2 Ekim 2013 Çarşamba

Yaşlılığa hazır mıyız?

Herkesin bir an önce evine gitmeye can attığı bir akşam saatinde, trafikte lâmbalarda duruyoruz.
Birazdan yeşil yanacak ve hareket edeceğiz. 
Orta yaşın üzerlerinde tek başına bir kadın önünde durduğumuz yaya geçidinden karşıdan karşıya geçiyor. 
Ağır aksak yürüyor. Sanki dizlerinden biraz zahmeti var. 
Dalgın da. 
Işığın yeşilden kırmızıya dönecek olmasının tedirginliğini ve telâşesini taşımıyor. 
Kendi dünyasını yaratmış ve o dünyada kaybolmuş gibi bir alâkasızlıkta yürümekte.
Işık bize yeşil yanıyor ama hiçbirimiz yerimizden kıpırdamıyoruz. 
Kadının geçişini bekliyoruz. 
Kimse korna çalmıyor, kimse sabırsızlık etmiyor.
O anda, o akşam alacasında herkes direksiyonlarının başında birşeyler düşünüyor kendince.
Belki kendi annesini görüyor bu kadında, belki kendi yaşlılığını.
****
Bizden büyüklere 'yaşlı' deriz. 
Sanki onlar bu dünyaya yaşlı doğmuşlar, hep yaşlı yaşamışlardır. 
Hayat oyunundaki ‘yaşlı kişi’ karakterini hep onlar oynamaktadırlarlar. 
Bir vefatın ardından bile mevtanın önce yaşını sorarız. Yaşı biraz büyükse ‘Eh’ der, o kişinin dünyadan ayrılışını tevekkülle kabulleniriz. 
Ölüm sıralıdır ve adildir ya, “Allah geride kalanlara uzun ömürler versin” dir.
****
Ya o yaşlının gençliği, çocukluğu, bebekliği. 
Anne-babasının arasında sevinç çığlıkları atarkenki halleri, şimdi buruşmuş gördüğümüz o bebek yanakları, kalınlaşmış ellerin eski yumak yumaklığı, nasırlaşmış topukların eski yumuşaklığı... Hepsi yok olup gitmiştir.
O günleri bilenler de çoktan bu dünyadan göçmüş, onlarla birlikte 'çocukluk' da maziye gömülmüştür.
****
Ne yazık ki günlük hayat eli ayağı tutan, genç ve sağlıklı insanlar için düzenlenmiş.
Yaşlandıkça dışarılarda yaşamak da zorlaşıyor. 
Bu yüzden insanlar evlerine hapsolup ihtiyaçlarını karşılayamaz ve başkalarının bakımına muhtaç hale geliyorlar. 
Çalışan anneler için çocuklarının bakımı ne kadar meşakkâtlidir değil mi? 
İşlerine giderken çocuklarını kime emanet edeceklerini daha bebek doğmadan düşünmeye başlarlar. Anneanneler-babaanneler-dedeler el birliğiyle üstlenirler bu bakımı. Aileleri yanlarında olmayanlar içinse bakıcılar ve yuvalar girer devreye. 
Bebek bakımı zordur belki ama keyiflidir, neşelidir. O bebeğin bir geleceği vardır. Büyümesini izlemek ve buna katkıda bulunmak tatmin edicidir.
Oysa yaşlının bakıma muhtaç olması eskisi gibi iki-üç nesil bir arada yaşanmayan evlerde yaşlının nasıl ve kim tarafından bakılacağı sorularını da beraberinde getiriyor.
Çocukların uzaklarda okumaları ve çok zaman hayatlarını oralarda kurmaları, çalışma hayatları, kendi düzenleri, bağımlılıkları, vazgeçilmezleri varken, bir de evde yaşlı ve hasta anne-babalarıyla yaşamak onlara külfet olup çıkıyor.
Külfet oluyor da; peki o zaman ne yapalım?
Kendi başlarına yetemeyecek hale gelmiş bu insanları kaderlerine mi terk edelim? 
Elbette ki hayır. Kâh bu konuda hizmet veren kurumlarla, kâh aile içi dayanışma ve düzenlemelerle biz onların onurlu ve rahat yaşamalarını sağlamakla mükellefiz. 
İnsan sevmeyen, hele de yaşlı ve hasta insanı hiç sevmeyen kişilerin bu bakımlara talip olmasına, o insanların geçmişlerini yok sayarak ve sürekli aşağılayarak hizmet vermesine izin vermemeliyiz.
Bu dünyadan erken gidenlerin dışında, yaşlılık herkesin yaşayacağı bir olgu. Kendine yeterek yaşlanmak başka da, acz içinde bir yaşlılık sürmek ilk olarak o kişinin kendisi için çok acı. 
İnsan yaşarken biraz da yaşlanacağı günleri düşünerek yaşamalı bence. Hem madden hem manen yapmalı o günler için birikimlerini. Sağlığına dikkat etmeli, kimseye muhtaç olmayacak kadar düzenli bir geliri ve sosyal güvencesi olmalı.
En önemlisi de; yalnızlıktan şikâyet etmeyecek kadar çok insanı olmalı etrafında.
Televizyonlarda ya da çevremizdeki insanlarda bazen şahit oluruz, bazı yaşlılar aranıp sorulmadıklarından dert yanarlar. ‘O kadar çocuğum var ama hiçbirisi bana bakmıyor’ derler.
Önce çok kızarım bu vefasız çocuklara. Daha sonraysa 'Neden?' sorusu düşer aklıma. Neden bakmıyorlar derim. Nedir insana ana-babasını unutturan sebep? 
Bu işte gençlerin olduğu kadar yaşlıların da biraz payı vardır belki.
Güçlü zamanlarında çevrelerindeki insanları korkutarak ya da maddi üstünlükleriyle sağladıkları zoraki saygınlıklar, güçten düşüp de artık kimseyi korkutamadıkları zamanlarda yok oluveriyordur belki.
Derler ki; “Merdivenleri çıkarken yanlarından geçtiğiniz kişilere iyi davranın, inerken yine onlarla karşılaşacaksınız”.
Dünyaya bizden sonra gelenlere kucak açmak, onları sevmek ve kendimizi benimsetmek bizim elimizde. Yoksa orada öylece durup, sadece ‘büyük’ olma sıfatını kullanıp sevilmeyi ve sayılmayı beklemek, sonra da yeterince ilgilenilmediğinden şikayet etmek pek de adil değil.
Nihayetinde çocuklar da büyüklerinden gördüklerini yapıyorlar. 
****
Çocukluktan gençliğe, gençlikten yaşlılığa doğru hızla ilerlerken ne geçmişimizden ne de geleceğimizden vazgeçmeden, hayatı olduğu gibi kabullenip bu ilahî dengeye ayak uydururak yaşamayı öğrenebilsek keşke. 
Annemiz-babamızla, dedemiz-ninemizle, çocuklarımız-torunlarımızla, arkadaşlarımız-dostlarımızla neşe içinde geçirdiğimiz her an paha biçilemez en büyük hazine değil mi? 
Sağlıklı ve huzurlu olduktan sonra dünya üzerinde kaç yıl kalındığının ne önemi var...
****
Kapak fotoğrafı, Murat Aslan'ın fotoğrafının benim tarafımdan karakalem olarak çalışılmış resmidir...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder