29 Ekim 2013 Salı

Türküm ve Doğruyum!

Hatırladığım 40'ın üzerinde bayram var ve son senelerde kutlamalar çok daha heybetli yaşanıyor.
Cumhuriyet'in yıkılmak istendiğini düşünen taraf 'kapak' olsun diye 29 Ekimler'i 'inadına' en gösterişlisinden kutluyor.
Her gün farklı bir bahaneyle Cumhuriyet'in simgelerinin üzerinden dozerle geçen ve Cumhuriyet'i dümdüz etmeye çalışan tarafsa 'bakın yıkmıyoruz, bakın biz de kutluyoruz' dercesine, belki biraz göz boyar, yani biraz kandırırcasına 'karşı' kutlamalar düzenliyor.
Benim kutlamam senin kutlamanı döver tadında törenlerde halk birbirine nazire yapıyor.
Halkın 'Ata'sına olan sevgisi ile 'Cumhuriyet'e olan nefreti birbirlerine doğrultulmuş silahlardan çıkan mermilere dönüşüyor.
Sık bakalım, sık bakalım...

Bu vatan bizimse eğer, ekmeğini yiyip suyunu içiyorsak, sokaklarında gönlümüzce dolanıyor aynı türküleri söylüyor, aynı acılarla sarsılıyor, aynı başarılarla gururlanıyorsak, restleşmeleri bir yana bırakarak kutlayalım artık bugünü.
Hep bir elden, hep bir ağızdan.Büyük Osmanlı köklerimizi unutmadan ve yıkılan Osmanlı'nın yıkıntılarının altından bir ulus yaratan, bir devlet kuran Atatürk'ü sevgiyle ve saygıyla yad ederek.
Özellikle de;
Osmanlı'yı yıkanın -kendisi de bir Osmanlı askeri olan- Mustafa Kemal değil, elini eteğini öptüğümüz emperyalist güçler ve devlet adamlığı görevini yeterince ifa edemeyen padişahlar olduğunu aklımızdan çıkartmadan.


Hatırlayın bir Osmanlı tarihini:
  • Beylik dönemi
  • Kuruluş (1299 - 1453)
  • Yükselme (1453 - 1683)
  • Yayılma ve doruk noktası (1453 - 1566)
  • Krizler ve değişim (1566 - 1683)
  • Ayanlar çağı: duraklama ve reform (1683 - 1827)
  • Gerileme ve modernleşme hareketleri (1828 - 1908)
  • Dağılma (1908 - 1922)
Atatürk bu tarihin neresinde bir de ona bakın.
Üstelik bu çöküşün ardından kurulan yeni devlette Osmanlı'yı yok sayma, hanedanı ortadan kaldırma, kıyım yapıp kan akıtma olmaksızın, devletin ve milletin kurtuluşuna ve yeniden doğuşuna odaklanarak yapıldı her ne varsa.
Şimdi bize düşen, Osmanlı'yı kendi çağında bırakarak bu çağı o ecdada layık yaşamaktır.


Yenide anlatacak bir şeyi olmayanın işidir eskiyle avunmak. 

Osmanlı'yı da, Atamız'ı da bağrımıza basarak yeni bir tarih yazalım.
Eskiyi unutmadan, çağın ardında kalmadan yaşayalım...
Cumhuriyet Bayramı hepimize kutlu olsun.

Ne mutlu bu vatanda yaşayan herkese,
Ne mutlu Türküm diyene....

27 Ekim 2013 Pazar

Dünya itinayla cehenneme çevrilir!

Denizli'nin Çivril İlçesi'ne bağlı Gökgöl Köyü'nden de geçen Menderes Nehri'ne Afyonkarahisar'ın Dinar İlçesi'ndeki bir fabrikadan bırakılan kimyasal atık nedeniyle nehir ve Özpekler Alabalık Üretim çiftliğinde bulunan 2.5 milyona yakın alabalık telef olmuş.
Özpekler Alabalık Çiftliği sahibi Osman Özpek, nehre bırakılan kimyasal atık nedeniyle çiftlikteki balıkların yüzde 80'ninin telef olduğu belirterek, "Çiftlikteki ve Menderes Nehri'ndeki balıkların telef olmasının nedeninin, Dinar İlçesi'ndeki fabrikaların atıklar olduğunu sanıyoruz. 900 tonluk balık üretim tesisimiz var. Bunların içinde yavru balıklar da bulunuyor. Ürünlerimizi ihraç ediyoruz, telefler bize büyük bir darbe vurdu. Konuyla ilgili yetkili kurumlar inceleme başlattı" demiş.
Gökgöl Köyü'nde camiden anons yapılarak köylülerden nehirden balık tutmamaları ve tüketmemeleri istenmiş.
Balık dediğin beslenme zincirinin önemli bir halkası ve tüketilmek için üretiliyor. Lakin o dahi böyle bir ölümü hak etmiyor.
Bu katliamın diğer tarafındaysa balık çiftliğine yatırım yapan firma var. 2,5 milyon balığın telef olması demek firmaya ciddi bir darbe demek.
Nehirlere, derelere, denizlere, bulduğumuz her yere çöp atan, arıtma kullanmayıp atıkları olduğu gibi boşaltmanın ne demek olduğunun farkında olmayan, çevre bilinci gelişmemiş kişilerin idaresindeki kurumların marifeti hep bunlar.
İşleri; yanlarında mecburen çalıştırdıkları çevre mühendislerine kulak tıkayıp, mecburen kurdukları arıtmaları -masraftan kısmak adına- çalıştırmamak ve bütün pisliği doğanın tam ortasına kusmak.
Üstüne üstlük yarattıkları tahribatı umursamamak...
Balıklar öldüyse çıplak gözle görmediğimiz diğer organizmalar ne durumda varın siz düşünün...
Bacalardan çıkan zehirli dumanların atmosfere karışarak olması gereken oranları altüst etmesi gibi doğanın dengesine vurulan darbelerden birisi de öylesine suya bırakılan ya da öylesine toprağa gömülen kimyasal atıklar.
Sudan toprağa, topraktan havaya, havadan suya derken her yere zerk olan zehir, yediğimiz içtiğimiz soluduğumuz her şeyle birlikte yudum yudum öldürüyor hepimizi.
Birden öldürse canımıza minnet...
Sadece bizi mi, dünya yüzünde yaşayan ne kadar canlı varsa zincirleme olarak hepsinin dengesini bozuyor, ayarını kaçırıyor...
Bizler sıradan vatandaşlar olarak fazla deterjan kullanmamaya, kızartma yağlarını lavaboya döküp de denizlere postalamamaya, organik çöp ile 'geri dönüşümü olan' çöpü biraraya karıştırmamaya, yenilebilir olanları diğer canlılarla paylaşmaya, gereğinden fazla kağıt kullanmamaya, özel araçtan çok toplu taşımayla yolculuk yapmaya ve bunun gibi pek çok ayrıntıya dikkat ederek yaşasak da, sanayinin sorumsuz davranışları sayesinde gittikçe kirlenen bir dünyada daralan alanlarda yaşamaya çalışıyoruz.
Balçık denizler, kokan dereler, kuruyan göller, kurak araziler...
Bu gidişle ya evrim geçirip zehre dirençli yaratıklara dönüşeceğiz ya da kendi kazdığımız kuyudan çıkamayıp yok olup gideceğiz...
Bizim gidişimizin ardından eminim ki dünya bir hafta içerisinde kendisine gelecek ve yemyeşil bir cennete dönüşecek...
İnsanın aklına düşüyor ki;
Bu cenneti bozmak için mi yaratıldık acaba biz?
Madem en akıllı biziz de niye bu kadar aptalız?
İlerlemek ve gelişmenin karşılığı kendi yarattığımız cehennem mi olmalı?
Niçin doğayla uyumlu yaşayamıyoruz?
Ve yaradan öte taraftaki cennete bizleri almaya kararlı mı gerçekten de?
Bence bir kez daha düşünmeli.
Ne de olsa yaptıklarımız yapacaklarımızın teminatıdır(!)...

26 Ekim 2013 Cumartesi

Sonsuzluk senindir Semih, Uçar'san senindir...

Seni sana senin dilinle anlatmalı aslında Semih.
Uçarcasına...
Hani sen sözcükleri alıp bulutların üzerinde dolaştırıyorsun, dalgalı denizler aşırıyorsun, sonra da usulca kapımıza bırakıyorsun ya.
Dün geceki konserinde gördüm ki sen aynı şeyi sahnede de yapıyorsun.
Notaları elindeki sihirli değnekle havalandırıyor, uçuruyor, dans ettiriyor, sonra da yüreklerimizin ta içine konduruyorsun.
Sen sahnede bedenini bir enstrüman gibi kullanıp orkestranı yönetirken, ben her hareketinle, her mimiğinle hayatının her zerresinin müziğe adanmışlığını görüyorum.

Seni yakinen tanımış olmaktan da ayrıca gurur duyuyorum.

Ellerindeki sihirli değnekleriyle müzik yapabilen adamlardan birisi de sensin işte.
Her ne kadar toplumda şefin sadece baget salladığı fikri varsa da, şefsiz bir orkestra düşünülemez...
En zorudur hâttâ şef olmak.
Bütünü bilmek ve o bütünü yönlendirmek.
Kağıtlara yazılan senaryonun yönetmen tarafından can bulması gibi, portelere asılan notalar da ancak doğru bir yönetimle ruh bulur.
Ve keyiflidir de yönetmek.
En bilinen müzikleri dinlediğinizi düşünün mesela.
Mesela Ravel'in Bolero'sunu, Bizet'in Carmen'ini, Mozart'ın Türk Marşı'nı...
İster istemez başlayıverir insan elleriyle kollarıyla hayalet bir orkestrayı yönetmeye.
Şimdi yaylılar, şimdi obua, şimdi davul, ve çello.
Müziğin bitişinin sonunda kendisini çılgınca alkışlayan seyircileri(!) selamlar.
Teşekkürler teşekkürler....
****
Pazar günleri izlediğimiz klasik müzik konserlerinde dünyaca ünlü Hint asıllı şef Zubin Mehta'nın orkestrasını yöneten, yine dünyaca ünlü Ukrayna asıllı Amerikalı aktör Danny Kaye'i hatırlarsınız.
Ne kadar da eğlenceliydi o konserler.
Bir yanda büyük bir orkestra, diğer yanda onu yönetmeye çalışırken yaptığı sakarlıklarla izleyenleri gülmekten kırıp geçiren Kaye...
Borusan Filarmoni Orkestrası da zaman zaman konuk şeflere yer veriyor. Bunlardan en ses getireni de Cem Yılmaz'ın şefliği olmuştu hatırlarsanız.
Klasik müziği daha geniş kitlelere duyurmak için farklı ve faydalı bir yol belki de bu...
Malum, klasik müzik Türk halkının pek de sıcak bakmadığı bir müzik dalı. Ki Atatürk vakti zamanında klasik müziğin insan zihni ve psikolojisi üzerindeki doğru etkisine istinaden Türk halkını klasik müzikle yakınlaştırmak istemiş.
O'nun bu fikri, fikrin özünü kavrayamayanlar tarafından ya tümden reddedilmiş ya da yanlış ve işgüzar uygulamalarla zorla kabul ettirilmeye çalışılırken nefret ettirilmiş.
****
Dönelim izlediğimiz konsere ve öz be öz içimizden biri olan kendi şefimize.
İşte o şef yıldızlaşma yolunda emin adımlarla ilerleyen bir evladımız. Üstelik sanatıyla, çalışkanlığıyla ve insanlığıyla kendisini kısa zamanda hepimize sevdiren gazetemiz yazarlarından Semih Uçar.
Bu konserinde elbette ki kendisini yalnız bırakmadık biz de.

Konser hakkında kısaca bilgi verirsek;
Nisan 2013'de Cihat Aşkın'ın danışmanlığında kurulan ve Barok Müzikten Modern Müziğe, Türk Müziğinden farklı etnik müziklere uzanan bir yelpazeye sahip olan Bursa Ensemble Konserleri Mesut Caşka'nın sanat direktörlüğünde gerçekleşiyor.
Şef Semih Uçar, baş kemancı Ozan Sarı.
Kasım ayında piyanist Özgür Ünaldı, aralık ayında Orient Expres projesiyle Ayşegül Durakoğlu'nu konuk ederek Bursalı müzikseverlerle buluşturacaklar.

Şef Semih Uçar'ın 2000 yılında Uludağ Üniversitesi Konservatuarı'nda başladığı müzik ve eğitim hayatı o günden bugüne, yaşadığı tüm zorluklara ve yoluna çıkan tüm engellere rağmen, epey yol katetmiş. Yurt içi ve yurt dışındaki orkestralarda aldığı görevler, katıldığı uluslararası festivaller, başarılarla ve onur ödülleriyle bezeli akademik kariyeri ve bütün bunların hepsine anlam katan mütevazı ve naif yüreği...
1988 Bursa doğumlu Semih şu anda U.Ü. Devlet Konservatuvarı'nda obua ve oda müziği dersleri vermekte.

Kendimden geçmiş müziğin kollarında salınırken ve bir yandan da sahnedeki diğer müzisyenlerin Semih'e olan biatlarını izlerken, yukarılardan bir yerlerden müzisyenlerin üzerinde sallanan bir ışıltıya ilişiyor gözüm.
Tavandan sarkan bir örümcek...
Spotların altında parlayan görüntüsüyle aşağı yukarı geziniyor bir vakit. Sonra yok oluyor. Az sonra da -müziği çok beğenmiş olmalı ki- ailesini de yanına alarak geri geliyor.
Üç örümcek yukarıdan, biz izleyiciler karşıdan hep birlikte dinliyoruz konseri.
****
Parçalar ardı ardına sıralanıyor.
Semih içindeki coşkuyu zaman zaman kendisine saklayarak, zaman zaman dışarıya taşırarak yönetiyor orkestrasını.
Zihnini ve dolayısıyla bedenini özgür bıraktığı anlarda kartal misali kanatlanıyor.
Yaşı genç, tecrübesi yaşına göre ziyade.
Zaman içinde nerelere ulaşacağını görüyorum bir an, gözlerim nemleniyor...
Sahnedeki genç müzisyenleri dinlerken, sanatın gençlere ne kadar yakıştığını düşünüyorum en çok.

Savaşan bir dünyanın sanat insanlarının ne kadar uzağında olduğunu, gün gelip de savaş onları kendi girdabına çektiğinde ne kadar savunmasız kaldıklarını anlatan bir filmi hatırlıyorum.
Piyanist filminde İkinci Dünya Savaşı Almanyası'nda saklanmak zorunda kalan Yahudi bir piyanistin, saklandığı evdeki piyanoyu çalış sahnesini, ses çıkartmaması gerektiği için ince uzun parmaklarını piyanonun tuşları üzerinde tuşlara değdirmeden gezdirişini, içinde deliler gibi çalan ama kimsenin duymadığı müziği...
****
Konserin ardından yaptığı can alıcı konuşmada Semih, 3 milyonluk Berlin ile 2 milyonluk Bursa'yı mukayese ederek müzik ve sanat konusunda ne kadar gerilerde olduğumuzla yüzleştiriyor hepimizi.

Lâkin bundan şikayet etmek yerine ellerini taşın altına koyduklarını ve bu oluşumu başlattıklarını, gelecekteki konserlerine konuk edecekleri sanatçıları ve bütün bunlar için de sponsora ihtiyaçları olduğunu anlatıyor bütün samimiyetiyle.

Konserin bitiminde sevgi yumağı içinde sarıp sarmalanan diğer arkadaşları gibi Semih de bu alakadan epey memnun.
Sevdikleriyle ve sevenleriyle fotoğraf çektiriyor bolca. Kimseyi geri çevirmeden, herkesle sohbet ederek.
En çok da annesinin kendisini gururla izleyen bakışları eşliğinde.

Vedalaşırken yazılarını yazmaya başladığında kulağına fısıldadığım ve o fısıltıya kulak vererek her yazısında harikalar yarattığı kelimeyi bir kez daha yineliyorum.
Aç kendini Semih.
AÇ ve UÇ.
Sonsuzluk senindir...
Yolun açık olsun...

Konserden bir parça izlemek için tıklayınız:
Semih Uçar Obua dinletisi için tıklayınız:

21 Ekim 2013 Pazartesi

Anne 9 günlük tatilde, 2 aylık bebek evde!


Kocaeli’nin Gölcük İlçesi’ndeki bir ilkokulda sınıf öğretmenliği yapan 34 yaşındaki S.M.D., iddiaya göre 2 aylık erkek bebeğini evde tek başına bıraktıktan sonra 9 günlük bayram tatilini geçirmek üzere memleketi Adana’ya gitti.
Tatil dönüşü, açlık ve susuzluktan ölen bebeğini hareketsiz olduğu gerekçesiyle Gölcük Necati Çelik Devlet Hastanesi’ne getiren öğretmen, doktorların durumu polise bildirmesi üzerine gözaltına alındı. S.M.D., sevk edildiği mahkeme tarafından tutuklandı.
Bebeğin hastaneye getirilmeden en az 3 gün önce ölmüş olduğunu belirleyen doktorlar hemen polise haber verdi. Hastanede yapılan ön otopside, bebeğin açlık ve susuzluğa bağlı yaşamını yitirdiği belirlendi. Bebeğin cesedi, kesin ölüm nedeninin belirleneceği otopsinin yapılması için İstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderildi.
Eğer her şey iddia edildiği gibi olmuşsa, böyle bir sorumsuzluğu bırakın anne, aklıselim herhangi bir insan bile yapmaz deyip lanet edelim hep birlikte.
Hani evde tek başına bırakan da cahil cühela biri değil. 34 yaşına gelmiş, eğitimli biri.
İhtimal ki anne ya lohusa depresyonunda ya da (bilinçaltında-bilinçüstünde) bebeğin yaşamasını istemiyor...
****
İki gün önce televizyonda verilen bir haberde de, uyuyan çocukları uyanınca korkmasın diye başucuna yanan mum bırakarak komşu gezmesine giden ve dönüşte ne evi, ne de çocuklarını bulabilen bir karı-koca vardı.
Yanan evlerinin ve evle birlikte yanan çocuklarının ardından feryat figan gidiyorlardı.
Bilgisizlik, cahillik, düşüncesizlik, tedbirsizlik, vicdansızlık, ne derseniz deyin.
Büyük ihtimal onlar bu vak'aya kader diyerek boyun bükecek, ardından birkaç çocuk daha yapacak ve onları da Allah emanet büyütecekler...

Allah akıl fikir versin diyorsunuz değil mi?
Akıl fikir yetmiyor işte, Allah insana verdiği aklı kullanabilme yetisini de versin.
Ki en azından iki adım ötesini görebilsin...

18 Ekim 2013 Cuma

'Dokuz Gün' barajına takılanlar

Dokuz günlük bayram tatili sona ermek üzere ve biz maşallah 7 günde 104 ölü ve 535 yaralı ile yine önceki bayramlardan aşağı kalmıyoruz.
Pazartesi sabahına kadar rakam ne kadar artar bilmem.
TESK Başkanı Palandöken, son 10 yılda meydana gelen 8,8 milyon trafik kazasında 42,7 bin kişinin hayatını kaybettiğine ve 1,9 milyon kişinin yaralandığına dikkati çekmiş.
Oranı siz kurun artık...
Eve bir an önce dönme sabırsızlığı, uzun zamandır valizlerle yaşamış olmanın bıkkınlığı, tatil rehaveti, üstüne bir de hava muhalefeti, kısacası kaza olması için bütün şartlar oluşmuşken eve sağ salim dönebilmek neredeyse mucize.
Tebdil-i mekanda ferahlık var deyip bulduğunuz her tatilde uzaklara kaçmak hepimizin bayıldığı bir şey. Hele de devşirdiğimiz günlerle tatil 9 güne çıkınca hepten azıtıyoruz.
Atatürk Havalimanı otoparkının zımba gibi dolu olduğunu düşünürsek...
Tamam, biraz ferahladık ve dönüyoruz dediğinizi duyuyoruz da;
Bir acele etmeyin, bir sakin olun.
Gideceğiniz yer kaçmıyor.
Ölü ya da diri, varacaksınız nasılsa.
Tercih sizin...
Bakın artık neredeyse bütün yollarımız duble.
Araçlarımız ona keza, hepsi birbirinden akıllı ve hızlı.
O zaman kazalar azalacağına niye gün geçtikçe artıyor acaba...
Yolları düzeltip, arabaları sıfırlamak yetmiyor mu yoksa?
Yoksa benim arabam senin arabanı döver mantığı mı ağır basıyor?
Belki de sürücülerin beyinlerinin duble olmamasıdır en büyük sebep.
Tek şeritli bir beyin ve eve bir an önce varma azmi bir araya gelince kazalar da kaçınılmaz oluyor işte...
Hadi artık eski sürücülere bir şey yapamayız.
En azından arkadan gelen yeni sürücü adaylarını doğru düzgün yetiştirelim bari.
Derse girmeye gerek duymadan, tamamen ezberle cevaplanan testleri geçip, sadece debriyaj-gaz-fren pedalının yerini bilen adaylara ehliyet vermeyelim.
Ehliyeti alanlara da "Siz sadece ehliyet aldınız, henüz şoför olmadınız" diyelim...
Şoför olmak için belli bir kilometre yol yapmak gerektiğini ama bunu trafiğin en riskli olduğu yollarda yapmamak gerektiğini söyleyelim.
Söyleyelim ki kendilerini olduk sayıp da trafiğin tam ortasına cesur(!)ca atmasınlar.
Ve "iyi şoför oldukça" da kaza riskinin azalmayacağını unutmasınlar...

Nice bayramlara / 15 Kasım 2010
Bir 9 gün tatili daha / 28 Ağustos 2011
İki bayram bir arada 
/ 25 Ekim 2012
‘Dokuz Gün’ barajına takılanlar / 18 Ekim 2013
Hayvan kes(eme)me bayramı!
 / 30 Eylül 2014
Tam bir ‘kurban’ bayramı
 / 23 Eylül 2015
OLE!
 / 13 Eylül 2016
Hangi Oğlunuzu Seçerdiniz?
 / 24 Ağustos 2018
Zulmün adı ET olmuş! / 6 Eylül 2018

14 Ekim 2013 Pazartesi

Hitler’in içindeki Adolf!

70’lerin başında, 50’li yılların dergilerinde gördüm Rudolf Hess'i. Uzun boyu, dizlerine kadar çıkan çizmeleri, poturumsu pantolonu, temiz tıraşı ve sert bakışları olan bir adamdı.
70’lerin ortalarında evimize giren televizyonla birlikte İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan filmleri izledim bolca.
Yaşamadığım zamanlarda olup bitenler meraklandırıyordu beni. 
Normandiya Çıkartması, General Patton, Pearl Harbor en baba savaş filmleriydi. 
Sonraki yıllarda çekilen Er Ryan’ı Kurtarmak da yine Amerikalılar'a has bir kahramanlık filmiydi.
Yakın zamanlarda Schindler’in Listesi ve Piyanist ile devam eden İkinci Dünya Savaşı filmlerinde yahudiler ve soykırımla ilgili hepimizin içini kopartan sahneler vardı.
Mağdur ve suçlu değişmiyordu. 
Filmi yapan nihayetinde kendisini anlatıyordu.
****
80’lerde bir gün bir dostumun kitaplığını karıştırırken Hitler’e ait bir kitap takılmıştı gözüme.
Mein Kampf...
Türkçe adıyla Kavgam.
O kitapta Adolf Hitler'in hayatı, siyasi görüşleri ve nasyonal sosyalizmin ilkeleri vardı ve otobiyografik bir kitaptı. İki ciltten oluşmuş bu kitap Hitler'in başarısız bir darbe girişimi sonucunda hapse girdiği dönemde, Landsberg cezaevinde, dostu Rudolf Hess tarafından kaleme alınmış. 
Ayrıntılarını pek hatırlamasam da ilgiyle okuduğumu ve filmlerde izlediklerimle kitapta okuduklarımı mukayese ettiğimi hatırlıyorum.
****
Ve ardından dün akşam Nilüfer Belediyesi etkinlikleri dahilinde, Uğur Mumcu Kültür Merkezi’nde izlediğim tek kişilik oyun.
Pip Utton’un yazdığı, Burak Sergen’in oynadığı, rejisini Levent Özdilek’in yaptığı, 13. Direklerarası Seyirci Ödülleri 2012-2013 Sezonu 'İstanbul Oyunları'nda Tek Kişilik Prodüksiyon dalında ödüle layık görülen Adolf...
30 yaşında Alman İşçi Partisi’ne üye, 32’sinde Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin lideri olan, 44 yaşında iktidar koltuğuna oturan, 12 sene aralıksız iktidarda kalan, 56 yaşında kendi eliyle kendi canını alan bu adamın ölmeden önceki son saatlerini, Hitler'in Adolf'unun ruh halini ve kendi iç çekişmelerini anlatan oyun daha önce bildiklerini sorgulatıyordu insana.
O; kitleleri ardına almış, halkı tarafından delice alkışlanmış, koskoca bir dünyayı birbirine katması onaylanmış, ona göre doğru olsa da doğruluğu epey tartışılır bir tarih yazmış, Avusturya asıllı Alman bir politikacı, bir siyasi lider, bir teorisyen, bir devlet adamı, bir yazar ve bir ressamdı.
Ölürken ise yanında sadece Eva’sı vardı.
Ele geçmiş ve yaşayıp yaşamamasına düşmanlarının karar verdiği bir savaş suçlusu olmaktansa, kendi eliyle hayatına son vermeyi yeğlemişti.
Belki de, bazı komplo teorilerine göre, son verdiği zannedilsin istemişti.
Karşımızdaki Adolf sahneden şizofrenik hezeyanlar içinde sesleniyordu. Kâh akıllı uslu lâflarla yaptıklarını savunuyor, bir kez olsun “Acaba haklı mıydı?” diye düşünün diyordu, kâh deliriyor kendini yerden yere atıyordu...
Hem Alman halkı tarafından, hem de yaratan tarafından seçilmiş kişi olduğunu vurguluyordu.
Haksız da değildi hani...
Zaman zaman söyledikleri bugünlerle ne kadar da örtüşüyordu.
Demokrasi, iktidar, muhtaç etme, inandırma, hükmetme, sürükleme ve bir dolu avuca alma taktikleri sayıyordu bize... 
Adolf'u izledikçe o son 12 saatti gerçekten bu 1,5 saatlik gösterideki gibi mi geçirdi diye düşünüyordum.
Partiye seçilmesinin ardından geçen zamanda gelişen olaylar ve zıvanadan çıkan bu savaş için pişman mıydı?
Dünyaya hakim olmak isteyenlere karşı verdiğini söylediği savaşı kaybetmişti.
Kendisi de aynı hırsa kapılmıştı oysa.
Ve güçler arası savaşta kaybeden yine insanlık olmuştu.
****
Oyun sırasında Hitler’in ruhuna bürünen ve kan ter içinde kalan Burak Sergen, oyunun sonunda sahne kenarına oturup seyirciyle konuşarak bugünümüzü değerlendiriyordu.
Kapılar ne kadar şiddetli çalınırsa çalınsın, açmayın diyordu...
Faşizmin demokrasiyle geldiğinin, demokrasinin faşizme giden yolu açan bir araç olduğunun ve faşizm geldiğinde ilk olarak demokrasiyi çöpe attığının altını çiziyordu.
Gecenin sonunda Levent Özdilek'le birlikte seyirciyi selamlayan Burak Sergen, izleyenlerin zihinlerinde bir yerlerde farklı kapılar açarak sahneden ayrılıyordu.

12 Ekim 2013 Cumartesi

Belediye Orkestrası 30 yaşında ama müzikleri yaşsız


Büyükşehir Belediyesi Orkestrası’nın 30. kuruluş yılı özel konseri, Atatürk Kongre Kültür Merkezi Osmangazi Salonu’nda gerçekleştirilen bir konserle sanatseverlerle buluştu.
Büyükşehir Belediyesi Orkestrası bünyesinde çalışmalarını sürdüren Türk Sanat Müziği ve Türk Halk Müziği bölümleri icra heyetleri ile Bando ve Çalgıcı Mektebi Roman Orkestrası’nın seslendirdikleri eserlere zaman zaman dansçılar da eşlik etti.
Konserin başlangıcında Orkestra’nın kurulmasında katkısı olan Necmettin Şenocak, dönemin Belediye Başkanı Ekrem Barışık, Şef Erdinç Çelikkol, Burhan Dikencik, Yücel Paşmakçı, Fikret Değerli ve emeği geçen diğer kişilere edilen teşekkürlerin ardından ilk olarak sahne alan Bando, programına Anafartalar Marşı ile başlayıp Arapsaçı'yla devam etti ve ‘döktürü’ parçalarıyla programını tamamladı.
Görevimiz Tehlike filminin müziğini, bir anda taktıkları güneş gözlükleri ile icra eden bandocular, görüntüleri ile Blues Brothers’ı anımsattı.
Repertuvarlarındaki parçaları sırasıyla çalarken hepsinin bedenleri hareketsiz ve yüzleri biraz ifadesiz olsa da, bazılarının ayakları kıpır kıpırdı. Onlar bir örnek giydikleri siyah rugan pabuçlu ayaklarını yere vurarak tempo tutuyorlardı.
Çoğununsa sanki bitse de gitsek der gibi, sanki oraya zorla getirilmiş gibi bir havaları vardı.
Belki de salonun ışıklarının karartılmamış olması bando ile izleyiciyi gerektiği kadar bütünleştiremiyordu.
Bandonun ardından sahne alan Türk Halk Müziği Bölümü sanatçıları koro halinde türkülerini söylerken salon hâlâ yeterince karanlık değildi ve izleyici ile söyleyici hâlâ buluşamamıştı.
Solo için mikrofona gelerek eserlerini kusursuz söyleyen, söylerken de salonda coşku yaratan solist yerine geçtiğinde yine bir kopukluk oluşuyordu.
Sazlar iyiydi, şef Hamit Gazigil iyiydi, solistler iyiydi, Ankara Havası söylenirken sahneye gelen seğmenler iyiydi, izleyiciler iyiydi, lâkin karşılıklı olarak bir türlü aynı hava teneffüs edilemiyordu.
Halk Müziği Korosunun ardından Türk Sanat Müziği Bölümü sanatçıları sahneye aldı.
Eserler haliyle biraz ağır, kıyafetler haliyle biraz klasikti.
Bu bölümde de yine aynı kopukluk yaşanıyordu.
Müzisyenler iyiydi, solistler iyiydi, şef Nusret Parmaksız iyiydi, izleyiciler iyiydi, lâkin şarkılar bir türlü izleyiciyi alıp götürmüyordu.
Ve salon hâlâ yeterince karanlık değildi.
Sanat Müziği icra heyetinin ardından sahneye 19 Mart 2010’da kurulan Çalgıcı Mektebi Roman Orkestrası geldi.
Fıkır fıkır çalacaklar derken salonda epey yüksek sesle çalan ve sesin fazlalığından dolayı pek anlaşılmayan bir müzik başladı. 
Biraz roman havası, biraz arabesk, biraz da ilk olarak sahne alan bandonun kendilerine şekil yaparak çaldığı “Görevimiz Tehlike” o gürültüde kaynadı gitti…
Onlar doğuştan müzisyendiler ama sahneden dışarı taşamıyorlardı.
Ve daha sonra konserin başından beri beklediğimiz izleyici ve müzisyen kaynaşması nihayet gerçekleşmeye başladı.
Bütün müzisyenler ve bütün solistler sahneye gelip de sahne cıvıl cıvıl hale gelince, solistlerin de müzisyenlerin de neden olduğunu çözemediğimiz tedirginlikleri sona erince, sahnenin büyüklüğü içinde yeterince kalabalık olunca sahneden izleyiciye doğru bir coşku yayılmaya başladı ki sormayın.
Bütün gurupların hep birlikte çalıp hep birlikte söylemeleri müthiş bir sinerji yarattı ve müzik izleyiciyi avucunun içine aldı.
Özellikle de bando diğer sazlarla birleşince müzikler Goran Bregoviç’in Balkan müziklerini çağrıştırdı.
Keşke en başından hepsi bir arada çıksalardı dedim açıkçası.
Bu keyifli repertuvarın ardından sahneye Şef Erdinç Çelikkol davet edildi ve onun yönetiminde hep bir ağızdan Memleketim parçası söylendi.
Program, usta sanatçı Erdinç Çelikkol ile gecede emeği geçenlere plaket ve çiçek takdim edilmesiyle nihayetlendi.
Gecenin sonunda yerimden kalkıp da merdivenlere yöneldiğimde salonun yarısından fazlasının boşalmış olduğunu gördüm.
Ne çabuk!..
Sonra da, 'biz zaten böyleyiz, ağlaya sızlaya izlediğimiz film daha biter bitmez, sanki az evvel iki gözü iki çeşme ağlayan biz değilmişiz gibi, jeneriğin akmasını dahi beklemeden hemen salonu terk etmez miyiz' dedim.
Gülsek de, ağlasak da durum değişmiyor işte.
Program biter bitmez bir an önce o durumdan diğer duruma hızla transfer olup izlediklerimizin hazzını devam ettirmiyor, bu halimizle de işi bitince sırtını dönerek horlamaya başlayan kocalara benziyoruz.
****
Uzatmayalım;
Konseri izlerken hissettiğim un var, şeker var, yağ var lâkin helva bir türlü karılamıyor düşüncesinin konserin sonunda önemini kaybetmesi bir yana, merdivenleri ağır ağır çıkarken müziğe verilen emeğin ve müziğe duyulan aşkın kutsallığına bir kez daha hayran kalıyorum…
Eminim onlar da sezonun bu ilk konserindeki heyecan ve tedirginliklerini üzerlerinden atarlar ve dinleyicilerine muazzam lezzette konserler sunarlar...
30. yıllarını kutladıkları bu gecede müziğin yaşı olmadığı ve sonsuzluğa uzandığı inancıyla kendilerine sanatla dolu uzun yıllar diliyorum...

10 Ekim 2013 Perşembe

Kafana takma, yerine tak!

Şehir içi otobüste oturduğunuz koltuk ters yöne bakıyorsa eğer, trafikte seyreden araçların içini ve sürücü hallerini ayan beyan görebilirsiniz.
Araçta yalnız olanların bazısının elinde sigara, bazısı çalan müziğe direksiyona vurarak eşlik ediyor, bazısının henüz afyonu patlamamış, kös kös sürüyor aracı…
Sağ koltuğu dolu olan araçların bazısında hararetli bir muhabbet var, bazısında tık yok. Suratlar dökülmüş, gözler yola sabit, sus pus oturuyorlar öyle.
Kamyon, kamyonet sürücüleri her zamanki hallerinde.
Kâh bıkkın, kâh aceleci.
İçi çocuk dolu öğrenci servisleri vızır vızır.
İçinde olduğumuz otobüsün hızı diğer araçlara göre daha az olduğundan ve duraklara girip çıktığından herkes yanımızdan gelip geçiyor.
Onca araçta dikkatimi çeken en önemli şey, araç içindekilerin emniyet kemerlerini takıp takmadıkları.
Hani bir istatistik yapılsa sonuç ne çıkar bilmem.
Üst grup araçtaki kemersizi, ticari araçtaki kemerlisi, okumuşu okumamışı, kadını erkeği, genci yaşlısı...
Kemer takması beklenenin takmaması, beklenmeyenin takması.
Hele hele de çocukların ön koltuğa öylece oturtulması, bazen de çocukların torpido gözüne yapışmış halde ayakta durması. 
Arka koltuktakileri hiç konuşmuyorum.
Ön koltukta oturup da kemer takmayı zûl sayan bir millet olarak arka koltuktaki kemerle hiç işimiz olmuyor malum.
Yeni dönem araçlar ise kemer takmazsanız insanı canından bezdirecek derecede ötüyor.
Olsun, onun da var bir çaresi.
Ne mi?
Buyrun bakın internette satılıyor alenen:
"Emniyet kemerini ısrarla takmak istemeyen sürücülere, hiç olmasa AIRBAG'in aktive olmasını sağlamak amacıyla üretilmiştir.
Ürün Özellikleri:
Emniyet kemer koluna takılarak emniyet kemer ikaz sesi ve ışığını pasifize eder.
Emniyet kemeri takmak istemeyen sürücüler yeni model bir çok araçta geçerli olan, AIRBAG fonksiyonunun emniyet kemeri takılmasına bağlı olarak aktif olmasını sağlar.
Tüm araçlar için uygundur.
İsteğe bağlı olarak dilerseniz bu toka ucuna da emniyet kemerini takabilirsiniz.
Paket İçeriği: 2 Adet Emniyet Kemeri Toka Ucu
2 renk vardır, satın almadan önce istediğiniz rengi belirtiniz
DİKKAT: Renkler Siyah ve Gri'dir."
Siz hangi rengini seçersiniz bilmem ama seçtiğiniz renk hangisi olursa olsun sizi kaza anında korumayacak, hattâ belki hayatınızı sonlandıracak, belki de ömrünüzün sonuna dek sakat kalmanıza sebep olacak.
Hiçbir şekilde sevilmeyen o kemer, polis çevirmesi esnasında beceriksizce yerine takılmaya çalışılıp cezadan sıyrılmaya bakılır hep.
Yani paramız canımızdan daha değerlidir kısacası.
Bir sıkıntı verir o insana mübarek kemer. Bir daral getirir. Ne o öyle omuzdan bele çapraz inmeler, bacakları koltuğa kilitlemeler, boynuna dolanıp nefes almanı engellemeler. Kim icat ettiyse &%^%())='!……
Peki o zaman takmayın.
Siz kemer takmayınca ne değişecekse artık.
Malum, şoför koltuğunun hareket alanı kısıtlı. Eller direksiyonda, ayaklar pedallarda. Gövde de koltuğa sabit.
Hani kemer takmasanız ne yapacaksınız?
Akşam yemeği için taze fasulye mi ayıklayacaksınız?
Arka koltuktakilere kahveye geçip fal mı bakacaksınız?
Yoksa sabah sporunu mu yapacaksınız?
Oturduğunuz yerde oturacaksınız işte kıpırdamadan…
O önemsemediğiniz, hattâ ve hattâ hiç hazzetmediğiniz minicik kuşak siznin hayatınızı kurtaracak oysa.
Ha, kaderci olup Allah'ın verdiği ömrü diye başlamayın hemen…
Ömrünü uzatıp kısaltmak elinizde değilse de, hayatta kaldığınız süreci nasıl tamamlayacağınız elinizdedir belki.
En düşük hızda giderken bile ani fren yapınca olan savrulmayı hatırlayın.
Olmadı, çarpışma anında yaşananları internetten "gogıllayın".
Sadece kemer takmadığı için yitip giden hayatları sorgulayın.
Arka koltuk, ön koltuk demeden oturur oturmaz takmalı o kemeri ve yola güven içinde çıkmalı.
Arka koltuktan savrularak can verenleri unutmamalı.
Hele hele de çocukları, kucakta dahi olsa ön koltuğa oturtmamalı.
Arabayı sürerken kucağına alıp direksiyonu ona tutturmamalı.
Ki en yoğun trafikte dahi karşılaşıyoruz.
O çocuk bir çarpma anında kucağında can verecek, belli ki sürücünün (ki çoğunlukla babadır) aklı bunu kesmiyor…
Ön konsola tutunarak ayakta yolculuk eden çocuğunun bir çarpışma anında darmadağın oluşuna şahit olacak, onu düşünemiyor.
Çocuklar arka koltukta kolları, kafaları dışarıda yolculuk ediyorlar, kimse ses çıkartmıyor.
Kemer stresini kafasına takmayan, hayat bilinci gelişmiş kişiler ve anne-babasının kemer taktığını görerek, kendine özel koltuğunda yolculuk etmeye alışan çocuklar bunları yapmıyor.
Otobüste giderken dahi kendini güvende hissetmek için kemer arıyor.
En iyi dinleme organı GÖZ'dür diye boşuna dememişler...
Hatırlarsınız, Zeki Müren radyo programına başlarken şoför kardeşlerine 'Gözünüz yolda kulağınız bende olsun' derdi hep.
O zamanlar kemerin önemi bilinmiyordu ya da kemer yoktu.
Olsaydı 'kemeriniz de belinizde' olsun diye eklerdi eminim.
Kısacası; siz siz olun, kemeri kafanıza değil yerine takın, yola öyle çıkın…
****

10 Ekim 2013'de yazılan bu yazının ardından birçok şehirde valilikler emriyle sahte kemer tokası satışı yasaklandı.
Son durum ise; internette kemer tokası satışı yine eskisi gibi devam etmekte.

Emniyet kemeri takmayacak kafada olanların zararları sadece kendilerine olsa, 'hepsini doğanın kucağına bırakıp çekilelim, ne halleri varsa görsünler' diyeceğim ama değil işte.
Hep birlikte yaşıyorsak eğer canımız bile sadece bizim değil...

Bir söz de kapak fotoğrafına edelim; Ankara'da bindiğim takside bu uyarıyı görünce çok sevindim ve arka koltuktaki emniyet kemerini aradım. Bulamadım tabi.
"Taksici kardeş nerede bu emniyet kemeri?" diye sorduğumda, 

"Yolcular rahatsız oluyor diye sakladık abla" demez mi?
Söz BİTTİ!