30 Eylül 2012 Pazar

Hayvandan korkma, hayvan sevmeyen insandan kork!

Evinizi kedi-köpek gibi evcil hayvanlarla paylaşmasını sevenlerden misiniz?
Yoksa hayvanlardan zerre kadar hazzetmeyenlerden mi?
Pek çoğumuz hayvan severiz aslında.
Mesela besin zincirimizdeki hayvanları hayvanseverlik konusuna girmeye gerek duymadan afiyetle miğdelerimize indiririz. Kaburga dolması, tandır, piliç çevirme, ciğer tava, köfte, bilumum sakatat, envai çeşit kebaplar ve tabii ki derya kuzusu balıklar daha adlarını anarken ağzımızı sulandırır.
Aman pirzola kuzu olsun derken, o kalem pirzolalar için minicik kuzuların boğazlandığı aklımıza gelmez. Tavuklar sanki bir fabrikada yolunmuş halde üretilmişlerdir. Balık tezgâhında sıra sıra yatan balıkların taze olup olmadığını anlamak için ölü gözlerinin ferine dikkatle bakarız.
Genelde tüketilmek üzre üretilen bu hayvanları marketlerin et reyonlarında paketlenmiş halde gördüğümüzden olsa gerek, capcanlı hallerini hiç düşünmeyiz.
Lâkin konu zinhar yemediğimiz kedi-köpek tayfasının katledilmesine gelince orada dururuz.
İnsana bu kadar yakın ve duyarlı olan bu hayvanlara her türlü işkenceyi yapmak, canlı canlı çöp arabalarına atmak, zehirli iğnelerle ya da yiyeceklerle acılar içinde can vermelerini sağlamak hangi anlayışın ürünüdür deriz.
Onları sokaklardan toplayıp barınaklara tıkmakla ya da mezralara atıp açlık ve susuzluktan birbirlerini yemelerini beklemekle olmamış ki, şimdi de çoğalmalarına engel olamadıkları bu hayvanları toptan yok etmek istiyorlar.
Tam temizlik yani..!
Gaz odalarına mı atacaklar acaba? Fırınlarda mı yakacaklar yoksa? Belki sabun da yaparlar çıkan yağlarından. Belki de çöp öğütme makinelerine atıp ezip yok ederler. Ya da belki asit kuyularında eritirler.
İşte hayvanseverlik denilen kavram burada ortaya çıkıyor.
İnsana zararı olmayan hayvanlara zarar verilmesini engellemek ve onların hayatlarını kolaylaştırmak hayvanseverliğin özüdür.
Mahalleli evine almasa da o mahallenin ferdi olan hayvanlar vardır hani. Ki o hayvan, o sokakları ve o insanları o kadar benimsemiştir ki artık orası onun evidir.
Beslenmek dışında bir talepleri olmayan, zararsız hayvanlardır onlar.
İnsanlarla yaşamaya alışmışlardır. Hisleri ve bağlılıkları güçlüdür. Elinizi uzatıp başlarını, hele hele de boyunlarını okşadığınız anda nasıl uysallaştıklarını görürsünüz.
Sokakta yaşıyor diye bir canlıya başıboş demek ve ona her türlü melaneti reva görmek hiçbir canlıdan zerre kadar hazzetmeyenlerin işidir.
Onlarlardan ürken insanların onlara olan yaklaşımları ise trajikomiktir.
Hayvancık henüz ne olduğunu dahi anlamamışken çığlıklar atarak kendisinden kaçan kişiye ne yaptım ki ben şimdi dercesine şaşkınlıkla bakakalır.
Hayvandan korkan bilmez ki bir hayvan kendisini tehlikede hissetmediği sürece kolay kolay kimseye saldırmaz.
Ve en büyük tehlike de içinde can sevgisi taşımayan insandır.
Doğanın dengesini bozup ayarını kaçıran da işte yine o insandır.
Şimdi bu durumda kim kimden korkmalıdır?
İnsan mı hayvandan, yoksa hayvan mı insandan?
Ben’ce siz yurt dışından marka hayvanlar ithal edip sokaktakileri katledeceğinize, sokakta doğmuş hayvanları sahiplenmeyi özendirin.
Onlara yuva bulun.
Aç susuz kalmasınlar. Soğuktan donmasınlar.
Unutmayın ki insanlık; öldürmekle değil yaşatmakla ölçülür…

Siz de hayvan sevenlerden misiniz? / 14 Ekim 2010
Hayvan kes(eme)me bayramı! / 30 Eylül 2014
Hayvana zulmeden zalimdir / 25 Şubat 2016
Harambe'ı neden vurdunuz? / 8 Haziran 2016
Kuyudan ders çıktı / 15 Şubat 2017
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018
Kokuşizm! / 21 Aralık 2018 
Tavşan Kaç! / 13 Ağustos 2019
Aman avcı, vurma beni! / 5 Şubat 2019
Siz Niye Oturuyorsunuz? / 27 Ekim 2019
Had Safhada Vahşet Dönemi / 25 Kasım 2022

27 Eylül 2012 Perşembe

Muhalif doğanlar

Başlığa bakıp da siyasî muhalefetten söz edeceğimi zannetmeyin hemen.
Ben, oturdukları yerden her şeye karşı olmayı kendilerine yaşam tarzı edinmiş  kişilerden bahsetmek istiyorum önce.
Bu tarz insanlarla iletişim halinde iseniz, hele de bu kişi en yakınınızdaki insanlardan biri ise işiniz var demektir. Siz onu memnun etmek için elinizden geleni ardınıza koymazken ve kişinin kendisi hiçbir işe elini sürmezken; o, sizin kan ter içinde kalarak yaptığınız her şeye dudak bükecek, kusur bulacak, beğenmeyecek hatta ve hatta her fırsatta diliyle sizi dövecektir.
En basitinden yemek yemek için gittiğiniz bir mekândaki yer seçimini üstlenmeyerek seçimi size bırakacak, ondan sonra da seçtiğiniz yer hakkında olmadık lâflar söyleyecektir. Onu memnun etmek adına ettiğiniz yer değiştirme teklifinizi reddedecek, yemek boyunca lokmaları kursağınıza dizerek size o yemeği zehir edecektir.
Herhangi bir alışveriş esnasında kararı yine kendisi vermeyecek, kararı verenin kararını da asla beğenmeyecektir. Gözü her daim sahip olmadıklarında kalacak fakat onlara sahip olmak için bir hamlede bulunmayacak, sahip olamadığı her şey için sürekli sızlanacak, sürekli bahaneler üreterek suçu kendisinden başka herkese dağıtacaktır.
Kendi kararlarına güvenmeyerek kendi kararlarının sorumluluğunu taşımak istemeyen insan davranışları hep bunlar. Nedenleri kendilerinde aramak yerine başkalarını suçlamanın daha kolay olduğunu keşfetmiş zeytinyağı misali insan tavırları.
Üstelik kendileri bu kadar mutsuzken çevrelerindeki insanların mutluluğuna tahammül edemeyen, onları da kendi mutsuzluklarına ortak etmek için ellerinden geleni ardlarına koymayan insan yaklaşımları.
Hani bazı insanların gölgesi ağır deriz ya, işte bu insanların da gölgeleri ağırdır. Negatif enerjileri dalga dalga dalgalanmakta ve bu enerjileri çevrelerindeki kişileri mütemadiyen yormaktadır.
Ki genelde biz onları huysuz olarak nitelendiririz.
Kanımca anne karnına düştükleri anda sahip oldukları bu huyları onları ömürleri boyunca mutsuz kılmakta...
****
Diğer anlamdaki muhalif insanlar ise yanlış giden her ne varsa bunları görüp gösteren, yazılı ya da sözlü dillendiren ve çözüm sunan kişilerdir. Muhalif insanlar farklı düşünce yapılarıyla insanlara farklı bakış açıları sunarlar. Herkesin körü körüne itaat ettiği olguları sorgular, irdelerler. Bu aykırılıkları ile de toplumların önünü açarlar.
Muhaliflerin sesine kulak veren iktidarlar, iktidarlarını daha sağlama alırlar. Yanlış giden işleri işaret eden parmakları kesen iktidarlar ise en büyük yanlışı muhalifleri susturarak yaparlar. Susturulacak kişilerin çokluğu da iktidarın gücünün gittikçe tükenmeye başladığının ve konuşanları susturmaktan başka çözüm bulamadığının göstergesidir; de, nereye kadar?

Ben’ce akıllı bir kişi ya da kurum uyarıları dikkate alıp, kendisini geliştirerek hayatını daha yaşanabilir kılarken, 'dediğim dedik çaldığım düdük' fikrine sabit kalan bir kişi ya da kurum hayatını gerçek bir düdük gibi geçirecektir…

21 Eylül 2012 Cuma

Ultra Konforlu Cephe


Ülkemizin içinde bulunduğu kaos, sosyal paylaşım sitelerinde kendisine alternatif bir cephe yarattı.
Siyasî görüşten tutun da, dinî ve ahlakî her görüşü destekleyen ve her görüşe karşı olan binlerce insan bu cephede göğüs göğüse çarpışıyor.
Karşıt görüştekilerin birbirlerine açtıkları savaş zaman zaman "Süngü tak!"a kadar gelip dayanıyor.
Silahı bilgisayar, mermisi de kelimeler olan bu savaşlarda en zehirli cümleler mitralyöz misali takır takır saydırılıp duruyor.
Bu arada 'bulgur dövücünün hınk deyicileri' de boş durmuyor tabii ki. Onlar da yangına körükle giderek ateşi daha da harlatıyor.
Bu savaşın sonu bazen savcılıkta bitiyor, bazen de unutulup gidiyor. Kötü olansa tarafların birbirlerini ifşa ederek açık hedef haline getirmeleri.
Bu memlekette işaret edilen hedefe kitlenerek katliam yapabilecek kişiler varken bu kadar tehlikeli oyunlara girmemek lâzım belki de...

Görüldüğü üzre Atamızın "Hatt-ı müdafaa yoktur, Sath-ı müdafaa vardır." sözündeki satıh artık sanal alemi de kapsar olmuş. Oturduğu yerden rahat rahat savaşmak isteyenler için son derece konforlu bir cephe açılmış...
Savaş esnasında telsizle  haberleşmenin en büyük nimet sayıldığı günlerden bugünlere değil mi?
Yaşanan çatışmaların anında cep telefonlarına çekilerek sıcağı sıcağına servis edildiği canlı yayın savaşlarımız var artık. Cepheden gelecek haberleri beklemeye hacet kalmadan yaşanan her ne varsa an be an öğreniyoruz.
Savaşın içindeki çocuklarsa o kanlı çatışmaların ve hain pusuların içinde ölümün ve savaşın bilgisayar oyunlarındaki gibi bir şey olmadığını, "game over" olunduğunda -ne yazık ki- oyunun yeniden başlamadığını öğreniyorlar.

Duygular internet ortamında paylaşılıp en mutlu anlar, sevinçler, öfkeler, hırslar, hınçlar hep buralarda dile geliyor. İşin içine bazen yalnızlık ve mutsuzluk, bazen de özlem ve aşk karışıyor.
Sosyal paylaşım sitelerini kullananlar kan arayanlar konusunda oldukça hassaslar mesela. Yazılan kan aranıyor metninin paylaşılmasıyla anında yüzlerce hâttâ belki binlerce kişiye ulaşılıveriyor. Böyle zamanlarda insanlık öne çıkıyor, diğer bütün kavramlar yerle bir oluyor.

Aranan kanın kendisinde olduğunu bilmesine rağmen kan verme işini sadece anonsun paylaşımı ile hallettiğini düşünerek vicdanını rahatlatanların dışında, kan vermeye koşa koşa gidenler de var çok şükür.
Keşke "forward" ettiğimiz her maille, paylaştığımız her videoyla, katıldığımız her grupla, "retweet" ettiğimiz her twitle her şeyi hemen halledebilsek...

Bu paylaşımların ortak bir kamuoyu oluşturmakta etkili bir yol olduğu inkâr edilemez elbet. Hâttâ bu yol zaman zaman somut bir davranışa dönüşerek etkisini kat be kat da arttırabiliyor. Kararlar aldırabiliyor, kararlar bozdurabiliyor.
Sanal alemin sanal saldırıları, sanal taziyeleri, sanal kutlamaları devam ederken maalesef ki bir yerlerde de gerçek ölümler yaşanıyor.
İnsan öldürerek hedefe varılamadığının ispatıyla dolu olan tarihten de ders alınmıyor.

Ben'ce toplumlar yüzyıllardır bir arada yaşadıklarını unuttuklarından beri, ayrı ayrı da var olunamıyor...

11 Eylül 2012 Salı

Yolların azizliklerine dikkat!

Sürücüler için yollar hep aynı gibi görünse de her yolun kendine has özellikleri vardır aslında.
Aynı yol üzerinde gidip gelenler bu özelliklere vakıftır ve bildikleri yolda şaşmadan gider gelirler.
Yolun yabancısı olduğu halde temkinli gitmeyenlerin ise ilginç durumlarla karşılaşmaları an meselesidir.
Şeridinizde giderken hiçbir uyarı olmaksızın aniden şeridiniz bitebilir mesela.
Bknz: BUSKİ-Özdilek arası çevre yolu.
Bu yolun hem gidiş yönünde ve hem de geliş yönünde şerit bitmesiyle burun buruna kalıp, kendinizi ne tarafa atacağınızı şaşırabilirsiniz.
Özdilek’ten BUSKİ istikametine giderken ilk şerit bitmesi hemen yola girişte yaşanır. Yola dahil olduğunuz sağ şeritte seyrederken şerit çizgisi yön değiştirmeyip yol kenarı çizgisiyle kesişip biter. Şerit çizgisine güvenip de giderseniz kendinizi bu bitişte görebilirsiniz.
Can havliyle kendinizi sola atarsınız.
Yine aynı istikamette Soğanlı’dan gelenler yola kendi şeritlerinden girerler, aynı şey onların da başına gelir ve onları ana yola kavuşturan şerit az evvel anlattığım mantıkla birdenbire yokolur. Sürücüler şeridin bittiğini fark ettikleri anda kendilerini sağa atmak durumunda kalırlar. Sağ taraf doluysa ne yaparlar diye düşünmek istemiyorum…
Aynı durum diğer istikamette de mevcut.
Bu yüzden ben o yola şeridi biten yol derim. Trafiğe yeni çıkan eşe-dosta da bu yolun inceliklerini ince ince anlatırım.
Şehir içinde yerlerini bildiğimiz hız kesme tümseklerinde dikkatliyizdir. Gerçi bazen gaflete düşer, arabanın burnunun yükselmesi ve inişe geçtiği andaki ÇAAT sesiyle de düştüğümüz gafletten kendimize hızla geliriz. (Bunun için yüksek hızda gitmeye gerek yoktur. Tümsek o kadar yüksektir ki oradan ancak duraklayarak geçmeniz gerekir)
Dalgın ve yolun yabancısı sürücüler için kasislerin parlak renklerle renklendirilmesi gerekir demek ki.
Ani sürprizlerle karşılaşmamak adına şehir içinde sakin gitmek elzemdir fakat bazı engeller bu sakinlik için bile ziyadesiyle fazladır.
Ha unutmadan, bir de son dönemlerin modası olan kavuniçi plastik direklerden söz edelim.
Kavşaklarda girilecek ya da çıkılacak yolların ortasına konularak şerit ihlâlini önlemek isteyen bu direkler sayesinde insan kendisini bilgisayarda oynanan bir yol oyununun içinde hissediyor.
Aman kaldırıma çıkma, aman direğe değme, aman game over olma..!
Boş buldukları her köşeye itinayla yerleştirdiklerine göre galiba ellerinde ziyadesiyle kavuniçi var.
Bu kavuniçiler kaldırıma araç park edilmemesi için de bolca kullanılıyorlar.
Kaldırıma ya da kenarına araç park edilmesi yolu hem yayalar, hem de araçlar için daralttığından dolayı yasaktır değil mi? Peki ya kaldırımdan bir metre açığa, yol üzerine çakılan kavuniçilerin yaptığı nedir?
O kavuniçiler yola değil de kaldırımın dış sathına konulmuş olsa kaldırıma hiçbir araç park edemeyecektir. Böylece araçlar yolu, yayalar da kaldırımı rahatlıkla kullanabileceklerdir.
Ben’ce; yaya yayalığını, sürücü de sürücülüğünü, kısacası insan insanlığını bilse bu engellere hiç gerek kalmaz.
Ve yine bence medeniyet; sokakları marka araçlarla dolu bir ülke olmaktan ziyade o araçların nasıl kullanıldığı ile alâkalı bir olgu…

6 Eylül 2012 Perşembe

Eve dönmenin en güzel yanı

Bir önceki yazımda evden ayrılmanın en güzel yanının eve dönmek olduğundan bahsetmiştim hani.
Ardından da şehit haberleri yağmıştı üzerimize. Tabiri caizse patlayan bir volkandan yağan korlar misali gelen her şehit haberi her birimizin yüreğini dağlayıp geçmişti ayrı ayrı.
İşte o gencecik çocuklar güle oynaya ayrıldıkları evlerine bir daha dönemediler. Eve dönmenin en güzel yanı sevdikleriyle kucaklaşmaktı, kucaklaşamadılar.
Analarının koyunlarından çıkıp gelmişlerdi askere.
Ellerindeki silahlara bakmayın siz, onlar annelerinin bebeleriydiler.
Babalarının delikanlıları, aslan oğulları, soylarının devamıydılar.
Hayaller, ümitler onlardaydı.
Gelecek onlardaydı...
Naaşları kapı önlerine geldiğinde kim bilir kaç bininci kez yaşanan o kıyamet koptu. Kalabalığın arasındaki al bayrak altında yatan, bin bir meşakkatle ilmek ilmek dokunarak büyütülen o evlat mıydı?
Bütün bunlar hayal miydi?
Ya gerçek neydi?
Eve sinen kokusu O'nun yokluğunu reddediyordu.
İşte çorapları, işte çamaşırları, işte en sevdiği ayakkabısı. Her şeyi oradaydı.
Peki ya kendisi neredeydi?
Artık o yok mu dediler? Gitti mi dediler? Gelmez mi dediler?
Hangi acı bundan daha acı?
Hangi ilaç bu yaraya merhem?
Hangi söz teselli?
****
Şehit olmak bu halkın hiç yabancısı değil aslında...
İlk kez  şehit vermiyor bu millet, ilk kez koymuyor çocuklarını toprağa, ilk kez değil gidenlerin dönmemesi.
Yaşar Kemal, Karıncanın Su İçtiği Yer kitabında Sarıkamış'ı anlatır, Allahüekber Dağları'nı anlatır. Oradaki kırımı öyle bir anlatır ki, bütün bedeniniz ürperir, o dağlarda donarak kalanların öykülerini okudukça sizin de kanınız donar.
Buket Uzuner (Uzun Beyaz Bulut) Gelibolu kitabında Çanakkale Savaşı sırasında savaşan Anzak askerlerinden birisinin gelişen olaylar sebebiyle Türk gibi davranmak zorunda kalışını, evine dönmeyişini, kendisini kurtaran Meryem ile  evlenip çoluk çocuğa karışışını, çocuklarına Yeni Zelanda'nın timsali olan Uzun, Beyaz, Bulut adını verişini anlatır.
Bazıları şehit olup evine dönemezken O evine gönüllü dönmemiştir...
****
Kurtuluş Savaşı'nda şehit düşenler bir yanda, Osmanlı İmparatorluğu döneminde yıllarca askerlik yapıp da bin bir çeşit savaşta şehit düşenler diğer bir yanda.
Şehit oldu sanılıp da yıllar sonra çıkıp gelenler,  gelemeyip de meçhule karışanlar öte yanda.
Savaşçı ve dolayısıyla göçebe bir milletin torunları olarak hepimizin soyunda şehit de var, gazi de.
Yüzyıllarca yaşanmış onca savaştan sonra Anadolu'da toplanarak yerleşik düzene geçen ve kendi kendini idame ettirmeye çalışan bir millet olarak biz, nedenini dahi bilmediğimiz bir savaşta artık daha fazla şehit vermek istemiyoruz.
Biz, kimsenin vatanına el uzatmamışken kendi vatanımıza el uzatılmasını istemiyoruz.
Ki biz, vatanımızı korumak adına hakkaniyetli bir savaşa gitmeyi, gidince de dönmemeyi şeref biliriz.
Yeter ki devlet ve millet şehidine sahip çıksın
Yeter ki Mehmedinin onurunu ayaklar altına aldırmasın.
Yeter ki evlerine dönemeyen o çocukların döktüğü kanlar, verdiği canlar heba olup gitmesin.
Yeter ki "Vatan Sağolsun" lâfı gerçek olsun.
Vatan gerçekten Sağ Olsun...

4 Eylül 2012 Salı

Evden ayrılmanın en güzel yanı

İster tek göz olsun isterse çok göz, içinde huzur bulunan yerdir ev dediğimiz o çatı altı.
Ne kimsenin köşkü, ne de kimsenin bağı bahçesi mutlu eder insanı. Oralarda misafirlik güzeldir lâkin ait olmama hissiyatı diken üzerinde tutar adamı.
Kimse sınırlamasa dahi özgürlüğün sınırlıdır. Dokunduğun her şey başkasınındır. Sana ait olmayan bir dünyada sığıntı gibi yaşayan bir emanetçisindir işte.
Ötesi yok…
Kendi evin öyle midir ya?
Duvarındaki çatlağı da senindir, damlayan çeşmesi de, patlamış ampulü de…
Her şeyden öte, her şey sen kokar.
Ev halkının kullandığı parfümlerden, çamaşırların yıkandığı deterjana kadar her koku tanıdıktır, bildiktir.
İnsan üzerinde evin güvenilirliği öyle etkilidir ki, beden henüz eve girmeden dahi eve gelmiş olmanın rahatlığını hisseder.
Ki çok zaman saatlerdir tutulmuş olan hacet, kapının önüne gelindiğinde anahtarın kilitte dönmesine sabredemez.
Tatillerde uzun uzun yollar gider insan. Başka şehirlerin başka sokaklarında o şehrin yabancısı olmanın özgürlüğünü sever.
Gezer dolaşır, güler eğlenir.
Sonrasında gelir dönüş vakti.
Tatilin bitmesinin hüznü ile eve dönüyor olmanın gizli sevinci harmanlanır yüreklerde.
Gidilen yollar gerisin geriye kat edilmeye başlanır.
Eve yaklaşıldıkça herkesin üzerine bir rehavet çöker. Arabayı kullananın arabayı kullanıştaki dikkatli hali bile değişir. (Bu sebeple kazalar en çok eve yaklaşıldığında oluyormuş)
Şehir dışındayken algıda seçicilikten olsa gerek nerde olsa gözüne çarpan kendi şehrinin plakası, şimdi sağından solundan geçen arabaların çoğunluğundadır.
Virajlar tanıdıktır, rampalar bildiktir. Kasisler, çukurlar maalesef ki giderken bıraktığın yerdedir.
Olsun, yine de hepsi senindir.
Ve insan anlar ki, evden ayrılmanın en güzel yanı eve dönmektir
Eve adım attığında eskilerin deyişiyle "Evceğizim evceğizim, sen bilirsin halceğizim", yenilerin tabiriyle "Home sweet home" ya da "Evim evim güzel evim" düşer dillere.
Pofuduk terliklere, pamuklu eşofmanlara, gelişi güzel toplanılan saçlara kavuşulur.
Nedir efendim o her daim iki dirhem bir çekirdek olma halleri!

Aidiyet duygusunun en küçük birimi ev ise en büyük birimi -şimdilik- dünyadır.
Uzaya çıkan astronotlar yolculuk sonrası dünyaya dönmeyi eve dönmek olarak nitelendirdiklerine göre öyle olmalı.
Yurt dışından memlekete giriş yapanlar da evlerine dönüyorlardır, başka bir şehirden kendi şehrine dönenler de, bir kahve içimlik gidilen komşudan kendi hanelerine dönenler de…
Bence; içinde kendisini güvende hissettiği ve kendini bulduğu eve dönmek için can atar insan.
Evlerinden kaçanların ya da evlerine istemeye istemeye dönenlerin ya da hiç dönmek istemeyenlerin yaşadıkları mekânı ev olarak görmedikleri aşikârdır.
Bir evi ev yapan içinde yaşayanların birbirlerine olan sıcaklığı ise eğer, öncelikle bu sıcaklığı oluşturmak ve muhafaza etmek gerekir demek ki.
Bu dikkat ve bu özen minicik bir ev için de geçerlidir, koskoca bir ülke için de…...

3 Eylül 2012 Pazartesi

Kör nokta...


Uzaktan nasıl görünüyoruz dersiniz?
Evinin en ücra köşelerine kadar girilip taciz edilen, malı çalınan, canı alınan, canı yakılan ve sesi çıkmayan bir ülke gibi mi?
Yoksa Allah'ın güneydoğusunda bir avuç terörist ile birkaç adet Mehmet'in savaşçılık oynadığı bir ülke gibi mi?
Asıl oyuncuların masa başı pazarlıklarıyla oynadıkları bu oyunda ellerindeki piyonları cepheden cepheye sürükledikleri açık ve net görülüyordur belki.
Memleket içinde yaşayıp da bütün bu acılara en yakın olanların en kör oldukları bu entrikalar daha ne kadar göze sokulmalıdır ki iyice anlaşılsındır acaba?
Dikiz aynasındaki kör nokta gibi midir yoksa bu da?
Gözden kaçan nedir?
Adamlar daha ne yapsınlardır?
Milletvekilini de kaçırırız, askerini de katlederiz, en büyük şehirlerin en işlek caddelerinde de bomba patlatırız, en sakin dediğin tatil beldelerinin en güvenilir yerde askerliğini yaptığını zanneden askerinin de canını alırız diyorlar.
Ki daha saymadığımız binlerce vak'a var...
****
Mahallede kavgaya karışmak istemeyen çocuğu zorla kavganın içine çekmek için yapılan tahriklere benziyor bütün bunlar.
Saçını da çektik.
Ayağına da bastık.
Dirsek de attık.
Çelme de taktık.
Yedi ceddine de saydırdık..
Kooor-kak, kooor-kak...
Saldıramaz ki, saldıramaz ki...
E hadi ama sen de karşılık ver artık.
Ver ki  hep birlikte edelim kavgamızı...
****
Bu saldırılar karşısında ya kavgaya karışılıp temiz bir sopa yenilecek ya da temiz bir sopa çekilecektir.
Ya da onların dediği gibi korkaklık edilerek eve kaçılacak, sokaktaki çocuklar evdeki büyüklere şikâyet edilecektir.
Ya evdeki büyük gelip sokaktaki çocukları dağıtacak ya da bir daha çocuğu dışarıya hiç salmayacaktır.
Çocuk da böylece ya evinden çıkamayan bir korkak ya da sırtını büyüklerine dayamış çakma bir efe olarak mahallede nam salacaktır.
Ben'ce;
Muhtaç olduğu gücün damarlarındaki asil kanda olduğunu unutup, gücünü kendi içinden almayanların hayatı işte hep böyle itile kakıla yaşanacaktır...

1 Eylül 2012 Cumartesi

Barış Günü hiç kutlanmasın

Bugün Dünya Barış Günü değilmiş.
Değilmiş diyorum, çünkü Dünya Barış Günü aslında 21 Eylül'de imiş.
Eskiden SSCB ve Varşova Paktı üyesi ülkeler Hitler'in 1 Eylül 1939'da Polonya'yı işgal ederek 2. Dünya Savaşı'nı başlattığı bu tarihi "Dünya Barış Günü" olarak ilan etmişler. Daha sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 7 Eylül 2001 tarihli kararı ile 21 Eylül'ü Barış Günü olarak kabul etmiş.
SSCB'nin ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra da bizim ve KKTC'nin dışındaki hiçbir ülke 1 Eylül'ü Dünya Barış Günü olarak kutlamamış.
Hangi tarihte olursa olsun bu kutlamalar 'barış'a dikkat çekmek adına her yıl yapılmaya devam ediliyor.
Bir işe yarıyor mu derseniz, pek çok ülke için yaramadığı ortada...
****
Barışa hasret kaldığımız dünyamızda savaş ve şiddet insanoğlunun varoluşuyla birlikte ortaya çıkmış olsa gerek.
Baksanıza tarih kitaplarına; ezberlemekte en zorlandığımız tarihler hangi savaş kaç yılında oldu, hangi tarihte hangi antlaşma imzalandı, hangi devlet kaç sene yaşadı, hangi devlet hangi savaşta yenilerek tarih sayfasından silindi...
Görüyoruz ki ilk çağlardan günümüze uzanan bütün savaşlar insanoğlunu acılar içinde bırakmaktan başka bir işe yaramamış.
Yapılan soykırımlar başarıya ulaşmamış.
İnsan dediğin öldürülmekle bitmemiş.
Sonu gelmemiş.
Ki hâlâ ziyadesiyle çoğuz...
****
Savaşan ülkeler çok da, savaşmadan yaşayabilen refah içinde ülkeler yok mu acaba?
Olmaz mı, tabii ki var.
Malum, karnı tok-sırtı pek insanların karnı savaşa da tok oluyor. Düzenlerinin bozulmaması adına savaşmaktan daha çok imtina edip, daha mutedil bir hayat yaşamayı tercih ediyorlar.
Atamız'ın Yurtta Sulh Cihanda Sulh sözündeki gibi her ülke önce kendi içerisinde huzurlu olmuş olsa, eminim ki dünya gerçek anlamda bir barışa kavuşacaktır.
Lâkin insanlar arasında olduğu gibi ülkeler arasında da huysuz-uyumsuz, başkalarının dinginliğini çekemeyen, bencil ve saygısız ülkeler var.
İşte o ülkeler kendi evlerine ekmek götürmek adına başka evlerin içini karıştıran, o evlerin insanlarını birbirine düşürerek çıkardıkları kavgada evin içinde ne var ne yoksa hepsini kendi evlerine kaçıran insanlara benziyorlar.
Kavgaya gark ettikleri insanlar içinde bulundukları karmaşayı pek fark edemeseler de, kavgadan bir-iki adım uzaklaşabilen insanlar yapılan talanı ayan beyan görebiliyorlar.
Görenler gördüklerini göremeyenlere göstermeye çalıştıkça da, her şeyi açık ve net gören o gözleri dağlanıp, yazan elleri-konuşan dilleri bağlanarak seslerini çıkartamaz hale getiriliyorlar...
****
Oysa ne var caddelerinde neşeyle dolanan insanları olan bir memleket olmakta.
Ne var kültürle ve sanatla iç içe sohbetler edilen ortamlar yaratmakta.
Ne var birbirlerini seven insanların yaşadığı evlerden taşan muhabbetlerle sarıp sarmalanan çocuklar doğurmakta.
Ki bir ülkenin geleceği o çocukların ellerindedir...
Ben'ce; savaşla hiç yüzleşmemiş ve savaşmanın ne menem bir şey olduğunu bilmeyen toplumlar Barış Günü gibi bir kavramı da hiçbir zaman bilmeyeceklerdir.
O sebeple ben Barış Günü Hiç Kutlanmasın istiyorum...