.

Yoksa, yoksa bunların hepsi bir hikâye miydi?

13 Aralık 2016 Salı

Medet ya Canan!

Tamam paylaşalım paylaşalım da; 
Ben daha önceden tanımadığım, sadece sosyal medyadan arkadaş olup pek çok fotoğrafını gördüğüm insanla bile gerçek hayatta burun buruna gelince kendisini tanıyamayabiliyorum, kaldı ki küçük bir vesikalıktaki bu suratları aklımda tutacağım, oradan da canlı bombaları tanıyacağım...
Hem niye ben tanıyacağım? 
Niye ben sokaklarda acaba bu canlı bomba mı diye insanların yüzüne dik dik bakacağım? 
Profesyonel eğitim almış polisler bile şüpheli bir şahsı etkisiz hale getirecekleri yerde, hatta canlı bomba olduğunu bile bile adamın üzerine gitmediler mi? Adam da kendisiyle birlikte hepsinin canını almadı mı?
Profesyonel bunu yaparsa ben ne yapayım? 
Benden niye medet umuyorsun?
Ha, görürsem kendime saklamam söylerim.
Hatta gidip üzerine pimini kendi ellerimle çekerim. 
Hem şehit de olmuş olurum bir güzel...
Size de iş bırakmam ne güzel...

11 Aralık 2016 Pazar

Bu sefer de sıyırdık!

Sosyal medya hesapları 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü'ne özel yaldızlı sözlerle bezenirken patlayıverdi bomba. 
* İnsan hakları mı demiştiniz?
Maçtan çıkanlar, yoldan geçenler, çevik kuvvet ekipleri. Darmadağın, paramparça, alev alev yanan insanlık...

11 Aralık girer girmez kandil mübareklemeleriyle bezendi sosyal medya. Telefonlara kandil kutlama mesajları düştü.
* Mevlit kandili mi demiştiniz?
Ölenlere rahmet, yaralananlara şifa, kalanlara sabır. Amin...

Demek ki neymiş, ne insan hakları, ne din iman, ne merhamet, ne vicdan...
Peki ya neymiş?
Her şey dizimizi kırıp bizi dünya karşısında hizaya getirmek için miymiş?
Yoksa dizimizi kırıp bizi başkanlık karşısında hizaya getirmek için mi?
* Kırılan benim dizim olduktan sonra...

Mesele dizleri kıra kıra Türkiye'yi Osmanlı'nın eski hasta günlerine döndürmekse, ramak kaldı...
Mesele gündem değiştirmekse, tebrikler, unuttuk gitti hepsini.
Yok mesele zirveye tırmanmak ve 'yaratılmış bir cenneti' yaşamak ise, bu kanlı cesetlerin, bu yaslı yüreklerin üzerine basa basa yürünen yolların çıktığı cennet insana cehennemi yaşatır, bilmiyor musunuz?
Bilmiyorsunuz.
Bilmediğiniz gibi tarihten ibret de almıyorsunuz.
* Sultan Süleyman'a kalmadı dünya, hiçbir kitap yazmaz...

Amaç her ne ise amaca hizmet eden yol kanlı.
Bak çelik gibi dediğimiz çevik kuvvet ekipleri yandı gitti ateş topunun içinde. 
Bir fotoğraf karesinde gördüm; analarının babalarının kuzusu aslan gibi gençler sarılmışlar birbirlerine, arkadaşlarının ardından gözyaşı döküyorlar. Ölenler öldü, ya yaralılar? 
* Çevik kuvvet yan gelip yatma yeri değildi ama, değil mi?

Bak 19 yaşında bir tıp öğrencisi araç içinde 'tesadüfen' yandı o ateşte.
Ankara'dan İstanbul'a gezmeye gelmiş Berkay Akbaş. Tek suçu, 'lokasyon'!
* Ecel mi, kader mi, kadere hükmetmeye çalışan eller mi?
****
Patlamayı duyar duymaz İstanbul'da yaşayan çoluk çocuk, hısım akraba hepsini aradık bir bir. 
Sonuç: "Bu sefer de sıyırdık!"
Ya bir dahaki sefere? 
Ya sıyıramayıp yakalananlar?
Hangisine sevinelim, hangisine üzülelim?
Bu ahval ve şerait içinde en çok da bencil sevincimizden utanalım...


Böyle mi yaşayacağız artık?
Korka korka, tepki versek coplana coplana...
Unuta unuta, haplanmış gibi, uyuşmuş gibi, kötünün iyisine razı olmuş gibi... 
Alt kattakiler pişe pişe, üst kattakiler dona dona...
Ya yöneticimiz?
Yöneticimiz uyuyor mu?

Yöneticimiz uyuyor mu?

Sosyal medya hesapları 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü'ne özel yaldızlı sözlerle bezenirken patlayıverdi bomba. 
* İnsan hakları mı demiştiniz?
Maçtan çıkanlar, yoldan geçenler, çevik kuvvet ekipleri. Darmadağın, paramparça, alev alev yanan insanlık...

11 Aralık girer girmez kandil mübareklemeleriyle bezendi sosyal medya. Telefonlara kandil kutlama mesajları düştü.
* Mevlit kandili mi demiştiniz?
Ölenlere rahmet, yaralananlara şifa, kalanlara sabır. Amin...

Demek ki neymiş, ne insan hakları, ne din iman, ne merhamet, ne vicdan...
Peki ya neymiş?
Her şey dizimizi kırıp bizi dünya karşısında hizaya getirmek için miymiş?
Yoksa dizimizi kırıp bizi başkanlık karşısında hizaya getirmek için mi?
* Kırılan benim dizim olduktan sonra...

Mesele dizleri kıra kıra Türkiye'yi Osmanlı'nın eski hasta günlerine döndürmekse, ramak kaldı...
Mesele gündem değiştirmekse, tebrikler, unuttuk gitti hepsini.
Yok mesele zirveye tırmanmak ve 'yaratılmış bir cenneti' yaşamak ise, bu kanlı cesetlerin, bu yaslı yüreklerin üzerine basa basa yürünen yolların çıktığı cennet insana cehennemi yaşatır, bilmiyor musunuz?
Bilmiyorsunuz.
Bilmediğiniz gibi tarihten ibret de almıyorsunuz.
* Sultan Süleyman'a kalmadı dünya, hiçbir kitap yazmaz...

Amaç her ne ise amaca hizmet eden yol kanlı.
Bak çelik gibi dediğimiz çevik kuvvet ekipleri yandı gitti ateş topunun içinde. 
Bir fotoğraf karesinde gördüm; analarının babalarının kuzusu aslan gibi gençler sarılmışlar birbirlerine, arkadaşlarının ardından gözyaşı döküyorlar. Ölenler öldü, ya yaralılar? 
* Çevik kuvvet yan gelip yatma yeri değildi ama, değil mi?

Bak 19 yaşında bir tıp öğrencisi araç içinde 'tesadüfen' yandı o ateşte.
Ankara'dan İstanbul'a gezmeye gelmiş Berkay Akbaş. Tek suçu, 'lokasyon'!
* Ecel mi, kader mi, kadere hükmetmeye çalışan eller mi?
****
Patlamayı duyar duymaz İstanbul'da yaşayan çoluk çocuk, hısım akraba hepsini aradık bir bir. 
Sonuç: "Bu sefer de sıyırdık!"
Ya bir dahaki sefere? 
Ya sıyıramayıp yakalananlar?
Hangisine sevinelim, hangisine üzülelim?
Bu ahval ve şerait içinde en çok da bencil sevincimizden yerin dibine girelim...


Böyle mi yaşayacağız artık?
Korka korka, tepki versen coplana coplana...
Unuta unuta, haplanmış gibi, uyuşmuş gibi, kötünün iyisine razı olmuş gibi... 
Alt kattakiler pişe pişe, üst kattakiler dona dona...
Ya yöneticimiz?
Yöneticimiz uyuyor mu?

Kapak fotoğrafı Püff Mizah'tan alıntıdır.

9 Aralık 2016 Cuma

Ben erkek olsaydım

En acımasız, en ahlâksız, en vahşi vak'aların öznesinin neredeyse tümünün erkekler olduğu bir memlekette kadın doğmuş olmaktan yaşadığım ürkekliğim, 'neyse ki' erkek doğmamış olmakla teselli buluyor.

Olmamış bir şeyin üzerinden konuşarak 'erkek doğmuş olsaydım bu güruha ait olmazdım' demek ne kadar doğru olur bilmem, ama bu güruha ait olmayan erkeklerin yerinde olmak istemezdim doğrusu.

Beni erkek doğmadığıma 'neyse ki' dedirten; erkeklerin hayatları boyunca sevdiklerini hemcinslerinden korumaya çalışmaları, her tecavüzde, her şiddette, her cinayette 'erkekler' diye başlayan genellemelere karşı boyunları bükük durmak zorunda kalmaları ve hep 'kurunun yanında yanan yaş' olmaları.
****
Düşünün bir, nasıldır acaba tenha bir sokakta tek başına yürüyen bir kadınla karşılaştığında kadının kendisinden için için korktuğunu bilen bir erkek olmak.
Nasıldır o kadının yolunu değiştirmesine ya da oradan koşar adım uzaklaşmasına şahit olan bir erkek olmak.
Ya da toplu taşımanın sıkışıklığında bir kadına istemsizce dokunduğunda kadının kendisine tacizci gözüyle baktığını hisseden bir erkek olmak.
Minik bir çocuğun başını şefkatle okşarken çevredekiler tarafından pedofilik bulunabileceğini düşünen bir erkek olmak.
İnsani duygularla yardım etmek istediği bir kadın tarafından fırsatçılıkla suçlanabileceği ihtimalini düşünen bir erkek olmak.
Kısacası sürekli 'ben dostum' mesajı vermek zorunda kalan bir erkek olmak.
Zor değil mi?
Çok zor hem de...

Ne yapabiliriz ama; en efendi görünenlerinin içinde bile "Dr. Jekyll - Mr. Hyde" filminin dönüp dönmediğini bilemeyince insanın içinde tüm erkek taifesine karşı bir korku gelişiyor elbet.
Kavun değil ki...
Biz de haliyle hep kadınlar tarafından bakıyoruz bu vahşi saldırılara. 
Hep de kendinden zayıf gördüğü her canlıya saldıran 'az gelişmiş' erkek cinsini kınıyoruz.
Peki ya haksız mıyız?
Değiliz elbet.
Lakin bir de 'adam gibi adam' erkeklerimiz var ki, onların hakkının yenmesine kıyamayız...
****
Başlığa dönelim tekrar;
Ben erkek olsaydım, ülkesinin kadınlarına bu derece bağnazlıkla saldıran hemcinslerim adına çok ama çok utanırdım.

Eminim ki bizi yöneten erkekler de utanıyorlardır bu durumlardan.
Utanmakla kalmayıp o insanların kadına bakışını değiştirmek adına ellerinde tuttukları devletin tüm gücünü kullanarak çalışmalar yapıyorlardır.
Bu çalışmalar ile kadınına değer veren toplumlar ile kadınını aşağılayan toplumların karşılaştırmalarını insanların önüne sunuyorlardır.
Bu çalışmaları radyo televizyon yayınları ile olsun, cuma hutbeleri ile olsun, okul müfredatları ile olsun, kısacası tüm iletişim kanalları ile destekliyorlardır.
Kızlı erkekli dolaşanlara laf etmeyip, hamile bir kadının sokakta dolaşmasını yasaklamıyorlardır.
Kadını sosyal hayattan kaldırıp, erkeği 'görmemiş' bırakmıyorlardır.
İşlenen tüm suçların müsebbibi olarak kadının giyimine kuşamına, haline tavrına bahane bulmuyorlardır.

Biliyorlardır ki kadın olsun erkek olsun dünyaya gelen her insanın en temel hakkı onurluca ve insanca yaşama hakkıdır.
Biliyorlardır, değil mi?
Hey; niye sustunuz öyle birdenbire?

Kadına Şiddet ve Kadın Cinayetleri Yazılarım

Nerde kalmıştık? / 4 Ocak 2011
Öyle bir ceza ki! / 1 Şubat 2011
Diğerleri’nin meraklıları / 8 Şubat 2011
Aşkım için yaptım Hakim Bey! / 18 Şubat 2011
Bugün kutlayacaksınız, ya yarın? / 8 Mart 2011
Meclis’te Kadın Olmak / 19 Nisan 2011
At — Avrat — Silah / 27 Mayıs 2011
Katil Kadınlar / 28 Haziran 2011
Şafak’ın Eteği / 5 Temmuz 2011
8 bin 372 / 12 Temmuz 2011
Taammüden / 26 Temmuz 2011
Gitmek mi zor, kalmak mı? / 6 Eylül 2011
İsyan bu, haykırış… / 16 Eylül 2011
O kadın bir kez de o manşette öldürüldü / 11 Ekim 2011
Suçlu, ayağa kalk! / 3 Kasım 2011
Tecavüzcüden koca olur mu? / 4 Kasım 2011
Son karar: Kendi rızası ile! / 18 Kasım 2011
Aklından bile geçirme! / 29 Aralık 2011
Hırsızın hiç mi suçu yok! / 2 Şubat 2012
Şiddete şiddetle karşıyım! / 18 Şubat 2012
Benden artık bu kadar… / 3 Mart 2012
Siz hiç dayak yediniz mi? / 24 Mayıs 2012
Şeytan da bir Melek ise… / 15 Haziran 2012
Tabancamın sapinu gülle donatacağum / 3 Aralık 2012
Toplumsal Cinsiyet Bilinci / 8 Aralık 2012
Onlar, toplu tecavüzcüler / 15 Aralık 2012
Anlayan anladı Bakan Bey, anlayan anladı! / 15 Nisan 2013
Kan Kırmızı, Ruj Beyaz / 30 Nisan 2013
Eline, beline, en çok da diline… / 13 Temmuz 2013
Göbek değil, bebek bebek! / 25 Temmuz 2013
4 parmakla değil, 5 parmakla STOP! / 22 Ağustos 2013
Kanla yıkanınca temizlenen namusumuz var bizim / 15 Eylül 2013
Ajda’yı sahneden kovan paralı adam… / 16 Eylül 2013
Anne 9 günlük tatilde, 2 aylık bebek evde! / 21 Ekim 2013
Şeytan bu işin neresinde? / 5 Kasım 2013
Allah da sizi güldürsün e mi! / 23 Ocak 2014
Bu kadar günahın vebali öte tarafta mı ödenecek? / 7 Mart 2014
Bu kez neyi kutluyoruz? / 8 Mart 2014
Kıyım kıyım kıyıyorlar hiç acımadan / 18 Nisan 2014
Anlaman için her gün sana ‘çüş’ mü dememiz gerek? / 23 Nisan 2014
Dişe diş, kana kan, hattâ idamsa idam! / 2 Mayıs 2014
Bırakınız gülelim, bırakınız sevelim / 1 Ağustos 2014
Susturamadığından korkar insan / 23 Ağustos 2014
Sen kimsin be adam! / 22 Eylül 2014
Duvağın altındasın, SOBE! / 14 Ekim 2014
Gelenekler binlerce olsa da gerçek tektir! / 15 Ekim 2014
Dünya’nın derdi ‘KADIN’ olmuş / 26 Kasım 2014
Her şeyin müsebbibi kadın! / 10 Aralık 2014
O kadınlar hep Anan, Bacın, Avradın! / 7 Ocak 2015
Bir 14 Şubat’a daha ulaştık sürünerek / 14 Şubat 2015
Soysuzun soyu kurusun, çoğalmasın / 15 Şubat 2015,
Artık utanan taraf kadın olmayacak! / 16 Şubat 2015
Kadın Doğdum Ben / 10 Mart 2015
Savaşın öteki yüzü… / 11 Mart 2015
Biz mi gidelim, siz mi gidersiniz? / 7 Mayıs 2015
‘Topuklularımı hiç çıkartmadım’ / 15 Mayıs 2015
Hoşgörüsüzleri hoş görmüyorum / 29 Mayıs 2015
"Oraya geri dönemem!" / 3 Haziran 2015
Bir insan olarak sus! / 1 Ağustos 2015
Sizin olsun bu dünya / 7 Kasım 2015
Bitmeyen savaş yapmışlar / 13 Aralık 2015
Çocuklar İYİYMİŞ! / 26 Aralık 2015
Hodri Meydan / 4 Ocak 2016
Namussuz! / 26 Ocak 2016
Beleşçisin arkadaş! / 29 Ocak 2016
Bu kadar günahın vebali kimin boynunadır? / 30 Ocak 2016
Benimle Dans Eder Misin? / 1 Şubat 2016
Kadın yiyen canavar / 24 Şubat 2016
Katil oldum ben… / 10 Mart 2016
“İffetli kadın olmak istemiyoruz!” / 16 Mart 2016
Zevk alıyor muyuz? / 31 Mart 2016
Çocuk sayını söyle bana porsiyonunu söyleyeyim sana / 6 Haziran 2016
Neye güldün arkadaş? / 28 Ekim 2016
Hesapta biz de varız! / 5 Aralık 2016
Ben erkek olsaydım / 9 Aralık 2016
Buz yanığı yürekler / 30 Aralık 2016
Eşitlik Berekettir / 7 Mart 2017
Seçmece bunlar! / 22 Eylül 2017
Bir kızım olsaydı eğer / 11 Ekim 2017
Ne nikâh bağlar bizi, ne mahkeme ayırır / 18 Ekim 2017
Yazık, çok yazık… / 15 Aralık 2017
Şeytan üflemekle kalmamış / 26 Aralık 2017
İzin verme, BEKLET! / 4 Ocak 2018
Fırsatçı yağmacılar / 9 Ocak 2018
Cennet-i âlâ / 18 Ocak 2018
Son Perde inmeden / 29 Ocak 2018
Tüyden Elbiseli Kadınlar / 25 Şubat 2018
Koş koş, asansörcü ağabeyi getir! / 28 Şubat 2018
Umutsuz değil, Umut Dolu Kadınlar / 6 Mart 2018
10 güncelleme onay gerektiriyor / 11 Mart 2018
Kadının Peşinde Şiir / 16 Mart 2018
Sahnedeyiz, İnmeyiz / 27 Mart 2018
Büyük Gözler Bizi İzler / 22 Ağustos 2018 
Kaç Çocuk Yedin? 2 Temmuz 2018
Kadın, Şiddet, Medya ve dahası / 30 Ekim 2018
Çocukları kanatmayın / 20 Kasım 2018
Perperişan! / 4 Ocak 2019
Kadınlar Burada, Erkekler Nerede? / 3 Mart 2019
Türk Kadınının Savaşı Başka / 19 Mart 2019
Yasalarımız Var, Evet! / 25 Mart 2019
Kırmızı Başlıklı Kız da Değişti / 25 Haziran 2019
Sistem Hata Veriyor / 2 Temmuz 2019
Tekdîri geçelim, tokmağa gelelim! / 23 Ağustos 2019
Ben Kendimi Anlayamıyorum! / 5 Aralık 2019
Yapabilirim, Yapabilirsin, Yapabiliriz / 12 Aralık 2019
Kapı / 20 Aralık 2019
Şiirin Peşinde Kadın / 9 Mart 2020
Cinsiyetçi Dilden Yılanlar! / 15 Haziran 2020
Trafikte Kadın Olmak / 14 Ağustos 2020
Madalyonun Üç Yüzü / 23 Kasım 2020
Kadının Adı Mezar Taşında / 30 Aralık 2020
Katil Kadınlar / 9 Ocak 2021
Baldan Tatlı Zehirli Öfke! / 7 Mart 2021
Kraliçe olmak mı, ASLA! / 11 Mart 2021