20 Şubat 2024 Salı

"Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir"

Bizim en büyük hatamız kafalarında aklın, kalplerinde vicdanın zerresi bulunmayan insanlara her şeyi akıl ve mantıkla açıklamaya çalışmamız.
Zannediyoruz ki böyle anlatınca anlarlar...
Derdimizi anlatmaya çalıştığımız "AK'a kara dense de alkışlayan, karaya AK dense de alkışlayan" kitlenin bir örümceğin ağını örmesi kadar sabırla ve itinayla oluşturulduğunu anlamamak da bizim zavallılığımız.
Ülke; eline ne geçerse içine atılmış lezzetsiz bir çorbaya dönüşmüş durumda. Farklı tatları bir araya toplayıp ortaya nefis bir lezzet çıkartan Ezo Gelin desen değil, Beyran desen değil, Tarhana desen değil. Aşure desen hiç değil.
****
Başka yol bilmediğimden ben yine akıl, mantık ve yasalar çerçevesinde bir şeyler anlatmaya çalışacağım. Kendi duygu ve düşüncelerimi bir kenara bırakarak T.C. Cumhurbaşkanlığı Mevzuat Bilgi Sistemi'ne bakacağım:

I. Devletin şekli
Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.

II. Cumhuriyetin nitelikleri
Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

III. Devletin bütünlüğü, Resmî dili, bayrağı, milli marşı ve başkenti
Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.
Milli marşı "İstiklal Marşı"dır.
Başkenti Ankara'dır.

IV. Değiştirilemeyecek hükümler
Madde 4 – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

V. Devletin temel amaç ve görevleri
Madde 5 – Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.

VI. Egemenlik
Madde 6 – Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.

VII. Yasama yetkisi
Madde 7 – Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.

VIII. Yürütme yetkisi ve görevi
Madde 8 – Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı (…)[7] tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.

IX. Yargı yetkisi
Madde 9 – Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır. [8]

X. Kanun önünde eşitlik
Madde 10 – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. 
(Ek fıkra: 7/5/2004-5170/1 md.) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010-5982/1 md.) Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.
(Ek fıkra: 7/5/2010-5982/1 md.) Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde (…)[9] kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.

XI. Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü
Madde 11 – Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.
****
Şimdi, siz de maddeleri alt alta okurken bu maddelerden hangilerine uyuluyor, hangileri umursanmıyor diye düşünmüşsünüzdür.
Mesela hilafet bayrağı açılıyor, hilafet isteriz diye haykırılıyor, Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Cumhuriyet'in kurucularına alenen hakaret ediliyor, şeriat gelsin diye şeriata övgüler düzülüyor, hukukun üstünlüğü de halkın üstünlüğü de hiçe sayılıyor, demokrasi rafa kalkmış, laiklik aşağılanıyor, sosyal devlet olmak dilencilik sistemi yaratmayla eşitlenmiş, adalet desen gözünün bağını açmış ceketine ilik-düğme koymuş, eğitimden sağlığa fırsat eşitliğini ara ki bulasın, kadın doğmuş olmak desen, o zaten en büyük suç, çalışanlar köle, emekliler ise bir an önce ölmesi beklenen kaşık düşmanı müstakbel rahmetliler...

Bu ahval ve şerait içinde iken bu suçları işleyenlere en ufak bir söz söyleyecek olursan (yeni moda) "Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılama suçu" ile kendini bir anda gözaltında (Bknz Avukat Feyza Altun), hatta parmaklıklar arkasından bulabilirsin.

E ama bak Anayasa ne diyor, Anayasa Mahkemesi ne diyor, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ne diyor?
Bunlara karşı "kim" ne diyor, ne diyor? "Yemişim kanunu da, mahkemeyi de, adaleti de..." mi diyor? Üstelik bir de alkış mı alıyor?
E biz çekilelim o zaman. Evlerimize girelim, camı pencereyi kapatalım, perdeleri çekelim, ölüme yatalım. Meydanı, halkı bir an bile insan yerine koymayan bir rejime öykünen Osmanlıcılara bırakalım. 

Hadi diyelim ki Osmanlı'yı geri getirdiniz. Eee? Padişah kim olacak? Osmanoğulları ailesinden kimi tahta oturtacaksınız? Padişahlık dönemindeki gibi taht kavgaları, kardeş boğdurmaları yine mi başlayacak? 
Sizler padişah huzurunda el pençe durup makam mertebe mi bekleyeceksiniz? En ufak bir hatanızda ise, "Tiz kellesi vurula!". 
Osmanlıyı yurttan sürenlere "soysuz" diyen "pek soylu" şahıs Şevki Yılmaz, bilmez mi ki o dönemde ortada ne Osmanlı kalmıştı ne bir şey. Hepsi birbiri ile akraba olan bütün krallıklar ardı ardına devrilmiş, (İngilizler hariç) hanedanlar birer birer ortadan kaldırılmıştı. Hatta Rus İmparatorluğu'na 300 sene hükmeden Romanovlar arkada tek bir kişi kalmamacasına kurşuna dizilmişti. 
Bilir, bilir ama bilmezden gelir.
Besbelli ki Cumhuriyet rejiminde kendine yer bulamamasının hıncını, Cumhuriyet'in ilanından sonra sürgündeki Osmanlı şehzadelerine "padişahlık" teklif ederek ülkeyi tekrar tekeline almak isteyen "dış güçler" misali, kendine paye teklif edenlere hizmet ederek çıkartmaya çalışıyor. 

Yine akıl ve mantığa dönelim:
Osmanlı bir aileydi ve koskoca bir imparatorluk kurup üç kıtaya hükmetti. Sonrasında sistem bu büyümeyi kaldıramadı, çağlar değişti, nesiller değişti, imparatorluk kendini yenileyemedi, yeniliklere uyumlanamadı ve içine çöktü. İçinden de egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu tertemiz bir Türkiye Cumhuriyeti çıktı. 
Mustafa Kemâl ve silah arkadaşlarının halkla birlikte hareket ederek düşmanı yurttan atması, 19 Mayıs 1919'da başlayan hareketin 23 Nisan 1920'de kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin onayları ile devam etmesi, savaş esnasında alınan her kararın Meclis onayı ile alınması, zaferle sonuçlanan İstiklâl Harbi'nin ardından Mustafa Kemâl'in kendini padişah ilan etmemesi, astığım astık kestiğim kestik dememesi, ülke ile ilgili her kararın her zaman tartışmalar sonucunda verilmesi, hatta çok partili sisteme bile Atatürk döneminde (1924) geçilmesi ama henüz hazır olunmadığı için tekrar tek partili sisteme dönülmesi (1925) öğrenmek isteyenler için tek tek tarihi anlatan kitaplarda yazar.

Belli ki onların kitaplarında farklı bir tarih yazıyor. 
"Osmanlı İmparatorluğu en güçlü dönemlerindeydi, lâkin Selanikli Mustafa Kemâl geldi ve koskoca imparatorluğu yerle yeksan etti, herkesi astı kesti, darbe yaptı" falan gibi herhalde...

Mustafa Kemâl Osmanlı İmparatorluğu'na darbe yapmadı.
İmparatorluk zaten sarayda kendi kendine darbe yapıp duruyordu. Aldığı bu darbeler ile de, yabancıların "hasta adam" dediği hâle çoktan düşmüştü... Ya işgale razı olunacaktı ya da birileri bir şey yapacaktı.

O biri bir şey yapmak için Anadolu'ya geçmişken padişah efendimiz uçaklardan halkın üzerine "Yunan'a teslim olun!" broşürleri atıyordu. Zaten Mustafa Kemâl'i Anadolu'ya göndermesinin sebebi de işgale isyan eden halkı sakinleştirmesi içindi. 
Ama artık ne halkın ne de aklıselim hiç kimsenin sakinleşecek hali yoktu.
Halk yalnız ve sahipsiz bırakılmıştı. Halk naçardı. Halk hastalıklıydı, eğitimsizdi, yıllardır savaşta asker, tarlada rençber olmaktan yorgundu. Hem de çok yorgundu...

Mustafa Kemâl bir Osmanlı subayıydı ve geçmişi iyi biliyor, geleceği iyi görüyordu.
Tüm işbirlikçilere rağmen, içeride ve dışarıda büyük bir savaş vererek düşmanı yurttan attı. Darbe değil, büyük devrimler yaptı. Türk halkına bir kimlik ve tarih verdi. 
Ülkeyi ekonomisiyle, üretimiyle, hukukuyla, eğitimiyle yeni baştan ele aldı...

Bakın yine kaptırdım ve hâlâ "kendi kendime" anlatıyorum.
Sanki onlar bilmiyor...
Bilmem, belki biliyor, belki bilmiyor...
Bilmemek değil öğrenmemek ayıp der büyüklerimiz.
Bilmeyen öğrenir, öğrenmeyen tembeldir.
Bilip de bilmiyormuş gibi yapan ise su katılmamış bir haindir...

20 Şubat 2024 / C.E.Y.

14 Şubat 2024 Çarşamba

Felâket Sınır Tanımaz!

Fotoğraf internetten alıntıdır
Erzincan'da felaket...
"Erzincan İliç'te Anagold'un siyanür sızdırmasıyla gündeme gelen altın madeninde devasa toprak kayması meydana geldi. Erzincan Valisi, işçilerin toprak altında kaldığını açıkladı."

Haber sitelerinin yazdığına göre; Erzincan'ın İliç ilçesinde bulunan ve 2008 yılından beri Anagold Madencilik (Kanada-ABD) şirketi tarafından işletilen Çöpler Kompleks Madeni, yıllar içinde kapasite artışlarıyla birlikte sahasını genişletmiş, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) tarafından açılan davalara rağmen proje iptal edilmemiş, uzmanlar, madenin yol açtığı çevresel yıkıma karşı uzun süre mücadele vermiş ve göçük tehlikesi konusunda uyarılar yapmış. Üstelik şirketin büyük bir vergi borcu varmış, o bile silinmiş. (İnternette konu üzerine yüzlerce video, fotoğraf ve yazı mevcut. Bilim insanları tehlikeyi nasıl anlatacaklarını şaşırmışlar. Eski Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner, İliç Anagold Altın Madeni'ne açtığı soruşturmadan dolayı tutuklanmış, Zafer Partisi Başkanı Ümit Özdağ İliç'e gitmiş, felaketi görmüş ve açıklamalar yapmış, İliç Doğa ve Çevre Platformu yıllarca uyarmış, doğa aktivisti 
Sedat Cezayirlioğlu kalp krizi geçirecek derecede yalvarmış. An be an haykırmış, anlatmış, Sesimi duyun demiş. Da, duyan kim?)
Ve dün itibarıyla olan oldu...
Devasa bir kütle, adeta koskoca dağ aşağıya kaydı ve kaymaya devam ediyor. 
Siyanür barajı yıkıldı, tonlarca olduğu söylenen saf siyanür serbest kaldı.

Şimdi; 
"Geçmiş olsun İliç" demekle bu felaket geçmez. 
Yıllardır bar bar bağıran, uyarı üzerine uyarı yapan insanlara kulak tıkayıp hatta bazılarını susturup, verilmemesi gereken tüm izinleri fersah fersah verip, atılmaması gereken tüm imzaları güle oynaya atınca ve sonunda da "malumun ilanı" gerçekleşince, "Geçmiş olsun İliç!"
Yok öyle geçmiş olsun diyerek, takdiri ilahi diyerek, ölenlerimiz peygamber efendimize komşu olsun diyerek dönüp sırtını gitmek.
Böyle deyince iki gün sonra her şey unutulup gidiyor.
Kaç felaket yaşadık, kaç can kaybettik, neler neler oldu da hepsini unuttuk.

Çok uzağa gitmeyin, henüz daha bir yıl önce yaşanan depremle 11 il çok büyük yıkıma uğradı, Antakya ise yerle bir oldu. Öyle ki, enkaz altında kalan bir insanı arayıp soracak yakınları dahi kalmadı. İnsanların bedenleri parçalandı, molozlara karıştı, sağ çıkartılanların bazıları kayboldu. Onların hangi meçhulde nasıl yaşadıklarını kimse bilmiyor. Geride kalanlar ise enkaz halinde yaşamaya(!) devam ediyor...
Ya sorumlular?
Kim? Ne? Nerede? Aaa, olur mu hiç öyle? Sorumlu yok. Allah baba yaptı.
Birilerine göre Allah baba Gölcük depremini Gölcük'teki dinsizleri(!) cezalandırmak için yapmıştı. Acaba Hatay'a ve diğer illere bunu neden yaptı? Anadolu'daki ilk cami desen orada, Anadolu'daki ilk kilise desen orada, kardeş kardeş yaşayan, işinde gücünde insanlar...
Onu da Allah bilir değil mi?
****
İliç'teki felakete dönecek olursak, bu felakette can veren her bir birey tarifsiz derecede kıymetli, lakin bu felaket o kadar büyüyecek o kadar büyüyecek ki, bu felaketin en küçük kaybı onlar kalacak. 
Toprak, su, hava zehirlenmişken, toprak altında ve üstünde, suyun içinde ve dışında yaşayanlar, aynı havayı soluyanlar tümden risk altında.
Zehirle yüklenmiş pamuk şeker kadar tatlı ve masum bulutlar taşıdıkları zehri ülkeler arasında dolaştırıp, beğendikleri ülkenin üzerine bırakıverecekler mesela.
Çernobil patladığında yayılan zehir nasıl hâlâ dolaşımdaysa, bu zehir de öyle dolanıp duracak ve asla yok olmayacak. 
Çünkü sular sınır tanımaz, bulutlar sınır tanımaz, toprak sınır tanımaz...

Bu rezalette ve felakette imzası olan şahıs, şimdilerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday gösterilen, dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum'dur. Hepinizin bildiği üzere Kurum hiçbir imzayı "imzala!" denmeden imzalamamıştır. Çünkü o ve diğerleri sadece birer kalem ve kalemi tutan eldir. O kadar!
Esas kalemi onların eline verenlere ve "imzala!" diyenlere bakmalı.
Neden kendi memleketlerinde yapamadıkları işleri bizim ülkemizde yapabiliyorlar, buna kimler izin veriyor, bunları sormalı...
****
Koskaca dünya küçücük hale gelmişken kimse "sana ne, bana ne!" sözünü söyleyemez. 
Sana ne olan bana çok şey, bana ne olan sana çok şey! Dünyanın en uzak coğrafyasında dahi olsa gerçekleşen bir felaket gelip seni de beni de vuruyor. Doğal afetler, insan eliyle yaratılmış felaketler, savaşlar, kargaşalar tüm dünyayı etkiliyor.
"Aile dizimi" dedikleri şey var ya hani, hani "karma" dedikleri, hani bizim eskilerin de "dede erik yemiş torunun dişi kamaşmış" hikâyesi, dünya da öyle işte.
Bina benim değil mi deyip kolonlarını kesersen bina üzerine çöküyor, dere benim tarlamı daha çok sulasın deyip derenin yönünü değiştirirsen (en basitinden) komşu tarlalar gelip tepene çöküyor, memleket benim değil mi deyip kurutulmuş göle (Amik Gölü) havaalanı yaparsan iki damla yağmurda gelip havaalanını (Hatay Havaalanı) sular altına bırakıyor, uzak coğrafyaların birini ateşe verirsen ateşten savrulan kıvılcımlar gelip dünyanın canını yakıyor (Bknz düzensiz göçmenler ve mülteciler).

Dünyanın evimiz ve bizim de emanetçiler olduğumuzu idrak etmedikçe, aman yeter ki benim evim temiz olsun, sokakları pislik götürse de olur dedikçe, yeter ki para gelsin, gerisi beni bağlamaz dedikçe, boşverdikçe, boş verdikçe, boş verdikçe, dünya da bize boş veriyor işte.
Doğanın aklı yok ama bir mantığı var, uyumu var, düzeni var. 
Ey insan denen minik canlı, aklını kullan ve ona kafa tutma. Onunla dalaşma. Onunla uyumlu ol, onu tatlı tatlı idare et, saldırma, vahşileşme, delirme.
Dünya kendini yeniden ve yeniden var eder.
Ama içinde sen olur musun olmaz mısın onu bilemem...
Bir dahaki Sevgililer Günü'nü kutlar mısın kutlamaz mısın bilmem...

14 Şubat 2024 / C.E.Y.

DOĞAYLA ve ÇEVREYLE İLGİLİ DİĞER BAZI YAZILARIM
Ağaçlarımızı kesmeyin! / 13 Aralık 2010
Ah benim yorgun dünyam / 26 Ocak 2011
Susuz Yaz / 29 Temmuz 2011
Yaz Yangınları / 2 Ağustos 2011
Tarih kitaplarında yer almayan bir tarih / 6 Eylül 2011
Ne zaman çıkacak bu karanlıklar aydınlığa? / 2 Temmuz 2012
Subasmanınızın kotu nedir? / 5 Temmuz 2012
Yeşile düşman Griler… / 30 Mayıs 2013
Bütün hayvanlar çevreci, ya insanlar? / 5 Haziran 2013
Dünyanın renklerine dokunmayın… / 30 Ağustos 2013
Dünya itinayla cehenneme çevrilir! / 27 Ekim 2013
Dünyanın sahibi değil, emanetçisiyiz / 24 Aralık 2013
Zeytinin dalı budağı girsin gözünüze! / 8 Kasım 2014
Sizin yarattığınız cehennemde biz de yanıyoruz! / 2 Temmuz 2014
Bursa’dan bir Ediz Hun geçti… / 1 Mart 2015
Her Bursalı’nın bir dikili ağacı olmalı / 8 Ekim 2015
Artvin Cerattepe’ye bakar / 24 Şubat 2016
Doyuyoruz ama açız! / 28 Ekim 2016
“Japonlar yapmış ağbi!” / 17 Ağustos 2017
Bunun sonu açlık! / 8 Ağustos 2018
Çok Bilmiş Beceriksizler / 10 Ağustos 2018
Adam rolü yap, Ridley efendi! / 5 Kasım 2018
Servetin ne renk? / 2 Ağustos 2019
Önce Tedbir, Sonra Emanet / 4 Ağustos 2019
Susamam, Susmam! / 7 Eylül 2019
Tavşan Kaç / 13 Ağustos 2019
Süphaneke dinimiz amin! / 25 Ocak 2020
Aziz Türk Milleti’nden, Çaylar Şirketten’e / 2 Eylül 2020
Afet Değil Cinayet! / 3 Kasım 2020
İşimiz Zor! / 27 Temmuz 2021
Dip! / 13 Ağustos 2021
İnşaat Ya Resulallah! / 5 Nisan 2022
Dağınık Değil, Merkeziyetsiz / 3 Aralık 2022
Gidip de Dönmemek, Dönüp de Bulmamak Var / 10 Aralık 2022
Felaket Sınır Tanımaz / 14 Şubat 2024

4 Şubat 2024 Pazar

Seç Beni, Göreyim Seni!

Fotoğraf: Anka
Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti ilçe belediye başkan adaylarını açıklamak için Hatay'daydı. Törende konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Hatay'ı eskisinden daha güvenli, daha görkemli bir şehir haline getirinceye kadar bize durmak yok. Biz, deprem turistleri gibi bölge illerimizi sadece oy sandığı ufukta belirince hatırlayanlardan değiliz. Biz depremzede kardeşlerimizi, oy tercihlerine göre ayıranlardan da değiliz. Biz sırf sandıktan istediği sonuç çıkmayınca, deprem mağdurlarını kaldıkları misafirhanelerden kapı dışarı eden, yaptığı yardımı insanımızın başına kakan insanlardan hiç değiliz."
Bu güzel sözlerden iki dakika sonra kaşıkla verilen tüm iyimser vaatler korkunç bir dayatma ve aba altından sopa gösterme ile kepçeyle geri alındı. "Bir gerçeği sizlere şu anda söylüyorum. Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay'a geldi mi? Bakın, şu anda Hatay garip kaldı. Hatay mahzun kaldı." 
Tam da böyle dedi Recep Tayyip Erdoğan... Hem de duygusuzca, ruhsuzca, sanki oralarda binlerce can yitip gitmemiş gibi bir ifadeyle dedi.
Tıpkı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi CHP'ye, yani Ekrem İmamoğlu'na geçince, "Çalıştırmayacağız ki, topal ördek yapacağız." dediği gibi. Hoş, İmamoğlu tüm engellemelere rağmen canla başla çalışıyor, düşüyor kalkıyor, üzülüyor kırılıyor, ancak yolundan dönmüyor ve benim "İmamoğlu Nanoteknolojik Çıktı" başlıklı yazım her geçen gün kendini doğruluyor.
Demek ki Hatay'ın garip ve mahzun kalmasının sebebi, merkezî yönetimle el ele vermemesi, "onlardan" olmamasıymış. Öyle mi? Bunu mu anlayalım?
AK Parti Genel Merkezi'nde partisinin Genişletilmiş İl Başkanları toplantısında konuşan Recep Tayyip Erdoğan, ''Adana’dan Antalya’ya, Mersin’den Eskişehir’e, Aydın’dan İzmir’e; nereye baksak aynı vizyonsuzlukla, aynı hizmet kıtlığıyla karşılaşıyoruz. 31 Mart 2024 tarihinde bu kötü gidişe dur diyeceğiz." diyerek kendilerinden olmayan belediyelerinin gidişatının ne kadar kötü olduğundan dem vuruyor.
Hımm, demek ki o şehirlerdeki "vizyonsuz ve hizmet kıtlığı"nın sebebi de yine, merkezî yönetimle el ele vermemeleri, yani "onlardan" olmamalarıymış. Öyle mi? Bunu mu anlayalım?
Halk çile çekiyormuş, halk zordaymış, halk boğuluyormuş, kimin umuru! 
Ya bendensin ya kara toprağın, o kadar!
Bul karoyu al parayı, o kadar!
Seç beni göreyim seni, o kadar!

6 Şubat 2023 / DEPREM!
Birbirinden farklı inançta binlerce insanın barış içinde yaşadığı bir bölge bir gecede binlerce insana mezar olmuş, merkez üssü Kahramanmaraş olan deprem Türkiye Cumhuriyeti tarihinde kaydedilen en büyük deprem olarak kayıtlara geçmişti. Deprem bölgesinde 400 km yüzey kırığı oluşurken, bölge 3 ila 9 metre batıya kaymıştı. 
Bu kadar büyük bir felaketin üzerinden geçen 1 senede depremden sağ kurtulan insanlar  dümdüz olmuş bir şehirde evlerinin yerini dahi gösteremiyorken ve hâlâ bin bir zorluk içinde yaşıyorken, yerel seçim çalışmaları işte bu minvalde başladı. 
İnşaatlara ruhsat verenler, İmar Barışı'nı müjdeleyenler, bilim insanlarının uyarılarına kulak vermeyenler ve kendilerini bu büyük yıkımdan zerre kadar mesul görmeyenler, şimdi halktan oy istiyorlar. Üstelik oyları hafif tehdit, hafif gözdağı, hafif parmak sallama, hafif kaş kaldırma ile istiyorlar. 
2009'dan bu yana Hatay Büyükşehir Belediye Başkanı olan CHP'li Lütfü Savaş "Ben tartışılacak insan değilim!" diyor.
2002'den bu yana devletin başında olan Ak Parti, sanki yıllardır memleketi yönetmiyormuş gibi gidip gelip "kendilerine" muhalefet ediyor. 
Bu da ortaya Nasuh Mahruki gibi bağımsız ama liyakatli adayları çıkartıyor. (Keşke  Gökhan Zan da Hatay'dan bağımsız aday olsa.)
Her şerde bir hayır dedikleri bu olsa gerek...

ALKIŞ!
Ediyor da ne oluyor derseniz, alkışın büyüğünü kapıyor.
Öyle de dese, böyle de dese alkış alacağını biliyor. Her ne derse alkışlayacak bir kitlenin başkanı olmakla ne kadar övünse az tabii...
Sözünü dinlemeyen oldu mu, Merkez Bankası başkanıymış, Maliye Bakanıymış, osuna busuna bakmadan ve hiç umursamadan kulağından tutup oyun dışına atıveriyor. Pardon, onlar aflarını istiyor. O da "af" ediyor.
Hatırlayın; Erdoğan, 5 Kasım 2019 tarihinde partisinin grup toplantısındaki konuşmasında: "Merkez Bankası Başkanı'nı görevden aldık, çünkü laf dinlemiyordu." demişti.
Alınan başkan Murat Çetinkaya (2016-2019) idi. Ardından Murat Uysal (2019-2020), sonra Naci Ağbal (2020-2021), sonra Prof. Dr. Şahap Kavcıoğlu (2021-2023) ve Dr. Hafize Gaye Erkan (2023-2024) Mehter Marşı ile göreve getirilip İzmir Marşı ile geldikleri yere geri gönderildi. Başkanlık koltuğuna şimdi de Dr. Fatih Karahan (2024-….) oturtuldu. Bakalım onun (nokta noktalarını) nasıl dolduracağız?

Demem o ki;
"Ben sizin 'BABA'nızım, ben ne dersem o olur" demeyi bırakmadıkça, sırça saraylardan çıkıp halka karışmadıkça, OLMAZ! 
Olur da, işte bu kadar olur...

4 Şubat 2024 / C.E.Y. 

2 Şubat 2024 Cuma

"Sayın Bay, Tiyatro Nedir Bilir Misin?"

Geçip giden zamanları bir yerlerde bulsam,
Sonra üzülsem, üzüldüğüme üzülsem...
der Mirkelam "Hatıralar" şarkısında.
Sonra devam eder:
Bir şey istemem, neye yarar hatıralar...

Geçmiş zaman müptelaları olarak geçip giden zamanların peşindeyiz biz de? Hatıraların çok şeye yaradığını bilip; geleceğin bilinmezliğinin cazibesi ile geçmişin yaşanmışlığının gerçekliğini birlikte harmanlayıp, heybesini dolduranlardanız. Bu da biz "hayatseverler"in yolunu birbirimizle kesiştiriyor durmaksızın.
Son kesişme "Gençlik Tiyatrosu Belgesel Filmi"nin tanıtım gecesi oldu. İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği tarafından kurulan ve 1953-1968 yılları arasında 15 yıl boyunca varlığını sürdüren Gençlik Tiyatrosu'ndan ve Adana Şehir Tiyatrosu kurucularından İnci ve Gündüz Aykut çiftinin kızları, Bursalı Seramik Sanatçısı ve Eğitimci Huri Aykut'un davetiyle, 30 Ocak 2024 akşamı Cemal Reşit Rey Salonu'nda gerçekleşen gala gecesine ben de katıldım.
Gecenin mimarı olan Nurgül Bayram, geçmiş güzel günlerin peşine takılıp, o günleri canlı şahitlerinin anlatımlarıyla yaklaşık bir buçuk saatlik bir film haline getirmişti. Anlaşılan oydu ki; bu gece zamanda yolculuk yapıp, anne babalarımızın dönemine uzanacaktık.

Soğuk ve yağmurlu bir İstanbul akşamında Harbiye'deki CRR salonunun yolunu tuttum. Fuaye alanında verilen kokteylde Türk tiyatrosu ve sinemasından tanıdığım sanatçılarla yan yana geldim. 
Hayranı olduğum Lale Belkıs ile minicik bir sohbet bile yaptık. 
(Geceye kimlerin katıldığını okumak için tıklayınız)

Film başlıyoor!
Program için salona geçip yerlerimize oturduk. Salonun tüm koltukları dolmuştu. Program, gecenin sunuculuğunu yapacak olan Nedim Saban'ın protokolü ve Gençlik Tiyatrosu gençlerini selamlamasıyla başladı. Kısa bir konuşma yapan Saban, Gençlik Tiyatrosu'nun tiyatroda devrim yapan devrimci ruhuna değindi. Sonrasında ise; belgesel filmin çekimi esnasında hayatta olup, anıları ve fikirleri ile filmde yer alan, lakin filmin tamamlandığını göremeyen sanatçılara vefa olarak, o devrimci ruhları perdeden bizlerle buluşturdu. 
Aydın Engin, Hüsnü Çınar, Erol Keskin, Okay Sağtürk, Tunca Yönder, Rana Cabbar, Yılmaz Gruda ve Osman Saffet Arolat.
Mazeretleri dolayısıyla geceye katılamayan Yılmaz Büyükerşen ve Suna Keskin'in mesajlarını Nedim Saban, Atila Alpöge'nin mesajını ise Emrah Kolukısa okudu.
Nurgül Bayram
Nedim Saban "Gençlik Tiyatrosu Belgesel Filmi" projesinin sahibi, filmin yazarı ve yönetmeni olan Nurgül Bayram'ı sahneye davet ettiğinde, Nurgül Hanım önümdeki koltuktan kalkarak alkışlar eşliğinde sahneye çıktı. Tiyatroyla hiç alakası olmayan bir belgeselci olarak filmin 5 yıllık yolculuğu anlatırken, bu belgeselin fikir babasının Can Kolukısa olduğunu, bu fikri kabul ederken koskoca bir boşluğa adım attığını bilmediğini, daha sonra herkesi tek tek bulup nasıl konuşturduğunu, hepsinin arşivlerine nasıl indiğini anlattı. Bayram önce Gençlik Tiyatrosu Müdürü (rahmetli) Hüsnü Çınar'ı bulmuştu, Hüsnü Bey kendisine isimler vermiş, o da o isimlerden yola çıkmıştı. Bu çalışmalar sırasında 150 kişiyle konuşmuş, filmde göreceğimiz üzere 42 kişiyle röportaj yapmış, 1500'ün üzerinde hiç yayımlanmamış belge toparlamıştı. Nurgül Bayram konuşmasının sonunda bu belgeseli bugünün gençlerine armağan ettiğinin altını çizdi ve o döneminin gençlerinin bu dönemin gençlerine ilham olmasını istediğini söyledi.
(Ki Gençlik Tiyatrosu birçok ilki başarmıştı. 1953 yılında ilk kez bir Türk tiyatro grubu (Gençlik Tiyatrosu) Avrupa'ya oyun götürmüştü. Otobüsle yapılan Erlangen yolculuğunda otobüsten çıkan Cumhuriyet'in ışığı ile aydınlanmış Türk gençleri, Almanları şaşırtmıştı.)
Nurgül Bayram çıktığı bu yolculukta kendisini destekleyen Kültür Bakanlığı'na, Sinema Genel Müdürlüğü'ne ve bu gecenin gerçekleşmesi için salonu tahsis eden İBB Kültür Dairesi Başkanlığı'na ve ekibine teşekkür etti. Diğer teşekkürlerini ise belgeselin yapım ve tanıtım aşamasında kendisine destek sağlayanlara etti.
Nedim Saban film başlamadan önce, yolu Gençlik Tiyatrosu'ndan geçen, bazıları oyuncu, bazıları yönetmen olan, bazıları ise farklı sektörlerde ilerleyen isimleri davet etti sahneye. 
Ali Özgentürk, Yurdaer Erşan, Can Kolukısa, Güneş Uğurlu, Zihni Göktay, Cengiz Tunay, Altan Akışık, Seramik Sanatçısı İlgi Adalan, belgesele sesi ile can veren Levent Dönmez, karikatürist Tan Oral, (ikinci nesilden) Rahmi Dilligil, Arzu Aykut Karayel, Huri Aykut...

Bir de Gençlik Tiyatrosu'nda yetişip de böyle bir filmin oluşumunu göremeyenler vardı. Metin Serezli, Nisa Serezli, Tuncel Kurtiz, Halit Akçatepe, Cüneyt Türel, Aykut Oray, İnci Aykut, Gündüz Aykut, Savaş Yurttaş ve isimlerini sayamadığımız sanatçılar... 
Ve tabii ki Türk tiyatrosuna usta isimler yetiştiren bu tiyatronun en büyük destekçisi, gençlerin efsane hocası, Avni Dilligil...
Hepinizin ruhu şâd olsun.
Filmde, filmin anlatıcılarından İzzet Günay, Erol Keskin, Suna Keskin, Hüsnü Çınar, Okay Sağtürk, Yılmaz Gruda, Rana Cabbar, Tunca Yönder, Aydın Engin, Osman Arolat, Yılmaz Büyükerşen, Nurettin Sözen, Nevra Serezli, Haldun Dormen, Genco Erkal, Tan Oral, Zihni Göktay, Ali Özgentürk, Can Kolukısa, Aden Tolay, Atila Sav, Metin Deniz, Altan Akışık, Can Futacı, Tolga Tiğin, Yurdaer Erşan, Atila Alpöge, Seçkin Selvi, Ayberk Korugan, Aslı Öngören, Necdet Aybek, Osman Arolat, İlgi Adalan, Gündüz Vassaf, Güneş Uğurlu'nun Gençlik Tiyatrosu'nu tıpkı ilk günlerdeki heyecanlarıyla anlattıklarını gördüm. Rahmi Dilligil, Huri Aykut ve Arzu Aykut Karayel tiyatrocu anne babalarını ve çocukluk anılarındaki tiyatroyu anlattılar. Huri Aykut üçüncü kuşaktan umutları yeşerten güzel bir haber verdi. Gala için Almanya'dan Türkiye'ye gelen oğlu Ömer Karışman ve gelini Yonca Büke'nin Erlengen'de amatör bir tiyatroda oynadıklarını, Erlangen'de birkaç kez gazeteye çıktıklarını, 1953'te festivale katılmak için Erlangen'e giden (anneanne ve büyükbabasının da içinde olduğu) Gençlik Tiyatrosu haberlerinin de  aynı gazetede yayımlandığını hayretle öğrendiğini söyledi. 
(Belgeselin tanıtım filmini izlemek için tıklayınız.)
(Bu filmde pek çok şey öğrendiğim gibi, Yılmaz Büyükerşen'in Gençlik Tiyatrosu geçmişi olduğunu, Eskişehir'e döner dönmez amatör bir tiyatro olan Eskişehir Türk Devrim Ocakları tiyatrosunu kurduğunu ve tiyatroya sermaye bulmak için devlet hastahanesine kan sattıklarını öğrendim.
Büyükerşen 1999 yılında Eskişehir'e Belediye Başkanı olduktan sonra, 2000 yılında tiyatro hazırlıklarına başlanır, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları Türkiye'nin üçüncü ödenekli Şehir Tiyatrosu olarak 27 Mart 2001 tarihinde faaliyete geçer.)
Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen
İzleyenleri zamanda yolculuğa çıkaran filmin ardından salondan ayrılmak zordu. Nurgül Bayram'ı ve ekibi kutlamak için bekleyenler, 
birbirlerini uzun zamandır görmeyip de hasret giderenler, fotoğraf karelerinde ölümsüzleşmek isteyenler... 
Bu anlamlı ve değerli proje için biz de kendisine teşekkür ettik ve kameralara böyle poz verdik.

Cüneyt Türel ve Gençlik Tiyatrosu
Gençlik Tiyatrosu üzerine yazılmış yazıları araştırırken, 1 Ocak 1996 tarihinde Cüneyt Türel'in Artizan dergisine verdiği bir röportaja rast geldim. Bu röportajda Türel, Gençlik Tiyatrosu'na nasıl dahil olduğunu, Gençlik Tiyatrosu ile yaptığı çalışmaları, Gençlik Tiyatrosu'nun hayatındaki yerini uzun uzun anlatmış.
O röportajdan öğreniyoruz ki, Gençlik Tiyatrosu'nun liseli kontenjanı varmış. Şöyle diyor Türel: "Gençlik Tiyatrosu’nun liseli kontenjanı vardı, yirmi kişiden biri liseli olabiliyordu. Ben o kontenjandan yararlanarak, sınavla girmiştim Gençlik Tiyatrosu’na. Sınava üç kişi girdiğimize göre Gençlik Tiyatrosu 60 kişiydi. Yalnız ben geçebilmiştim sınavı." 
Türel röportajda, yurtdışına ilk kez 1960 senesinde Gençlik Tiyatrosu’yla çıktığını, Almanya’da Erlangen Festivali'ne oradan da İtalya’ya geçerek Messina Festivali’ne katıldıklarını, o sırada hâlâ lise öğrencisi olduğunu ve lisenin yurtdışına çıkışını illegal yoldan desteklediğini, devamsızlığını kayda geçirmediğini anlatıyor. (Röportajın tamamını okumak isterseniz tıklayınız.)

Her çağ kendi sanatını sergiler
Birinci Dünya Savaşı'ndan bu yana süren çalkalanma, İkinci Dünya Savaşı'nın patlaması ve korkunç yıkımı savaşa katılsın katılmasın tüm ülkeleri dalga dalga etkilemişti. Savaş esnasında büyüyen nesiller savaşın ardından kendilerine yeni bir yol açtılar. Birinci Dünya Savaşı'ndan genç bir Cumhuriyet olarak çıkan Türkiye Cumhuriyeti'nin gençleri de o günlerde kendilerine yeni bir yol aradılar. Onlar Cumhuriyet'in ve devrimin ta kendisi oldular. Dünyanın iyiliğe ihtiyacı olduğu, yaralarını sanatla sarmak istediği dönemlerde kendi anlayışlarının sanatlarını yaptılar. Eskilerden değişiktiler, o yüzden eskiyi değiştirdiler...
Belgeselde, "Tiyatro, insanların hayatlarını değiştirmek için vardır." diyor Okay Sağtürk de. Onlar insanları iyileştirdiler, insanların hayatlarını değiştirdiler, insanların yüzlerine ayna tuttular. Kendilerini kendilerine gösterdiler. Farkındalık yarattılar. 
Tiyatronun en parlak dönemlerinde, hem oyuncu hem izleyici tarafı olarak en coşkulu ve en tutkulu zamanlarda, adeta cennette yaşadılar.

"Sayın Bay, tiyatro nedir bilir misin?"
Gençlik Tiyatrosu oyuncularının da katıldıkları bir eylemde, İstiklâl'de yürüyen oyunculardan birinin elinde, "Sayın Bay, tiyatro nedir bilir misin?" pankartı taşıdığını gördüm. Pankartı taşıyan Ali Özgentürk, pankartı taşıma sebebi ise Muhsin Ertuğrul'un görevden alınması idi. ("1966 yılına gelindiğinde İstanbul Belediye Meclisinin kararıyla başyönetmenlik kadrosu kaldırıldı. Kamuoyunda, mecliste ve medyada büyük tepkilere yol açan 'Muhsin Ertuğrul olayı', Türk tiyatrosuna indirilen bir darbe olarak yorumlanmıştır." Kaynak: Darağacı Sanat)
Bir yandan da yokluklar ve zorluklarla boğuşuyorlardı.
Zor zamanlar insanları daha yaratıcı ve daha birbirine bağlı kılardı. Onlar da tüm yokluklara ve imkânsızlıklara rağmen içlerindeki iyilikle, güzellikle, aşkla sarıldılar birbirlerine. Oyunlar yazdılar, oyunlar oynadılar, oyunlar yönettiler. Gün gelip başka sulara yelken açsalar da sanatçı yanları onları hep farklı kıldı.
Güzel insanlardı, güzellikler yaşadılar, güzellikler yaşattılar.

"Sanatsız kalan bir milletin, hayat damarlarından biri kopmuş demektir." der Atamız.
Sanattan gittikçe uzaklaşan, sanat yapması gittikçe zorlaşan, dolayısıyla estetik bakışı ve çok yönlülüğü gittikçe yok olan bir toplum ayakta ve hayatta kalmak için bugün yine sanata ihtiyaç duyuyor. Eski günlerden gelen bu esinti bile nefessiz kaldığımız şu günlerde bizlere nasıl bir nefes oldu. Daha derin, daha derin, içimize çeke çeke nefes almamız lazım. Buna çok ihtiyacımız var...
İnsan oyunla eğlenir, oyunla öğrenir, oyunla değişir.
O zaman; oynamaya, eğlenmeye, öğrenmeye ve değişmeye devam...

2 Şubat 2024 / C.E.Y.

Gençlik Tiyatrosu Belgesel Filmi 
Yazan ve Yöneten: Nurgül Bayram 
Seslendiren: Levent Dönmez 
Müzik: Ali Otyam
Belgesel, dijital platform Hoox Tv’de izlenebilir.

Gençlik Tiyatrosu Belgesel Filmi üzerine yayımlanmış birkaç haber ve yazı:
Sanat ölümden öç almaktır / Haber Hürriyeti / 5 Nisan 2020
Gençlik Tiyatrosu ile 70 Yıl Sonra… / Tiyatro / 2 Şubat 2024