30 Mayıs 2017 Salı

Çanlar senin için çalıyor

Bir kitap okuyunca, o kitabın yazarını da okur insan. 
Yazar ölüp gitmiş denilse de ölmemiştir aslında. Bak hâlâ anlatıyordur, hâlâ konuşuyordur sayfalar arasından. Sen okurken kendinle harmanlarsın o yazıyı. İçine alır, içine girer, orada yoğrulursun.
Yazılana kadar yazarından yazı, okunmaya başlandığında ise okuyanındır artık...

1940 yılında yazdığı "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" kitabını okurken, sanki aradan 77 yıl geçmemiş gibi, sanki bugünmüş gibi konuştu benimle Ernest Hemingway.
Biyografisini okuduğumda neden bu kadar savaş yazıyorsun dedim ona. Bu kadar aşkla dolu bir adam olmana rağmen neden sana hiç zararı olmayan vahşi hayvanları avlamaya meraklısın dedim. Neden senin olmayan bir savaşa gidip de orada savaşıyorsun dedim. 

Bilirsiniz; Çanlar Kimin İçin Çalıyor kitabı İspanya İç Savaşı'ndan bir zaman dilimini ve savaştaki birkaç kişinin öyküsünü anlatır. İç savaş 1936-1939 yılları arasında Milliyetçiler ile Cumhuriyetçiler arasında yaşanmış ve savaşı Milliyetçilerin kazanması ile sona ermiştir.
İspanya İç Savaşı üzerine Ekşi'de şöyle kısa ve net bir tanım yapıldığına rastladım:
"İspanyol halkının birbirini kestiği ve sonucunda Franco'nun iktidarı ele geçirerek, medyanın tabiriyle 40 yıl boyu ülkeyi demir yumruğuyla yönettiği savaş. İç savaşta yenilen sol kesimin belli başlı sembolleri vardır; kırmızı karanfil ve uçlarının ikisi de arkaya atılmış siyah atkı..."

Hemingway'in bir dönem büyük aşk yaşayarak evlendiği ve kendisini terk eden tek kadın olduğu söylenen savaş muhabiri Martha Gellhorne'a ithaf ettiği bu kitap, Erol Mutlu çevirisinin pek iyi bir çeviri olmamasına rağmen, detay detay betimlemeler ile, karakterlerin iç ses konuşmalarında yakalanmış derinlik ile, savaşın insan üzerinde yarattığı acı etkiler ile, bir yandan da doğayla ve aşkla yaşanan romantizm ile her satırından haz alınacak bir eser.

ABD vatandaşı olan Hemingway, bir görme bozukluğundan dolayı askere alınmadığı için I. Dünya Savaşı sırasında ABD Kızılhaç örgütünde cankurtaran sürücülüğü yapmış. 1918 yılında henüz 19 yaşındayken Avusturya-İtalya sınırında yaralanmış. Savaşta tanık olduğu olaylar ve özel yaşamına ilişkin anılar yaşam boyu belleğinden silinmemiş ve yazılarına esin kaynağı olmuş. (Neden bu kadar savaş yazıyorsun sorusunun cevabı.)

İspanya İç Savaşı sırasında çok sevdiği bu ülkeye savaş muhabiri olarak gitmiş Hemingway. Cumhuriyetçiler'in yanında yer alarak General Franco'ya karşı mücadeleye katılmış. 
Savaş, boğa güreşi, avcılık, kayak, gezi gibi konulardaki yazılarına temel oluşturan serüvenlerden büyük tat alan Hemingway yaşamı tutkuyla seviyormuş. Coşkuyla yaşar, buna karşın ölümün gölgesi düşüncelerinden gitmezmiş. (Avcılık ile bir cana yaşama hakkı verme ya da onun yaşama hakkını elinden alma gücünü içinde hissetmek ona kendisini Tanrı gibi hissettiriyor olmalıydı. Kesin olmasa da, kendi hayatını kendisinin sonlandırmış olması da bu hisse tabi olabilir.)

Kitapta görüyoruz ki;
Savaşta ve aşkta her şey mubahtır sözündeki gibi, yasakların ortadan kalktığı, cezai yaptırımın uygulanmayacağının bilindiği, hatta 'ne kadar vahşet o kadar rütbe' kuralının geçer olduğu savaş içerisinde her şey büyük yaşanıyor.  
10. bölümde Pilar'ın anlattığı, Pablo'nun başı çektiği faşistleri öldürme sahnesindeki Piranha Psikolojisi misali, gittikçe artan ve şiddetlenerek çığırından çıkan bir vahşet mesela. 
Belediye binasına tıkılan milliyetçilerin, dışarıya bırakılmadan önce papaz tarafından günahları çıkartılması, dışarıya çıktıkları anda ise halk tarafından vücutlarına sopalarla önce çekingen çekingen vurulması, ki sopalanan ile sopalayanlar yıllardır birbiriyle komşu, sonrasında azgınlaşıp vahşileşen halkın kan kokusu ile adeta bir cinnet haline girmesi ve ölümüne dövdükleri kişiyi kasabanın üzerine kurulduğu yar'dan aşağıya fırlatıp atmasıyla sonuçlanan bir delirme hali. Ve bunu insanın kanını donduracak kadar detaylı ve sert anlatan bir yazar. Bir yandan da öldüren ve ölenlerin iç seslerini en insanî boyuttan yazabilen bir yazar.

Çirkin doğdum ben
Yine 10. bölümde Pilar'ın 'çirkin doğdum ben' deyişiyle başlayan, bir kadının güzel olma, beğenilme ve aşık olunma arzusunun ne kadar yakıcı olduğunu anlattığı o bölüm: 
"İnsanın içinde bir adam seni sevdi mi onu kör eden bir duygu var. Sen bu duyguyla onu kör edersin, kendini de kör edersin. Sonra bir gün hiçbir neden yokken seni gerçekte olduğun gibi çirkin görür, artık kör değildir. Sonra da sen onun seni gördüğü gibi kendini çirkin görürsün, erkeğini ve duygunu yitirirsin. Benim kadar çirkin olduğun zaman, bir kadının olabileceği kadar çirkin olduğun zaman, bir süre sonra bu duygu, o budalaca güzel olduğun duygusu yeniden ağır ağır serpilmeye başlar içinde. Sonra bu duygu iyice olgunlaştığında başka bir erkek görür seni, güzel olduğunu düşünür ve her şey yeniden başlar..."

Şimdi Şimdi Şimdi
Ingéls'in iç ses konuşmaları roman boyu çok etkileyiciydi. Özellikle de 37. bölümde zaman kavramını "şimdi"ye indirgediği o pasaj tam bir boşalma idi.
O paragrafı okurken Hemingway'i daktilosunun başında, ayakta, daktilosunun tuşlarına çılgınca vururken gördüm.
Şimdi şimdi şimdi...
Savaş içerisinde her şey büyük yaşanıyor demiştim ya; zamanın anlamını yitirmesinden olsa gerek aşk da büyük yaşanıyor. Üç günlük zaman içinde Maria ile Robert Jordan'ın birbirine bu denli aşk ile dolmaları başka nasıl açıklanabilir? Jordan'ın "şimdi" ile olan iç konuşması, içinde olduğu durumda "sonra"nın olmadığını bilmesine rağmen sürekli gelecekle ilgili hayaller kurması ve bunları anlatması, aşka ve hayallere tıutanarak savaşın acımasızlığından bir nebze de olsa sıyrılması.

Ölüm kokusu
Daha önce o kokuyu koklamamış birine o kokuyu nasıl tarif edersiniz? Fırından yeni çıkmış ekmek derseniz herkes bilir o kokuyu da, ölümün kokusunu nasıl dile getirirsiniz?
Pilar'ın ağzından o kokuyu böyle dile getirmiş Hemingway:
"Fırtına sırasında gemide lombarlar kapatıldığında duyulan bir kokuya benzer biraz. Ya da Madrid'teki tepeden aşağıya, Puente de Toledo'ya inmelisin sabahın erken saatinde, Matadero'ya (mezbahaya) gitmelisin. Oraya Manzanares'ten gelen sis çöktüğünde, ıslak kaldırımda durmalı ve kesilen hayvanların kanını içmek için gün doğmadan önce gelen yaşlı kadını beklemelisin. Şalına bürünmüş, yüzü külrengi, gözleri çukura kaçmış bir kadındır o. Çenesinde ve yanaklarında, kısacası balmumu gibi bembeyaz yüzünde fasulye tohumlarından fışkıran filizler gibi yaşlılık kılları bitmiş, böylesi yaşlı bir kadın Matadero'dan karşına çıktığında, kollarınla onu sıkı sıkıya sar Inglés, kendine çek onu ve dudaklarından öp, işte o zaman kokunun öbür parçasını da öğrenirsin." (Buraya kısa bir pasajını yazdığım, 271. sayfada başlayıp 273. sayfada devam eden ölüm ve doğum kokusu betimlemeleri etkiledi beni)

Savaşmak istemiyorum
Kitapta sayfalar boyu bu iç sesi duydum ben. Kitapta bir yandan vahşi savaş devam ediyordu, yazar bir yandan doğanın güzelliği ile bu vahşeti dengeliyordu, karakterler ise sıcak evlerinde huzurla yaşamanın özlemini çekiyordu. Ne menem bir şeydi bu savaş! Kimse savaşmak istemiyordu. Kimse kimseyi öldürmek istemiyordu. Bir yandan da savaş bir an önce bitsin istediklerinden dolayı herkes her an ölmeye ve öldürmeye hazırdı. Uçuracağı köprüyü gözetleyen Jordan köprüdeki nöbetçinin gözlerini görmek istemiyordu mesela. Onu yakından tanımak istemiyordu.
"Ama bir insanı vurmak, koca adamlar olduğumuz halde kardeşine el kaldırmak gibi bir duygu veriyor." 

Dinin siyaset ile buluşmasındaki etki
375. sayfada İspanyanın hiçbir zaman Hıristiyan bir ülke olmadığından söz ediliyor:
"Halk kiliseden uzaklaşmıştı, çünkü kilise hükümetteydi ve hükümet de hep yozlaşmıştı. Reform hareketinin ulaşamadığı tek ülke burasıydı. İşte Engizisyonun ceremesini bunlar çekiyordu."
(Benim düşündüğümü mü düşündünüz siz de?)

Kolz'a bir türlü ulaşamayan mesaj
Dağlarda süren savaş hayatını okurken hep içimden ah bir cep telefonları olsaydı keşke dedim. Ne kadar çok şey kolaylaşacaktı o zaman. Şimdi biz iletişim çağında tek tık ile dünyanın bir ucuna ulaşmaya alışmışken, ulak ile haberleşmek insanda sabırsızlık etkisi yaratıyor elbette. Hele de ulaşması gereken mesajın yerine ulaşmasını engelleyen Marty gibi bir psikopat varken ortada, ki bir çok psikopat savaş ile kendilerini var etmişlerdir. İnsanları, ülkeleri, dolayısıyla dünyayı ateşe atmaktan zerre kadar çekinmeyen bu psikopatlardan dünya çok çekmiştir. Marty gibi birinin de Karkov gibi her şeyin aslını astarını bilen güçlü bir gazeteciden korkusu vardır. Karkov der ki;
"Bilir misiniz ki, ben Sovyetler Birliği’ndeyken insanlar Azerbaycan’da bir kasabada herhangi bir adaletsizlik söz konusu olduğunda bana, Pravda’ya yazarlar. Bunu biliyor muydunuz? 'Karkov bize yardım eder' derler." 
İyiliğin kötülüğü boğduğu bir cümledir bu...

Ah Sordo...
Davanın devamlılığı için milliyetçilerle çatışan dava arkadaşları Sordo'ya yardıma gitmemeleri hepsini kahreder. Hemingway, Jordan ve takımının karşı dağdaki çatışmayı duyarak ve arkadaşlarının öldüğünü bilerek soğukkanlı kalmaya çalışmalarını anlatırken, bir yandan da Sordo'nun ölümle ve yaşamakla ilgili düşüncelerini anlatır.
"Ölmek hiçbir şeydi. Ama yaşamak, bir tepenin yamacında rüzgârla salınan bir buğday tarlasıydı. Yaşamak gökyüzünde dolanan bir atmacaydı. Tahılın savrulduğu, samanların uçuştuğu harman yerinde, tozlar içinde duran toprak bir testideki suydu yaşamak. Bacaklarının arasındaki bir attı yaşamak; bir bacağının altındaki karabinaydı, bir tepeydi, bir koyaktı, bir dereydi kenarında vadinin uzak kıyısında, tepelerin ötesindeki ağaçların uzandığı..."

Pablo artık bir kapitalist
Pablo'nun önceki zaferinin ardından mala olan düşkünlüğü ile heyecanının ve ataklılığının sönükleşmesi kadınının dahi onu önemsememesine yol açar. Davaya ihanetin kıyısından dönmesine rağmen, iş bitince kendinden olmayanları gözünü kırpmadan öldürerek onların da atlarına konması onun giderek kapitalistleşmesine bir örnektir. 
Kaybedecek şeyi ne kadar çoksa o kadar korkak olur insan. 
Or vice versa.
Kaybedecek şeyin ne kadar azsa o kadar gözü kara olur insan...

Selam olsun Nâzım'a
Romanın baş karakteri Robert Jordan Hemingway'di, Hemingway'de Nâzım'ı gördüm bazen de. 
Neden senin olmayan bir savaşa gidip de orada savaşıyorsun diye sormuştum Hemingway'e ya da Jordan'a yazının başında hani; 
Nâzım cevaplamış onu sanki: 
"beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
insanlar için ölebileceksin, 
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
hem de en güzel en gerçek şeyin 
yaşamak olduğunu bildiğin halde..."
****
Roman boyu doyumsuz güzellikte sözlerle karşılaştım. Hepsini yazmak mümkün değilse de birkaçını paylaşmak isterim:
"Ama ister Tanrı'yla olsun, ister Tanrı'sız, adam öldürmenin bir günah olduğunu düşünüyorum."
"Şöyle bir düşünülüp taşınıldığında iyi insanların hepsinin de neşeli oldukları ortaya çıkar. Neşeli olmak her zaman iyidir, bir şeyin de göstergesidir. Daha yaşarken ölümsüzlüğe ulaşmak gibi bir şeydir."
"Bazen bir köprü, kitlelerin geleceğinin üzerine kurulduğu bir dönüm noktası olup çıkardı. İnsan soyunun mutluluğu için birkaç insanın hayatı ateşe atılabilirdi!"
"Sen beni sevmesen de ben seni ikimize yetecek kadar seviyorum."
"Uğruna savaştığımız her şey gibi seviyorum seni. Seni özgürlüğü, haysiyeti, bütün insanların çalışma ve aç kalmama haklarını sevdiğim gibi seviyorum. Seni savunduğumuz Madrid'i sevdiğim gibi seviyorum ve ölen bütün yoldaşlarımı sevdiğim gibi."
"Zaten bu savaş büyük bir aptallık."
"Dizlerinin üzerinde yaşamaktansa, ayaklarının üzerinde öl."
"Bana kalırsa savaştan sonra adam öldürme yüzünden çok kefaret ödemek zorunda kalınacak. Eğer savaştan sonra dinimiz olmazsa, o zaman sanırım herkesin adam öldürme suçundan aranabilmesi için bir uygar günah ödeme biçimi kurulmalı, yoksa gerçek ve insanca bir yaşam temelinden yoksun kalırız." 
"Öldüğün zaman ne hangi ulustan olduğun, ne de hangi siyasete bağlı olduğun anlaşılır." 
"İnsanın pisliğini örtmemesi özgürlük değildir. Kediden daha özgür bir hayvan yoktur ama kedi pisliğini gömer." 

Çan sesi duydunuz mu?
Roman boyu hiç çan sesi yoktu. Peki nereden geliyordu romanın ismi o zaman?
Romanın adının nereden geldiği, kitabın girişindeki sözde yazıyor aslında. 
Şair John Donne’ın bir katedralde başrahip olduğu dönemdeki vaazlarından birinden alıntı olan bu söz şöyle der:
"Bir ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki çanlar kimin için çalıyor diye sorma; çanlar senin için çalıyor."

Yazımın sonunda kitabın sonunu okuyucuya bırakalım ve Cumhuriyetçilerin simgesi olan kırmızı karanfillere bir göz atmadan geçmeyelim.

Neden Kırmızı Karanfil?
Hikâye bu ya; Artemis avlanmaya çıkar bir gün. Av için kötü bir gündür ve eli boş döner avdan.
Ormanda flüt çalan genç bir çobana rastlar ve çobanın çaldığı müzik ile hayvanları kaçırdığını, o yüzden avdan eli boş döndüğünü düşünür. Çok kızar çobana ve genç adamın gözlerini oyup yere atar. Ancak çobanın masum olduğunu da anlar hemen. Öfkesinin kurbanı olmuştur tanrıça. Pişmandır ama yapabileceği bir şey de yoktur. Çobanın gözlerinin düştüğü toprakta ise iki çiçek açar. Kan kırmızısı iki karanfildir bu çiçekler. O gün bugündür dökülen masum kanın simgesidir kırmızı karanfilBinlerce yıldır masumiyeti, sevgiyi, güzelliği, haksızlığı ve pişmanlığı barındırır kırmızı karanfiller. Erdemdir kırmızı karanfil, parayla satın alınamaz.
O yüzdendir ki nahak yere giden canlar kırmızı karanfillerle uğurlanır hep.
Uğurlar olsun, uğurlar olsun...

Değişen savaşlar
Artık savaşlar böyle değil elbette. Geçtiğimiz günlerde Serdar Kuzuloğlu'nun bir anlatımında rastladığım gibi artık her şey; 
"İnsanın iki tane fonksiyonu vardır. Birincisi üretim, ikincisi askerî. İnsan ya bir şey üretir, ya eline tüfek alır bir şey savunur ya da bir yer fetheder. Bugünün dünyasında ikisinin de anlamı ortadan kalkmış durumda. Artık üretimi insanlar yapmıyor. Bugün ordular öyle süngü tak, cepheye Allah Allah nidalarıyla koş değil. Virginia'dan, Nevada'dan adam evinden çıkıyor, Joystick'i eline alıyor, Pakistan'daki Drone'u uçuruyor, hedefi bombalıyor, sonra evine dönüp Play Station'da FIFA oynamaya devam ediyor."

Değişse de değişmese de savaş her zaman acı ve gözyaşı içerir. Ancak insanoğlu hiçbir zaman savaşmaktan vageçmez.
Siz savaşı ne zannediyorsunuz bilmem ama ben savaştan korkarım.

Kitap Kurtları Kitap Kulübü
Gündemin acımasızlığından nerelere kaçacağını bilemeyenler için adeta bir sığınaktır kitaplar. 
Televizyon ekranından çıkıp insanın hücrelerine kadar zerk olan olumsuzluklarla ve düzeysizliklerle dolu yayınlar, gazete sayfalarında memleketin genel görünümünü yansıtan, içinde kavganın ve iftiranın bininin bir para olduğu yazılar, programlar, haberler ve daha neler neler...
Hepsinin yarattığı kötü enerjiyle dolu dünyadan sıyrılıp, bir başka aleme geçmek için yollar arar insan. Resim yapar, müzik yapar, yazı yazar, el işi yapar, kitap okur, müzik dinler, film izler ve daha neler neler...

Biz de birkaç kadın bir araya gelerek edebiyat dünyasının derinliklerinde kaybolalım istedik. Fikrin anası olan Zerrin Tığlıoğlu bir gün beni arayarak,"Kendimize iyi gelecek bir şeyler yapmamız lazım, kendimizi gündemin bu kirliliğinden arıtmamız lazım, var mısın bir kitap kulübüne?" diyerek başlattı bu güzelliği. Olmaz mıydım hiç? Varım dedim tabii. Sonrasında edebiyatla haşır neşir olan, iyi okuyan ve okuduğunu iyi anlayan dostlara sorduk ne dersiniz diye. Olumlu yanıt aldığımız arkadaşlarımızla 29 Nisan'da Zerrin Hanım'ın evinde buluşarak bu ay okuyacağımız kitaba karar verdik ve Ernest Hemingway'in "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" kitabı başlangıç için iyi bir seçim olabilir dedik.
Bu kararın üzerinden geçen bir ayın ardından, 29 Mayıs akşamı buluşarak okuduğumuz kitabı enine boyuna konuştuk. Kim nelerden etkilendiyse, kim nelere dikkat ettiyse, kim neleri merak ettiyse hepsi dile geldi bu keyifli buluşmada. O yüzden, yukarıda yazdığım bu yazı, tüm arkadaşlarımın katkılarıyla yazıldı. 
Bir küçücük kitapçık böyle büyük bir mutluluğa kadirdir işte...
****
Kitabı bize Zerrin Tığlıoğlu “Bir Romanın Ardından” başlığı ile böyle anlattı.

Kapak fotoğrafı, İspanya İç Savaṣında 1936 yılında, 17 yaṣındayken Barcelona'da milis giysisiyle çekildiği fotoğrafla ikonlaṣan Marina Ginestà'ya aittir ve Wikipedia sayfasından alınmıştır.


29 Mayıs 2017 Pazartesi

İçindeymişik, Yeşilmişik, Geziymişik

Bir değişimin, bir kırılmanın, bir kuşak sıçramasının, yani farklı bir anlayışın sesiydi Gezi. 
Bu sesi korkutucu bulanlar sese kulak vermek yerine o sese bambaşka anlamlar yüklediler. O anlamları yalanlarla bezediler üstelik. Bu sesin masumiyetini alıp terör örgütlerine mâl ettiler. 

Yalanları bir bir çıktı ortaya zamanla. Onlarsa hiç yalan söylememiş gibi konuşmaya devam edip, hiç yalan söylememiş kadar "masum" bir halde çıktılar karşımıza.

Kabataş yalanını döne döne söylerken, "Camilere ayakkabılarıyla girdiler, camide içki içtiler" derken hiç utanmadılar, hiç sıkılmadılar. İnsanları birbirine düşman edip, memleketin aydınlık yüzü olan eğitimli gençleri birer terörist yaptılar.
Bu arada araya gerçek teröristleri de sıkıştırarak Gezi'nin masumiyetini baltaladılar...

Onlar neyi nasıl anladı?
İnsan işkilliyse bir yerinden, her şeyi o işkilli olduğu yerden anlar elbet. O yüzden onlar da Gezi'yi tam da oradan anladılar.

Yanlış anlamalar bitti mi?
Ne acı ki bitmedi. Yanlışlar, Yanlışlıklar Silsilesi olarak katlanarak devam ediyor. Taşlar sürekli yer değiştiriyor.
Kara Delik önüne geleni içine çekiyor ve bir lokmada yutuyor...
****
Gezi olayları boyunca neler yazmadım ki...
İşte o günlerden birkaç yazı:


Yazının başlığı Yeni Türkü'nün "Yeşilmişik" parçasından gelir.
"Geziymişik" sözü ise Özge Ersu'dan...



22 Mayıs 2017 Pazartesi

"Aşık olmak da lâzım, yalnızca sevmek yetmez"

Yıllardır çok arzu etmeme rağmen bir türlü Mudanya Musiki Derneği'nin konserlerini izleyemiyordum. 
Sosyal medya üzerinden Mudanya'da güzel bir şeyler yapıldığını görüyordum ancak zamanı bir türlü denk getiremiyordum.
Birkaç gün önce dernek üyesi Mutlu Türkyılmaz'dan gelen konser davetini görünce kendisine cevaben, "Bu kez geleceğim Mutlu" demiştim.
Kararlıydım, gidecektim...
21 Mayıs Pazar günü akşam üzeri konser saatinden biraz erkence Mudanya'ya gittim. Akşam saatleri yaklaştığından, Mudanya'nın günübirlikçileri yavaş yavaş Mudanya'yı terk ediyorlardı. Mudanya sahilindeki bitmek bilmeyen inşaat sebebiyle sahilde ağız tadıyla dolaşamadığım için Giritli Mahallesi'nin denizle iç içe sokaklarında dolaştım ben de. 
Denize dik inen bu sokakların minik sahillerine inerek denizi içime çektim. Denizin o zihnime aşina doyumsuz kokusunu kokladım, hafif dalgalar ile bir ileri bir geri sürüklenen deniz taşlarına dokundum, denizin sesi ile huzur buldum. 
Evet, şimdi konsere hazırdım!

Konser saati gelince cânım Giritli mahallesinden ayrılarak konserin verileceği tarihî Uğur Mumcu Kültür Merkezi'ne ulaştım iki adımda. 
Konukları kapıda karşılayan koristlerle selamlaşıp salondaki yerime geçtim. 
Bu yıl içindeki ikinci konserlerini verecek olan Mudanya Musiki Derneği korosunu ilk kez izleyecektim.
Mutlu ve Kadriye Türkyılmaz ile Koray Bakır ve Rahmiye Alkan dışında koroda tanıdığım kimse yoktu. 

Konser Uğur Salman'ın önce saz heyetini, sonra da koroyu sahneye davet etmesiyle başladı. Şef Ömer Göktepeliler de yerini alınca şarkılar söylenmeye başladı. 
"Konserimize 'Solistler Geçidi' ile devam edeceğiz" diyerek kürsüden ayrılan Uğur Salman'ın ardından solistler ardı ardına sahneye gelirken, "Keşke Uğur Salman sunucu kürsüsünü terk etmeseydi de her solistin adını zikrederek solisti mikrofon başına davet etseydi, ben de isimleri öğrenerek dinleseydim konseri" dedim içimden. 
Dernek Başkanı Betül Bükey Canata'nın ilk solo parçayı söylemesinin ardında diğer sololar gelmeye başladı sırayla. Şarkısını notaların üzerine basa basa söyleyen solist de vardı sahnede, sazları arkasında koşturarak söyleyen de. Kırk yıllık bir assolist gibi söyleyenler parmak ısırttı hepimize, amatörlüğünün keyfi ile söyleyen ise hayran bıraktı kendisini bizlere. Diğer solistler gibi amatör olmadığını öğrendiğim bir solist geldi ki sahneye, mikrofon başına geçtiğinde sanatını adeta nota nota konuşturdu.

Solistler geçidinde Tövbeler Tövbesi isimli eseri solo olarak söyleyen Mutlu Türkyılmaz ve diğer solist arkadaşlarının ardından, ilk bölümün son parçası için mikrofon başına geçen Kadriye Türkyılmaz, ilk kez dinlenecek bir parçayı seslendirecekti izleyicilere. Konseri Ergun ve Fügen Kağıtçıbaşı çifti, Elif Sezgin, Burcu Başar ve ben birlikte izlerken, gelen bu şarkının güftekârının Ergün Bey olduğunu bildiğimizden sözlere dikkat kesildik hemen. 
Bestesi şef Ömer Göktepeliler'e ait olan parçada Hele Bir Gir Gönlüme diyordu Türkyılmaz.
Ergun Bey pür dikkat izliyordu Kadriye'yi. Kadriye tüm heyecanına rağmen bu özel eseri başarıyla söyledi.
Konserin ikinci bölümü kemanî saz sanatçısının solo olarak söylediği parça ile başladı.
Bu son solonun ardından sahneye TRT İstanbul Radyosu sanatçısı Esra İçöz geldi ve Türk Sanat Müziği'nin birbirinden seçkin eserlerini o berrak ve güçlü sesiyle seslendirmeye başladı. 
Esra İçöz'ün repertuvarında güftesi Ergun Kâğıtçıbaşı'na, bestesi şef Ömer Göktepeliler'e ait olan Sevenlerin Dönüşü isimli parça da vardı. 
Derinden hissederek söylediği ve beni darmadağın ettiği bu parçanın ardından izleyicilerden gelen istekleri de kırmadı İçöz. Dönülmez Akşamın Ufkundayım ve Üzgünüm Leyla parçalarını birbiri peşi sıra söyledi. 
Güçlü bir akademik kariyer ile yoğrulmuş billur gibi sesi dinlemek kulaklarımızın pasını silmişti ve kendisini bir türlü bırakmak istemiyorduk.
Konser sonunda hep birlikte gidilen çorbacıda Esra İçöz talepleri kırmayarak "Sevenlerin Dönüşü" parçasını eserin bestecisi Ömer Göktepeliler ile birlikte bir kez daha seslendirdi. Bu özel mini konser üzerine Ergun Bey hem İçöz'e, hem de Göktepeliler'e bir kez daha teşekkür etti.
Konserin ardından, konser boyu düşündüğüm gibi, "İyi ki geldim konsere" dedim kendime. İyi ki müziğe gönül vermiş bu insanları tanıdım, iyi ki söyledikleri şarkılara eşlik ettim, iyi ki o şarkılarla kâh neşelendim, kâh hüzünlendim. İyi ki, iyi ki, iyi ki...

Ergun Bey'in konser arasında ettiğimiz sohbette dediği gibi: "İş adamları hep iş iş iş diyorlar. Oysa hayatta müzik var, sinema var, kitap var, kısacası sanat var. İş adamlarının çoğu sanatı görmezden geliyorlar. Beni artık iş yerimde değil, sanat icra eden salonlarda bulabilirsiniz." 
Ne kadar haklısınız Sayın Kâğıtçıbaşı;
Evet, hayatta iş var. 
Evet, yaşamak için para lazım.
Ama hayatta hep iş iş iş, hep para para para da yok ki. 
Yalnızca sevmek yetmez, hayata aşık olmak da lâzım.
İnsan kendini sanatla beslediği kadar yapılan işler anlam kazanır. 
Çünkü sanat insanın insan yanını ortaya çıkartır...
****
Yazının içindeki koyu renkli cümleleri tıkladığınızda adı geçen şarkının You Tube bağlantısına gidebilirsiniz. Ve işte o eserlerin sözleri de burada:

HELE BİR GİR GÖNLÜME / Ergun Kâğıtçıbaşı
Hele bir gir gönlüme beğenmezsen çıkarsın,
Şöyle bir bak gözüme, sevdiğimi anlarsın.
Böyle ince işlerde akla pek güven olmaz,
Heyecan varsa eğer hisler asla aldanmaz.
Hele bir gir gönlüme bırak gamı kederi,
Mutlu isen orada senin olsun temelli,
Böyle ince işlerde akla pek güven olmaz
Heyecan varsa eğer hisler asla aldanmaz.

SEVENLERİN DÖNÜŞÜ / Ergun Kâğıtçıbaşı
Bir vedayla biter mi onca yaşanmış günler,
Bir damla akan yaşla dönüverir sevenler.
Binlerce özür yetmez gözlerde biriken neme,
Öyle yürekten çağır ki giden dönsün geriye.

Sevmesini bilmeyen sevilmeyi hak etmez,
Aşık olmak da lâzım, yalnızca sevmek yetmez.

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Tekme tokat KORU-MA

Ben bu tekmeleri tanıyorum...
Mayıs 2014'de, Soma'da Başbakan Erdoğan'ı protesto eden bir gence Başbakan Erdoğan'ın müşaviri olan Yusuf Yerkel'in attığı tekmeyi mesela...

Eylül 2015'de, Macaristan'da polisten kaçan mültecilere o anda olayları izleyen kameraman László tarafından atılan tekme ve takılan çelmeyi mesela...
Ve henüz birkaç gün önce, Washington'da, ABD Başkanı Trump ile ilk yüz yüze görüşmesini gerçekleştiren Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı protesto eden gruba, Erdoğan destekçileri ve korumalarının attığı tekmeleri mesela...

Hangi birini tutsan elinde kalıyor.
Soma tekmesinde yerlerde tekmelenen vatandaşın tekmelenmesine sebep olan vukuat, vatandaşın o dönem başbakan olan Erdoğan'ın aracının lastiğine tekme atması.
Macaristan'daki tekmede sebep, Suriyeli mültecilerin sığındıkları Macaristan'da can havliyle polislerden kaçışı.
ABD'deki olayda, (görgü tanıklarının ifadelerine göre) PYD bayrağı taşıyan protestocuların sloganlar atarak Erdoğan'ı protesto sloganları atmaları. 

Hepsinde de olayların olduğu ortamda polis kuvvetleri var. 
Var da polisi takan kim.
Kraldan daha çok kralcılar polise iş bırakırlar mı hiç; içlerinde birikmiş hırs ve nefret ile tekmeyi protestoculara öyle bir sallıyorlar ki, tekmeye denk gelen ağız burun, neresiyse artık darmadağın oluyor.
"Ölümüne koruma" olarak yetiştirildiklerinden olsa gerek, korudukları şeye yapılan en ufak bir saldırıda ya da saldırı ihtimalinde bir anda delirerek karşı saldırıya geçerken cinnet haline giriyorlar.
Kendi evlerinde delirdikleri yemezmiş gibi bir de el alemin evinde deliriyorlar.
Başka bir ülkenin kanunları çerçevesinde protesto haklarını kullanan insanlara "Sen bana nasıl lâf söylersin!" diyerek dalıyorlar havada uçarak. 
Korumaların delirmesi ile heyecana kapılan sıradan vatandaş da hakim olamıyor heyecanına. Ve dahi koluna bacağına. Düşene bir tekme de ben vurayım diye düşünerek düşmüş kişinin olduğu yere koşturuyor ve yerde yatan yarı baygın kurbana (fırsat bu fırsat) o da iki tekmecik atıveriyor .

Takım elbiseli "Ağır Abiler" üzerlerine giydirilen elbiselerin hakkını veriyorlar kısacası.
Üstelik içinde bulundukları ülkenin hukukunu, kurallarını ve güvenlik güçlerini çiğniyorlar bir güzel. 
Kanundan kime ne? Ölümüne demiştik ya, işte öyle...

Düğünlerde ya da gelin alaylarında kavga çıkar hani bazen. Takım elbiseli erkekler, saçı topuzlu kadınlar, çoluk çocuk cümbür cemaat herkes birbirine girer ya hani. Tam da öyle sahneler hepsi...

Protesto edenlerin haklılığı ya da haksızlığı değil burada konumuz. 
"Onlar protesto edecek, bizimkilerin elleri armut mu toplayacak?" demeyin.
Saldıranların adı üzerinde: "KORUMA".
Görevleri nedir peki, "KORUMA"...

Peki ya hiçbir koruma içip içip de niza çıkartan bir düğün kavgacısı gibi atar mı hiç kendisini ortaya?
Vakur olur, kontrollü olur, gözlemci olur, detaycı olur, saldırıcı değil korumacı olur, curcuna çıkartmadan, yaygara kopartmadan alır iradeyi eline. 
Eksik varsa görür, tamamlar. Gedik varsa görür, kapatır. 
Gittiği ülkenin görevlileriyle uyum içinde çalışır.
Üzerine aldığı sorumluluğun ağırlığını, en çok da nerede nasıl duracağını bilir.

Olması gerekenler böyle de.
Ya olanlar ne?
****
İnsan haklıyken haksız duruma nasıl düşer derseniz, işte o örnek bu örnek.
İnsan doğruları doğru bir biçimde anlatamazsa ihale onun üzerine nasıl kalır derseniz, işte o örnek de bu örnek.

Dinlemek yerine susturmayı seçme örneği.
Susturmak için korkutarak sindirmek örneği.
Sindirerek yok ettiğini sanmak örneği.

İnsan kimi örnek alır dediniz içinizden değil mi?
Doğru dediniz...
Direksiyon nereye dönerse, araba oraya gider...
Böyle kullanılan bir araba da yoluna çıkan ne varsa hepsini ezer geçer...