28 Haziran 2022 Salı

Yer açın, Malkoçoğlu geliyor!

Bilmem yaşınız yeter de hatırlar mısınız, sinema ve müzik dergileri "Perde", "Ses" ve "Hayat" vardı yıllar önce. 
60'lı yılların Yeşilçam yıldızları, sahne sanatçıları, müzisyenleri hep o dergilerdeydi.
Susuz Yaz’ın Bahar’ı Hülya Koçyiğit, Yeşilçam’ın Küçük Hanımefendisi Belgin Doruk, çok erken yaşta aramızdan ayrılan, İngiliz Kemal Lawrence’e Karşı’nın İngiliz Kemal’i Ayhan Işık, Samanyolu’nun Nejat’ı Ediz Hun, Acı Hayat’ın manikürcü kız Nermin’i Türkan Şoray, Şoför Nebahat’in Nebahati’i Sezer Sezin, Akasyalar Açarken’in Filiz’i Filiz Akın, Yeşilçam’ın Fato’su Fatma Girik, o tarihlerde sinemada şansını deneyen Ajda Pekkan, Üç Arkadaş’ın Gülperi’si Muhterem Nur, radyo konserlerinin vazgeçilmezi Zeki Müren, Gençliğe Veda bestesi ile Klasik Türk müziğinde çok sesliliğe geçiş dönemini başlatan Yıldırım Gürses, 60'lı yılların efsane grubu Beatles, Atina’nın Filiz Akın’ı Aliki Vuyuklaki, Cibali Karakolu’nun Orhan’ı Cüneyt Arkın ve dönemde çıkıp da yıldızlaşan ya da parlamadan sönüp yok olan isimlerin en genç, en masum halleri dergi kapaklarını, orta sayfadaki posterler ise gençlerin duvarlarını süslerdi.
Ayhan Işık biraz Clark Cable, Muhterem Nur biraz Vivien Leigh, Belgin Doruk biraz Audrey Hepburn, Cüneyt Arkın biraz Alain Delon'du. 

Babamın zengin arşivinden bize ulaşabilen bu dergileri döne döne okur, fotoğraflara uzun uzun bakardım. Televizyonun evlerimize girmesiyle birlikte de, çıktıkları dönemde izleyemediğim, siyah beyaz o filmleri izler oldum. Genç hallerinin fotoğraflarını gördüğüm "artistler" filmlerde can bulurken, Türkiye'nin siyah beyaz hali de ekrandan yansıyordu. 
Benim büyüdüğüm dönemde filmler renklenmiş, ülke değişmiş, "artistler" büyümüştü. 
Sinema salonlarının beyaz perdesine yansıyan renkli filmlerde onların büyümüş hallerini seyrediyordum bu kez. Büyümüş bulduğum isimler o tarihte 40 yaşlarında bile değildi oysa.
Benim dönemimin genç idolleri ise Tarık Akan ve Gülşen Bubikoğlu oldu.

Ayhan Işık ve Tarık Akan çok erken veda ettiler dünyaya. 
Kayan yıldızlarla dolu dünyamızda bugün bir yıldız daha kaydı. Battal Gazi, Malkoçoğlu ve Kara Murat filmleriyle hafızalara kazınan Cüneyt Arkın sonsuzluk yolculuğuna çıktı.
60'lı yıllardan bu yana sinema dünyasına adını altın harflerle yazdıran, komediden drama, tarihi filmlerden bilim kurguya, aksiyondan romantik komediye ve dahi polisiyeye kadar rol aldığı tüm filmlerde rolün hakkını veren Cüneyt Arkın, ardında onurlu bir hayat bıraktı.
Bir zaman alkolle başı dertte olan Cüneyt Arkın, eşi Betül ve yönetmen Türker İnanoğlu'nun "kumpası" sayesinde farkında olmaksızın o illetten kurtulmuştu.

Cüneyt Arkın'ın filmlerinde dublör kullanmadığı söylenir.
Benimse gazete haberlerinden ya da dergilerden hatırladığım bir sahne var. Siyahlar içinde, kovboy şapkalı Cüneyt Arkın, (şimdi hangi film olduğunu hatırlayamadığım) bir film sırasında dublör kullanıyor ve dublör düşüp yaralanıyor, Cüneyt Arkın dublörün başında gözyaşı döküyor. Kim bilir, belki de bu kazadan sonra dublör kullanmayı bıraktı ve sağlığı pahasına en tehlikeli sahnelerde kendisi oynadı.
Hatırlarsınız; tarihi filmlerde bir kerede beş ok atar, duvardan duvara zıplar, surlara tırmanır, at üzerinde olmadık numaralar yapar, yüzlerce asker ile tek başına çarpışır, prensesleri kötü adamların elinden kurtarır, en korkunç işkencelerde bile gıkı çıkmazdı. İzlerken hem heyecanlanır, hem güler, hem de hadi canım derdim. Birkaç Jackie Chan filmi izledikten sonra Cüneyt Arkın'ın hakkını Cüneyt Arkın'a teslim ettim.

Cüneyt Arkın, sanatın siyaset üstü gücünü kullandı doğru bildiğini söylemekten hiç çekinmedi. Hiç eğilmedi, hiç bükülmedi. Kaybedecek neyi vardı ki, o halkı kazanmıştı.
Ve bugün ocusuyla bucusuyla tüm insanlar Cüneyt Arkın'ın o babacan, o sevecen, o kocaman duruşu karşısında saygıyla eğilip, üzüntülerini paylaştı.
Bizimle birebir evlerimizde yaşamıyordu ama içimizde onun varlığının büyük bir ağırlığı vardı.
Gidişinin ardından evlerimiz bomboş olmayacak ama kalbimizdeki yeri daha bir kabaracak, Cüneyt Arkın kalbimize daha bir yerleşecek. Biliyoruz ki onun yeri hiçbir zaman dolmayacak.

Cüneyt Arkın'ı son yolculuğuna, ona yaraşır bir şekilde uğurlamak Türkiye Cumhuriyeti'nin boynunun borcudur. Kargaşasız, gürültüsüz patırtısız, sessiz, sakin, saygılı, ciddi, vakur bir cenaze töreni yapmaya Cüneyt Arkın ile başlayabiliriz belki. 
Dünyayı Kurtaran Adam böyle bir gidişi hak ediyordur değil mi?

8 Eylül 1937'de doğan sinema oyuncusu, senarist, yapımcı, yönetmen ve doktor Fahrettin Cüreklibatır, namı diğer Cüneyt Arkın, bugün aramızdan ayrıldı.
Cüneyt Arkın 1963 yılında Artist Mecmuası'nın açtığı yarışmada birincilik kazandı ve sinemaya adım attı.
1969 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde, İnsanlar Yaşadıkça filmi ile "En İyi Erkek Oyuncu Ödülü",
1972 Adana Altın Koza Film Festivali'nde Yaralı Kurt ile "En İyi Erkek Oyuncu Ödülü",  
1976 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde Mağlup Edilemeyenler ile "En iyi Erkek Oyuncu Ödülü", 
1999 Antalya Altın Portakal Film Festivali'nsde "Yaşam Boyu Onur Ödülü",
2013 yılında Engelsiz Yaşam Vakfı tarafından verilen "Yaşam Boyu Meslek ve Onur Ödülü",
2013 yılında 18. Sadri Alışık Tiyatro ve Sinema Oyuncu Ödülleri'nde "Yaşam Boyu Onur Ödülü",
2013 yılında "2013 Kültür ve Sanat Büyük Ödülü",
2021 yılında "Türkiye Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü" onun oldu. 

24 Ocak 2022'de kaybettiğimiz Fatma Girik'in ardından "Fatmam bekle beni orda, geliyorum..." demişti..
Fatmasını çok bekletmedi...
Şimdi, burada kalanlar onun filmleriyle ve anılarıyla avunurken, Yılmaz Güney, Fikret Hakan, Sadri Alışık, Erol Taş dahil öte tarafa göç etmiş tüm Yeşilçam camiası ve tüm sanat dünyası onu hasretle bağırlarına basacak.
Savulun, Kara Murat geliyor!
Yer açın, Malkoçoğlu geliyor!

28 Haziran 2022 / C.E.Y. 

14 Haziran 2022 Salı

Sen ne kadar doğrusun Lemurya?

Gemlik'in Kurşunlu mahallesindeki Yeni Dünya Kültür ve Sanat Evi'nde bir oyun izledim.
Oyunlarını vakıf ya da dernekler yararına sahneleyen 1 Başka Tiyatro ekibi, prömiyerini 30 Mayıs akşamı yaptığı "Doğru mu Doğrular? Lemurya" oyununu o gece Türk Eğitim Vakfı TEV yararına oynadı.
Oyunda rol alan amatör oyunculardan biri olan arkadaşım Semra Uğurluoğlu'nun davet ettiği oyuna, TEV Bursa Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Çalışkan ve sevgili eşi Asuman Hanım'la birlikte katıldık.

Oyunu Elif Epiri yazmış, Serkan Çetinkaya yönetmiş. Yardımcı yönetmen ise Özgür İde Acarbabacan.
Koreografi ve hareket düzeni Pelin Elçik Yorgancıoğlu'na, kostümler İskender Urpak'a, dekor Serdar Menteş'e emanet edilmiş.
Oyunun oyuncuları arasında Bursa'nın pek çok tanıdık ismi ve tanınmış siması vardı. Onlar bize Türkiye'nin ve dünyanın önemli insanlarını anlattı. Anlatıları ile bizleri, bu insanlar hakkında bildiklerimiz ne kadar doğruydu ve doğrular ne kadar gerçekti diye sorgulattılar.
Müzikler ve danslar ile zenginleşen tek perdelik oyun, bir saat kırk beş dakika kadar sürdü.
Daha öncesinde de TEV yararına oyunlar gerçekleştiren ekiple sıcak bağı olan ve oyun sonunda sahneye gelerek bir teşekkür konuşması yapan Mehmet Çalışkan tüm ekibe, TEV bursiyerlerinin elinden çıkmış çizimlerden oluşan ürünler takdim etti.
Mehmet Bey, oyunculara ve izleyicilere ithafen yaptığı konuşmada "Her sene 7 bin öğrenciye burs veriyorduk, bu sene 9 bin 777 öğrenciye burs verdik, bu da sizlerin sayesinde oluyor." dedi. 
1967 yılında Vehbi Koç'un önderliğinde, iş insanı, öğretim üyesi ve entelektüel 205 kişinin bir araya gelmesiyle başlayan ve o yıl ilk olarak 195 öğrenciye burs veren TEV'in öyküsünü kısaca anlattı.

Kayıp Kıta Lemurya
Oyunda adı geçen Lemurya kıtası neresi, o kıtada kimler yaşar soruları eminim ki sizin de aklınızdan geçmiştir. Önce Lemurya'ya bir göz atalım o zaman.
Efsanevi kayıp kıta Lemurya, yine efsanevi bir kayıp kıta olan Atlantis'in kardeşiydi muhtemelen. 
Eskiden Hint ve Pasifik Okyanusları arasında yer aldığına inanılmış, ancak günümüzde bilimsel olarak kabul görmeyen ve "sözde bilim" olarak sınıflandırılan Lemurya kıtası, bilimsel çevreler tarafından tektonik levha gibi kavramlar yaygınca kabul görmeye başladığı zaman aldığı desteği kaybetmişti.
Tamil edebiyatında ve kültüründe Lemurya, bu kültürde önemli bir yeri olan efsanevi Kumari Kandam bölgesi ile bağdaştırılmıştı. Bir zamanlar Hindistan, Sri Lanka ve Madagaskar bir bütün oluşturmuş olmalarına rağmen, ayrılmaları (iddia edilenin aksine) batan bir kıta ile değil, tektonik hareketlerin Gondwana'yı parçalaması vasıtası ile gerçekleşmişti. Bu olay ise milyonlarca yıl önce, dünya üzerinde herhangi bir medeniyet veya insan yaşamı yok iken olmuştu.

"Doğru mu Doğrular? Lemurya"
Oyunun yazarı Elif Epiri prömiyer günü verdiği röportajda, Lemurya adasında yaşayan ütopik Lemurya halkına oyununda şöyle yer verdiğini söylemiş:
"Oyunun konusu; çok yüksek medeniyette 'Lemurya' diye kayıp bir kıta var. Bu tarih bilgilerinden öğrendiğimiz gerçek bir bilgi. Bu kıtada zamanında yaşanırken, hiç savaşlar olmazmış, hiç yalanlar olmazmış, tecavüz olmamış. Bizden çok yüksek boyutta bir medeniyette yaşamışlar. Ben şöyle bir hayal kurdum. O medeniyetten insanlar şu an bizim yanımıza gelselerdi ve bizim bu durumumuzu görselerdi. Bize ne derlerdi. Bize nasıl yardımcı olmaya çalışırlardı. Bizim elimizden tutup nasıl üst boyuta çekmeye çalışırlardı. Bunları hayal ettim, belki Betül Mardin bizden çok üst boyutta yaşayan fakat bize burada insan rolü yapan biridir. Belki Haldun Dormen öyledir. Aysel Gürel öyle. Kendisine feminist derken aslında feminist ne demek, neden feminist olmuş. Bunları araştırırken bizim kafamızda çok farklı yanlışların olduğunu öğrendim. Bunları kendi hayallerim ve bilgilerimle birleştirerek yazdım. Biraz da eğlenceli bir oyun oldu."
Şiirlerden, öğretilerden ve tarihten örneklerden harmanlanarak oluşan senaryoda, çevre ve hayvan, yani dünya ve doğal yaşam duyarlılığı olan ya da varmış gibi davranan iki yüzlü insanlar tanıdık.
Oyunda sevgi ve şefkate, cehennemin sanatsız ve sevgisiz kalıp acı çektiğimiz yer olduğuna dikkat çekildi.
Lemurya İnsanları Dünya'da
Bir zamanlar barışın hüküm sürdüğü düşünülen Lemurya kıtasındaki insanların bugünkü dünyaya "düştüğünü", hipnoz sayesinde gördük. 
Betül Mardin, Arif Mardin, Haldun Dormen, Aysel Gürel, Pierre Cardin, Salvador Dali, Sabiha Gökçen, Cem Karaca, Meryem Ana, Adile Naşit, Saadet öğretmen gibi isimler Lemurya'dan gelmişlerdi ihtimal. 
Kleopatra, Yıldız Kenter, Frida, Safiye Ali, Fatma Aliye, İsis, Anadolu'nun cefakâr kadınları, hepsi tek bir kadındı. 
Kadın, hem şekillendirilmeye çalışılan, hem kutsanan, hem aşağılanandı. 
Gazi Mustafa Kemâl Atatürk'ün ileri görüşlülüğü ve kadını erkek ile yan yana getirmesine bakacak olursak, O'nun da çağlar ötesinden geldiği tartışılmazdı. 
Canlı Canlı
Oyunda bazı sololar Playback, bazıları ise canlı söylendi. Canlı söylenenler Playback'lerin önüne geçti.
Sözleri Muhyiddin Abdal'dan, bestesi Fazıl Say'dan "İnsan İnsan Derler İdi", sözleri Paul Anka'dan, seslendirmesi Frank Sinatra'dan "My Way", sözü ve bestesi Cem Karaca'dan "Allah Yar", bir kabare parçası olduğunu düşündüğüm "Yaşam Bir Kabare Dostlar", sözleri Konstantin Simonov'dan, seslendirmesi Ezginin Günlüğü'nden "Bekle Beni" eserlerini oyunculardan kâh canlı kâh Playback olarak dinledik.
Kantoyla şenlendik, ilahi ve semazen ile yükseldik.
Dışa Vuran İç Ses 
Bazı insanlar çağlarının ilerisinde yaşar ve anlaşılmaları için çağın o aşamaya gelmesi beklenir.
Onlar mı ileride yoksa diğerleri mi geridedir bilinmez. Ama insanlığı ileriye, iyiye ve güzele taşımak için epey mücadele ettikleri, çok zaman anlaşılmadıkları ve bazen de lanetlendikleri bir gerçektir.
Malum, anladığını sever insan. Anlamadığını ise reddeder...

Doğrular da değişir insanlar gibi. Yanlışlar da eşlik eder bu değişime.
Dünya hipnozundan kurtulmak için görünenler gerçek midir, görmediklerimiz hayal midir diye sormak lazım belki. 
Bilmem ki doğru mudur doğru bildiğimiz doğrular...
Öğretilenler, belletilenler, yap denilenler, yapma denilenler, ayıp denilenler, günah denilenler...
Alkışladıklarımız alkışı hak ediyor mudur, ayıpladıklarımızın ayıplanması reva mıdır?

Etrafımızdaki doğruları sorgularken kendimize dönelim,
Lemurya insanı sen, Lemurya kıtası ben olalım, aynaya bakalım ve aynadaki Lemurya'ya soralım,
Sen gerçek misin Lemurya?
Ya da sen ne kadar doğrusun Lemurya?

14 Haziran 2022 / C.E.Y. 

1 Başka Tiyatro
Altı yıl önce kurulan ve dişçisinden terzisine, kuaföründen takı tasarımcısına, avukatından iş insanına kadar farklı meslek gruplarından 24 kişiden oluşan 1 Başka Tiyatro ekibi, "İyiliği Sanatla Bulaştırma" yolunu seçmiş.
Tamamı amatör sanatseverlerden oluşan topluluk, oyunlarını çeşitli STK, vakıf ve dernekler yararına sahneliyor. Elde edilen gelirler burs fonlarına, hasta çocuklara ve ihtiyaç sahiplerine gidiyor.

Damlaya Damlaya Göl Olur, Damlacıklar Sel Olur
30 Mayıs'tan bugüne Bursa LÖDER, Hasbahçe, Yoncadır Kadın Derneği, HASVAK ve TEV yararına oynanan "Doğru mu Doğrular? Lemurya" oyunu, 14 Haziran'da TAD, 15 Haziran'da UCİM, 16 Haziran'da Tohumluk Vakfı ve 17 Haziran'da da Bursa Kadın Ekonomi Platformu Derneği yararına oynanacak. Oyunlarına Temmuz-Ağustos aylarında ara verecek olan ekip, eylül ayında 20 oyun ile tekrar sahnelere dönecek ve izleyici ile buluşacak.

9 Haziran 2022 Perşembe

Rize'den Ötesi Çayeli

Hafta sonlarında yaptığım günübirlik doğa gezilerini sosyal medya paylaşımlarımda gören Karadenizli arkadaşım ve çocuklarımızı birlikte büyüttüğümüz eski komşum, Karadeniz kızı Nilgün Uzun, "Gel ben seni Karadeniz'e götüreyim de yeşil gör!" deyince Karadeniz planımız oluşuverdi.
O İstanbul'daki evinden, ben de Bursa'dan çıktık ve 29 Mayıs günü Sabiha Gökçen Havaalanı'nda buluştuk. 
(Söylemeden geçemeyeceğim, Bursa Terminali'nden kalkan BBBUS ile Sabiha Gökçen'e ulaşmak çok kolaydı. Dönüşte de aynı yol ile Bursa'ya döndüm.)
İstikamet, henüz daha 15 gün önce, 14 Mayıs tarihinde açılan Rize-Artvin Havaalanı'ydı.
Sakin bir havada yaptığımız ve yaklaşık 1 saat 45 dakika süren uçuş sonrası uçağımız Rize-Artvin Havaalanı'na tekerlek koydu.

Havanın açık olmasından dolayı inişe geçerken, üzerinde uçtuğumuz coğrafyayı, kıyı şeridinin ve şehirlerin sırtında bir duvar gibi yükselen karla kaplı Kaçkar Dağları'nı, Karadeniz'in yeşil ile buluştuğu sahilleri, yerleşim yerlerinde yüzünü denize dönmüş yüksek katlı binaları, sahilden yukarıya uzanan tepeleri, tepelerdeki koyu yeşillerin arasında sanki bir dizi inci kopmuş da inciler tepelere saçılmış gibi görünen evleri, altımızda uzanan maviliği doya doya izledim.
Sahile paralel uçarken denize o kadar yaklaştık ki, acaba deniz uçağındayız da denize mi iniş yapacağız diye düşünmedim değil. Denize inmedik ama Ordu-Giresun Havalimanı'ndan sonra ülkemizin deniz üzerine inşa edilen ikinci havalimanına indik.
Uçaktan inince, HAVAŞ ile 15 dakika uzaklıktaki Çayeli'ne ulaşıp, oradan taksiyle arkadaşımın anne babasının yaşadığı eve çıktık.
Denize dik inen yamaçlara kurulan inci tanesi evlerden biri olan bu eve çıktıktan sonra karşılaştığım manzara hayranlık vericiydi.
Evde bizi taze demlenmiş çay eşliğinde, ev yapımı ekmek, tereyağı, peynir, reçel ve zeytin ile kara lahana sarması ve patates kavurmasıyla donanmış bir sofra bekliyordu. 
Anadolu Jet uçuş esnasında yolculara sudan başka bir şey ikram etmemişti ve karnımız zil çalıyordu.
Denizin maviliği ve tepelerin yeşilliği eşliğinde ettiğimiz kahvaltı, kahvaltıya eşlik eden sıcacık sohbet, güneşin yavaş yavaş denize inişi, gölgelerin gittikçe uzaması ve yamaç aralarının gittikçe koyulaşması, etkisi azalan güneşten istifade çaylıklarda çay toplayanların makas sesleri, esen rüzgarla aşağıdaki çay fabrikasından zaman zaman gelen cezbedici çay kokusu, karşıdan karşıya birbirine seslenen insanların haykırışları, kuş sesleri, rengarenk çiçekler ve gittikçe kızaran güneş ile oluşan ortam mükemmel bir karşılama partisine dönüştü. Daha önce methini çok duyduğum ama hiç görmediğim bu coğrafyayı tanıma ve hiç unutmama arzusu ile peş peşe fotoğraflar çektim, videolar kaydettim.
Keşke sesler ve görüntüler kadar kokular ve lezzetleri de kaydedebilseydim dedim.
Akşam inip karanlık çökünce, evlerin ve sokakların lambaları birer birer yanmaya başladı ve manzara  bambaşka bir hale büründü. İnci taneleri şimdi ateş böceklerine dönüşmüştü. 
Geceyi kapatıp, günün yorgunluğu ile derin bir uykuya daldım, sabahın erkeninde gözümü yine bu güzelliğe açtım. Kahvaltı için bahçeden marul, nane, maydanoz, dereotu topladım. Kızaran çileklerden ağzıma attım. Doğan güne, parıldayan güneşe, açan çiçeklere, öten kuşlara, temiz suya şükrettim. Armut ağacının dibindeki ağaç eve kurulan kahvaltı masamızda çayımı yudumlarken, aşağıda uzanan Çayeli'ne mi, iki yandaki tepelere mi, karşımdaki engin denize mi, hangisine bakacağımı şaşırdım.
Kahvaltımızı ettikten sonra Çayeli'ne yürüyerek inmek için Nilgün ile evden ayrıldık. Yarım saat bile sürmeyecek yolu bir o yana bir bu yana bakına bakına, fotoğraflar çeke çeke bir saatte aldık. Havanın sarı sıcağında Çayeli merkezde biraz dolaştıktan sonra kendimizi serindeki eve dar attık. Manzara eşliğinde çay içerken, güneşin an be an gökyüzünü, dağları ve denizleri renkten renge bürüyüp batışı ne kadar da büyüleyiciydi.
Akşam yemeğinden sonra çaylıktan aşağıya yürüyerek, yukarıdan gördüğümüz eve, akraba gezmesine gittik. O gece geniş balkonda manzara eşliğinde çaylar içilip sohbetler edildi. 
Aşağıdaki evin bahçesindeki anıt haline getirilmiş şehit mezarının yanından geçerken duygularımız karmakarışıktı. Aile şehit oğullarını yanı başlarına defnetmiş, bağırlarına basmış, pırıl pırıl mezarı güllerle donatmıştı. "Ruhun şâd, mekânın cennet olsun evlat" diyerek geçtik yanından. El açıp dua ettik. Yüreğim paramparçaydı. Şehit haberlerinde duyduğum her şehit sanki oydu...

Üçüncü günün sabahına uyandığımızda kahvaltımızı eder etmez Rize'ye gitmek üzere evden ayrıldık. Çayeli'ne inecek, oradan minibüs ile Rize'ye geçecektik. Çayeli'ne bu kez farklı bir yoldan ama yine yürüyerek indik. Bu iniş de bir önceki gibi uzun sürdü. Gördüğümüz her şeyin ve birbirimizin fotoğrafını çekmekten maada, bir de yolda karşılaştığımız kişilerle sohbete daldık. Onlardan birisi de Yenipazar Mahallesi Camii'nin bir odasında Rize Bezi - Feritiko dokuyan kadınlardı. 

Rize Bezi- Feritiko
Kadınlar burada Songül Tüysüz öğretmenliğinde kumaşlar dokuyup ortaya çeşit çeşit örtüler çıkartıyorlar. Eskimiş nevresimleri şeritler halinde keserek, oluşan şerit iplerle kilimler, çantalar dokuyorlar. Atölyede ikisi Feritiko tezgahı olmak üzere 6 tezgah var. 12 kadın 6'lı gruplar halinde, bir hafta bir grup, bir hafta bir grup olmak üzere bu tezgahlarda dönüşümlü olarak çalışıyorlar. Ürettikleri ürünleri Instagram'daki @sevgi_ile_dokunuslar hesabından satıyorlar. Satılan ürünlerden gelir elde ediyorlar. Hem para kazanıyor hem de çok eski bir kültürün yok olup gitmemesine, yaşamasına vesile oluyorlar.
Öğretmen Songül Tüysüz 
Bir dokun bin ah işit
Dokumacı kadınları ardımızda bırakıp Çayeli'ne doğru yürümeye devam ederken, çaylıkta biri çay toplayan, biri de kucatoplayan kadının torunuymuş. 
Çay toplayan kadınla biraz sohbet edince, bu sene çayda kotanın kalkmasından ve çay fiyatından memnun olduğunu, lakin dışarıdaki pahalılıktan hiç memnun olmadığını söylüyor. 
Aldığı para daha pazara çıkmadan erimişti, bu da hepimizin olduğu gibi onun da canını çok sıkıyordu.

Rize 
Nihayet Çayeli'ne inip Rize'ye giden minibüslere atladık ve 20 km uzaktaki Rize şehrine geldik. Yol boyu şehirleşmenin binalaşma olarak algılandığı bu dönemin tüm eserlerini gördük. Devasa bloklar sahile sıralanmış ve dahası da sıralanma yolunda olmak üzere sahil bandı tamamen yüksek binalara teslim olmuş. Deniz doldurulmuş ve hâlâ daha doldurulmaya devam ediyor. Sahil boyunda bir çay içelim dedik, mekânda kamyon gürültüsünden başımız şişerek ve kalkan tozdan boğularak bir çay içimi zar zor oturduk ve hemen ayrıldık.
Sahilde, havalimanındaki çay bardağının eşi vardı. Zaten bardak önce Rize sahiline yapılmış, çok beğenilmiş olmalı ki sonra da havalimanındaki kontrol kulesi çay bardağının içine oturtulmuş.  
Rize Kalesi
Buraya kadar gelmişken Rize Kalesi'ni görmeden dönmek olmazdı. Biz de öyle yaptık ve yürüyerek kaleye tırmandık. Epey bir yokuş çıkıp merdiven tırmandıktan sonra kaleye vasıl olduk. Rize Belediyesi'nin Sosyal Tesis olarak kullandığı kalede, tesiste çalışan arkadaşa, "Buraya çıkabilene kalenin altın anahtarını vermelisiniz!" deyince, kaleye çıkan minibüsler olduğunu söyledi. Ama biz yürümek istemiştik ve yürürken kaleye giden sokaklardaki değişimi izlemiştik.
Değişim ne olmuş diyecek olursanız, birkaç ev direnmeye devam etse de geri kalanına birileri "İnşaat Ya Resullallah!" demiş derim.
Rize İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nde yazan bilgilere göre kale, 480 metrekarelik bir alan üzerine kurulmuş. İç ve aşağı kalelerden oluşan kalede, iç kalenin I. Justinianus (527-565) döneminde, aşağı kalenin ise 13'üncü yüzyılda inşa edildiği düşünülmekte. Düzgün plan arz etmeyen kale 150 metre yüksekliğinde doğal bir tepe üzerine kurulmuş. Düzgün kesme taş ve moloz taştan inşa edilen iç kalenin giriş kapısı doğuda. Yarım daire planlı beş adet kulesi var. Aşağı Kale iç kaleden kuzeydoğu ve kuzeybatı yönlerine doğru açılarak uzayan ve denize ulaşan surlarla çevriliyken, günümüze batı duvarlarının bir bölümü ve bazı kule kalıntıları kalmış.

Kaleden inip Rize sokaklarında biraz dolaştıktan sonra tekrar minibüs ile Çayeli'ne döndük ve armut ağacının dibindeki kendi huzur kalemize sığındık. Yorulan ayaklarımı uzatıp, kendimi an be an değişen renklere ve o doyumsuz manzaraya teslim ettim.
Çaylıkta Çay Topladım
Valizimi hazırlarken yanıma bir de şalvar koymuş, gelmişken çay toplarım diye niyet etmiştim. Ev sahibemiz Fatma Abla'dan da bir yemeni uydurdum ve sabah kahvaltısından sonra teyze kızı Emine'ye çay toplamaya gittik. Gözümde güneş gözlüklerim, ayağımda spor pabuçlarım ve omzuma astığım çapraz çantam ile biraz değişik bir çay toplayıcısı olsam da, şalvar ve yemeni ile işi kurtardım.
Evinin altındaki çaylığa vardığımızda Emine bir makine gibi şak şak şak şak çay kesiyordu.  Makas vurmak ve kesilen çay yapraklarını torbanın içine devşirmek maharet ve güç istiyordu. Ben haliyle yavaş ve beceriksizdim. Ama yine de kışlık çayımın bir kaşığını topladım.
Herkesin mevtası kendi bağrında
Bursa'ya dönüşümden bir önceki gün, yani 2 Haziran'da güne kabir ziyaretleri ile başladık. Buralarda herkes kendi mevtasını kendi bahçesinde, yanında, yanı başında yatırıyor. Nilgün'ün aile büyükleri de evlerinin karşısındaki arazilerinde koyun koyuna yatıyorlar. Önce onları ziyaret ettik, sonra Aşıklar deresi boyundaki düz araziye geçtik. 
Her yanından sular akan Çayeli'nde mini mini şelâleler vardı ve birisi de buradaki arazideydi. Bir de arazinin üzerinde ha düştü ha düşecek bir kaya duruyordu. Adeta Demokles'in Kılıcı gibi sallanıyordu.
Suyun fazlalığı ile toprak iyice coşmuştu. Her taraf ısırgan otu kaynıyordu. Otların, kayaların, ağaçların, Aşıklar Deresi'nin ve tabii ki birbirimizin fotoğraflarını çeke çeke biraz ilerideki, ara ara kokusunu duyduğumuz Çayeli Aşıklar Çay Fabrikası'na geldik.

Çayeli Aşıklar Çay Fabrikası
Çay bitkisinin yemyeşil taze sürgün yapraklarının toplanmasıyla başlayan süreç nasıl oluyor da bildiğimiz simsiyah çaya dönüşüp, suyla haşlanınca tavşan kanı renge bürünüp, buram buram kokup bizim yorgunluğumuzu alıyor değil mi? 
Bunu öğrenmenin en iyi yolu, ÇAYKUR'un Çayeli'ndeki fabrikalarından biri olan Aşıklar Çay Fabrikası'nı ziyaret etmekten geçer. Fabrikaya Serpil Büyük'ün davetiyle gittik. Birer çay içtikten sonra Kısım Müdürü Selvinaz Albayrak bize çayın geçirdiği tüm evreleri fabrikayı gezdirerek anlattı.
Fabrikayı gezerken fotoğraf çekiminin ve ses kaydının yasak olduğunu söyleyen Selvinaz hanım, internette bu konuda pek çok yazı bulabileceğimi söyledi. 
Kendisini dikkatle dinlememe rağmen kayıt alıp not tutmadığımdan dolayı, yanlış bir bilgi vermemek adına resmi kayıtlara başvurdum. Çaykur'un kendi sitesinde çayın işlenme bilgilerini göremedim. 
Aşağıda okuyacaklarınız, Mevlana Çay sayfasından yaptığım alıntıdır. 

Çayın Yolculuğu
Kamyondan dökülen çaylar önce soldurma işlemine tabi tutuluyorlar. Sonra sırasıyla kıvırma, fermantasyon, kurutma, tasnif ve ambalajlama yapılıyor.
Dünyada sudan sonra en fazla tüketilen içecek olan çay soframıza gelene kadar bakın ne evrelerden geçiyor:
Soldurma, yaş çayın ihtiva ettiği %70-80 oranındaki suyun %50-55’e düşürülmesi işlemini oluşturur ve fermente çay (siyah çay) üretiminin en önemli ilk aşamasıdır. Soldurma teknelerinde yapılmaktadır. Teknelerdeki çayların solma süresi yaş çayın tazeliği ve ıslaklık durumuna, hava ve çalışma koşullarına göre değişir.
Teknelere verilen hava sıcaklığı düşük rakımlarda 38°C, yüksek bölgelerde 32°C’yi geçmeyecek şekilde ayarlanır. Isının yüksek olması durumunda yapraklarda kuruma ve yanmalar meydana gelir. Kurumuş ve yanmış çaylarda kıvırma ve fermantasyon istenildiği gibi olmayacağından elde edilecek çayın kalitesi son derece düşük olur.
Fotoğraf internetten alıntıdır. Çünkü fabrikada çekmek yasaktı
Kıvırma, solmuş çay yaprağının değişik çay imalat makinelerinde parçalanması, ezilmesi ve bükülmesiyle hücre özsuyunun kıvrılmış yaprak yüzeyine yayılması ve oksidasyonun başlaması işlemidir. İki aşamada gerçekleşir:
Birinci Kıvırma: Bu kıvırma işlemi düz (yaprak) kıvırma makinelerinde yapılır. Düz kıvırmalar uzun sürede yavaş yavaş doldurulduğundan en az 300 kg solmuş yaprak alabilmektedir. Kıvırma süresi doldurulmaya başlandığından itibaren en az 45 dakika olur.
İkinci Kıvırma: Birinci kıvırmada yeterince parçalanmamış kaba yaprakların tazyik altında presli kıvırmalarda veya göbekli kıvırmalarda daha çok parçalanmalarını sağlayarak, yaprağın hücre zarının çatlatılarak içerisindeki hücre özsuyunun dışarı çıkartılması ile daha iyi fermantasyon şartlarının hazırlanmasını temin için yapılır.
Presli kıvırmalarda kıvırma müddeti 40, göbeklilerde ise 20 dakikadır. Presli kıvırmalardaki çaylara bu müddet içerisinde en az 3 defa pres tatbik edilir. Presler 200-300 libre (90-135 kg) lık bir tazyikle yapılır. 5-6 dakika presli, 5-6 dakika pressiz olarak çalıştırılır. Böylece tazyik sırasında fazla sürtünmeden dolayı ısınmış olan çayın harareti düşürülmüş olur. İkinci kıvırmadan çıkarılan çaylar fermantasyon ünitesine sevk edilir.
Fermantasyon, kıvrılan yaş çay yaprağının hücre özsuyunda bulunan kimyasal bileşiklerinin oksidaz enziminin tesiri ile biyolojik değişikliğe uğrayarak siyah çayda istenen renk, burukluk, parlaklık, koku ve aromanın oluşması olayıdır. Çay imalatında ilk kalite kontrolü fermantasyon safhasında yapılır. Bu esnada çayın kıvrılma ve solma durumu hakkında bilgi edinilir.
Fermantasyon müddeti denilince; çayların fermantasyon kısmında geçirdiği süre akla gelmemelidir. Bu süre; kıvırmanın başlamasından oksidasyonun tamamlanmasına kadar geçen zamandır. Fermantasyon esnasında nispi rutubet yaklaşık %90-95 civarında tutulmalıdır. Sıcaklık hava şartlarına bağlı olarak 21-3200C arasındadır. Çay liköründe parlaklık ve canlılık düşük sıcaklıkta yapılan oksidasyonda artar. Sıcaklığın yüksekliği nispetinde canlılık azalır, mat ve donuk bir renk oluşur.
Kurutma, kıvrılmış ve fermente olmuş çay yaprağının fırınlanarak nem oranını %2-4 seviyelerine indirme işlemidir. Kurutmanın amacı: enzim oksidasyonunu durdurarak, kazanılan özelliklerin ve oluşan maddelerin yitirilmesine engel olacak ortamı oluşturmak, çayı depolanabilir, paketlenebilir ve taşınabilir duruma getirmektir.
Kurutmada giriş sıcaklığı 90-1000C, çıkış sıcaklığı 45-600C arasında olur. Çıkış dereceleri farklı davlumbaz sistemlerine göre değişebilir.
Fırına giren havanın sıcaklık derecesi, debisi, palet üzerindeki yaprak kalınlığı ve çayların fırın içerisinde kalma müddeti, kurutma olayını etkiler.
Fırınlarda başlıca iki ayar vardır:
Birincisi kalınlık palet ayarıdır ki; çayların ince ve kalın tabakalar halinde serilmesini sağlar.
İkincisi ise devir (kayış-kasnak veya varyatör )ayarı olup, çayların fırın içinde kalma müddetini belirler.
Fırına verilen fermente olmuş çaylar; Marshall tipi fırınlarda 1.nci kayışta 32 dakikada, 2.nci kayışta 27 dakikada, 3.ncü kayışta 21 dakikada, 4.ncü kayışta 17 dakikada, 5.nci kayışta 12 dakikada fırından çıkar.
Tasnif ve Ambalajlama:
Fırından çıkan kuru çayların önceden belirlenen standart elek tellerinden geçirilmek suretiyle incelik, kalınlık ve kalitelerine göre ayrılma işlemidir.
Gerek fırın çıkışında gerekse tasnifin çeşitli aşamalarında kurutulmuş çaylar lif tutucularından geçirilerek lif ve çay çöplerinden ayrılırlar. Çaylar fırınlanarak çıktıktan sonra ihtiva ettikleri %2-4 nispetindeki rutubet miktarı ile ancak iyi tasnif edilebilir. Bekletilen ve iyi muhafaza edilmeyen çayların rutubet miktarları arttığından ve elastikiyet kazandıklarından tasnifleri iyi yapılamaz ve kısa zamanda küflenerek sağlığa zararlı hale gelir.

Çayeli'ne Veda 
Döneceğim günün sabahı, çaylığına çay toplamaya gittiğimiz Emine bizi kahvaltıya davet etti. Birkaç yüz metredeki eve yürürken artık bu coğrafyadaki son saatlerim olduğunu bildiğimden olsa gerek, içime hafif bir hüzün çöktü. Emine'nin hazırladığı kahvaltı, Nilgün'ün ağaçtan topladığı kirazlar, etrafta dolaşan kediler, karşı tepelerin ardında yapılan silah atışları, çay makası sesleri, karşılıklı anlatılan hayat hikâyeleri derken öğleni ettik. 
Eve dönünce Fatma Abla fasulye turşusu kavurması yaptı. Daha önceki günlerde bize kara lahana dolması, baklava, kadayıf, muhlama, minci tava gibi yöresel yemekler yedirmişti, fasulye eksik kalmasın dedi.
Yemeğimizi yedikten sonra sıra valiz kapatıp havaalanına inmeye geldi. 
Evin annesi Fatma Abla'ya, babası Mustafa Ağabey'e, sevgili arkadaşım Nilgün'e ve beş gece altı günümü geçirdiğim, arkamızda görünen sıcak eve veda ederken son bir karede ölümsüzleşelim istedim.
Mustafa Uzun'un atalarının Romanya'dan Çayeli'ne ve İstanbul'a, Nilgün'ün İstanbul'dan Bursa'ya uzanan öyküsü, benim atalarımın Balkanlar'dan ve Dağıstan'dan Bursa'ya uzanan öyküsüyle Bursa'da kesişmiş ve yıllar sonra beni Çayeli'ne getirmişti.
Ne kadar da iyi etmişti...

Rize-Artvin Havalimanı
Bursa uçuşu için biraz erken geldiğim  havalimanında şöyle bir dolaştım. Gördüklerimi ve öğrendiklerimi sizlere de tanıtmak isterim. 
3 milyon metrekare alanda deniz doldurularak inşa edilen havalimanında, Rize kültürüne atfen havalimanının giriş takı çay yaprağı biçiminde, 36 metre yüksekliğindeki hava trafik kontrol kulesi ise ince belli çay bardağı şeklinde inşa edilmiş. 
Projede Ordu-Giresun Havalimanı'ndan 2,5 kat fazla tonajda dolgu malzemesi olarak 100 milyon ton taş  kullanılmış. Havalimanı içerisinde ÇAYKUR'un tarihinin (1917 yılında çayın ülkemizde yetişebileceğini rapor eden Ali Rıza Erten ve 1924 yılında çay üretimi çalışmaları için görevlendirilen Zihni Derin) ve çayın yapraktan demliğe olan yolculuğunun anlatıldığı Çay Müzesi var. Yolunuz düşerse gezmeyi ihmal etmeyiniz.
Artvinliler havalimanına Artvin'e özel ürünlerin satıldığı "Artvin Marka Ürünler" mağazası açmış. Rize ise henüz görünürde yok. 
Havalimanında olmayan birkaç şeyden birisi ATM, diğeri ise elektrik prizi. Para çekmek ya da telefonunuzu prize takmak isterseniz, kusura bakmayın, yapamazsınız. 
Havaalanına yoldan giriş çıkışlar, yönlendirme tabelaları da olması gerektiği gibi değil. İlk geldiğim gün minik aksaklıklar için ben de "olur böyle şeyler" demiştim ama hepsi bir araya gelince diyemez oldum. 
Siz de ben gibi "Daha yeni, zamanla düzelir" derseniz, havalimanının temelinin 3 Nisan 2017'de atıldığını söylerim. Ve bu tip yapılar her şeyiyle birden yapılması gereken yapılardır derim.
Bursa'daki gibi "Hastane yaptık, aaa yolu yokmuş, yapalım", "Stadyum yaptık, aa yolu yokmuş, yapalım" mantığıyla "Patchwork-Kırkyama" tarzı işleri bir kenara bırakmak ve hiçbir şeyi aceleye getirmemek lazım.
****
Gördüğünüz üzere, sadece Çayeli'nde geçen günlerim anlatmakla bitmedi. Arşivimde bu geziden bin altı yüz otuz beş fotoğraf-video kaydı var. 
Düşünün, bir de Karadeniz turuna çıkıp, Karadeniz'i baştan sona gezseydim ne olacaktı?

Bu gezinin en güzel yanı Karadeniz coğrafyasına dokunmak ve en çok da insanı ile iç içe yaşamam oldu. Malum, anlamak için yakın olmak lazım, o dünyayı yaşamak lazım...

Ülkemiz konumuyla, doğasıyla, tarihiyle, kültürüyle, insanıyla müthiş zenginliklere sahip bir ülke.
Her köşesi bir başka cennet...
Ülkemizin kıymetini bilelim, sahip çıkalım, ki kimse bu cennet ülkede cehennemi yaşamasın...

9 Haziran 2022 / C.E.Y. 


7 Haziran 2022 Salı

UNESCO Yolunda İznik

Bir önceki yazımda, Bursa UNESCO Derneği tarafından düzenlenen etkinlikte Levent Sevik'in yaptığı sunum ile UNESCO Dünya Miras Listesi üzerine bilgilenmiş, yazının sonunda 5 Haziran Dünya Çevre Günü'nde UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi'nde 39. sırada bulunan İznik'e bir gezi düzenleneceğini ve benim de o geziye katılacağımı söylemiştim.

Bursa UNESCO Derneği bünyesindeki Doğa ve Çevre komisyonu İznik'e dikkat çekmek ve 2014 yılında Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin “Tarihi Kültürel Mirası Tespit ve Havadan Fotoğraflama Çalışmaları” çekimleri sırasında, Aykut Güngör tarafından fotoğrafı çekilerek İznik Gölü'nde sular altında keşfedilen, Amerikan Arkeoloji Enstitüsünce 2014 yılında dünya çapındaki en önemli 10 keşiften biri seçilen, adını “Yılın en önemli 10 keşfi” listesine yazdıran, 2015 yılında İznik Gölü Sualtı Bazilika Kazısı olarak Kültür ve Turizm Bakanlığının izniyle, İznik Müze Müdürlüğü Başkanlığında, Bursa Uludağ Üniversitesi adına Prof. Dr. Mustafa Şahin’in bilimsel danışmanlığında yürütülen, İznik'in UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'ne yedinci sıradan girmesine vesile olan, İznik Gölü’nün sadece 20 metre kadar açığında ve 2 metre derinlikte bulunan dev bazilikanın ve İznik'in UNESCO yolundaki çalışmalarının ne durumda olduğunu görmek amacıyla böyle bir gezi düzenlemişti.
Geziye Bursa Motosiklet Derneği (BMD) motosikletlerinin oluşturduğu kortej eşliğinde iki toplu ve birkaç özel araçla, konvoy halinde çıktık.
Öyle kalabalıktık ki, adeta İznik'e çıkartma yaptık.
Etkinliğe destek veren İznik Belediyesi önünde mola verdiğimizde, belediye binasının karşısında bir türbe dikkatimizi çekti.
Yenişehir Kapı yakınlarında, İznik Belediyesi karşısında yer alan türbe Osmanlı’ya ait bir yapı. Orhan Gazi tarafından şehrin fethinde gösterdikleri kahramanlıklardan dolayı Kırgızlar için yaptırılan Kırgızlar Türbesi'nde biri çocuk olmak üzere 7 lahit bulunuyor. 
  Türbenin girişinde bir Kırgız Asker oturuyor.
 Kırgızlar Türbesi'nde biri çocuk olmak üzere 7 lahit bulunuyor. 
 Kırgızlar Türbesi'nde biri çocuk olmak üzere 7 lahit bulunuyor. 
Molanın ardından gölde batık halde bulunan Bazilika'ya doğru hareket ettik. Burada bizi İznik Belediye Başkan Vekili ve İznik Alan Başkanlığı Danışma Kurulu Başkanı Zeliha Peşte karşıladı. İznik Gölü Sualtı Bazilika Kazısını yürüten Mustafa Şahin'in kazı ekibinden olan sualtı arkeoloğu Muhammed Çınar, bazilika konusunda bilgilendirme konuşması yaptı.
Bursa UNESCO Derneği Başkanı İlker Özaslan - Sualtı Arkeoloğu Muhammed Çınar
Muhammed Çınar:
"Arkeolojide bir kazı yapmak için önce bir hipoteziniz olması gerekiyor. Bizim buradaki hipotezlerimizden birisi, I. Ekümenik Konsili'nin MS 325 yılında burada yapıldığını düşünmemiz. Bir diğer hipotezimiz, en genç aziz olarak bilinen Aziz Neophytos'un kilisesinin burada olabileceği. Burası aynı zamanda bir mezarlık alanı. Çevrede birçok "çarklı mezar" tarzında mezarlar var. Aktif alanda yapılan çalışmalarda çıkan buluntular hem bazilikanın o dönemdeki önemini hem de hipotezimizi doğrulayıp doğrulamayacağı konusunda bize cevap vermesini bekliyoruz. Bir diğer hipotezimiz de, bazilikanın altında pagan dönemine ait bir tapınak olabileceği. I. Ekümenik Konsili'nin burada toplandığını (bir yazıtla mesela) ispatlayabilirsek ya da Aziz Neophytos'a ait kalıntılar bulabilirsek, UNESCO Dünya Miras Listesi'ne rahatlıkla gireceğiz."

Zeliha Peşte:
"Geçen haftalarda İznik Alan Başkanlığının hazırladığı İznik Planımız onaylandı. Çalışmanın bakanlığa sunulacak son formu oluşturuldu. Dosyamızda Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı dönemi eserler mevcut."

Birkaç maddede bazilika
* Gölün altında bulunan Doğu Roma dönemi bazilika, kuzey-batı, güney-doğu yönünde inşa edilmiş. 
* Bazilika’nın uzunluğu 29 metre, eni ise 17,5 metre.
* Bazilika 3 nefli, temel taşları monoblok taştan ve tahminen mermer.
* Roma döneminde bazilika kelimesi kütüphane olarak kullanılıyor. Geç Roma ve özellikle Bizans döneminde kilise yapılarına bazilika adı veriliyor. 
* Bu bölgenin açık hava müzesine dönüştürülme ve ziyaretçilerin çalışmaları izleyebilecekleri bir sistem kurulma projesi var.
Bursa UNESCO Derneği - Batık Bazilika önünde
İznik Konsili neden toplandı?
Bazilikayı konsil ile ilişkilendiriyoruz da, nedir bu İznik Konsili diye sorduğunuzu duyar gibi oldum. Anlatalım o zaman:
313 yılında Konstantin'in Milano Fermanı’nı imzalamasıyla birlikte Hristiyanlık yasak bir kült olmaktan çıkar, kabul edilmiş bir din haline gelir ve Hristiyanlara dini özgürlük verilir. Lakin 300 yıllık karanlık dönemde kiliseler arasındaki birlik kopmuş ve önemli konularda farklı yorumlar ortaya çıkmıştır. Ekümenik kelimesi birlik içinde olan kiliseler için kullanılır. Bazı uygulamalar ve ufak detaylarda farklı olsalar bile, temelde inandıkları şeyler aynıdır. Ekümenik kelimesinin kökeni Antik Grekçe’de "oikouménē gē" yani, "dünyada yaşanılan alanlar" anlamına gelir. Kiliseler için kullanılmasının nedeni, dünyanın değişik yerlerinde var olan kiliseler, anlamına gelmesidir.
İşte bu gerçekten yola çıkan Konstantin, ekümenik bir toplantı düzenlemek ister. Farklı coğrafyalarda ve kültürel yapılarda da olsa, öğretilerinde birlik içinde olan bir kilise oluşturma amacındadır.

İznik Konsili'nde neler konuşuldu?
Konsil İznik’te (Nicea), bugün İznik Gölü suları altında kalmış olan bir sarayda gerçekleşir. MS 375 yılında yapılan toplantıya 381 episkopos katılır. İznik Konsili’nin temel konusu, İsa Mesih’in kimliği konusudur. Bilinmesi gereken en önemli konu, aslında Mesih’in tanrısallığının ya da Üçlü Birlik (Teslis) inancının tartışılmadığı, bazı önemli teknik detayların konuşulduğudur. İznik Konsili’nin en amansız tartışması, Mısır’dan gelen bir rahip olan Arianus’un Mesih’in doğası ile ilgili iddia etmiş olduğu ayrıntılardır. Arianus’a göre İsa Mesih Tanrı’ya en yakın olan ama Tanrı olmayan bir varlıktır. İsa Mesih ilk yaratılan varlıktır ve evrenden önce yaratılmıştır. Evren, İsa Mesih aracılığıyla Tanrı tarafından yaratılmıştır. Arianus’la fikir birliğinde bulunan çok küçük bir azınlık vardır ve ikisi dışındakiler fikirlerini değiştirmişlerdir. İznik Konsili’nde bu görüş sapkın olarak kabul edilmiş ve İsa Mesih’in kimliği ile ilgili tartışmalar son bulmuştur.

Aziz Neophytos Bazilikası
Anadolu Üniversitesi Arkeoloji Bölümü mezunu, İstanbul Üniversitesi Prehistorya Bölümü Yüksek Lisans mezunu, o tarihte aynı üniversitede Doktora adayı olan Erman Ertuğrul, 13 Nisan 2015 tarihli "Aziz Neophytos Bazilikası: İznik Gölü’nde Tesadüfen Bulunan Bazilika" yazısında;
"Roma İmparatorluğu’nda 313 yılında Milano Fermanı ile Hıristiyanlık serbest bırakıldı. Fakat fermandan önce, yani Hıristiyanlığın yasak olduğu yıllarda henüz 16 yaşında Aziz olan Neophytos, Romalı bir asker tarafından İznik Gölü kıyısında öldürüldü. Antik kaynaklara göre, Milano Fermanı’nın çıkmasından sonra Aziz Neophytos’un sevenleri, onun adına İznik Gölü’nün yakınında bir bu bazilikayı inşa etti. Antik kaynaklarda, Aziz Neophytos’un anısına kentin hemen dışında kalan gölün kıyısında bir kilise inşa edildiği söyleniyor. Ayrıca 8. Yüzyılda Aziz Neophytos’un naaşının, yine İznik’te bulunan Koimesis Kilisesi’ne taşındığı biliniyordu. Fakat inşa edilen bu kilisenin nerede olduğu ve Aziz Neophytos’un naaşının neden taşındığını kimse bilmiyordu. Bazilika, 740 yılındaki depremle gölün derinliklerine gömülerek unutulmuştu. Bazilikanın, antik kaynaklarda geçen fakat yeri bilinmeyen Aziz Neophytos adına inşa edilen bazilika olması oldukça muhtemel. Bazilikanın içinde bulunan bir mezarın kapağının açık olması da naaşın daha önceden taşındığı bilgisini doğrular nitelikte." diyor.
(Bazilika'nın miras listesine girebilmesi için Aziz Neophytos'un bize somut kanıt yollaması lazım.)

Abdülvahab Sancaktari Türbesi
Bazilika'nın ardından şehri tepeden gören, şehrin fethi sırasında sancaktarlık görevini ifa ederken şehit düşen Abdülvahab Sancaktari adına fetihten sonra yapılmış olan türbeyi ziyaret için tepelere tırmandık. 
İznik'e hakim bir tepede. Mevta sancaktar olmasından dolayı türbe Bayraklı Dede olarak da anılıyor. Çünkü mevtanın kendisi burada yatmamasına rağmen sembolik mezara ziyaretçiler tarafından Türk Bayrakları bağlanarak (hatta bayrak üzerine dilek yazılarak) dünyevi dileklerde bulunuluyor. Yani, türbe dilek ağacına dönmüş...
 Abdülvahab Sancaktari Türbesi
Türbeye doğru tırmanırken yolun sağında Berber Kaya Anıt Mezarı olduğunu öğrendiğim kalıntılar dikkatimi çekti. 
Berber Kaya
Tek bir kaya kütlesinden yontularak yapılmış olan eser, İznik'te Helenistik çağa ait tek eser imiş. Okuduğum yazılarda, yöre halkının "Berber Kaya" olarak adlandırdığı bu anıt mezarın, oğlundan kaçmak için sığındığı Nikaia'da yakalanarak öldürülen Bithynia kralı II. Prusias (M.Ö 185-149) için yapıldığı yazıyordu.

İznik Belediyesi Rehberi
İznik’in tarihi eserleri Zabıta Personeli Gültekin Çaldemir rehberliğinde gezildi ancak gruptaki tarih ve arkeoloji üzerine eğitim aldığını düşündüğüm gençler, rehberin bazı tarihleri birbirine karıştırdığını söylediler. O kadar bilgim olmamasına rağmen benim de kafamda soru işaretleri uçuşmuş ve kafamı olası yanlış bilgilerle doldurmamak adına rehberle göz temasımı kaybederek gruptan uzaklaşmıştım. 
Doğrusu ya, bu kadar ciddi bir projede, bu kadar ciddi bir grubun olduğu gezide ya konunun uzmanı bir akademisyen ya da kokartlı bir rehber eşliğinde gezdirilmek isterdim.
Neyse ki, imdada Bursa Büyükşehir Belediyesi rehberi Muhammed Yasin Yılmaz ve UNESCO Derneği'nden Uzman Antropolog&Türk Tarihi ve Kültürü Araştırmacısı Levent Sevik yetiştiler ve verdikleri bilgiler ile geziyi zenginleştirdiler.
Levent Sevik
Siyanobakteri
Bazilika'nın olduğu alanda göl suyunun bulanık, renginin yeşilimsi, suyun  kıyıyla buluştuğu yerlerde  köpükler olduğunu gördüm.
Konuyla ilgili mini bir araştırma yaptım ve 6 Haziran 2021 tarihli, Erol Çiçek imzalı bir habere rastladım. Haberde göldeki kirliliğe dikkat çekiliyor ve;
"Ülkemiz göllerinde 10-15 yıldır görülen siyanobakteri artışının sebebi, küresel ısınma ve göllerdeki kirlilik (nitrat, fosfor vd), İznik Gölü’nde de balık ölümlerine sebep olan, belli dönemlerde su yüzeyinde deniz salyasına benzer yeşil-mavi tabaka oluşturan siyanobakterilerin artışı ve bunların toksinleri (zehir). Üstelik bu toksinler sulama suyuyla bitkilere de geçebiliyor. Bu konuyla hiç kimse ilgilenmezken, yine küresel ısınma (kuraklık) ve aşırı su çekimine bağlı olarak gölün çekilmesi kamuoyunun ilgisini çekti. Oysa siyanobakteri tehlikesi ve gölün kirlenmesi, su çekilmesinden çok daha tehlikeli. Yakında üç beş yıla kadar, belki de göle girilemeyecek, balıklar ve kerevit iyice azalacak ve en kötü senaryoda göl suyu tarımsal sulamada bile kullanılamayacak hale gelecek. İşte, o zaman geri dönüş mümkün olmayacak veya çok pahalıya ve uzun yıllara mal olacak." yazıyordu.

İznik Ayasofya Camii
İznik gezisi sırasında İznik'in merkezindeki Ayasofya Camii'ni de gezdik. Giriş kısmı ile apsis arasındaki alana ayaklar üzerinde kurulan ve kırmızı halıyla kaplanan namaz alanı, mabedi kilise ile cami arasında bir yerlerde bırakmış. 
Ayasofya - İznik 
Din turizminin mihenk taşlarından biri olan, yazılı belgelerde adı ilk kez 11 Ekim 787 günü Patrik Trasios yönetiminde toplanan ve üç yüz elli piskoposla çok sayıda keşişin katıldığı Yedinci Konsül dolayısıyla anılan Ayasofya Kilisesi, 2011 yılında camiye çevrilince turist akışı da bıçak gibi kesilmiş.
Kilise 1331’te Orhan Gazi zamanında İznik’in fethedilmesinden sonra minare ve mihrap eklenerek camiye dönüştürülmüş. 
Ayasofya - İznik
Zamana direnemeyen kilisede 2007 yılında restorasyon çalışmaları başlatılmış. Restorasyon çalışmasının binanın tarihi yapısını ve görüntüsünü bozduğu yönünde eleştiriler yapılmış. Milliyet gazetesi "Beton sıvayla restorasyon" başlığıyla verdiği haberde restorasyon çalışmalarının Ayasofya Müzesini tarihe gömdüğünü iddia etmiş. Aynı habere göre Türkiye Arkeolojik Yerleşmeleri Projesi (TAY) yetkilileri "Bir Başkentin Yok Oluşu" adındaki bir bildiri ile restorasyonun sonuçlarına büyük tepki göstermiş. Müze olarak kullanılan yapının tekrar camiye dönüştürülmesi için yapılan restorasyon çalışmaları tartışmalara yol açmış. 1935 yılından itibaren müze olarak kullanılan Ayasofya Kilisesi'nin bir kısmı, 6 Kasım 2011 tarihinde cami olarak kullanılmaya başlamış. 
Tam olarak camiye dönmemiş kiliseye bakıp, camiden kilise, kiliseden cami yapmak çok mu elzemdir diye sormadan edemiyor insan. Üstelik kilise müze olarak hizmet verip, altın yumurtlayan tavuk misali şehir/ülke ekonomisine katkı sağlıyorken ve İznik'in İznik Yeşil Cami gibi pek çok camisi mevcutken.
Namaz saati esnasında kilisenin arka taraflarını gezemiyorsunuz mesela. 
Yani apsisin ve mezarların olduğu kısım günde beş kez, her seferinde yaklaşık yarım saat ziyarete kapalı.
Sizin için kutsal olan bir mekânda böyle bir anlayışın dayatıldığını görseniz, siz olsanız siz de gitmezdiniz elbet. 
Çevresinde birbirinden devasa onca cami varken İstanbul'daki Ayasofya'nın cami haline getirilmesi de benzer bir anlayış. Müze olarak başarıyla korunan Ayasofya'nın cami olduktan sonra kapıları dahi kemirildi. Daha bilmediğimiz, görmediğimiz kim bilir neler tahrip oldu, neler değerini yitirdi.
UNESCO Dünya Miras Listesi'nde yer alan İstanbul ve Tarihi Yarımada'yı miras listesinden çıkartmazlarsa iyidir deyip dilimi ısırayım...

Turist Çekme Planı
İznik Alan Başkanlığı Danışma Kurulu Başkanı Zeliha Peşte Bazilika üzerine konuşurken, Bazilika'nın miras listesine alınması sayesinde İznik'e daha çok turist geleceğinden bahsetmişti.
İznik, elindeki cânım gölü ve cânım Ayasofya'yı yitirmiş olduğunun farkında değildi herhalde. Turist sadece tek bir bazilika için mi gelecek, UNESCO sadece bazilikayı mı kabul edecek?
İznik çok katmanlı bir şehir ve her katman ayrı bir tarihe, ayrı bir değere sahip. 
Düz bir alanda kurulmuş olan İznik'in Konstantinapolis’e açıldığından dolayı en gösterişli kapısı olan ve Roma Tiyatrosu’ndan getirilen masklarla daha da gösterişli olması sağlanan İstanbul Kapısı, Roma dönemine ait kemerli kapı yapısı hem ölçüleriyle hem de inşa özellikleriyle İstanbul Kapı ile özdeş, arşitrav ve frizin kullanıldığı, hem şehir içi hem de şehir dışına bakan yüzlerinde hem Plancius’un hem de Hadrianus’un inşa kitabeleri yer alan, Lefke Kapısı, kısmen ayakta olan Yenişehir Kapısı, tamamen yıkılmış olan Göl Kapısı ve kentin çevresini beş kenarlı çokgen şeklinde kuşatan, her medeniyetin taş ustalığını sergilediği ve her medeniyetin bir önceki medeniyetin taşlarından yararlandığı, 4970 m. uzunluğundaki surları, yüksekliği 10-13 metre arasında değişen surlarda, yuvarlak ve kare şeklinde 114 burcu ile, iç içe geçmiş bir tarihin örgüsüdür.
Lefke Kapı 
Lefke Kapı
İznik’in iki ana caddesinin kesiştiği noktadan bakıldığında, bu dört ana kapı görünür. 
Lefke Kapıya bitişik inşa edilen Türk çeşmesi, zamanında Roma ve Bizans dönemlerinden beri kullanılan 800 m kadar doğudaki bir kaynaktan su kemerleriyle getirilen suyu aktarmaktaydı.
Antik Su Yolu
Osmanlı mimarisinin ilk örneklerinden olan, Osmanlı'nın ilk vezirlerinden, I. Murat'ın sadrazamı Çandarlı Halil Paşa tarafından yaptırılmaya başlanan, ancak Paşanın 1387'de ölmesi üzerine oğlu Çandarlı Ali Paşa tarafından bitirilen Yeşil Camii, caminin  minarede kullanılan ve camiye adını veren  turkuaz, yeşil ve mor yaklaşık on iki bin çiniden oluşan zikzaklı motiflerle bezeli, Selçuklu mimarisi izleri taşıyan minaresi hayranlık vericiydi.
Yeşil Camii
(Telefonumun şarjı daha fazla dayanamadığından Yeşil Camii fotoğrafını www.bursa.com.tr sayfasından almak zorunda kaldım.)
İznik Nilüfer Hatun İmareti Türk İslam Eserleri Müzesi ona keza. Müzede İznik ve çevresinden toplanan prehistorik dönemden Osmanlı dönemine kadar olan çeşitli buluntular ile Ilıpınar, Roma Tiyatrosu, İznik Çini Fırınları kazılarında çıkarılan eserler yer alıyor. Müze bahçesinde Yunan, Roma, Bizans ve Osmanlı eserleri sergileniyor.

İznik 2006 
Sizleri İstanbul Kapısı'nın ve surların olduğu 30 Temmuz 2006 tarihinde çektiğim birkaç fotoğraf ile baş başa bırakıp yazıyı nihayet sonlandırıyorum.
 
 

Uzunca bir yazıyı daha sonuna kadar okuduğunuz için teşekkür ederim.

Bu gidişimde İznik'i enine boyuna gezemedim, ki İznik bir güne sığmaz, ama bu yazıyı yazarken epey bir okuma yaptım.
İnternette surf yaparken,
sayfalarından yararlandım.

Umarım ki İznik elindeki doğal, arkeolojik ve kültürel değerlere "ayrım yapmaksızın" sahip çıkarak UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi'nden Kalıcı Listeye girmeye hak kazanır.
Her köşesinde tarih fışkıran ülkemizde bu listeye girecek çok ama çok değer var.
Yeter ki fark edelim, dosya hazırlayıp baş vuralım, koruyalım kollayalım ve en önemlisi de girdiğimiz listeden çıkmayalım.

7 Haziran 2022 / C.E.Y.