9 Haziran 2022 Perşembe

Rize'den Ötesi Çayeli

Hafta sonlarında yaptığım günübirlik doğa gezilerini sosyal medya paylaşımlarımda gören Karadenizli arkadaşım ve çocuklarımızı birlikte büyüttüğümüz eski komşum, Karadeniz kızı Nilgün Uzun, "Gel ben seni Karadeniz'e götüreyim de yeşil gör!" deyince Karadeniz planımız oluşuverdi.
O İstanbul'daki evinden, ben de Bursa'dan çıktık ve 29 Mayıs günü Sabiha Gökçen Havaalanı'nda buluştuk. 
(Söylemeden geçemeyeceğim, Bursa Terminali'nden kalkan BBBUS ile Sabiha Gökçen'e ulaşmak çok kolaydı. Dönüşte de aynı yol ile Bursa'ya döndüm.)
İstikamet, henüz daha 15 gün önce, 14 Mayıs tarihinde açılan Rize-Artvin Havaalanı'ydı.
Sakin bir havada yaptığımız ve yaklaşık 1 saat 45 dakika süren uçuş sonrası uçağımız Rize-Artvin Havaalanı'na tekerlek koydu.

Havanın açık olmasından dolayı inişe geçerken, üzerinde uçtuğumuz coğrafyayı, kıyı şeridinin ve şehirlerin sırtında bir duvar gibi yükselen karla kaplı Kaçkar Dağları'nı, Karadeniz'in yeşil ile buluştuğu sahilleri, yerleşim yerlerinde yüzünü denize dönmüş yüksek katlı binaları, sahilden yukarıya uzanan tepeleri, tepelerdeki koyu yeşillerin arasında sanki bir dizi inci kopmuş da inciler tepelere saçılmış gibi görünen evleri, altımızda uzanan maviliği doya doya izledim.
Sahile paralel uçarken denize o kadar yaklaştık ki, acaba deniz uçağındayız da denize mi iniş yapacağız diye düşünmedim değil. Denize inmedik ama Ordu-Giresun Havalimanı'ndan sonra ülkemizin deniz üzerine inşa edilen ikinci havalimanına indik.
Uçaktan inince, HAVAŞ ile 15 dakika uzaklıktaki Çayeli'ne ulaşıp, oradan taksiyle arkadaşımın anne babasının yaşadığı eve çıktık.
Denize dik inen yamaçlara kurulan inci tanesi evlerden biri olan bu eve çıktıktan sonra karşılaştığım manzara hayranlık vericiydi.
Evde bizi taze demlenmiş çay eşliğinde, ev yapımı ekmek, tereyağı, peynir, reçel ve zeytin ile kara lahana sarması ve patates kavurmasıyla donanmış bir sofra bekliyordu. 
Anadolu Jet uçuş esnasında yolculara sudan başka bir şey ikram etmemişti ve karnımız zil çalıyordu.
Denizin maviliği ve tepelerin yeşilliği eşliğinde ettiğimiz kahvaltı, kahvaltıya eşlik eden sıcacık sohbet, güneşin yavaş yavaş denize inişi, gölgelerin gittikçe uzaması ve yamaç aralarının gittikçe koyulaşması, etkisi azalan güneşten istifade çaylıklarda çay toplayanların makas sesleri, esen rüzgarla aşağıdaki çay fabrikasından zaman zaman gelen cezbedici çay kokusu, karşıdan karşıya birbirine seslenen insanların haykırışları, kuş sesleri, rengarenk çiçekler ve gittikçe kızaran güneş ile oluşan ortam mükemmel bir karşılama partisine dönüştü. Daha önce methini çok duyduğum ama hiç görmediğim bu coğrafyayı tanıma ve hiç unutmama arzusu ile peş peşe fotoğraflar çektim, videolar kaydettim.
Keşke sesler ve görüntüler kadar kokular ve lezzetleri de kaydedebilseydim dedim.
Akşam inip karanlık çökünce, evlerin ve sokakların lambaları birer birer yanmaya başladı ve manzara  bambaşka bir hale büründü. İnci taneleri şimdi ateş böceklerine dönüşmüştü. 
Geceyi kapatıp, günün yorgunluğu ile derin bir uykuya daldım, sabahın erkeninde gözümü yine bu güzelliğe açtım. Kahvaltı için bahçeden marul, nane, maydanoz, dereotu topladım. Kızaran çileklerden ağzıma attım. Doğan güne, parıldayan güneşe, açan çiçeklere, öten kuşlara, temiz suya şükrettim. Armut ağacının dibindeki ağaç eve kurulan kahvaltı masamızda çayımı yudumlarken, aşağıda uzanan Çayeli'ne mi, iki yandaki tepelere mi, karşımdaki engin denize mi, hangisine bakacağımı şaşırdım.
Kahvaltımızı ettikten sonra Çayeli'ne yürüyerek inmek için Nilgün ile evden ayrıldık. Yarım saat bile sürmeyecek yolu bir o yana bir bu yana bakına bakına, fotoğraflar çeke çeke bir saatte aldık. Havanın sarı sıcağında Çayeli merkezde biraz dolaştıktan sonra kendimizi serindeki eve dar attık. Manzara eşliğinde çay içerken, güneşin an be an gökyüzünü, dağları ve denizleri renkten renge bürüyüp batışı ne kadar da büyüleyiciydi.
Akşam yemeğinden sonra çaylıktan aşağıya yürüyerek, yukarıdan gördüğümüz eve, akraba gezmesine gittik. O gece geniş balkonda manzara eşliğinde çaylar içilip sohbetler edildi. 
Aşağıdaki evin bahçesindeki anıt haline getirilmiş şehit mezarının yanından geçerken duygularımız karmakarışıktı. Aile şehit oğullarını yanı başlarına defnetmiş, bağırlarına basmış, pırıl pırıl mezarı güllerle donatmıştı. "Ruhun şâd, mekânın cennet olsun evlat" diyerek geçtik yanından. El açıp dua ettik. Yüreğim paramparçaydı. Şehit haberlerinde duyduğum her şehit sanki oydu...

Üçüncü günün sabahına uyandığımızda kahvaltımızı eder etmez Rize'ye gitmek üzere evden ayrıldık. Çayeli'ne inecek, oradan minibüs ile Rize'ye geçecektik. Çayeli'ne bu kez farklı bir yoldan ama yine yürüyerek indik. Bu iniş de bir önceki gibi uzun sürdü. Gördüğümüz her şeyin ve birbirimizin fotoğrafını çekmekten maada, bir de yolda karşılaştığımız kişilerle sohbete daldık. Onlardan birisi de Yenipazar Mahallesi Camii'nin bir odasında Rize Bezi - Feritiko dokuyan kadınlardı. 

Rize Bezi- Feritiko
Kadınlar burada Songül Tüysüz öğretmenliğinde kumaşlar dokuyup ortaya çeşit çeşit örtüler çıkartıyorlar. Eskimiş nevresimleri şeritler halinde keserek, oluşan şerit iplerle kilimler, çantalar dokuyorlar. Atölyede ikisi Feritiko tezgahı olmak üzere 6 tezgah var. 12 kadın 6'lı gruplar halinde, bir hafta bir grup, bir hafta bir grup olmak üzere bu tezgahlarda dönüşümlü olarak çalışıyorlar. Ürettikleri ürünleri Instagram'daki @sevgi_ile_dokunuslar hesabından satıyorlar. Satılan ürünlerden gelir elde ediyorlar. Hem para kazanıyor hem de çok eski bir kültürün yok olup gitmemesine, yaşamasına vesile oluyorlar.
Öğretmen Songül Tüysüz 
Bir dokun bin ah işit
Dokumacı kadınları ardımızda bırakıp Çayeli'ne doğru yürümeye devam ederken, çaylıkta biri çay toplayan, biri de kucatoplayan kadının torunuymuş. 
Çay toplayan kadınla biraz sohbet edince, bu sene çayda kotanın kalkmasından ve çay fiyatından memnun olduğunu, lakin dışarıdaki pahalılıktan hiç memnun olmadığını söylüyor. 
Aldığı para daha pazara çıkmadan erimişti, bu da hepimizin olduğu gibi onun da canını çok sıkıyordu.

Rize 
Nihayet Çayeli'ne inip Rize'ye giden minibüslere atladık ve 20 km uzaktaki Rize şehrine geldik. Yol boyu şehirleşmenin binalaşma olarak algılandığı bu dönemin tüm eserlerini gördük. Devasa bloklar sahile sıralanmış ve dahası da sıralanma yolunda olmak üzere sahil bandı tamamen yüksek binalara teslim olmuş. Deniz doldurulmuş ve hâlâ daha doldurulmaya devam ediyor. Sahil boyunda bir çay içelim dedik, mekânda kamyon gürültüsünden başımız şişerek ve kalkan tozdan boğularak bir çay içimi zar zor oturduk ve hemen ayrıldık.
Sahilde, havalimanındaki çay bardağının eşi vardı. Zaten bardak önce Rize sahiline yapılmış, çok beğenilmiş olmalı ki sonra da havalimanındaki kontrol kulesi çay bardağının içine oturtulmuş.  
Rize Kalesi
Buraya kadar gelmişken Rize Kalesi'ni görmeden dönmek olmazdı. Biz de öyle yaptık ve yürüyerek kaleye tırmandık. Epey bir yokuş çıkıp merdiven tırmandıktan sonra kaleye vasıl olduk. Rize Belediyesi'nin Sosyal Tesis olarak kullandığı kalede, tesiste çalışan arkadaşa, "Buraya çıkabilene kalenin altın anahtarını vermelisiniz!" deyince, kaleye çıkan minibüsler olduğunu söyledi. Ama biz yürümek istemiştik ve yürürken kaleye giden sokaklardaki değişimi izlemiştik.
Değişim ne olmuş diyecek olursanız, birkaç ev direnmeye devam etse de geri kalanına birileri "İnşaat Ya Resullallah!" demiş derim.
Rize İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü'nde yazan bilgilere göre kale, 480 metrekarelik bir alan üzerine kurulmuş. İç ve aşağı kalelerden oluşan kalede, iç kalenin I. Justinianus (527-565) döneminde, aşağı kalenin ise 13'üncü yüzyılda inşa edildiği düşünülmekte. Düzgün plan arz etmeyen kale 150 metre yüksekliğinde doğal bir tepe üzerine kurulmuş. Düzgün kesme taş ve moloz taştan inşa edilen iç kalenin giriş kapısı doğuda. Yarım daire planlı beş adet kulesi var. Aşağı Kale iç kaleden kuzeydoğu ve kuzeybatı yönlerine doğru açılarak uzayan ve denize ulaşan surlarla çevriliyken, günümüze batı duvarlarının bir bölümü ve bazı kule kalıntıları kalmış.

Kaleden inip Rize sokaklarında biraz dolaştıktan sonra tekrar minibüs ile Çayeli'ne döndük ve armut ağacının dibindeki kendi huzur kalemize sığındık. Yorulan ayaklarımı uzatıp, kendimi an be an değişen renklere ve o doyumsuz manzaraya teslim ettim.
Çaylıkta Çay Topladım
Valizimi hazırlarken yanıma bir de şalvar koymuş, gelmişken çay toplarım diye niyet etmiştim. Ev sahibemiz Fatma Abla'dan da bir yemeni uydurdum ve sabah kahvaltısından sonra teyze kızı Emine'ye çay toplamaya gittik. Gözümde güneş gözlüklerim, ayağımda spor pabuçlarım ve omzuma astığım çapraz çantam ile biraz değişik bir çay toplayıcısı olsam da, şalvar ve yemeni ile işi kurtardım.
Evinin altındaki çaylığa vardığımızda Emine bir makine gibi şak şak şak şak çay kesiyordu.  Makas vurmak ve kesilen çay yapraklarını torbanın içine devşirmek maharet ve güç istiyordu. Ben haliyle yavaş ve beceriksizdim. Ama yine de kışlık çayımın bir kaşığını topladım.
Herkesin mevtası kendi bağrında
Bursa'ya dönüşümden bir önceki gün, yani 2 Haziran'da güne kabir ziyaretleri ile başladık. Buralarda herkes kendi mevtasını kendi bahçesinde, yanında, yanı başında yatırıyor. Nilgün'ün aile büyükleri de evlerinin karşısındaki arazilerinde koyun koyuna yatıyorlar. Önce onları ziyaret ettik, sonra Aşıklar deresi boyundaki düz araziye geçtik. 
Her yanından sular akan Çayeli'nde mini mini şelâleler vardı ve birisi de buradaki arazideydi. Bir de arazinin üzerinde ha düştü ha düşecek bir kaya duruyordu. Adeta Demokles'in Kılıcı gibi sallanıyordu.
Suyun fazlalığı ile toprak iyice coşmuştu. Her taraf ısırgan otu kaynıyordu. Otların, kayaların, ağaçların, Aşıklar Deresi'nin ve tabii ki birbirimizin fotoğraflarını çeke çeke biraz ilerideki, ara ara kokusunu duyduğumuz Çayeli Aşıklar Çay Fabrikası'na geldik.

Çayeli Aşıklar Çay Fabrikası
Çay bitkisinin yemyeşil taze sürgün yapraklarının toplanmasıyla başlayan süreç nasıl oluyor da bildiğimiz simsiyah çaya dönüşüp, suyla haşlanınca tavşan kanı renge bürünüp, buram buram kokup bizim yorgunluğumuzu alıyor değil mi? 
Bunu öğrenmenin en iyi yolu, ÇAYKUR'un Çayeli'ndeki fabrikalarından biri olan Aşıklar Çay Fabrikası'nı ziyaret etmekten geçer. Fabrikaya Serpil Büyük'ün davetiyle gittik. Birer çay içtikten sonra Kısım Müdürü Selvinaz Albayrak bize çayın geçirdiği tüm evreleri fabrikayı gezdirerek anlattı.
Fabrikayı gezerken fotoğraf çekiminin ve ses kaydının yasak olduğunu söyleyen Selvinaz hanım, internette bu konuda pek çok yazı bulabileceğimi söyledi. 
Kendisini dikkatle dinlememe rağmen kayıt alıp not tutmadığımdan dolayı, yanlış bir bilgi vermemek adına resmi kayıtlara başvurdum. Çaykur'un kendi sitesinde çayın işlenme bilgilerini göremedim. 
Aşağıda okuyacaklarınız, Mevlana Çay sayfasından yaptığım alıntıdır. 

Çayın Yolculuğu
Kamyondan dökülen çaylar önce soldurma işlemine tabi tutuluyorlar. Sonra sırasıyla kıvırma, fermantasyon, kurutma, tasnif ve ambalajlama yapılıyor.
Dünyada sudan sonra en fazla tüketilen içecek olan çay soframıza gelene kadar bakın ne evrelerden geçiyor:
Soldurma, yaş çayın ihtiva ettiği %70-80 oranındaki suyun %50-55’e düşürülmesi işlemini oluşturur ve fermente çay (siyah çay) üretiminin en önemli ilk aşamasıdır. Soldurma teknelerinde yapılmaktadır. Teknelerdeki çayların solma süresi yaş çayın tazeliği ve ıslaklık durumuna, hava ve çalışma koşullarına göre değişir.
Teknelere verilen hava sıcaklığı düşük rakımlarda 38°C, yüksek bölgelerde 32°C’yi geçmeyecek şekilde ayarlanır. Isının yüksek olması durumunda yapraklarda kuruma ve yanmalar meydana gelir. Kurumuş ve yanmış çaylarda kıvırma ve fermantasyon istenildiği gibi olmayacağından elde edilecek çayın kalitesi son derece düşük olur.
Fotoğraf internetten alıntıdır. Çünkü fabrikada çekmek yasaktı
Kıvırma, solmuş çay yaprağının değişik çay imalat makinelerinde parçalanması, ezilmesi ve bükülmesiyle hücre özsuyunun kıvrılmış yaprak yüzeyine yayılması ve oksidasyonun başlaması işlemidir. İki aşamada gerçekleşir:
Birinci Kıvırma: Bu kıvırma işlemi düz (yaprak) kıvırma makinelerinde yapılır. Düz kıvırmalar uzun sürede yavaş yavaş doldurulduğundan en az 300 kg solmuş yaprak alabilmektedir. Kıvırma süresi doldurulmaya başlandığından itibaren en az 45 dakika olur.
İkinci Kıvırma: Birinci kıvırmada yeterince parçalanmamış kaba yaprakların tazyik altında presli kıvırmalarda veya göbekli kıvırmalarda daha çok parçalanmalarını sağlayarak, yaprağın hücre zarının çatlatılarak içerisindeki hücre özsuyunun dışarı çıkartılması ile daha iyi fermantasyon şartlarının hazırlanmasını temin için yapılır.
Presli kıvırmalarda kıvırma müddeti 40, göbeklilerde ise 20 dakikadır. Presli kıvırmalardaki çaylara bu müddet içerisinde en az 3 defa pres tatbik edilir. Presler 200-300 libre (90-135 kg) lık bir tazyikle yapılır. 5-6 dakika presli, 5-6 dakika pressiz olarak çalıştırılır. Böylece tazyik sırasında fazla sürtünmeden dolayı ısınmış olan çayın harareti düşürülmüş olur. İkinci kıvırmadan çıkarılan çaylar fermantasyon ünitesine sevk edilir.
Fermantasyon, kıvrılan yaş çay yaprağının hücre özsuyunda bulunan kimyasal bileşiklerinin oksidaz enziminin tesiri ile biyolojik değişikliğe uğrayarak siyah çayda istenen renk, burukluk, parlaklık, koku ve aromanın oluşması olayıdır. Çay imalatında ilk kalite kontrolü fermantasyon safhasında yapılır. Bu esnada çayın kıvrılma ve solma durumu hakkında bilgi edinilir.
Fermantasyon müddeti denilince; çayların fermantasyon kısmında geçirdiği süre akla gelmemelidir. Bu süre; kıvırmanın başlamasından oksidasyonun tamamlanmasına kadar geçen zamandır. Fermantasyon esnasında nispi rutubet yaklaşık %90-95 civarında tutulmalıdır. Sıcaklık hava şartlarına bağlı olarak 21-3200C arasındadır. Çay liköründe parlaklık ve canlılık düşük sıcaklıkta yapılan oksidasyonda artar. Sıcaklığın yüksekliği nispetinde canlılık azalır, mat ve donuk bir renk oluşur.
Kurutma, kıvrılmış ve fermente olmuş çay yaprağının fırınlanarak nem oranını %2-4 seviyelerine indirme işlemidir. Kurutmanın amacı: enzim oksidasyonunu durdurarak, kazanılan özelliklerin ve oluşan maddelerin yitirilmesine engel olacak ortamı oluşturmak, çayı depolanabilir, paketlenebilir ve taşınabilir duruma getirmektir.
Kurutmada giriş sıcaklığı 90-1000C, çıkış sıcaklığı 45-600C arasında olur. Çıkış dereceleri farklı davlumbaz sistemlerine göre değişebilir.
Fırına giren havanın sıcaklık derecesi, debisi, palet üzerindeki yaprak kalınlığı ve çayların fırın içerisinde kalma müddeti, kurutma olayını etkiler.
Fırınlarda başlıca iki ayar vardır:
Birincisi kalınlık palet ayarıdır ki; çayların ince ve kalın tabakalar halinde serilmesini sağlar.
İkincisi ise devir (kayış-kasnak veya varyatör )ayarı olup, çayların fırın içinde kalma müddetini belirler.
Fırına verilen fermente olmuş çaylar; Marshall tipi fırınlarda 1.nci kayışta 32 dakikada, 2.nci kayışta 27 dakikada, 3.ncü kayışta 21 dakikada, 4.ncü kayışta 17 dakikada, 5.nci kayışta 12 dakikada fırından çıkar.
Tasnif ve Ambalajlama:
Fırından çıkan kuru çayların önceden belirlenen standart elek tellerinden geçirilmek suretiyle incelik, kalınlık ve kalitelerine göre ayrılma işlemidir.
Gerek fırın çıkışında gerekse tasnifin çeşitli aşamalarında kurutulmuş çaylar lif tutucularından geçirilerek lif ve çay çöplerinden ayrılırlar. Çaylar fırınlanarak çıktıktan sonra ihtiva ettikleri %2-4 nispetindeki rutubet miktarı ile ancak iyi tasnif edilebilir. Bekletilen ve iyi muhafaza edilmeyen çayların rutubet miktarları arttığından ve elastikiyet kazandıklarından tasnifleri iyi yapılamaz ve kısa zamanda küflenerek sağlığa zararlı hale gelir.

Çayeli'ne Veda 
Döneceğim günün sabahı, çaylığına çay toplamaya gittiğimiz Emine bizi kahvaltıya davet etti. Birkaç yüz metredeki eve yürürken artık bu coğrafyadaki son saatlerim olduğunu bildiğimden olsa gerek, içime hafif bir hüzün çöktü. Emine'nin hazırladığı kahvaltı, Nilgün'ün ağaçtan topladığı kirazlar, etrafta dolaşan kediler, karşı tepelerin ardında yapılan silah atışları, çay makası sesleri, karşılıklı anlatılan hayat hikâyeleri derken öğleni ettik. 
Eve dönünce Fatma Abla fasulye turşusu kavurması yaptı. Daha önceki günlerde bize kara lahana dolması, baklava, kadayıf, muhlama, minci tava gibi yöresel yemekler yedirmişti, fasulye eksik kalmasın dedi.
Yemeğimizi yedikten sonra sıra valiz kapatıp havaalanına inmeye geldi. 
Evin annesi Fatma Abla'ya, babası Mustafa Ağabey'e, sevgili arkadaşım Nilgün'e ve beş gece altı günümü geçirdiğim, arkamızda görünen sıcak eve veda ederken son bir karede ölümsüzleşelim istedim.
Mustafa Uzun'un atalarının Romanya'dan Çayeli'ne ve İstanbul'a, Nilgün'ün İstanbul'dan Bursa'ya uzanan öyküsü, benim atalarımın Balkanlar'dan ve Dağıstan'dan Bursa'ya uzanan öyküsüyle Bursa'da kesişmiş ve yıllar sonra beni Çayeli'ne getirmişti.
Ne kadar da iyi etmişti...

Rize-Artvin Havalimanı
Bursa uçuşu için biraz erken geldiğim  havalimanında şöyle bir dolaştım. Gördüklerimi ve öğrendiklerimi sizlere de tanıtmak isterim. 
3 milyon metrekare alanda deniz doldurularak inşa edilen havalimanında, Rize kültürüne atfen havalimanının giriş takı çay yaprağı biçiminde, 36 metre yüksekliğindeki hava trafik kontrol kulesi ise ince belli çay bardağı şeklinde inşa edilmiş. 
Projede Ordu-Giresun Havalimanı'ndan 2,5 kat fazla tonajda dolgu malzemesi olarak 100 milyon ton taş  kullanılmış. Havalimanı içerisinde ÇAYKUR'un tarihinin (1917 yılında çayın ülkemizde yetişebileceğini rapor eden Ali Rıza Erten ve 1924 yılında çay üretimi çalışmaları için görevlendirilen Zihni Derin) ve çayın yapraktan demliğe olan yolculuğunun anlatıldığı Çay Müzesi var. Yolunuz düşerse gezmeyi ihmal etmeyiniz.
Artvinliler havalimanına Artvin'e özel ürünlerin satıldığı "Artvin Marka Ürünler" mağazası açmış. Rize ise henüz görünürde yok. 
Havalimanında olmayan birkaç şeyden birisi ATM, diğeri ise elektrik prizi. Para çekmek ya da telefonunuzu prize takmak isterseniz, kusura bakmayın, yapamazsınız. 
Havaalanına yoldan giriş çıkışlar, yönlendirme tabelaları da olması gerektiği gibi değil. İlk geldiğim gün minik aksaklıklar için ben de "olur böyle şeyler" demiştim ama hepsi bir araya gelince diyemez oldum. 
Siz de ben gibi "Daha yeni, zamanla düzelir" derseniz, havalimanının temelinin 3 Nisan 2017'de atıldığını söylerim. Ve bu tip yapılar her şeyiyle birden yapılması gereken yapılardır derim.
Bursa'daki gibi "Hastane yaptık, aaa yolu yokmuş, yapalım", "Stadyum yaptık, aa yolu yokmuş, yapalım" mantığıyla "Patchwork-Kırkyama" tarzı işleri bir kenara bırakmak ve hiçbir şeyi aceleye getirmemek lazım.
****
Gördüğünüz üzere, sadece Çayeli'nde geçen günlerim anlatmakla bitmedi. Arşivimde bu geziden bin altı yüz otuz beş fotoğraf-video kaydı var. 
Düşünün, bir de Karadeniz turuna çıkıp, Karadeniz'i baştan sona gezseydim ne olacaktı?

Bu gezinin en güzel yanı Karadeniz coğrafyasına dokunmak ve en çok da insanı ile iç içe yaşamam oldu. Malum, anlamak için yakın olmak lazım, o dünyayı yaşamak lazım...

Ülkemiz konumuyla, doğasıyla, tarihiyle, kültürüyle, insanıyla müthiş zenginliklere sahip bir ülke.
Her köşesi bir başka cennet...
Ülkemizin kıymetini bilelim, sahip çıkalım, ki kimse bu cennet ülkede cehennemi yaşamasın...

9 Haziran 2022 / C.E.Y. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder