14 Aralık 2016 Çarşamba

Bunların hepsi hikâye


"Akşama ne yemek yapayım Bey?" diye soran evin kadınına verilen cevap "Sen bilirsin Hanım" olurdu çoğunlukla. Evin hanımı sofraya ne koyarsa ev halkı tarafından nazlanmadan yenilir yutulurdu. 
Beğenmediği yemeği zorla yemekten gına gelmiş çocuklar evlenince kendilerine aynı soruyu soran evin hanımlarına yine babalarının verdiği cevabı verdiler, lakin beğenmedikleri yemeği sofrada görünce sofradan biraz uzağa yan çizdiler.
Babayı gören çocuk ne yapmaz, o da sofraya bir naz, annede ise bol niyaz
Onu yemem, bunu beğenmem, ben aslında tokum (ki brokoli gibi yemekler bu yüzden çok doyurucu olarak bilinir), sen bana bir tost yapıver, şuradan iki lahmacun söyleyiverelim, yanına bir de ayran çalkala, yok yok, onu da isteriz lahmacuncudan, boşu boşuna hiç uğraşma.
Evin hanımı bütün gününü verdiği ve beğenilmeyen yemekleriyle birkaç sofrayı baş başa geçirince o da mutfakla ilişkisine bir mesafe koydu sonunda.
Nerede zamanın annesine "Eline sağlık" diyen ev halkı, nerede zamane tayfası...
Anne modeli değişince ve kadın da iş hayatının içine girince yeni model çalışan kadın zaten zaman bulup da annesinin yaptığı o cânım yemekleri de yapamaz oldu zaten.
Ne yapsın kadın, kaç parçaya bölünsün?


Böyle böyle değişen hayatımız ile birlikte 80'li yıllarda yabancı dizilerde gördüğümüz eve yemek sipariş etme alışkanlığına 2000'li yıllarda biz de alışıverdik.
Artık bizim de ayağımıza kadar gelen yemeklerimiz vardı. 
Hele bir de internet yaygınlaştıkça, hele bir de akıllı telefonlar çıkıp da kıyıda köşede ne varsa her ürünün bir uygulaması yazılınca, bundan en büyük nasibi alanlardan biri de yeme-içme sektörü oldu.

Şimdi size bir soru:
Dışarıdan yemek söylemek gerekince aklınıza ilk olarak ne yapmak geliyor?
Yaş baş durumuyla değişen bir yemek talebi var bu konuda değil mi?

Gençler doğrudan internetten, yaşı biraz daha kemâle ermiş olanlar telefon ile, biraz daha büyükler ise mekâna bizzat giderek ısmarlıyorlar yemeklerini.
Büyükler haklı; yüz yüze oturup, masaya tabağa çanağa dokunarak, pişen yemeği koklayarak, ânı yaşayarak yenilen yemeğin yerini hiçbir şey tutmaz ama, zaman yok zaman...
Bizim yemek ile gelişen hikâyemiz böyle işte.

İnternetten nasıl yemek aradığımıza bakalım şimdi de. Malum, bu konuda ilk akla gelen site yemeksepeti.com...
Nasıl olmasın ki, içinde yok yok.
Benim derdim; insanın aklına böyle bir site yapmak nereden gelir, daha doğrusu insan böyle bir eksiği nasıl fark edebilir?
Girişimci ruhu varsa eder işte. Ya da fark edebilme yeteneği olduğu için girişimci olur insan.

Şimdi size bu girişimcinin kim olduğunu söyleyeceğim.

Yemeksepeti'nin kurucusu Nevzat Aydın idi bu isim. 
Aydın, Bursa Sanayicileri ve İşadamları Derneği (BUSİAD) Yenilikçilik ve Yaratıcılık Uzmanlık Grubu ile Uludağ Üniversitesi'nin işbirliğinde gerçekleştirilen "İnovasyon ve Pazarlama" konulu 'Bursa 7. Yenilikçilik ve Yaratıcılık Sempozyumu' için Bursa'ya gelmişti.
Moderatör Yrd. Doç. Dr. İbrahim Öztahtalı  kendisini konuklara takdim ederken takdimin sonunun gelmeyeceğini düşündüm bir an. Bu nasıl bir CV idi?
Hemen twitter'da aradım kendisini. Zagor Tenay çıktı karşıma.
Anlaşılan o ki, işinde tutkulu olduğu kadar, hayatında eğlenceliydi. Bir yandan da öğrenmesi gerekenleri en doğru ve en çabuk öğrenme derdindeydi
.

1976 yılında başlayan bir hayatın kahramanıydı. 21 yaşında ilk girişimcilik deneyimini yaşamış, ardından MBA eğitim için San Francisco'ya gitmiş ve MBA'in bitimine altı ay kala her şeyi ardında bırakarak cebinde "yemek" fikriyle memlekete dönmüştü.
2001 yılında üç arkadaşı ile kurdukları Yemeksepeti'nin giderek büyüyen yol hikâyesine2015 yılında Almanya merkezli global online yemek sipariş platformu Delivery Hero tarafından 589 milyon dolar değerleme ile satın alınmasıyla yeni sayfalar ekleniyordu.
Kendisi bahsetmedi ama ben biliyorum ki ilginç bir hikâyesi var bu satışın: Aydın yönetiminin şimdiye kadar yapılmayanı yaparak satıştan elde edilen kârın 27 milyon dolarını 114 Yemeksepeti çalışanına bonus olarak paylaştırdığını biliyordunuz değil mi?
Nevzat Aydın bunu, “Ortada bir başarı varsa bunu hep beraber gerçekleştirdik ve başarı paylaşılınca kesinlikle daha güzel” sözleriyle yorumlar.

Aynı zamanda hemşehrimiz de olan Aydın Bursa'da yaşayan anne babasıyla birlikte gelmişti sempozyuma. 
Aynı şeyi düşündünüz siz de değil mi; "Bu hikâyeyi yaratan evlatlarıyla ne kadar gururlanıyorlardır kim bilir?"
****
Sempozyumun dört konuğu vardı. Merak etmeyin dördünü de anlatmayacağım. 
Konuklardan Hürriyet Gazetesi İcra Kurulu Üyesi Zeynep Tandoğan, Alibaba.com Türkiye Temsilcisi ve E-Glober Genel Müdürü Orkan Aytulun ve Akademisyen Yazar Yüce Zerey'den, Yüce Zerey'in hikâyesine götüreceğim sizi biraz.
Yüce Zerey'inki 'Bir Aşk Hikâyesi'ydi. Ama gerçek bir aşk hikâyesiydi...
Bizim oğlan marka ile bizim kız müşterinin sıra dışı aşk hikâyesiydi anlattığı. 
Olan şu; her şey tıkırında giderken öteki oğlan olan dijital dönüşümün mahalleye gelmesiyle karışan bizim kızın kafası, yeni gelenin anlattığı birbirinden cazip hikâyeler sebebiyle eski aşkı ile yeni hikâyeci arasında kalıyor.
Sonuç: Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap...

Lakin bizim oğlan esas kızdan vazgeçecek değil ya, ne yapsam ne etsem de kızın gönlünü tekrar çelsem diye durmaksızın kafa patlatıyor.
Pazarlamacı büyük ağabey mahallenin dayısı olarak tam da burada devreye giriyor. 
"Kızdaki değişimi iyi oku" diyor oğlana.
"Hatta arkadan gelen yeni neslin profili de iyi oku. Ki onlar daha atarlı, daha narsist, daha sabırsız, daha zamansız, daha doğrucu Davut, daha ayran gönüllü."
Sonra da kendini tanı diyor, sen kimsin, nesin, neyi hedefledin kendini iyi bir öğren.
"Hikâyene bak. O doğruysa ve sen de iyi anlatabiliyorsan, seni dinleyenler de bu hikâyeyi başkalarına kendi arzuları ile anlatabiliyorlarsa gerisi gelir. Bundan sonra sana kalan, senin hikâyeni anlatanların topluluğunu oluşturmak ve bu sarmalı tekrar ederek esas kızı yeniden tavlamak..."

Daha önce de kendisinden ve Serdar Kuzuloğu'ndan 'Pazarlama Yalanları'nı dinlemiştik.
Bu kez de anlattıkları hep hi
kâyeydi.
**** 
Sempozyumda Orkan Aytulun verilere dayalı konuşurken izleyiciler arasından verilerin hatalı olduğuna dair yükselen ses, ithalat ihracata dair parlak sözler edilirken gereken tamamen duygusal bağışı yapmadığı için gümrükte malları takılmış bir gençten konuşmacılara yükselen ses, yükselen bu seslere karşı sempozyumun kolaylaştırıcılığını yapan Tolga Yücel'in esprili yaklaşımları, salonun adeta hınca hınç dolu olması, iki bölüm halinde gerçekleşen sempozyumun ikinci bölümüne Şan Resitali ile geçiş yapılması, hepsi başlı başına bir hikâyeydi.

Yoksa, yoksa bunların hepsi bir hikâye miydi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder